Monsieur Gavras,
Sinemanın büyük ve gezgin ustası, devrimci gençlerin silah arkadaşı ve uslanmaz kapitalizm karşıtı adam, size Sine-masal bir öykü anlatmak isterdim.
Biliyorsunuz Emek sineması, bir zamanlar Cercle D'orient kulübünün de içinde olduğu bir binada bulunuyor.
Cercle D'Orient'ten çıkış, Krikor Zohrab'ın ölüm yolculuğu sizin filmlerinizin dokusuna son derece uygun iki adamın -Katil ve kurbanı- son buluşma yeridir. Mehmet Talat ve Krikor Zohrap Beyler adet olduğu üzere sık sık anılan kulüpte buluşur ve kâğıt oynarlar.
İstanbul'da son gecesinde yine aynı kulübe gittiğinde Krikor Zohrab, Talat Paşa da oradadır her zamanki gibi. Krikor Zohrab o gece Talat Paşa ve Halil Menteşe Beylerle gece yarısına kadar kâğıt oynar. Oyun sona erdiğinde Krikor Zohrab mekânı terk etmek üzere ayağa kalkar.
O anda izleyici, kendisini beyaz perdenin önünde sizin filmlerinizden birini izlerken bulur.
Talat Paşa'da ayağa kalkar, Krikor Zohrab Beyi her iki yanağından öper ve ona yol verir.
Krikor Zohrab, endişeli ve şaşkındır...
-Bu iltifat neden, diye sorar ve Talat Paşa'dan: "İçimden geldi", cevabını alır.
Zohrab endişelenir, Nazır Beyin bu öpücüğünü hayra yormaz.
Zohrap Bey için film Cercle D'Orient'te başlamıştır, ama o farkında değildir. Gidişatın bundan sonrasını endişeli ve umutlu-umutsuz yaşayacaktır.
O yaşarken biz, sinema sanatçılarına, yazarlara, deha sahibi büyük insanlara bir kez daha saygı duyacak, onların önünde başımızla eğilmiş olacağız. Çünkü suç mahkûm edilmiş olacak, göz önüne serilerek... Ve büyük sanatçılar, onlar çarptırılmış, iftiraya uğramış ve katledilmiş gerçeği açığa çıkarmanın en büyük savaşçıları olmanın onurunu yaşayacaklar. Tıpkı sizin Missing, État de siège, L'Aveu, Z, Mad City, Le Couperet ve ilk anda adını sayamadığım diğer çalışmalarınızla ördüğünüz onur gibi...
Kameramız yüzyıl öncesine canlandırmaya devam edecek olursa eğer. Zohrab binadan çıkar ve sivil polislerin takibine uğrar, anlam veremez, daha yeni Nazır Beyle oyun oynamış, ayrılmış evine gidiyordur nihayetinde. Kendisini takip eden polisi o da takibe alır ve emin olmak için karşı kaldırıma geçer ve emindir artık. Polis takibatlarına karşı deneyimli bir aktivist, Avukat ve yazardır kendisi. Bir süre sonra dayanamaz ve kendisini takip eden polise sorar:
“Takip mi ediliyorum ?”
Ve Polis onu cevaplar.
"-Evet.
-Niçin?
-Öyle emir aldım.
-Benim kim olduğumu biliyor musunuz?
-Şüphesiz. Zohrap efedisiniz.
-Fakat bir yanlışlık olmalı. Şimdi Dahiliye Nazırından ayrıldım.
-Olabilir. Fakat bana verilen emirler kat-i’dir. Bunları ifa etmek mecburiyetindeyim."
Yolculuk boyunca Polis eşlik eder Krikor Zohrab Beye ve bir iken iki olur evinin kapısı önünde polislerin sayısı.
Zohrab Bey sorar:
"-Peki, aldığınız emirler nedir?
-Sizi tevkife mecburuz.
-Şimdi mi? Hemen.
-Evet.
-Sizinle gelmekten imtina edersem ?
-Cebr istimal edeceğiz.
-Benim mebus olduğumu biliyor musunuz?
-Biliyoruz. Fakat aldığımız emir katidir." *
Yanında iki polisle eve vardıklarında, Pera Emniyet Amiri Kel Osman ve yanındaki üç polis memuruyla daha karşılaşırlar. Pera Emniyet Amiri önceden gelmiş ve evde arama yapıyordur. Krikor Zohrab'ın ertesi sabah tutuklanacağı, kendisine lazım olacak olan eşyalarını yanına alması gerektiği söylenir. Bu arada güzel karısı ve kızlarını teselli etmek gibi dramatik bir görevi daha vardır Krikor Zohrab'ın. Hem ailesini teselli etmek, hem de eşyalarını hazırlatıp o büyük tufanın önü sıra yürümek zorundadır o. Komiser Osman bir kez daha tekrarlar: "Bizimle geleceksin, emir var." Tutuklandın ve karakola götürülmen icab eder. Ve nasihatleri devam eder. İç çamaşırı alınız yanınıza. "Fazla para almanız iyi olur." Krikor Zohrab, Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda Mebus olduğunu hatırlattığında Ermeniliğinden nedamet getirmiş, Müslüman olup Hidayet ismini almış olan polis memuru: "O günler geçti," der. Bu sözler, Zohrab üzerine Türkçe'de en kapsamlı araştırmanın sahibi olan Nesim Ovadya İzraili tarafından şöyle yorumlanır: "O günler geçti" diyerek gelmekte olan yeni günlerin ipucunu verecektir," Polis memuru.
Çok bir şey almaz yanına Zohrab Bey, biraz para ve iç çamaşırı...
Ve ricalar eder karısına yolculuk boyunca, Talat Paşa'ya, Enver Paşa'ya, Cemal Paşa'ya, Halil Menteşe Beye, yani alayına İttihat Terakki partisi ileri gelenlerinin mektuplar yazmalı biricik karısı, ricalarda bulunmalı ve tehcir kısa sürmeli, kaldı ki kısa sürecektir de zaten, dönüp gelecektir Zohrab Bey, inanıyordur henüz.
Yolculuğun daha ilk haftasında film büyür Zohrab'ın kıyametleri üzerinden. Önce tansiyonu, sonra yaşlılığı ve sonrasında korkuları Zohrab'ın haleti ruhiyesini içinde bulunduğu katastrofobik öykünün akışına terk eder. Mektuplar, yalvarmalar, dostlar, vefasız İttihatçılar, can borcu Olan Halil Menteşe Beyler derken Zohrab Bey bugünkü Türkiye'nin sınırlarını aşar ve bugünkü Suriye'ye Halep'e ulaşır ve Halep'ten yolu Diyarbakır'a doğru uzanır. Yol üzerinde defalarca ısrar eder Taşnaktsutyun militanları; kendisini ve yoldaşı Vartkes Serengülyan'ı kaçırmak ve kurtarmak için, kaldıkları evlerin damından girer, yol üstünde ulaşır ne yapar ne ederlerse, bu iki milletvekilini firar etmeye razı edemezler.
Bir umut yaşayacaktır Zohrab ve Serengülyan ama ikisinin de umudu günden güne kül olur. Serengülyan silahlı mücadelenin, hapishanelerin ve çıkarılan genel afların yabancısı değil bir devrimcidir. Ölüm, ölmek onun için çok da zor değil, geride genç karısı kalıyor olmasa.
Ama Krikor Zohrab için öyle değil, o günün en iyi Ermeni öykücülerinden biridir, Avukat ve Milletvekilidir. Avukatlık mesleğinde ilgi alanına Fransa'da ki Dreyfus davası da girer, -Mahkemeye dilekçe yazar ve müdahil avukat olmak ister Dreyfus davasında- İstanbul'da ki Bulgar, Ermeni ve Türk devrimcilerinin davalarına da. Adalete ölümüne inanır, bütün Ermeni katliamlarında, katledilenlerin Avukatı olmasına rağmen, adaletin yerini bulduğuna pek tanık olmadığı halde inanır mesleğine, uğraşına... Ama...
Karısına yazdığı gibi, Diyarbakır surlarla çevrili bir şehirdir: "Beni İstanbul'dan Diyarbakır'a yargılamak için gönderenler, yok etmek için gönderiyorlar. Diyarbakır'da korkunç şeyler oluyor ve olmaya devam edecek. Tanrı bilir, suçsuz olmama rağmen, orayı canlı terk edemeyeceğim... Diyarbakır etrafı surlarla çevrili bir şehir, kendi içinde bir hapishane."
Üç araba hazırlanır o gün felaket anına. Öndeki Arabada katiller vardır. Adları Düzceli Çerkez Ahmet, Galatalı Çerkez Halil ve Reşit oğlu Mustafa'dır. İkinci arabada Arabacı Müslüm, Vartkes Serengülyan ve Krikor Zohrab vardır, atlanmış askerlerin nezaretinde Urfa'dan yola çıkarlar. Kuşaktan kuşağa devreden bir sözlü anlatım geleneğine, Kürt dengbejliğine dayanacak olursak, uzun bir yol gitmezler. Yolu cehenneme benzer kapkara taşlarla örülü, Ermenice Şeytan Deresi demek olan Sadanayi Tsor'a varırlar; köprüyü geçmeye yeltendiklerinde önden bir jandarma gider ve arabaya Kasap Taşı'nın önünde durmasını işaret eder; araba durur, Arabacı Müslim atlarının bağını çözer, iki atını alır gider. Önde ismini anılan kırımcılar, arkada onları takip eden arabacı Hallo'nun arabasındakiler Kara Köprü'ye geldiklerinde jandarmalar iner, artık katliam için saniyeler kalmıştır. İnerler ve kurbanlarına ateş etmeye başlarlar. Kürtlerin eskileri, cinayet zamanını annelerinden, babalarından dinleyen insanlar derlerdi ki Vartkes Serengülyan kurşunların anlamını iyi bilirmiş, atmış canını mermilerin önüne ve ilk ateşte nefesi kesilmiş. Zohrab daha bir yalnızlaşmış, yoklamış nefesini Serengülyan'ın, yalnızlığı büyümüş. Çünkü bedeni sessizliğe gömülmüş Serengülyan'ın. Zohrab başını bacaklarının arasına saklamış, kimine göre titremiş, kimilerine göre ağlamış ama Çerkez Ahmet aman vermemiş. Bağırmış Zohrab'a : “ İn! İn aşşağıya! Artık yaşamayacaksın, zira en üstten emir var." Zohrab iki eliyle sıkı sıkıya tutunmuş arabaya, gözyaşları içinde: "İnecek halim yok, beni burada öldürün," demiş. Tören boyut değiştirmiş bundan sonra. Çerkez Ahmet çıkarmış hançerini ve Zohrab'ı hançerlemiş ve Ahmet'i arkadaşları izlemiş, gelen hançerliyor, bekleyen hançerini keskinleştiriyormuş ve Zohrab aşşağı sürüklenmiş arabadan, yine aynı tören ateşli silahlarla devam etmiş bu defa. Çerkez Ahmet kurşunlarını yakmış Zohrab'ın gövdesine, onu Düzceli izlemiş, onu Mustafa, onları jandarmalar... Zohrab’ın gövdesindeki hançer yaraları ve kurşun dağlanmaları yetmemiş Çerkez Ahmet'e, kaldırmış bir kaya parçasını ve kafasını parçalamış Zohrab Beyin. Serengülyan vurulduğu yerde yata kalmış korkusuz ve Zohrab'ın korktuğu başına gelmiştir, cenazesi Kasap Taşı'nın üstündedir.
Türkiye’nin geçmişine ait bu sabıkası bugününü de anlatıyor aslında. Katiller soyarlar üstünü, başını henüz canını aldıkları kurbanlarının, onları ayaklarından sürüyerek yolun karşısına, ağaçların arasına atarlar. O kadar çok kurşun atılır ki, komşu köylerin halkı cinayet mahallinde ganimet aramaya koyulur, iki çıplak cesedi talan eder sonra taşa tutarlar.
Ve zaman kapatır perdesini Zohrab'ın çıplak cesedinin üzerine. Eşi Klara Zohrab'a yazdığı umutsuz mektubunda söylenecek son sözleri yine Zohrab Bey söyler: “Sevgilim, bir tanem, artık bizim için son perde başlıyor. Daha fazla gücüm kalmadı. Sağ kalmazsam, çocuklarıma son öğüdüm şu ki daima birbirini sevsinler, sana tapsınlar ve kalbini acıtmasınlar ve beni de hatırlasınlar.”
Buraya kadar hikâye onun güzel öykülerinin Fransızca baskısında taşıdığı ad gibi: La vie comme elle est'dir.
Sonra öykü devam eder içinde Zohrab yoktur artık. Ne oyuncu, ne yazar, ne de gömülü bir ölüdür o. Hiç bir şeydir çıplak gövdesi, belki bir süre daha kurdu kuşu besler o kadar.
Urfa pazarında kanlı yüzüğü ve çantasına denk gelir bir İngiliz Seyyahı, Zohrab'ın.
Ve çeşitli raporlar, çeşitli bahaneler, yalanlar, Kalp krizinden ölür Doktor raporlarına göre Zohrab ve Serengülyan. Ve artık işi bitmiş katiller, onlar çok daha kötü bir sonla karşılaşırlar... Her şeyin daha çoğunu, paranın, iktidarın, yağmanın ve cinayetin daha çoğunu isterken Çerkez Ahmet. Tüm bunları ellerinde bulunduranlar, Devletliler affetmezler Çerkez Ahmet'i ve çetesini, aynı değirmen onları da dişlerinin arasında öğütür...
Türkiye'de cinayet öykülerinde perde sonuna kadar hiç kapanmaz Monsieur Gavras. Bunun içindir belki polisiyesi zayıftır ülkenin, suçu işlemekten onu bilince çıkaracak cesareti ve zamanı bulamazlar bir türlü. Çünkü bu bir yerde katilin cinayetlerini bütün samimiyetiyle itiraf etmesi gibi bir şeydir ve cinayet toplumsallaşmıştır, herkes susmayı bilmelidir böylesi bir ortamda, çünkü suç bilince çıkarıldığında ceza demoklesin kılıcı gibi herkesin başında sallanır durur.
Şimdi affınıza sığınarak şöyle düşünelim Monsieur Gavras; öyküsü yukarıda özetlediğimden kat be kat daha sinematografik Krikor Zohrab'ı siz beyaz perdeye taşıdınız varsayalım. Filminiz estetik değeri dolayısıyla büyük beğeni topluyor, festivallere katılıyor, ödüller alıyor, sinema seyircisini heyecanlandırmışsınız bir de. Ve siz dünyalı bir yönetmensiniz, haliyle Türkiye'li sinema seyircisi de sizin filminizle buluşmak istiyor. Ama seyircinin önünde bariyerler oluşmuş durumda. Evet, televizyonlarda Nazizm yıllarının karapropagandacı faşistlerine rahmet okutan ve üzerlerine lanet yağdıran yorumcular filminizi tehlikeli, bölücü, Türklüğün değerlerini alçaltıcı buluyor ve filminizi reddediyorlar, linç korosu büyüyor ve tek bir sinema salonu dahi filminizi göstermek için kılını bile kıpırdatmıyor... Böylesi bir ortamda ne yaparsınız siz ?
Emek sineması böylesine korkunç bir öykünün içinden çıkıyor Monsieur Gavras. Ama aynı Emek sineması Türkiye'deki bütün sinemalar ve sinemacılar gibi Ermenilerin öykülerine kapalı, onların filmlerini perdelerine taşıyamıyor, edebiyat sanatının büyüklerinden birini ve onun komşuluk hatırını hiç bir zaman hatırlayamıyor. Türkiye'deki hemen bütün kurum ve kişiler gibi kendi başı derde girdiğinde ama benim canım yanıyor diyebiliyor, ama canı yananların yanında yer almamayı da beceri hanesine yazıyor. Hatırlatmak isteyenleri "Burası Türkiye" bahanesiyle görmezden gelebilmesi de cabası.
Bu eleştiri elbette sadece Emek sinemasıyla sınırlı değil. Sizinde gözlerinizle gördüğünüz gibi insanlar Emek bizim, İstanbul bizim pankartlarıyla sokağa çıkıyor, sinemayı, hatıralarını ve hatta kenti savunduklarını, sahiplendiklerini düşünüyorlar. Kentsel dönüşüme karşılar ama kapitalizme karşı değiller. Marx umurlarında bile değil ama: Burjuvazi yine de gölgesini satamadığı ağacı kesiyor. Yine aynı şekilde tarih de pek umursadıkları bir şey değil. Ermeni soykırımının mimarı Talat Paşa nasıl olsa şehrin en işlek caddelerine, bulvarlarına ve hatta liselerine adını vermiş. Krikor Zohrab, ya da Şehrin yağmalanan tarihine binyıllarını veren Grekler ve Ermeniler anılmasa da olur. İstanbul Bizim denirken şehrin yerlileri asla hatırlanmıyor.
Siz de kabul edersiniz ki günümüz sinemasının büyük anlatıcılarından birisi de Atom Egoyan'dır. Emek sineması komşu kulübün müdavimi Krikor Zohrab'ın anılarını kendisiyle birlikte geleceğe taşımadığı gibi Egoyan'ın filminin izleyici karşısına çıkamayışına itiraz etmemekle de büyük bir sansürün ortağı oldu. Siz büyük bir sinemacı olmanın tüm sorumluluklarını yerine getirmiş bir direnişçi, karşı koyuşçusunuz aynı zamanda.
Ben sizden bir şey daha istiyorum Emek sinemasının kurtulması için elinizden geleni yaparken siz. Sadece bu salonun kurtarılması için didinmeyin lütfen. Bu bina kurtarılsın ve Krikor Zohrab'ın anısı bir şekilde yaşatılsın. Ermeni soykırımının icra edilmesinde, Ermeni aydınlarının ölüm yolculuğuna çıkarılmasında bu binada geçirilen "eğlenceli" saatlerin hayli rol oynadığı ap-açık ortada. Bunun görünür kalması için uğraşın lütfen. Belki bu sayede Emek sineması da sizin sözlerinizle: "Ticaretin kültürden üstün gelmemesi"ni yeğler ve yeni Ararat'lara sessiz kalmaz, sizin soyunuzdan gelen direngen yönetmenlerin desteğini hak eder. Aksi takdirde sizin bir État de siège'inizi izleyemediğim bir sinema salonunun yok oluşuna karşı çıkarken ben, içim burkuluyor; sansüre ses çıkarmamış, dolayısıyla onun bir parçası bir parçası olmuş, bir ticarethaneyle karşılaşıyor ve umutsuzluğa kapılıyorum.
Kısacık açıklamanızda siz: "Önemli bir sinema, bir kültür merkezi, tahrip edilmemelidir. Bu sanki geçmiş belleğimizden bir parçayı silmek ve gelecek için önemli bir mekânı ortadan kaldırmak gibidir" diyorsunuz.
Türkiye'de Ararat, Peru'da État de siège, izleyiciyle buluşturulmadığında ve Krikor Zohrab'lar hiç yaşamamış gibi görmezden, bilmezden gelindiğinde, önemli bir mekan ve bir gerçek, soykırım ve sessizlikle belleğimizden silinmiş oluyor, sinema salonlarında kendini izleyicisinin karşısında bulamadan, gerekli duyarlılığı yaratamadan.
Size ve büyük hünerinize selam ve sevgiyle...
* Aktaran Nesim Ovadya İzraili, 1915 Bir Ölüm Yolculuğu Krikor Zohrab, Pencere Yayınları, İstanbul, Mayıs 2011.