Ana içeriğe atla
Submitted by Anonymous (doğrulanmadı) on 16 September 2009

Salih ARAS

Terzi Cemal'ın tutuklanması ve yargılanması için, hiç bir haklı gerekçe yoktu. Daha bir kaç ay önce yapılan Kongre'de Öcalan'dan sonra en başarılı görülen insanlardan biridir. Nasıl oluyordabirdenbire bütün aile çevresiyle birlikte 'ajan' ilan ediliyor!!! Bekaa Kampı günlük olarak A. Öcalan'ın denetimindeydi. Bütün faaliyetler O'nun istemi doğrultusunda yürütülüyordu.
Yani Terzi Cemal Kampı'n sorumlusu olsada, görevi A. Öcalan'ın talimatlarını uygulamaktı. Bu görevinide tam yapıyordu.

Suçlamalara gelince;

Bir; Ülkeye yönelik hazırlık faliyetlerini geciktirme. Bu suçlama doğru değildi. Hazırlıklar A. Öcalan'ın çözümlemelerini, özümseme biçimindeydi. Bunlar ağırlıkta III. Kongre çözümlemeleriydi. Bilimsel hiç bir değeri olmayan demogojik gevezeliklerdi. Önderliği anlama, kavrama ve uygulama biçiminde.

Zaten yapılanlarda bunlardı.

Kampın ayrıca yönetimi vardı.Bir eksiklik ve ya yetersizlik söz konusu ise; yönetim tümden suçlanmalıydı.
Neden sadece Terzi Cemal? Yönetimde o dönem bulunanlar; Halil Ataç, (Ebubekir) A. Haydar Kaytan, (Fuat) Haydar Altun, ( K. Ömer) ve bir kaç kişi daha vardı. Kampta bulunan kadro ve savaşçıların toplam sayısı 80 dolayındaydı. Bölgelere göre gruplar oluşturulmuş ve eğitimler yapılıyor.

'Öderlik' tektir bir eşi ve benzeri yoktur. Ama T. Cemal Kamp sorumlusuda olsa tek değildir. Birlikte hareket ettiği bir yönetim vardır. Bu yönetim direkt A. Öcalana bağlıdır. Varsa suçlama sadece muhatabı T. Cemal olamaz, diğerleride buna dahil edilir. Ortada bir suç olmadığı, sadece harcanma sırasının T. Cemal'e geldiği için, O suçlanıyor ve yargılanması içinde yoktan ağır suçlamalar yaratılmış.

Artık O'da tektir, ama her an infazını bekleten bir mahküm gibi. Ya bütün suçlamaları kabul edecek'Önderlik'ten af dileyecek yada 'ajan' diye infazı geçekleşecek. Tabiki, 'Önderlik'ten af dilemesi
'ajan'lıktan kurtulmasına yetmiyor, sadece geçmişteki 'ajan'lığını kabul ediyor ama 'Önderliğin' af etmesiyle 'layık kişiliye' ulaşma sözü veriyor. T. Cemal tercihini aftan yana yaptı. Buda O'nun bitişinin başlangıcı oldu. Artık yapının gözünde şaibeli, şüpheli biri olarak hayatına devam edecek.
Yani ülkeye yönelik hazırlık faaliyetlerini geciktirme bir yalandan ve iftiradan ibaretti.

İki; 'bir parça özgür vatan' karararına karşıdır. III. Konre kararıydı. Yürütülen eğitim faaliyetleri içinde bende vardım. T. Cemal'ın bu karara karşı olduğuna dair hiç bir sözüne ve faaliyetine rastlayamadım.

Kimsede böyle bir iddianın doğruluğunu ( A. Öcalan ve Kamp yönetimi dışında) kabul etmedi. Bu karar III. Kongre'ninde değil, sadece A. Öcalan'ın bir yalanıydı. O dönemki koşullar kurtarılmış bölgeye musait değildi. A. Öcalan bunu çok iyi biliyordu. Sadece büyük hedefler belirleyip, sonrada birilerinin 'ajan' faaliyetlerinden dolayı gerçekleşemediğini söylemek içindi. 1987 ortalarında yapılan eylemler 'kurtarılmış bölgeye' yönelik değildi ve yapılan eylemler Mardin çevresindeki köy katliamlarıydı

. Bu eylemler Uluslar arası düzeyde PKK'nin terörist bir örgüt damgasını yeme zemininide hazırladı.

Halende bu damgadan kurtulmuş değil. 1982 ve 83'ten beri pratik içinde, savaş deneğimi kazanmış, yoğunlaşmış savaşçı ve komuta kademesini suçlayacaksın, etkisiz hale getireceksin ve hiç savaştan anlamayan kardeşin Osman'ı genel komutan olarak İran'a göndereceksin (İran'daki Devrim Muhafızlarıyla ilişki içerisinde) ve Osman oradan savaşı yönetecek, 'kurtarılmış bölge'de böylece kazanılmış olacak!!!

Yapılanlara bakılırsa, 'kurtarılmış bölge'ye A. Öcalan'ın kendisi karşıydı. Böyle bir gelişme kendi sonu olacaktı. II. Kongre kararı olmasına, M. Karasungur'un tüm ısrarlarına rağmen G. Kürdistan'a gitmeye cesaret edemeyen A. Öcalan Kuzeyde kutarılmış bir bölgeye nasıl gidecekti? Gerillanın yıllarca genel komutanlığını yapmış Osman ise acaba K. Kürdistanın sınırlarına kaç Km yaklaştı???

Üç; 'Silahlı mücadele pratiği düşmanla ilişki içindeydi, ayak parmakları karda yanmamış ve helikopterle sınıra getirilmiş' iddiası ve suçlaması. Gerek geri çekilme döneminde ve gereksede III. Kongre sürecine kadar K. Kürdistan'da en çok faaliyet yürüten PKK komutanlarından ve önder kadrolarından biridir. T. Cemal; K. Kürdistan'ın neredeyse bütün bögelerinde en zor koşullarda faaliyet yürütmüş biridir. Yani emek sahibidir.
İnançlı ve kararlı biriydi. Ağır kış koşullarında ayak parmaklarını kaybetti. Ama davaya
olan inancını kaybetmedi. Eğer inanç kaybından bahsedilirse belkide Bekaa'da inancını kaybetti, demek daha doğru olur. İnsan sevgisiyle dolu olan T. Cemal öyle bir hale getirildiki, 90 yılların başında dava arkadaşlarını, öğrencilerini grup grup katledecek bir ölüm makinesine dönüştü. Sonrada, 'Önderliğe bağlı insanları kalettin' diye, kendiside işkenceyle 'yodaşları tarafından katledildi. Ben 1986-87'de tanıdığım T. Cemal'i yazmaya çalışıyorum. Bü sürecin tanığıyım. Özellikle sonraki yıllarda düşmüş olduğu durum ayrı bir konudur. Değinenler oldu. Fark, insanların nasıl dönüşüme uğratıldığını gösteriyor. Helikopterle sınıra kadar getirilme iddası; A. Öcalan'ın uydurmasıydı. Birden bire bu haberi nerden aldı? Madem bu konuda şüpheleri vardıysa,neden MK'ye seçti ve III. Kongre'nin en gözde adamı yaptı? Ve hemen bir-iki yıl sonra kendisine bağlı en üst düzeyde oluşturduğu üç kişilik örgüt içi istihbarata neden seçti???

Dört; Antep'deki olaylar. Neredeyse aradan on yıl geçmiş. Eğer iddia edildiği gibi olsaydı, bu kadar uzun süre neden beklenildi? 1980 öncesi Antep'te büyük provakasyonlar yaşandı. Halende yeterli derecede aydınlanmış değil. T.Cemal'le birlikte A. Çetiner'de suçlanıyordu. Her ikiside geçen sürede Parti içinde önemli görevlere getirilmiş, bu iki Partili hakkında birden bire ortaya atılan bu suçlamalar gerçek dışıdır.

Antep olaylarının faali, (H. Karer olayıda buna dahildir) A. Öcalan, Devlet'le olan karanlık bağlantıları ve Halkın Kurtuluşu içindeki provakatörlerdir. Eğer, T. Cemal bu olaylarda kullanıldıysa kesin talimatı verende, A. Öcalandır. Bunun başka izahı olamaz.

Beş; 'Geri çekilme döneminde devletle ilişki' suçlaması: T. Cemal'e birlikte, Semir (Çetin Güngör) ve Ali Çetiner'de suçlanmaktadır. İddia şu; 12 Eylül sonrası T. Cemal, Semir ve Ali Çetiner'in sorumlu olarak içlerinde bulundukları grup başarılı bir şekilde sınırı geçiyor. Ve bu başarıları takdir ediliyor. Aradan 6-7 yıl geçmiş, Semir katledilmiş, A. Çetiner Almanya'da Parti tarafından tutuklu, T. Cemal Bekaa'da tutuklu ve bu suçlama yapılıyor. 'Nasıl böyle başarılı bir sınır geçişi yaparsınız? devletle ilişki içinde yaptınız' suçlaması tam bir oyundu.

Altı; kardeşlerinin ve yakın aile çevresinin MİT'le ilişkileri iddiası. Neden herşey zamanında değilde yıllar sonra?
Ömürcan'lar; Antep ve Maraş'ta UKM'sine ciddi katılar sağladılar. Bunu en iyi o bölgelerin halkı bilir. Sorun T. Cemal ise ailesi niye suçlanıyor? Aileleri özellikle kadınları suçlama A. Öcalan tarafından bir gelenek haline getirildi ve halen devam ediyor. İlginçtir, muhalif geçinen geçinen bazı çevrelerde kadın ve aileyle uğraşmayı A. Öcalan gibi esas almışlar. T. Cemal'in ailesi on yıl öncede aynı aileydi, neden tutuklandığı zaman birden bire ailesi ve kız kardeşi MİT'le bağlantılı oldu? Ve neden yıllarca Salman Ömürcan (Kasım) Avrupa'da sorumluluklar yaptı?

Yine T. Cemal'in amcası oğlu Mustafa Ömürcan (Sarı Ömer) neden ülke içerisinde
yııllarca komutanlık düzeyinde görevler yaptı? Şimdi bütün aile 'ajan' olmuş.

İşte bu 'suçlamalar' iddasiyla T. Cemal mahkemeye hazırlanıyordu daha doğrusu hazırlatıyorlardı. İddialar böyleyken gerçek ise iddaların tersiydi. Ömürcan'lara yönelik suçlamaları özellikle Maraş'lı kadrolar kabul etmedi. Mevcut ortamlardan dolayı sessiz kaldılar. Ama ilk fırsatta Parti'den kaçarak ayrıldılar.

II. Kongre sonrası, Dersim'liler hedef alındı. III. Kongre sonrasıda Maraş'lılar hedef alındı.

Dersim'lilerin hedef alınmasının en önemli nedeni bilimsel düşüncenin orada yoğunlaşmasından dolayıydı.
Gelişkin bir sosyal yapı ve ona bağlı olarak gelişen gelişen kadrolaşma A. Öcalan' ın planları önünde engeldi.
Dersim'deki bu gelişme,Türkiye ve Kürdistan'da etkisini gösteriyordu. Nufus aranına göre çok fazlasıyla kadro çıkaran bir bölge. Bu durum devletide, A. Öcalan'ıda rahatsız ediyordu. Bunun nedenleri açıktır; 1970'ler esas alınırsa 1937-38'lerde başlayan katliamin ve Dersim Halkı'nın isyanı acıları ve yarası tazeydi. 1938 on yaşında olan bir Dersim'li 1970'de 42 yaşındadır. Bir bütün olarak düşünülürse Dersim'in devletle çelişkisi çok derin ve keskindir. Bilimsel sosyalizmin etkisi, sosyal gelişmeye açık Kürt Aleviliği ve Kürt Ulusal Sorunu birleşince Dersim'de ideolojik yoğunlaşmada maazzam bir gelişkilik ortaya çıktı, Bu yoğunlaşma, Türkiye ve özellikle Kürdistan'da politik olarak ağırlığını gösterecekti. İşte buna fırsat verilmedi. Devlet bunun önüne geçemezdi. Zaten Dersim'deki bu gelişme çok kısa bir sürede, K. Kürdistan'ın tümünü etkisine aldı.

Gerek PKK içinde ve gereksede diğer Kürt örgütlerin içindeki Dersim'li kadrolar fiili olarak her tarafa ulaştılar.
Böyle bir durumda 'kürtlük' adına provakasyonlar yapıldı. Dersimli önder kadroların şahsında Bütün Dersm 'Kemalizim ve kışla kültürüyle' suçlandı. Eğer sömürgecilerin okul aşmasıyla Kemalizim oluyorsa; bu okullar Dersim'den önce Diyarbakır'da Erzurum'da Elaziğ'da, Urfa'da, Van'da ve her yerde açıldı. En son Dersin'de açıldı.

Burada Dersim'e yönelik başlayan özel savaşın hedefi KUKM'sini provaka etmekti. Ne acıkı başarıldı ve kürt halkı yarım asır kaybetti. Ve daha bizi ne provakasyonlar bekliyor!!!

Dersim'den sonra Maraş'lıların, Bingöl'lülerin, Batman'lıların ve sırasıyla bütün bölgelerin hedef alınmasındaki tek neden A. Öcalan'ın kaleye içten fettetme oyunlarından başka bir şey değildi, Maraş'ta KUKM'ine oldukça açık bir alandı. Devletle derin çelişkileri mevcuttu. 1978 yapılan katliam hafızalarda tap tazedir. Dersim'e benzer özellikleri var. Bundan dolayıda hedef alındı.Bu alandan gelen kadrolar sindirilmeye tabi tutuldu.

T. Cemal üzerinde oynanan oyunlar genel provakasyonun bir parçasıydı. Başarılı olmuşlardı, artık mahkeme günü yaklaşıyordu.

Saygıdeğer okuyuculardan özür diliyorum. Yazı dizisine 'açılım' ve 'yol'lardan dolayı ara verdim. Haftalık yazma biçiminde diziyi tamamlayacağm.

Salih Aras
devam edecek

14.09.09

Çoğu kendi isteğiyle, kampa ziyarete gelmek isterken, ya da davet edilerek gelen yurtseverler kamp girişinde 'ajan' diye tutuklanıyor, işkence sürecinde 'ajan' olduğu ve 'önderliği' imha için gönderildiği söylettirildikten sonra, infaz ediliyorlar. Türkçesi çok zayıf olan bir yurtsever sorgulama anında, ajan kelimesini bir isim olarak algılar. 'ben ajan değilim' diyerek kendi ismini söyler. Tutuklamalar, gözaltına almalar ve infazlar ilk aylarda dikkatimi çekmedi. Sadece III. Kongre sürecinde en az 100 Türk ajanının etkisiz hale getirildiğinden bahsediliyordu. Bu mümkün olmayan bir iddiaydı. Açıkki 100 dolayında insan 1985-86'da Kongre sürecinde öldürülmüş. Ancak bunlar kesinlikle devletin (T. C'nin) ajanları değil, Lübnan'da yerleşik bulunan ve ya mevsimlik işçi olarak gelen, çoğu Mardin'li yertseverlerdi. Bir kısmıda PKK içindeki kadro ve savaşçılardı. Eğer Türk Devleti bahsedilen dönemde Bekaa'da 100 ajanını kaybetmiş olsaydı, çok ciddi tepki gösterirdi. Ajanlık faaliyeti pahalı bir faaliyettir. Yetiştirilen elemanlar ciddi eğitimlerden geçiriliyor. Çok yönlü gelişmeleri sağlanıyor. T. C'nin; benim ajanım dediği eleman, bir millet vekilinden veya bir validen daha etkili ve yetkilidir. Bir kere 100 ajanını bir yıllık süre içerisinde Bekaa'ya sürmez. Hiç bir devletde böyle bir aptallık yapmaz. 100 asker veya 100 polis, bazı durumlarda (genellikle yurt içi operasyonlarda) görevlendirilir. Tümünün imhası bile T. C'yi etkilemez. Seçilmiş ajanlarda durum farklıdır, devlet varlık nedenini bunlara dayandırıyor. Derin devletin tek güvencesi gizli örgütleridir. III. Kongre'nin en belirgin yanı Kürt kanının, Kürt haçeriyle akıtılmasıdır. Bunu çok iyi bilen devlet (T.C) ve ya devletler neden mudahale etsinlerki? Sadece 'önderliğe saldırı var' adı altında, çoğu davet edilerek, Lübnan'dan getirilen yurtsever Kürtler 'ajan' diye katlediliyor. Bu 'ajan' denilenlerin hiçbirinin kimliği açıklanmıyor. İmralı sürecinde de devlet 'elemanlarımızı imha ettiniz' diye bir suçlama da bulunmadı. Yani yapıyı sindirmek ve ne kadar önemli bir 'adam' olduğunu ıspatlamak için bu yönteme baş vuruyor. Onun mantığına göre neredeyse Lübnan'da bulunan bütün Kürtler, 'önderliği imha etmek için gelmişler veya gönderilmişler.' Hemen hepsi yurtsever olan ve PKK'ye yardımlarda bulunan bu kitle, bir mezbaha önünde kesilmeyi bekleyen hayvan sürüsü gibiydi. Belkide hayvanlar kesilecek anı hissediyorlar. Onlar bundan da habersizlerdi. Çoğu kendi isteğiyle, kampa ziyarete gelmek isterken, yada davet edilerek gelen yurtseverler, kamp girişinde 'ajan' diye tutuklanıyor, işkence sürecinde 'ajan' olduğu ve 'önderliği' imha için gönderildiği söylettirildikten sonra, infaz ediliyorlardı. Türkçesi çok zayıf olan bir yurtsever sorgulama anında, ajan kelimesini bir isim olarak algılar. 'ben ajan değilim' diyerek kendi ismini söyler. Yine çok utangaç ve hiç türçe bilmeyen Mardin'li köylü bir kürt kadını getirilmişti, başında kürt yazması ve kürt kadın giysileri içinde etrafına ürkekçe bakıyordu. Tutuklu erkeklerle aynı yere koymuşlar. Utantığından hiç hareket etmeyen Kürt kadınını bayan arkadaşların olduğu yere gönderdiler. Tuvalete gitmeye bile utanıyordu. Bir bayan arkadaşO'nu tuvalete götürüyordu, bir an gözgöze geldik, çok etkilenerek baktım, O'da fark etti.Benden yardım istedi; 'bıra ez tişki nizanım' dediğinde kahrolmuştum. Bekaa'da ki en kötü anımdı. Çok çaresiz ve çözümsüz kaldım. Hiç bir cevap veremedim. Oysa bayanlar konusunda büyüklerim tarafından duyarlı yetiştirilmiş ve sonrada bilimsel anlamda kadın haklarını öğrenmiştim. Öğrendiğim gerçekler hiç bir şeye yaramamıştı. O' çaresiz bakışları benden bir umut beklemesini ve çaresizliğimi hiç unutamıyorum. Bayan arkadaşlada göz göze geldik ve sessizce gittiğimiz yönlere hareket ettik. Mardin'li kürt kadınının akibetini öğrenemedim. Yani Bekaa kampının dört tarafı kürt insanının kemikleriyle doludur. Bunun en büyük tanığı ve suç ortağı Faşist Esat diktatörlüğünün ta kendisidir. A. Öcalan canisi gücünü onlardan aldı. Bir kaç yüz metre ötede bulunan Helve köyünde Suriye gizli servisi El Muhaberatın karakolu bulunmaktaydı. Vadinin karşı tarafında ise Suriye Ordu'sunun bir üssü bulunmaktaydı. Tüm olup bitenler, Suriye devletinin bilgisi ve gözü önünde yapılıyordu. Eğer bu gün ve ya gelecekte, Kürtler soydaşlarının kemiklerini almak için bir uluslararası girişimde bulunurlarsa en büyük engeli, Faşist Esat diktatörlüğü çıkarır. Bu insanlarımızın kemiklerinin ortaya çıkarılması, ulusal bir borçtur. Muvcut yönetime rağmende bu girişimler yapılabilinir. Mümkün olmasa bile, gidici olan bu Faşist diktatörlükten sonrada mutlaka bu insanlarımız kemiklerine ulaşmalıyız. III. Kongre sürecinde Bekaa'nın her tarafı kürt kanıyla boyanmıştı. Ama yeminli T. C ajanı A. Öcalan daha kürt kanına doymamıştı. Sadece Kongre'nin bittiği Kasım'ın ilk haftası 1986'dan 1987 başlarına kadar, öncesine nazaran 'sakin' bir süre geçti. Kampa gittiğim dönem bu 'sakin' süreçti. 1987 başlarında. A. Öcalan canice faaliyetlerine yeniden başladı. Bu kez hedef ağırlıkta kadrolardı. Terzi Cemal (Ali Ömürcan) Pazarcık'lı. PKK'nin Antep'deki ilk kadrolarındandır. PKK'nin oluşumunda belirleyici rolü olan büyük entenasyonalist, önder Hakki Karer'den etkilenerek Kürdistan Devrimcilerine katılır. O dönem Antep'te bir Terzi dükkanı işletmektedir. Terzi lakabıda ordan takılıyor. A. Öcalan O'na 'Antep esnafı' derdi. Yani Antep esnafına büyük bir tepkisi vardı. A. Öcalan'ın tepkileri kürtlerin güçlü özelliklerinedir. Antep esnafı başarılı olduğu için A. Öcalan bunu kabullenemiyor ve yakıştıramıyor. Oysa bügün bile Antep sadece, G. Kürdistan'a günde ortalama 1000 kamyon mal gönderiyor. Ayrıca Türkiye genelinde mal götüren 2000 binden fazla kamyonda Antep bağlantılıdır. Yanı Antep esnafı Kürt ulasal sermayesini işlemeye ve geliştirmeye en uygun olan bir kesimdir. Ve Türkiye genelinde de başarılıdır. Nasılki Dersim'in sosyal ve düşünsel, Botan'ın savaşçı, Cizre'nin kültürel ve Amed'in tarihi gerçeklikleri kabul edilmiyorsa, Antep'inde ticari başarıları kabul edilmek istenmiyor. Daha doğrusu Kürtlere layık görülmüyor. Terzi Cemal'e her saldırdığında Antep esnafını hedef aldı. Ben Ali Ömürcan hakkında tanık olduğum gerçekleri yazıyorum. Öz eleştirilerinde hep Hakki Karer'e bağlı olduğunu ve Ondan etkilendiğini ısrarla belirtiyordu. 'Ben Hakki'nin öğrencisiyim' derdi 1980 Öncesi Antep ve Maraş'da aktif olarak faaliyetlere katılmış. Başta kendi aile çevresini ulusal mücadeleye kazandırmış. PKK Komutanlarından Mustafa Ömürcan, amcası oğlu, Salman Ömürcan'da (Avrupa'da Kasım olarak bilinirdi bir dönem sorumluluk yaptı) kardeşidir. 1980 12 Eylül sonrası ilk çekilen gruplar arasındadır. Yeniden K. Kürdistan'a dönüşte de ilk gruplar içindedir. 1983, 84 ve 85' de Kürdistan'ın değişik bölgelerinde Komutanlık düzeyinde görevlerde bulunur. 15 Ağustos 1984 Silahlı Mücadelenin başladığı dönem Çatak grubunun başındadır. Ağır kış koşullarından dolayı ayak parmaklarında yanma olmuştu. Yürüyüşünden belli de oluyordu. Ülke pratiği başarılı görüldüğü için III. Konre Divanı'nada da Halil Kaya ile (A. Öcalan'ın değimiyle kör Cemal) birlikte layık görülmüşlerdi. A. Öcalan'ın olmadığı oturumlarda Onlar Kongre'yi yönetiyorlar. Hiç bir zaman işlerliği olmayacak MK'yede seçiliyorlar. III.Kongre'nin gözdeleri olarak seçilmelerinin kendileri için bir tuzak olduğunun farkında değillerdi. A. Öcalan'ın klasik bir taktiği, harcamak istetiği kadroları önce pohpohlayıp önemli görevlere layık görür, sonrada 'ajan'lık suçlamalarıyla, ya kişiliklerini tümden bitirir yada infaz ettirir. Halil Kaya çok kısa sürede infaz ettirildi, Terzi Cemal'ın ise önce kişiliğini bitirdi, hiçleştirdi binbir türlü yöntemle yoldaş katili yapıldı ve en sonda işkenceyle katlettirdi. Gittiğimde Halil Kaya' nın O. Öcalan'la birlikte İran'a gönderildiği söyleniyordu. Kendisi hakkında fazla bilgim yok. Bir kaç ay sonra katledildiğini duydum. 1987 Newroz'u yaklaşıyordu. Güvenlik birimine alınmıştım ve aynı zamanda redeksiyon biriminde de çalışıyordum. Akşam üstüydü, birşeyler dönüyordu ve yönetim odasında bir yoğunlaşma seziliyordu. Redeksiyon çalışmalarının olduğu binada A. Öcalan'ın kaset konuşmalarını (çözümlemeler) çözüyorduk. Ömer beni çağırdı, birlikte dışarı çıktık. 'Önem'li bir ajan yakaladık çok uyanık ve tehlikeli biri duvarların arasındaki küçük deliklerden bile kaçabilir' dediğinde bayağı heyecanlanmış ve inanmıştım. Benim nöbet tutmamı söyledi. Birlekte yürüyoruz, ama tutukluların olduğu binaya değil, banyo olarak kullanılan ve yanında küçük bir oda bulunan binaya doğru gidiyoruz. 'Burda işte, çok dikatli olmalısın' talimatını verdikten sonra ayrıldı. Kaç saat nöbette kaldım hatırlamıyorum, sonra başka arkadaş geldi. Sabah kalktığımda gerçeği öğrenmiştim. 'Çok uyanık ve tehlikeli ajan'; Kamp sorumlusu PKK MK üyesi, silahlı mücadele faaliyetlerinde başarılı görülen ve Kongre divanına layık görülen, Hakki Karer'in öğrencisi olmakla hep gurur duyan, Terzi Cemal'den başkası değildi. Oysa yapıyı ayakta tutan O'ydu. Kabullenmedim ama tepkim içimde kaldı. Geldiğimde MK ve Avrupa Parti merkezi üyelerini bitmiş olarak görmüştüm. Şimdi de Terzi Cemal 'ajan' Nasıl olur da birdenbire 'ajan' olunur? Bunu anlamak çok güç!. Kamptaki arkadaş yapısı Terzi'den memnunlardı. Espirili biriydi, cana yakın, herkesle diyalog kurmasını bilen, yerine göre şaka yapan ve gülen biriydi. Ama 'yoldaşları' O'nu yalnız bıraktı. Kendimde içindeyim. Yapı öyle bir hale getirilmiştiki, insanlar arasında sıradan bir diyalog yoktu. Kuşku, şüphe ve güvensizlik yapıya egemen olmuştu. Bir tepki göstermek için birileriyle konuşmak gerekiyor. Bununda ortamı yok edilmişti. Ya da Botan'lı bir savaşçı gibi bireysel tepki... Evet, en zor koşullarda bile bireysel tepki gösterenler oluyordu. İşte Terzi olayında Botan'lı bir genç, daha yirmisinde değildi. Terzi'yi ülkeden tanıyormuş. Belkide birlikte T.C Ordu'suna kurşun sıkmışlar. Adını bile hatırlamıyorum, Terzi bulunduğu küçük odadan alınarak normal tutukluların olduğu binaya götürülüyor. Bu durumu gören Botan'lı genç müdahale ederek, yarı kürtçe, yarı türkçe konuşmalarıyla, Terzi Cemal'e yönelik suçlamları kabul etmiyor. Tutukluların bulunduğu binanın kapısına dayanrak sebest bırakılmasını istiyor, ya da kendisininde tutuklanmasını. Terzi'ye çok bağlı olmalı ki ağlamaya başlıyor. Ve o' şekilde zorla uzaklaştırıyorlar. Terzi Cemal'e yönelik suçlamalar belirlenmeye başladı: Bir; ülkeye yönelik hazırlık faaliyetlerini bilinçli olarak geciktiriyor. İki ; buna bağlı olarak III. Kongrenin almış olduğu ve 1987 ortalarında gerçekleştirilmesi planlanan 'bir parça özgür vatan' kararına karşıdır. Yani kurtarılmış bölgeye. Üç; Silahlı mücadele pratiği düşmanla ilişki içindedir, ayak parmakları karda yanmamış üstelik helikopterle sınıra kadar getirilmiş!! Dört; 1980 öncesi Antep'de katledilen bir Grup, Halkın Kurtuşu militanının olayıyla ilgili MİT'le ilişki içindeymiş!!! Beş; 12 Eylül 1980 sonrası, Orta Doğu'ya geri çekilişte, Ali Çetiner ve Semir'le (Çetin Güngör) birlikte devletle olan ilişkilerinden dolayı geçişleri başarılı tamamlamışlar!!! Altı; Kardeşlerinin ve yakın akrabalarının MİT'le ilişkileri tesbit edilmiş ve özellikle (Gulistan diye hatırlıyorum) bir kız kardeşinden bahsediliyordu. En önemli MİT bağlantısı oymuş!!! Yedi; en az bir bu kadar suçlamayıda hatırlayamıyorum, neler yoktu ki... Salih ARAS 12.08.09 devam edecek [email protected] Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir

Ertesi gündü bir gruba dahil edildim. Eğitimler III. Kongre üzerineydi. Ama başka durumlar daha çok dikkatimi çekiyordu. Bir kaç aydan beri Kampta olan arkadaşların oldukça zayıfladıkları, güçsüz ve morelsiz durumda olduklarını görüyordum. Daha ilk hafta anlamıştım; bunun önemli nedenlerinden biride açlıktı. Beslenme denilen bir şey yoktu. Kahvaltılarda ekmek bile çok azdı. Ekmekle birlikte verilen ve ancak ekmeğin bir parçasına sürülebilecek kadar az olan en kötü kalitedeki humustu. Öğlen ve akşam yemekleride daha çok çorba biçiminde, içinde ne olduğu bazen belli bile olmayan taneler ve yanında az ekmekle veriliyordu. Kaldığım süre (Kasım 86-Temmıuz 87) içerisinde hep böyle devam etti. Tek bir kez bir arkadaşın sofradan doyarak kalktığı hiç olmadı. Çayda yeterli değildi. Bazen iki arkadaş aynı bardaktan içerdik. Her sabah spor yapardık. Sürekli eğitimler ve kamp nöbetleri fazla enerji kaybına neden oluyordu. Arkadaşların yaş ortalaması 24-25 civarindaydi.. Bunu karşılayacak beslenme yapılmıyordu. Haftalar geçmeden vucut fiziki olarak çöküyordu. Kampta bilinçli olarak bozulan insan ilişkileride eklenince tam anlamıyla bir ruhsal çöküntüde ekleniyor ve artık orada bulunanlar Ulusal Kurtuluş sorunları üzerine yoğunlaşma bir yana, hiç kimse kendine bile yetmiyordu. Kampta iki kesim vardı. Çoğunluk köylü kesimdi. Aydın kesim daha azdı. Yemek konusunda köylü savaşçı adayları daha çok açık tepki gösteriyorlardı. Barlias'tan getirilen savaşçı adayı Mardin'li Kerim ilk tepki gösteren oldu. Yada benim ilk duyduğum Kerim'di. Kampta bir beyaz köpek vardı, O'da kamp sakinleri gibi fiziki olarak çökmüştü, keyfi yoktu sürekli yatıyordu. Sonra nerden nasıl geldi bilmiyorum. Birde siyah köpek geldi, çok hareketli, etli butluydu. Kerim köpeye bakmış 'çı goşte xu heye' demiş. Kamp sorumlusu 87 Mart'ına kadar Terzi Cemal (Ali ömürcan) ve yardımcısı Edip'ti. Kerim'in dediklerini yönetimde duymuştu. Kimse Kerim'e birşey demedi, sadece gülmelere neden oldu. Ancak Kerim hızını alamadı. Yönetimin kapısına dayanıyor. Kapıyı çalıyor ve içeri giriyor, karşısına Edip çıkıyor. Edip kürtçe, Kerim türkçe bilmiyor. Kerim; Edip'e 'Ez goşt dığazım' diyor, ama Edip bir şey anlamıyor. Kerim, Edip'le anlaşamıyor, içeriden çıkıp kapının önünde sırt üstü uzanıyor. Edip bir anlam veremiyor. Terzi Cemal'ı arıyor ve buluyor; _ „Kerim geldi birşeyler söyledi anlayamadım, yönetimin kapısında sırt üstü uzanmış, gel bir bak ne sorunu var' Terzi Cemal ve Edip birlikte gelirler. Kerim daha uzanıyor. Terzi Cemal sorar; _“Kerim çıbu nexaşı? çı te heye?' Kerim; 'goşt dıxazım goşt“ der. Terzi Cemal gülerek Kerim'e sarılır şakalar yapar, gönlünü alır, ama istediği eti alamaz!!! T. Cemal'ı sonraki bölümlerde anlatacağım. İnsan sevgisiyle doluydu. Ama sistem O'nu halden hale soktu. Bu bölümde daha çok açlıkla ilgili konulara değineceğim. 1987 baharına doğruydu, haber nasıl geldi hatırlamıyorum. Güneyli taraftarların Kamp'a 15-20 teneke yağ, peynir ve zeytin getirecekleri duyuldu. Doğrusu Kamp'ta bir hareketlilik olmuştu. Herkes inanmıştı, yağ, peynir ve zeytinin geleceğine. Ertesi gün sabahleyin, K. Ömer, lojistik işlere bakan Ceylanpınar'lı Mahir ve Ben Kamp'taki Jiple Lübnan -Suriye sınırına gittik. Karşıda başka bir jiple gelen, Güneyli taraftarlar da bizi bekliyorlardı. Sınırın Lübnan tarafına geçemiyorlardı. İzin kağıtlarımız vardı. Onlarla görüştük, kucaklaştık ve getirdikleri 15-20 teneke yağ, peynir ve zeytini, görevlerini başarıyla yapmışcasına bize teslim ettiler. Onlar geri döndü, bizde Kampa dönüyoruz. Jipi ben kullanıyordum. Ömer bana; „Kampa gitmiyoruz, Barlias'a „ dedi.. Ben de“ Neden Barlias'tan bir şeyler mi alacağız? diye sordum. Ömer “hayır Başkan bildirmiş Barlisa'daki dükana teslim edin'dedi..Ben de" tamam" dedim ve Barlias yoluna döndük, küçük bir dükan vardı, bütün yağ, peynir ve zeytin tenekelerini teslim ettik. Morelim çok bozulmuştu. Üstelik Kamp'taki bütün arkadaşlar bizi bekliyorlar. Ne diyeceyiz? Ömer ve Mahir bu durumlara alışkınlardı. Ben alışık değildim. Kamp'a gönderilen yağ, peynir ve zeytin neden satılıyor? Madem satılacaktıysa, neden arkadaşlara duyruldu? Barlias'dan ayrılmadan bir yurtseverin evine uğramamız gerektiğini, K. Ömer ve Mahir söylediler. Öğlen öncesiydi eve gittik, Mardin'li bir aileydi. Evin hanımı çok iyi bir kahvaltı hazırlamıştı. Çok da açıkmıştık. Ama yemek istemiyordum. Evin hanımıyla kürtçe konuştum, önce çok teşekkür ettim, neden bu kadar zahmet etmişsiniz, biz Kampta 'çok güzel bir kahvaltı' yaparak ayrıldık ama hatırınız ve zahmetiniz için bir iki lokma alacağımı söyledim. Bir iki lokma aldıktan sonra inadına çekildim. Açlığımı çay ve sigarayla bastırdım. K. Ömer tepkimi anladı. O'da kahvaltı yapamadı çekildi. Ama Mahir devam etti ve karnınını tıka basa doyurdu. Mahir bilinçsizce sistemin adamıydı, bü tür durumlardan etkilenmiyordu. Artık Kampa geri dönüyoruz. Saatler geçmiş K. Ömer'le konuşmuyoruz. Yaklaşmıştık K. Ömer Arkadaşlara; _“ Lübnan sınır görevlilerinin yağ, peynir ve zeytin tenekelerine el koyduklarını söyleyelim' dediğinde; „Ben bir şey söylemem ne söylerseniz söyleyin.“dedim. Kampın karşısındaki tepeden aşağı indiğimizde, bir çok arkadaşın bizi beklediklerini gördüm. Kampın içine vardığımızda tenekeleri taşımak için arkadaşlar jipe yaklaştı. Jipin arkası bomboştu, taşınacak ne zeytin, ne yağ ve ne de peynir vardı. Anlamlı bakışlar... Ömer ve Mahir açıklama yapmakta gecikmediler; „sınır görevlileri el koydu“ 1987 baharıydı, sabah sporlarını bazen ben yaptırıyordum. Gece çok silah sesleri gelmişti. Buna alışıktık. Sınır görevlileri ve kaçakçıların çatışmasıydı. Kaçakçılık orada çok çeşitliydi, bazen temel gıda maddeleri ve canlı hayvanda kaçak geçiriliyordu. Kamptan epey uzaklaşmıştık, tek sıra halinde koşuyoruz. Denhaag'tan gelen Aslan adında bir arkadaş (40 yaşın üzerinde görünüyordu ve mevcut fiziyi gerillaya uygun değildi) hep geride kalıyordu. Durumunu anladığım için zorlamıyordum. Biz geri döndüğümüzde O tekrar bize katılıyordu. O sabahda Aslan yine geride kalmıştı. Bize sesleniyor; _“Heval geri dönün geri dönün“ Aslan arkadaşın sesini duymuştum, O' bağırmasına devam ediyor ve çokda önemli bir şey varmış gibi panik yapıyor. Önemli bir şey olmalı diye düşündüm, sıra halinde koşumuza devam ederek, geri Aslan arkadaşa döndük. İki elini kaldırarak hareretli hareretli konuşuyor. _“Heval a bu kayaların altında iki yaralı koyun var, hemen kampa götürelim' Aslan'ın bağırmasını ve paniğini anlamıştım. Burada iki yaralı koyundan ne önemli olabilirki... Üç-dört arkadaşı gruptan ayırdım, Aslan'la birlikte yaralı koyunları Kampa götürmeleri için. Normal sporumuza devam ettik. Koyunlar gece olan çatışmadan yaralanmışlardı. Döndüğümüzde koyunların derisi yüzülüyordu. Öğlene iyi yemek var. Herkesin neşesi yerinde. Ülkeye gidişler başlamış ama yine kampta 45-50 arkadaş var. İki koyun yeter. Fazla zaman geçmemişti, A. Öcalan'ın meymenetsiz şöfürü Sabri görüldü. Çok karektersiz a sosyal bir tipti. Tipik bir Türk polisiydi. _“Koyunlar nerden geldi?' diye sormuş. Arkadaşlar anlatmış. O'da; _“Arka budları Başkan'na götüreceğim' demiş ve almış. İki yaralı koyunun dört arka dudu Başkana, geri kalanda 45-50 arkadaşa. Neyse bir kez et yedik. Sabri alçağı gelmeseydi daha iyi olacaktı. A. Öcalan insan olsaydı, Sabri'ye bir tokat atardı ve dört bududa geri gönderirdi. Ama nerde... Belkide Sabri'ye neden hepsini getirmedin diye kızmışda olabilir!!! Savaş dönemleri hariç Kürdistan halkı hiç bir zaman aç kalmadı. Kars'tan örnek vermek istiyorum. Kars; sosyal-ekonomik durumuyla, K. Kürdistan'da geri sıralardadır. Fakirimiz vardı ama açlık yoktu. En fakirimiz sonbaharda en az 100 kaz keserdi. Kurutulurdu ve bütün kış yeterdi. Herkesin toprağı vardı. Samanlıklar patates ve kuru soğanla doluydu. Ayrıca bulgur ortak yapılır ve paylaştırılırdı. Her evde ihtiyaçtan fazlası depolanırdı. Çalışma durumunda olmayanlarada ortaklaşa kışlık yardım yapılırdı. Felakete uğramış ailelerin çocukları diğer aileler tarafından alınırdı. Bu anlamda herkes güvencedeydi. Eğer 1980 sonrası açlık olduysa bunun sorumlusu T. C, O'nun Öcalan'ı ve 'PKK' sidir. A. Öcalan'ın günlük sofraları Halil İbrahim sofraları gibiydi. Babasının evinde böylemi yerdi? Hiç misafirleri oldu mu? Kürtlerin parasıyla zevki sefa içinde yaşayan Abdullan neden Kürtleri aç bırakmaktan zevk alıyordu? Türklere ve Araplara en iyi sofraları layık gören, onları Kürtlerin parasıyla en pahalı otellerde ağırlayan, pahalı hediyelere boğan ve aylıklara bağlayan (Yalçın Küçük, Mahir Kaynak vb.) A. Öcalan neden yakın ve direkt denetiminde olan Kamp'daki savaşçı ve kadroları aç bırakıyordu??? Oysa PKK bütçesi o zamanda çok iyiydi. Sadece Avrupa'daki küçük bir bölgenin yaptığı yardımlarla bu sorun çok iyi çözülebilinirdi. Lübnan'da gıda maddeleri ucuzdu. Kampın yolu ve arabası vardı. Yani ihtiyaçların karşılanması için hiç bir engel yoktu. Yarım saat içinde köylere ve şehire ulaşılabilinir ve tüm ihtıyaçlar karşılanabilirdi. Ama sorun Kürtlerin sağlıklı düşünmesi ve beslanmesi bilinçli olarak engelleniyordu. Sonraki bölümlerde de bazı örnekler vereceğim. 1980-81 YNK'nin G. Kürdistan'daki ana kampındayken, peşmerge sayısı Bekaa Kampındaki arkadaşlardan on kat daha fazlaydı. Dağlık ve sarp bir alandı. Orada YNK'nin radyosu ve hastahaneside vardı. PKK kadar paraları yoktu. Ama peşmergeler çok iyi besleniyordu. Bütün ihtiyaçlar katır sırtında getirilirdi. Motorlu araçlarla oraya ulaşmak imkansızdı. Baas faşizminin tüm engellemelerine rağmen ihtiyaçlar en iyi şekilde karşılanıyordu. Onların amacı Kürdistan'dı. O'nun için peşmergelere çok iyi bakıyorlardı. A. Öcalan'ın amacı Kürdistan olmadığı için, savaşçı gücü aç bırakarak fiziki olarak çökertiyordu. YNK Kampında yemekler çok düzenli ve çeşitli yapılıyordu. Her öğün yemekte herkes doyarak kalkıyordu. Gruplar 30 kişilikti (maqara) her grubun haftada bir, istedikleri gün bir koyun kesme hakkı vardı. Bir de haftada bir köylüler tarafından kurulan froşkada (pazar yeri) herşey bulunurdu. Peşmergelere (bizede) yeterli harçlık verilirdi, özel ihtiyaçlarda böyle karşılanırdı. Radyo;" e ra denge şoreşa Kurdıstan'e "sözleriyle açılırdı. Çok etkileyiciydi. Bir kaç gün erzak geçikti. Patetes ağırlıklı yemekler yemiştik. Çok da iyiydi. Yursever köylüler bazı engellere takılmışlar, neden bu. Yemekteyken tekrar radyodan; e ra denge şoreşa Kurdıstan'e sözleri duyuldu. Peşmergeler hep bir ağızdan; 'e ra denge şoreşa patata' diye bağırdılar. Ses mektebi- siyasiye kadar gitmişti. Gülmeler şakalaşmalar devam ediyordu. Sorumlu biri geldi, Peştmergelere; _“Haklısınız bir kaç gündür papates yiyoruz ama yetişecek, bazı engeller oldu' bir nevi peşmegelerden özür diledi. Yani peşmergenin yemeği beyenmeme ve protesto etme hakkı vardı. Çok normal karşılanıyordu. Abdullah ve PKK'sinde ise ölüm nedeni olurdu. 03.08.09 devam edecek

Abbas'ı, Fuat'ı ilk kez orada görüyordum.Onlara" Abbas ve Fuat diyorlardi". Acaba diyorum!!! Bu iki pejmurde kılıklı, Abbas ile Fuat? Olamaz!!! Olsa olsa, onların ismini alan kadrolar olabilir. Gerçeği farkettim. Evet Fuat- Ali Haydar Kaytan ve Abbas- Duran Kalkan'dır. Öcalan, Suriye lirasına çevirmek zorunda kaldığım 500 DM için nasıl "vah vah" dediyse, bende Abbas ve Fuat'ı tanıyınca, içimden"vah vah Koskoca PKK'ye, bunlarmı yönetiyor? Biz b... yedik..."dedim.. PKK- Suriye ilişkilerinin ne denli derin olduğununu, Şam'a gidene kadar bilmiyordum. Taktik bir ilişki olarak düşünüyordum. Daha çok Filistin ve Lübnan örgütleriyle ilişki içerisinde, oralarda üstlendikleri söyleniyordu. Kasım 1986'da Şam havaalanına indiğimde, Beni A. Öcalan'ın şöförü Sabri karşıladı. A. Öcalan'ın evine varmadan yol üzeri bir yerde (sonradan öğrendim) Numan Uçar'ıda alarak devam ettik. Numan Uçar yolda bana, Başkan'ın yanında sigara içmememi söyledi. Doğrusu söylemeseydi de içmezdim. Bu fazla önemli değildi. Ancak devamla konuşmasında; E"eğer Suriye Polisi yakalarsa her şeyi doğru söyle"dediğinde şaşırmıştım. Hemen sorarak, "benim pasaportum var, orada kimlik bilgilerim mevcut"dedim. O'da ;"Hayır onlar sahte olduğunu biliyor, sen gerçek kimliğini ve Türkiye'de neler yaptığını açık açık söyleyeceksin" dediğinde ilk şokumu yaşamıştım. Cevap vermedim. Ama şaşkındım. Buda ne demek? Eve vardığımızda akşam üzeriydi. A. Öcalan, evin giriş bölümünde bizi gülerek karşıladı. Kısa bir süre sonra ayrı bir odaya geçtik. Yanımda iki valiz ve kendime ait bir çantam vardı. Valizlerde bulunan eşyalar; aylık olarak tutulan örgüt arşivi, istenen kitaplar, Öcalan'ın özel siparişleri ve çeşitli ilaçlar (bu illaçlar her zaman gönderiliyordu, kaşıntı burun akıntısı vb. İmralı'da belirtilen hastalıkların hepsi o zamanda mevcuttu) Valizleri açarak kontrol etti. Sonra çantama bakarak "orada ne var?" diye sordu. Özel eşyalarımın olduğunu söyledim. Bir şey demedi. Aradan kısa bir an geçmişti tekrar sordu. "Bu çantada ne var" Bu kez gülerek cevap verdim, bana ait özel eşyalarım. Konu kapanmış gibiydi. Almanya'da görevli arkadaş bana 20 bin DM vermişti. Parayı kime vereceğim konusunda bilgim yoktu. Havaalanında indiğimde görevliler bana 500 DM ya da 300 Doları Suriye Lirasına çevirmemin zorunlu olduğunu söylediler. Mucburen 500 DM'yi Suriye lirasına çevirmiştim. Bana, "emaneti verirmisin' dediğinde, O'na bakarak "ne emaneti" dedim. Öcalan "para" dedi. Parayı hemen çıkardım, 19.500 DM ve 500 DM karşılığı Suriye lirası. Paraları saydı. 500 DM eksik! Suriye lirasını görmek istemiyor. "500 DM'ye ne oldu?" Ona "bozdurmak zorunda kaldım, havaalanı görevlileri böyle istedi. Karşılığı Suriye lirası olarak işte burada." Suriye liralarını saymadan aldı. " Vah vah, keşke bozdurmasaydın" dediysede artık cevap vermedim. Öcalan'ın benden para istemesi çok tuhafıma gitti. Bu normal birşey değildi. Ben bir başkasının isteyeceğini düşünmüştüm. Bir Parti liderinin parayla uğraşması basitliktir. Hele parayı zevkle sayması, açgözlülük ve düşkünlükten başka ne olabilir? Yakından tanıdığım bazı örgütler aklıma geldi, hiç birinin, Lider ve Lider durumda olanların parayla uğraştıklarını görmedim. Parayıda aldıktan sonra konuşmasına başladı. Konuşmaları Karakoçan üzerinde yoğunlaşıyor. Pek dikkatimi çekmedi, neden Karakoçan? Karakoçan'lıları ilk kez Istanbul'da tanımıştım. Avrupa'ya geldiğim zaman, gittiğim her ülkede Karakoçan'lı vardı. Karakoçan hakkında çok şeyler biliyorum. Konuşmalarına katılıyorum. Aklıma gelen tek şey, Avrupa'da yoğun bir şekilde Karakoçan'lı var, belki ondan dolayı bahsediyor. Sonra bazı aileleri sordu.O'na;"Tanımıyorum" dedim. "Nasıl olur tanımazsın, sen Karakoçan'lı değilmisin?"deyince, "Hayır, ben Kars'lıyım." dediğimde Öcalan antenlerini Kars'a çevirdi. Kars ve Kars'lı kadrolar hakkında bütün bildiklerini sıraladı. Demekki Almanya'dan Öcalan'a yanlış bilgi verilmiş, Karakoçan'lı olduğum söylenmişti. Konuşmalarına devam ederken, ben bütün dikkatimi, O'na veriyorum. O' ise; bir yandan orada da bulunan radyoyu dinliyor, kapı açık salonda bulunan televizyon açık, bir kulağıda orada, önünde ülkeden gelmiş raporları bana göstererek okuyor ve benle de sohbet ediyor. Yani dört işi bir arada yapıyor. Ne kadar yoğun ve çok yönlü bir insan olduğunu bana gösteriyor. Yutmadım, bir kez ülke raporlarını çarşaf gibi açması -ki daha beni yeterince tanımıyor- gizlilik ilkelerine tersdi ve ben yeni bir kadroydum. Yemek vakti gelmişti, salona geçtik. Tanıdık birini görüyorum. Bu Ali Çetiner, ama çok perişan, buna da ne olmuş? Diye düşünüyorum. 1983'ten beri tanıyorum, bekliyorum gelip bana sarılacak. Bakıyorum, O'da bakıyor bir yabancı gibi. Soğuk bir merhabalaşma ve çekilme. Hadi öyle olsun, başka ne yapabilirim? Öcalan'la salona döndüğümüzde, Fuat, Abbas, Numan ve Ali Çetiner hızlı bir şekilde ayağa kalkarak ellerini birleştirerek, kafalarınıda öne doğru eğerek hazır ol vaziyetine geçmişlerdi. Bu da ne? Düşünüyorum, anlam veremiyorum. Öcalan hiç önemsemedi. Başka odaya geçti. Herkes tekrar oturdu, bende oturdum. Ama hiç kimse konuşmuyor, bir sessizlik var. Öcalan döndüğünde tekrar aynı manzara. Öcalan, hazırlanmış yemek masasını göstererek oraya geçmemizi istedi ve hemen masadaki yerini aldı. Diğerleride yavaş yavaş yerlerini aldılar. Öcalan masada ha bire tabakları önüne çekiyordu, yemek yeme şekli insanın midesini bulandırıyordu. Bir yandan da konuşuyor. Daha çok bana bakarak Avrupa faaliyetlerinden bahsediyor ve sorular soruyordu. Bende sorulan sorulara cevap vermeye çalışıyordum. Ama O sorusunun cevabını almadan başka şeyler konuşuyor ve sorduğu soruların cevabınıda kendisi veriyordu. Kafam karmakarışık olmuş. Ne Yapmalıyım? Soru soruyor, bana bakıyor bu; cevap ver demektir. Ben cevap verdiğimde, konuşmamı istemiyor, kendisi cevaplıyor. Tekrar sorular, "bilmiyorum" cevap vermek gerekiyormu? Yoksa vermemek? Buralarda adet nasıldır? Zor durumdayım, çok yabancı olduğum ve hiç düşünemeyeceğim türden insan ilişkileri. Tamda Abbas'la gözgöze gelmiştik, ki; kaşlarını kaldırarak cevap vermememi işaret etti. Buralarda adet böyle, biraz anlamıştım. Masadan da en ilk Öcalan kalktı, başka odaya geçti. Bu kez Abbas konuşmaya başladı. Konu yine Avrupa faaliyetleri. O'da bana bakıyor ve sorular soruyor. Cevap vereceğim anlarda da sesini yükselterek konuşmasına devam ediyor. Bu kez dayanamadım; _"Bana soru soruyorsunuz ama fırsat vermiyorsunuz size cevap vereyim. O halde neden bana soru soruyorsunuz?" Dediğimde masada bulunanların hepsi pür dikkat bana bakmaya başladılar. Kısa bir sessizlikten sonra Abbas; _"Biz III. kongre'de herşeyi konuştuk Avrupa faliyetleri Parti çizgisinden çok uzak, müdahale edeceğiz." Cevap vermedim O konuşmasına devam etti ve sorularına da artık cevap vermiyordum. Abbas'ı, Fuat'ı ilk kez orada görüyordum. "Abbas ve Fuat diyorlar. "Acaba diyorum!!! Bu iki pejmurde kılıklımı? Abbas ile Fuat? Olamaz!!! Olsa olsa, onların ismini alan kadrolar olabilir. Gerçeği farkettim. Evet Fuat, Ali Haydar Kaytan ve Abbas, Duran Kalkan'dır. Öcalan, Suriye lirasına çevirmek zorunda kaldığım 500 DM için nasıl "vah vah" dediyse, bende Abbas ve Fuat'ı tanıyınca, içimde "vah vah.... Koskoca PKK'yi bunlar mı yönetiyor? Biz b... yedik..."dedim.. Burada biraz geriye gitmek zorundayım. Gelmeden önce bulunduğum bölgede, görevimi devrettikten sonra iki ay Köln'de bekledim. Somut bir görevim yoktu. Bütün Avrupa merkez üyeleri III. Kongre'ye gitmişti. Geçici olarak görev alan arkadaş, beni bazen değişik bölgelere gönderiyor ve oradaki arkadaşlara yardımcı olmamı istiyordu. Köln'ne yakın bir bölgede sorun çıkaran birinin olduğunu ve gidip bölgedeki arkadaşla birlikte O'nunla konuşmami istedi. Hemen gittim ve arkadaşla buluştum. Sorun çıkaranın eski bir kadro ve Batman'lı olduğunu söyledi. Batman'lının evine giderken yolda karşılaştık. Önce ayak üstü konuştuk. O zaman orta yaşlı göbekli biriydi. Sürekli gözlerime bakıyordu. Yürüyerek konuşmamıza devam ediyoruz, bir ara fırsattan faydalanarak, arkadaş duymayacak şekilde sessizce, "ya biz yalnız konuşsak olmaz mı?"sorunca," Olur" dedim. Hemen arkadaşa" sen git, ben arkadaşla konuşacağım, akşam gelmesemde bekleme" dedim. Batman'lının evine gittik. Başladı hayatını anlatmaya, ben dinliyorum. 1980 öncesi Batman'ı anlatıyor. 12 Eylül sonrası Filistin ve Lübnan alanına çekilişi ve oralarda olup biten sorunları anlattıktan sonra, konu Semir'e (Çetin Güngör) geldi. Kendisi konuşmak istiyordu. Semir'i konuşmak tartışmak PKK içinde suçtu.Ona " Tanıyormuydun?". _"Evet,Iyi tanıyordum, güçlü özellikleri olan, büyük bir devrimciydi."dedi. Oda da ikimiz yalnızız. Eşi içeri girdiğinde ses tonunu düşürüyor. Bana neden bu kadar güvendiğini sordum? _"Ben insanları tanırım" dedi. Çok merak ettiğim bir konu olduğu için, dinlemeye karar verdim. Merakla dinlediğimi farkedince, Batman'lı açıldıkça açılıyor. 1981-82'li yıllarda Bekaa'da olup bitenleri anlatıyor. _"Apo beni dağ faaliyetlerine göndermek istedi. Kabul etmedim. Yaşım ve fizgiyim uygun değil, 1980 öncesi sendikal faaliyet çalışması icindeydim.Onlara; Beni gönderecekseniz şehir faaliyetlerine gönderin. Ben bu göbegimle dağda yapamam" dedim. Beni tutukladılar. Şansın varmış, tesadüf Mahsun Korkaz geldi. Tutuklu olduğumu duymuş, hemen yanıma gelerek beni serbest bıraktı. Sonra gidip Apo'la konuşuyor ve beni Avrupa'ya göndermeye karar veriyorlar.' Kısa bir süre faaliyetlere katıldıktan sonra, Semir olayı çıktı, Semir haklıydı ama yeterince anlaşılmadı."deyince, sordum. "İlişkin varmıydı?" Cevap vermek istemedi. Bende ısrar etmedim. Batman'lıya yakında gideceğimi söyledim. _"Gidince görürsün her şeyi PKK artık sadece Apo'dır.. O'nun karşısında duracak iki- üç arkadaş ( Semir, Mahsun , Karasungur) onlarda komplolarla gittiler. PKK'nin geleceği belirsiz" dedi. "Gidip göreceksin, kalanların hepsi önünde elpençe duruyorlar. Oysa Semir ve Karasungur ellerini ceplerine koyarak O'nunla konuşup tartışıyorlardı. Diğerleri hazırola geçiyor. Orada sadece Apo özgür ve istediğini yapar ve istediği gibi giyinir. Diğerlerinin temiz giyinme hakkı bile yok. Ama Semir ve Karasungur Apo'yu takmazlardı ve şık giyinirlerdi. Apo'da onlara karşı dikkatliydi"dedi. Gece Batman'lının evinde kaldım, geç saatlere kadar konuştuk. Ertesi gün öğlen sonrası arkadaşa dönmeden, Batman'lıya, "faaliyetlere katılmak istermisin?"dedim,o'da "hayır hele Semir vurulduktan sonra asla, seninle konuştuklarımı hiç kimseyle konuşmadım, bilmiyorum, hakkımda ne düşünüyorlar önemlide değil. Sık sık yanıma geliyorlar faaliyetlere katıl diyorlar ama içimden gelmiyor, bahaneler uyduruyorum, özel sorunlarım var diyorum. Bende o'na; "tamam bir dost olarak kal, bende ailevi sorunlarının olduğunu belirtip şimdilik faaliyetlere katılmaya hazır olmadığını söyleyeceğim". Bu şekilde anlaştık ve arkadaşa gittim. Bölgedeki arkadaşa ve beni gönderen sorumlu arkadaşa Batman'lının, sorunlarının olduğunu ama ilerde faaliyetlere katılabileceğini belirttim. Batman'lı kafamı doldurmuştu. Daha ilk akşamdan söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu görmeye başlamıştım. Öcalan'ın evindeğim daha ilk saatler ama beynim ve yüreğim Semir'den yana. Devrimci ilşkiler bir yana sıradan insan ilişkileri bile yok. Acaba Kamp nasıl? merak ediyorum. İkinci gün Duran Kalkan , Ali Çetiner ve Numan Uçar'ın ayrı bir oda da çalıştıkları fark ettim. Öcalan'ın konuşmalarında onların Avrupa'ya gidecek müdahale grubu olduklarını anladım. Üçüncü gün şöförü Sabri'yle Bekaa'ya hareket ettik. Valizimi aldığımda hafiflediğini farkettim ama burası "önderiğin' evi ne olabilirki?" Şam'dan fazla uzak değildi, Kampa varmıştık. Çantamı açıp, dağ için hediye alınan özel spor ayakkabbılarımı giymek istedim. Ayakkabılarım yok. Bana hediye alınmıştı çok da pahalıydı. Ne oldu? Kim aldı? Köln'demi arkadaşlar unuttu? Ama önderliğin evinde kaybolduğu aklıma gelmiyor. Diğer eşyalarımdan da bazıları eksik. Ama ayakkabı kafama takılmış. Artık olan olmuş. Gittiğimizde pek kimse görünmüyordu. Gruplar halinde eğitim yapılıyormuş. Yemek saati geldiğinde artık arkadaşları görmeye başladım. İlk dikkatimi çeken Avrupa Merkezi'ndeki arkadaşlardı. Hepsi tükenmiş, perişan bir durumdaydılar. Burası Şam'dan da beter . Ne oluyor bu insanlara? "Merhaba" bile demek istemiyorlar. Ben yanlarına gidiyorum. "Merhaba" diyerek öpüyorum. Onlar soğuk davranıyor. Bu nasıl bir şey? Nasıl da herkes değişmiş. Oysa Kamp yaşamına yabancı değildim. Ama bir tuhaflık var. En samimi olduklarını bildiğim arkadaşlar bile birbirlerinden uzak duruyorlar. Daha ilk akşam. 70-80 arkadaş var, en az yirmisini tanıyorum, ama konuşmak için birini bulamıyorum. Yaklaştıklarımda uzaklaşıyor. devam edecek 24.07.09

Salih Aras /Orada açlık vardı. Aç kalmanın ne olduğuna ve insanlar üzerinde nasıl etkiler yarattığına, orada tanık oldum. Yalnız açlık mı? Düşünmenin, sevinmenin, gülmenin, duygulanmanın, öksürmenin, hastalanmanın, özlemenin, şımarmanın, birisiyle baş başa konuşmanın, yorulmanın, uykusuzum demenin ve hertürlü insan sevgisinin yasak olduğu bir cehennem... Cenhennem kelimesi bile yetmez. Binlerce derece sıcaklıktaki cehennem ateşine, insan vucudu ancak saniyeler hesabıyla dayanabilir ve bütün acılar bitmiş olur. O cehennemin acıları çok farklıydı. İnsanı insanlıktan çıkarmaya ve kendine yabancılaştırmaya, arkadaşının kanını içecek ve etini yiyecek derecede dönüşüme uğratabilecek türden uygulamaların olduğu, cehennemden de öte bir yerdi. Bir çok arkadaş Bekaa'da olup bitenlere değindi. Ben de biraz değindim. Sadece kabul etmediğim husus şu; sanki yanlış uygulama ve taktiklerden kaynaklanıyormuş ve düzeltilmesi önerisinde bulunularak, vazgeçilmesi isteniyor. Bu doğru değil. Yapılanlar bilinerek ve sonuçları da hesaplanarak yapılıyor. Karşıdaki hata ya da suç işlediğini kabul etme bir yana, görevini yerine getirmenin grurunu yaşıyor. Orada Kürt gerçekliğini yok etmenin deneyleri yapıldı. (Aynı durum şimdi Kandil'de yapılıyor.) Orada kaldığım sekiz aylık (Kasım 1986-Temmuz 1987) süre içinde, gördüğüm, yaşadığım ve etkilendiğim olayları açmaya çalişacağım. Orada yaşadığım her anın, Kürtlere hançer gibi saplandığını gördüm. Ama bir kişi hariç, hiç kimseyle düşüncelerimi paylaşamadım. Somut örneklerle açıklamak istiyorum. Gerilla nedir? Dilimizdeki anlamı peşmerge olan bu kelime ulusal bir nitelik taşıdığı için, bilinçli kullanılmadı. Öyle ya Kürtlere ait hiç birşey olmamalı! Neyse, gerilla yada peşmerge; öncü silahlı savaşçıdır. Burada esas olan güçtür, donanımdır, taktiktir ve hızlılıktır. Savaşçı adayları bu esaslar üzerinde eğitilmelidir. Düşman, T.C. veya diğer sömürgeci güçler; kendi askerlerini nasıl eğitiyorlar? İşte duyuldu, Bolu'da, Kayseri'de ve değişik alanlarda, komando eğitimleri yapılıyor. Öncelikle teknik ve taktik eğitimlerle birlikte, beslenmeleri de esas alınarak fiziki olarak gelişmeleri ve güçlenmeleri de sağlanıyor. Peşinden 'Bir türk cihana bedeldir' gibi şövenist, ırkçı ve faşist düşüncelerle motife edildikten sonra, hedef ve düşman kürtlerdir denilerek ileri talimatı veriliyor. Bu sadece komandolarla da sınırlı değil, Polisi, jandarması ve özel timleri de benzer eğitimlerden geçiyor. Peki, Bekaa'daki kamp, savaşçı adaylarını nasıl eğitiyordu? Hazırlanmış düşman askerlerine karşı, onları yeterince hazırlayabiliyor muydu? Acı gerçek burada! Asla ve asla böyle bir hazırlama hiç bir dönem olmadı. Gösterilen silahları ve kullanımlarını her kürt babasının evinde görmüştü. Birileri çatlasada bu bizim ulusal özelliğimiz. G. D ve K. Kürdistan'daki PKK'nin silahlı güçleri daha çok kendi imkanlarıyla askeri alanda yetkinleştiler. Bu ayrı bir konu. Konumuz Bekaa. Gerilla, eğer gücü temsil ediyorsa ve direkt düşman güçlerle karşı karşıya gelme göreviyle yükümlüyse, fiziki olarak güçlü olması gerekiyor. Fiziki olarak savaşçıyı güçlendirmenin esası, onu beslemekten geçer. Açıkçası PKK 'nin parası kimsenin babasının ya da anasının cebinden çıkmıyordu . Para da Kürtlerindir, savaşçılar da onların çocuklarıdır. Kürt halkı emeğini, parasını ve gençlerini Kürdistan davası için veriyor. Bekaa'da insanlar bilinçli olarak aç bırakılıyordu. Vucudun fiziki olarak gelişmesi için, gerekli beslenme yapılmıyordu. Yapılan sabah sporları da yararsız oluyordu. Çoğu yirmili yaşlarında olan savaşçıların kaslarının gelişmesi gerekirken, zayıf ve çelimsiz bir duruma düşürülüyorlardı. Bu şekilde savaşa gönderiliyordu. Tarihimiz ve ulasal kültürümüzle ilgili hiç eğitim yapılmazken, Türk boylarının kahramanlığından bahsediliyordu. 87 bahar çözümlemelerinde aynen şöyle diyordu, A. Öcalan; 'Siz bu halinizle mi, bir yıl içinde Malazgirt'en ege kıyılarına varan Türk boylarına karşı savaşacaksınız' diyerek, gerekli 'motive'yide sağlamış oluyordu!!! Oysa halkımızın yardımları esasta savaş içindi. Cemil Esat'ın 17 yaşındaki oğluna 157 bin DM'ye hediyelik BMW alan A. Öcalan, direkt denetiminde bulunan, sayısı 70-80 dolayında olan savaşçı adaylarını neden aç bırakıyordu? Neyin intikamını alıyor ve neyin hesabını sorarak şizofrenik ruh halini tatmin ediyordu. Daha geçen haftaki avukat görüşmelerinde; Tütkiye Cumhuriyeti'nin gidişatının kötü olduğunu belirterek, 'sorunu ben çözerim' diyor. Samimi mi? Bana göre çok samimi. Genel Kurmay Başkanı'nın Türk halkı yerine, 'Türkiye halkı' demesini bir devrim gibi selamlıyor ve kendi düşüncesinin onaylandığını gururla belirtiyor. Yani numaradan Kürtlerin varlığından bahset, amacını gizli tut ki, başarılı olalım uyarısında bulunuyor. Doğu Perinçek ve Muhsin Yazıcıoğlu'nun kendisi kadar Türk çıkarlarına hizmet edemediğini belirterek, tarihten örnekler veriyor. Kürtlerle en iyi ilişkilerin Alparslan, Yavuz ve M. Kemal döneminde olduğunu söylüyor. 'Siz Türk Türk Türk Türk derseniz, Türk'ü de tecrit etmiş olursunuz, siz hep bunu derseniz, Türk'ün de anlamını boşaltmış olursunuz. Ben yedi bin yıllık Türk tarihini iyi çözümlemişim.' Bunu ne anlamda söylüyor? Aslında bu sözleri Erbakan'dan etkilenerek söylüyor. Yıllar önce Erbakan, Bingöl'de halka açık konuşmasında; 'Sen ne mutlu türküm dersen, diğeride ne mutlu kürdüm diyecek, hepimiz müslümanız' demişti. Yani açık değilde sinsi bir milliyetçilikten bahsediliyor ve bunun Türk çıkarlarına daha uygun olduğu belirtilmek isteniyor. Alparslan, Yavuz ve M. Kemal örnekleri de bunun için veriliyor. Alparslan, 1071 yani Malazgirt savaşı; savaşın amacı Türk boylarına andolu kapısını açmak. Savaşın adı, müslüman-hırıstiyan savaşı. Savaşın amacı değil adı ön plana çıkarılıyor. Bu anlamda müslaman olan Kürtlerden, Farslardan ve Araplardan on binlere varan savaşçı gücü ve desteği alınıyor. Ve Bizans yeniliyor, Türklere de Anadolu kapısı açılmış oluyor. Bu savaşta Farslarda karlı çıkarak göçebe Türk boylarından kurtulmuş oldular. Kürtler ve Araplar ise, tarihlerinde en büyük hatayı yapmış oldular. Anadolu'ya yerleşen Türk boyları güçlenip imparatorluk kurduktan sonra, tekrar Kürt ve Arap halklarına yöneldiler. Yavuz, 1512-1517 Çaldıran, Mercidabık ve Ridaniye seferi; Balkanlara açılırken Bektaşiliği resmi din olarak çıkarlarına uygun gören Osmanlılar, Kürdistan ve Arap halklarına seferler için hazırlanınca, bu kez sunnilikte karar verirler. Bunun mimari Yavuz Sultan Selim'dir. Amacı doğuda da imparatorluğun sınırlarını genişletmek, adı ise Sunni islamı savunma ve güçlendirme. Mısır seferine giderken 600.000 alevi Kürt Maraş ve Malatya'da kadledilir. (Resmi Türk Tarihinde Kızılbaş Ayaklanmaları olarak geçer.) Artık Ortadoğuda savaşın adı; sünni islamı koruma ve güçlendirmedir. Şii olan İran ve Şah İsmail' le de savaş gerekçesi çıkmış oluyordu. Zamanla halifeliği de ele geçirdiler, kendi milli çıkarları için Cumhuriyet dönemine kadar kullandılar. Artık yararlı olmayacağını fark ettiklerinde vazgeçtiler. Kemalizimde karar kıldılar. Osmanlı İmpartorluğu batıdaki gelişmelere ayak uyduramadı çağ dışı kaldı, miadı dolmuştu. 'hasta adam' dı. Batıdaki gelişmelerden etkilenen Balkan halkları ve ortadoğu halklarının direnişiyle çöktü . Her ne kadar A. Öcalan buna İngiliz (ulus-devlet) oyunu desede, bu halkların haklı mücadelesiydi. Neden Suriye'deyken, Suriye Devletinin de Bir Fransız oyunu olduğunu söyleyemedi! Kapitalizmin ve Reel sosyalizmin Dünya'yı felakete götürdüğünü belirtip, tek gerçek çözümün insanlık için Kemalizim olduğu, bu Kemalizmide en iyi kendisinin temsil ettiğini ve türklüğün geleceği ve saadetinin tek garantisi olduğunu vurguluyor. A. Öcalan samimi mi, dersiniz? Evet sonuna kadar samimi, yaptıkları bunun kanıtıdır. Özelliklede Kürt gerçekliğini, türklüğün geleceği için, her alanda bir harç olarak işlemek istiyor. Devlete beni anlayın uyarılarıda budur. Mustafa Kemal'de türklük aşkına ve çıkarına artık bir faydası olmayacağını, anladığı islamiyete çizgi çekti. Kendisi ve mensubu olduğu İttahat ve Terakicilerle sonuna kadar sadık oldukları İmparatorluğun artık yaşayamayacağını anlamışlardı. Hiç olmazsa bunun enkazında bir devlet kurma çabasına girdiler. Amaçları imparatorluğa göre küçükte olsa bir devlet. Alparslan'dan ve Yavuz'dan örnek alarak, amacı ve adı ayırdılar. Yine ad, amaç için kullanılacaktı. Herkes kurtulmuş Kürtler ve Ermeniler kalmıştı. Ermeniler Osmanlının son yıllarında İttahat ve Terakinin planlı uygulamalarıyla soy kırımına uğratılınca, amaçları için Kürtler kalmıştı. M. Kemal T.C.'nin temellerini Kürdistan'da attı. Kürt ağalarının, dedelerinin ve şeyhlerinin elini öptü, önlerinde eğildi. Savaşın amacını gizledi ve adını koydu; Türkler ve Kürtler için bir vatan ve devlet dedi. Anti emperyalist oldu, Boşeviklerden de yardım aldı. Cumhuriyetini kurunca da, amacını açıkladı. 'Ne mutlu türküm diyene, bir türk cihana bedeldir.' Sonrası yıllara yayılan ve günümüze kadar devam eden, zamana yayılmış soykırımı, Abdullah'ın da düşünce ve planlarıyla günümüzde nasıl devam ettirileceği, hesapları. Tabiki buna karşı da geçmiş ve gelecekteki ulusal tepkimiz,gücümüz. Not: Bekaa'yla ilgili yazımı Haziranda yazmayı planlamıştım. A. Öcalan'ın Türklük aşkından dolayı, Alparslan'a, Yavuz'a ve M. Kemal'e olan tutkularından dolayı, ( yeni bir durum değil,kökü Ergenekon vadisine kadar gider,aşk orda başlıyor) tam kontrolünde olan bir alanda (Bekaa'da) kürtlerden nasıl intikam alındığını yaşanmış örneklerle açıklayacağım. İnsanları açlıkla yıldırma en başta vereceğim örnektir. Son Avukat görüşmesinden dolayı, yazımın giriş bölümünü yazmayı uygun buldum. Dünya'yı Kemalizm'le 'cennet' yapacağını iddia eden, Bu ruh hastası ajan-provakatör, neden Bekaa'yı kürtlere cehennemden de öte bir yer yaptı. Gerek genel ve gerekse de kişilere yapılan özel uygulamaları açıklayacağım. devam edecek 19.04.09

Salih Aras in bir zamanlar icinde bulundugu orgutten verdigi malaumatlar cok onemli. ancak gene de bir fici degerli kirmizi sarapin icinde bir damla da olsa siyanur damlatmamak lazim. damlayinca kirmizi sarap sarap olmaktan cikar ise yaramaz bir sey olur. apo nun urktugu herkesi ajan diye oldurmesi muhtemelen cokca gerceklemsi bir likidasyon yontemidir. bunu daha saglam belgeler veya ip uclari ile destekkleyerek idda etmek lazim. 100 TC ajjani oldurudu demisler de, TC ajanin bir milletvekilinden validen pahali da... bu tur luzumsuz yorumlar ana bilgiyi gurultuye bogmus. TC nin kurdler icine sokabilecegi "ajan" denilecek yaratiklarin maliyeti de oyle cok filan olamaz. bunlar 007 james bond degil li, agzi acliktan kokan katilige temayullu ve yetenekli serserilerden de derlenebilecek kisler olabilir. yesil denilen mahlukat kadar da isini melun bir beceriyle yapacak yetenekde olmasi gerekmez. maliyeti de cok ucuzdur, isi yaptiktan sonra muhtemelen hizla gozden cikartilmaya muasit yaratiklardan secilebilirler. yani TC nin kadame kademe kalite kalite ajani varsa apo yu sislemeye gonderecegi cok da ahim sahim biri olmak duruumunda degil. pkk nin ve apo nun tabiati geregi onlarin tabiatina en musait(bu ucuz anlamina da geliyor tabii) serserileri bulmak TC iicin cocuk oyuncagi vesselam.

Sayin Aras Olaylari sadece Apo`ya bagliyarak esas sorumlu olan PKK`yi akliyorsunuz. Sadece siz degil gecmiste PKK ile calisan herkes bunu yapiyor. Acaba bir gün gerceklerinizle yüzlesecekmisiniz? Aponun iki dudagi arasinda cikan kelimelerle tartisilmaz idare edilen bir partiyi tartismaya acsaniz kurdler icin daha yararli seyler yapmis olmazmisiniz? Sadece Apo hedefli yazilarinizin Apo nun gücüne güc katigida bir gercek.

anlatimlarinizi, gozlem ve yorumlarinizi izliyorum nacizane bi tavsiyede bulunacagim yazi basligi BEKAA VAHSETI bana gore yazinizin basligi olarak uygun degil karar sizin, yazi sizin, emek sizin benimkisi bir okur gorusu selam

Yeni Yorum yaz

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.