Ana içeriğe atla

Türkçe dilinde yanlış söylemiyorsam, “zindan“, “hapishane“, “cezaevi“ kavramları aynı anlamda kullanılıyor. Ama bu kavramlar arasında bir farkın olduğunu çocukluğumdan beri hep düşünürüm. Türkiye'de tutukluların ve özellikle de siyasi tutukluların, bilumum muhaliflerin ve Kürt yurtseverlerin tutuklu bulunduğu yerlerle ilgili “zindan“ kavramının daha uygun olduğu, daha açımlayıcı olduğu gibi bir duyguya sahibim. Bu duygu, tarif edilemezliğin, sınır konulamazlığın da bir yansımasıdır diye düşünüyorum.. Çocukluğumu aştığım yeni gençlik yıllarında, 1959 yılında Harbiye'de tutuklu olan Kürt yurtseverlerinin kaldığı yerlerle ilgili dinlediğim hatıralar ve Harbiye'de görülen büyük sıkıntılar, bir Kürt yurtseveri'nin orada ölmesi beni hep “zindan“ kavramına kilitledi. 12 Eylül sonrasında Amed hapishanesi ile ilgili anlatılan, ya da anlatılmayan, tarif edilen ve edilmeyen konumları göz önüne aldığım zaman, Kürt yurtseverlerinin kaldığı dehşet yeri, cehennemi “zindan“ ile tanımlamak her şeye rağmen bir şeyi anlatır olduğunu düşünüyorum. Belki de “zindan“ kavram olarak hukukun hiçbir şekilde geçerli olmadığı, kanunların tanrı adına dehşetli insanların ağzında çıkan sözler olduğu döneme ait olması bağlamında da bu kavramı benim için daha anlamlı kılıyor. “Zindan“ kavramı Türkiye'nin çağdaş ve demokratik olmamasını, hukukun, hak ve özgürlüklerin geçerli olmadığı bi devlet yapısını, keyfiliği, izah etmesinin karşılığına denk düşmesi anlamında; çocukluğumda dinlediğim masallardaki zalim kralların ve hutların kendi muhaliflerini doldurduğu, işkence ve zulüm yerlerini çağrıştırdıği için de, daha anlamlı buluyorum. 12 Eylül Askeri Darbesi'nin oluştuğu koşulları ve nedenleri göz önüne alındığı zaman, bu dönemin zindanlarının, 1952'deki Komünist tutuklamalarından, 1959, 1963, 1967, 1970-71 Kürtçü tutuklamalarından farklı olacağını görülüyordu. Uygulamalar kısa sürede de farklılığın olduğunu ortaya koydu. Amed askeri zindanının yıllardır anlatılmasına rağmen, daha çok küçük bölümünün anlatılmış olması ve tümünün anlatılmamış olması; aynı hücre, aynı alanda kalanların aynı olayları yaşamasına rağmen, çok farklı boyutlarıyla bunu yaşaması ve anlatması bunu gösteriyor. Amed Zindanı'nın Vietnam'daki, Almanya'daki faşist ölüm kamplarıyla karşılaştırılmasına rağmen, onlarla birlikte bir tanıma oturmaması de bunun en somut delillerinden biridir. 12 Eylül Askeri darbesi, Türkiye'deki sol, sosyalist ve Kürtçü muhalefeti tümden yok etmenin ötesinde, 1960 yıllarında yeniden planan Kürt soykırımını gerçekleştirmek üzere uygulamaya konulduğundan, zindanlarda da ona uygun davranılacağı da ortaydı. Yani perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. Ben, 12 Mart 1971 Askeri dönemini tutuklulukla geçirdim. Hem de hapishanede ve mahkemede önde olanlardan biri olarak tutukluluk dönemini geçirenlerden biriydim. İşkenceler gördüm, hücre cezalarına çarptırıldım. 12 Eylül 1980 döneminde firardım. Bu dönemde, Amed zindanlarından olup-bitenlerle ilgili aldığım haberleri, 12 Mart 1971 döneminin zindanıyla karşılaştırdığımda dehşete kapılıyordum. İki dönemin zindanlarındaki uygulamaların farklılığı, doğurduğu sonuçlar ve ortaya çıkardığı ölüm olaylarıyla tartışmasız ortaya çıkıyordu. Amed zindanlarında, ölenlerin, katledilenlerin, sakat kalanların sayısı bilinmemekte. Bunlarla ilgili daha sağlıklı bir tabloya sahip değiliz. Amed zindanlarında Ocak 1984 tarihi Kürtlerin hiç unutmayacağı aylardan biridir. Bu ayda Yılmaz DEMİR (19 Ocak 1984), Necmettin BÜYÜKKAYA (24 Ocak 1984), Remzi AYTÜRK (25 Ocak 1984) katledildiler. Yılmaz DEMİR, Türkiye Kürdistan Sosyalist Partisinden; Necmettin BÜYÜKKAYA, Kürdistan İşçi Partisi'nden (DDKD'den); Remzi Aytürk, Rizgarî ve Ala Rizgarî Davsaından yargılanıyordu. Remzi AYTÜRK... 1974 yılından sonra Kuzey Kürdistan'da Ulusal Demokratik Hareketi için yeni dönemin İkinci Baharı başlamıştı. Kuzey Kürdistan'da çoğulcu bir parti ve siyasi grup hareketi olarak çalışmalar hızlanmış, yayınevleri kurulmaya, dergiler yayınlanmaya, Kürtlükle ilgili yeni düşünceler üretilmeye,, yeni bir ideolojik inşa dönemi ve dernekler kurulmaya başlamıştı. Dernekler ilk önceleri, DDKD olarak kitlesel bir Kürt gençlik örgütü olarak oluşmasına rağmen, sosyalizm merkezli ideolojik saflaşmanın başlamasından sonra, ideolojik temellerde demokratik kitle ve gençlik örgütleri de ayrışmıştı. Bu gelişmelere bağlı olarak, Kürdistan'ın bütün şehrlerinde Kürt örgütlemesi ve kitlesel eylemliliğ hızlanmaya başlamıştı. Değişik toplum kesimlerinden kadrolar Kürdistan'daki örgütlenmeye katılmaya ve akmaya başlamışlardı. Kürdistan Hareketine yoğun katılım gösteren toplumsal kesimlerden biri, özellikle de gençlik kesimiydi. Van da, Kürdistan Hareketi açısından olduğu gibi, tarihi yapısı, toplumsal bileşimi itibariyle dikkat çeken şehirlerden biriydi. Ben Van'ı hep Kürdistan'ın merkezi gibi düşündüm. Kürdistan'ın diğer parçalarıyla ilişkilerimin yoğunlaşmasından sonra da, Van'ın Kürdistan'ın diğer parçalarındak tanınmış ve başkent kabul edilen Mahebad, Qamışlı, Hewlêr/Kerkûk şehirleriyle aynı mesafede oldukları gibi bir tespite ulaştım. Kuzey Kürdistan'ın İkinci Bahar döneminde o güzel ve Van Gölü kenarında kurulan, yazın serin ve kışın ılıman bir mevsime sahip olan, kent olarak özgün özellikleri olan Van'da da Kürdistan örgütlenmesi hızla gelişti ve Kürdistan ulusal demokratik hareketi kitleselleşmeye başladı. Harekete yığınla gençlerin katılımı gerçekleşti. Bu dönemde de Kürdistan'daki ulusal demokatik harekete katılan gençler, dönemin en seçkin, başarılı, atılgan, cesur, medeni cesareti olan, aynı zamanda gösteriş yapısallığına sahip olan gençlerdi. O dönemde Kurdistan'daki ulusal demokratik örgütlenemeye katılmak, hareketin şu veya bu alanında önünde görünmek, bir ayrıcalık anlamına da geliyordu. Ben, 1974 yılından sonra Kuzey Kürdistan'daki örgütlenme ve hareketin kitleselleşme sürecinin içinde olan, onu yakından izleyen biri olarak, sadece benimde tabi olduğum ve yöneticilğini yaptığım Rizgarî-Ala Rizgarî Hareketinde değil, bütün diğer Kürt örgütlerine katılımı, hareketin kitleselleşmesini yakından izledim, gözlemledim, katılımcı aktörleri yakından tanıma fırsatı buldum. Remzi AYTÜRK, Van'da yurtsever Kürt hareketinin en gösterişli, en çok dikkat çeken elemanlarından biriydi. Onu ilk tanıdım zaman, örgütsel yeri konusunda kararsız, bütün Kürt örgütlenmelerinin, Özgürlük Yolu ve Şivanciların da üzerinde durdukları bir gençti. Göze batan, atılgan, cesur, pratik yetenekleri olan bir genç olması bakımından da kazanılması, her örgüt için artı kabul edilecek bir sorundu. Ama sonuçta, Rizgarî içinde daha yakın ve can-ciğer Adnan ARAS gibi arkadaşlarının olmasından dolayı tercihini Rizgarîden yana yaptı ve böylece hiç oltaya takılması tahmin edilmeyen o cıvıl-cıvıl, kendine güvenen, gösterişli genç, oltaya takılmştı. Rizgarî ile birlikte çalışmaya başladıktan sonra, Vanda önde gelen, diğer Kürt örgütlerinin yöneticileri ve taraftarlarıyla yakın temas içinde olan biri oldu. Van Anti-Sömürgeci Demokratik Kültür Derneği'nin (ASDK-DER) kurucusu ve yöneticis oldu. Ama bu aşamada da, önde görünen ve bütün siyasi çevrelerin kazanmak istediği insanlardan biri olmasından dolayı, gel-gitleri olan bir siyasi hayat süreci oldu. Remzi AYTÜRK, aynı zamanda gençlik yıllarında, diğer gençlerden farklı olarak iyi bir iş edinmiş, para kazanmaya başlamıştı. Gençlik yaşlarındaki bu olanak, ister istemez özel yaşamında belli dengesizliklere, muhafazakâr bir toplumun gençliğinden farklı davranışlar göstermesine yol açıyordu. Bu da zaman zaman örgütsel yapı içinde sorunlara yol açıyordu. Remzi, samimi, yüreği açık, sorunları çözmeye yatkın bir kişilik yapısına sahip olduğundan, onunla sorunları çözmek kolay oluyordu. Remzi, kendi örgütsel çevresi, diğer örgütlerin unsurları tarafından sevilen, sempatik bir unsurdu. Kavgacı da sayılırdı. Militan bir yapıya ve çalışmalarda önde olan unsurlardan biriydi. O, sevgi yüklü bir insan olmasından dolayi Mürsel Delen arkadaşımız öldürüldüğü zaman büyük bir bunalım içine girdi. Ona bırakılsaydı, Mürsel Delen için çevresini ve dünyayı yıkabilirdi. Mürsel Delen'i öldürenleri cezalandırmak için her şeyi yapabilirdi. O kalıcı çalışmalardan ziyade, pratik işlere daha yatkındı. Eylemlerde, korsan mitinglerde, geceleri duvar yazılarında, afiş asmalarda önde olan ASDK-DER'in üyelerinden biriydi. Çalıştığı yerde, işçi ve memurlara para taşıyan ve aktaran biriydi. Onun önerisi üzerine, o paraya elkonulması örgütsel bir sorun olarak gündeme alındı. Belirli bir zaman aralığında yapılan tartışmadan sonra, bu paraya elkonulmasına karar verildi. Bunun için gerekli planlar yapıldı. Aradan bir zaman geçtikten sonra, konuyla ilgili kararsızlk içine girdi. Bunun üzerine, örgütsel olarak bu karar ortadan kaldırıldı. Rizgarî-Ala Rizgarî yargılaması sırasında da belirttiği gibi, daha önceleri de belirli bir miktarda parayı zimmetine geçirdiği için, 12 Eylül 1980 Darbesinden kısa bir süre önce, müfettiş kontrolunun başladığı bir aşamada, elindeki paraya el koydu ve örgüte aktardı. Ama, bu gelişme ve hareket, örgütsel yapımız tarafından olumlu bir davranış olarak değerlendirilmedi, bu olaya kuşkuyla bakıldı ve eleştirel yaklaşıldı. Ama buna rağmen, Remzi ile ilgili olarak gerekli tedbirler alındı, ilk araştırma aşmasında olmazsa bile, daha sonra Türkiye dışına çıkarılmasına karar verildi. Ama ne yazık ki, Remzi'nin gösterdiği bir zaaf sonucu, Türkiye dışına çıkarılma işlemi gerçekleştirilmeden yakalandı ve Amed Zindanı'na gönderildi. Remzi'nin bu kararsızlığı ve yanlış tutumu, Amed Zindanında en yakın arkadaşlarının ona ihtiyatla yaklaştıklarını ve tecrit edildiğini öğrendik. Ama biz arkadaşlarımızın bu tutumunun doğru olmayacağını kendilerine ilettik. Remzi'nin, hapishanede bir Kürt yurtseverine ve devrimciye yaraşır bir tutum içinde olduğu tartışmasız ve herkesin de kabul ettiği bir durumdur. Zaten mahkemede yaptığı savunma, onun kalitesini, davaya bağlılığını, içtenliğini ortaya koyuyor. Duruşmada ne söylediğini Hasan Çakır'a bırakalım: “Koğuş yaşamında genellikle yalnız kalmayı tercih ederdi. Zaman-zaman arkadaşlar olarak onunla konuşmak için sırayla ilişki kurardık. Dikkat çekici bir yanı da kendini siyasi bir değil de, adli bir mahkûm gibi hissediyordu. Sanki bu davranışlarının arka plânında bir suçluluk duygusu vardı. Yani kimselerle paylaşamadığı bir sorununun olduğunu yansıtıyordu. Bir duruşmada, zimmetine geçirdiği parayı kimseye vermediğini, kendi başına harcadğını, bu parayı bitirene kadar sürekli bar ve pavyonlarda çıkmadığını, devrimcilerin onurlu insanlar olduğunu, kendisinin böyle bir kişilik yapısına sahip olmadığını, sıradan bir serseri lumpen olduğunu söylemişti“. Remzi'nin, hapishanede direnen, haksılıklara tahammül etmeyen bir unsur olduğunu tüm arkadaşları biliyor. Hasan Çakır da ifade ediyor ve diyorki: “Bütün bunlara rağmen oldukça direngendi. İşkenceler karşısında tınmadı. Onun cehennem koşullarında bir yanlışına tanık olmadık.“ Zaten benim tanıdığm ve anlatmak istediğim Remzi de bu yapısal özelliklere sahip olan sempatik ve sevimli insandı. Hasan Çakır'ın açıklamalarından Remzi'nin arkadaşlarından, bizlerden ve örgütünden şikayetçi olduğunu öğreniyoruz. Remzi'nin Hasan Çakır'a söylediklerini dinleyelim: “Remzi Aytürk arkadaşları tarafından aldatıldığından yakınmaktaydı. Çalıştığı iş yerinde o günün değeriyle yüklü bir parayı zimmetine geçirmek suretiyle örgüte aktardığını, arkadaşlarının da buna karşılık onu yurtdışına çıkaracaklarına dair söz verdiklerini, fakat o zaman ki yetkili unsurların (kastedilen bölge sorumluları-İG) kendisini yüzüstü bırakıp gittiklerini anlatmıştı. Bunun üzerine bunalıma girdiğini ve kendini koruyamadığı için de yakalandığını anlatırdı.“ Remzi Aytürk'ün bu aktadıklarında objektif olmadığını, gelişmeleri eksik aktardığını belirtmekle yetineceğim. Fazlasının bu yazı kapsamında gerekli olmadığını düşünüyorm. Başka bir platformda, sorumluluğum gereği aktaracağım belgeli, Remzi'nin de kendisine haksızlık ettiğini gösteren görüşler aktarma söz konusu olur. Zaten söylenecek hiçbir şey, onun yiğitliğine, iyi insan olmasına, ülke insanı için kendini feda etme yüceliğine gölge düşürmeyecek kadar sırdan olaylardır. O, Amed Zindanındaki, başka bir deyimle cehennemindeki zulmü ve baskıları protesto etmek, siyasi tutuklular üzerindeki baskıları azaltmak için 25 Ocak 1984 tarihinde canına kıydı. O da Kürdistanlı şehitler kervanına katıldı. Onun canına kıymasını, değerli ve çalışma arkadaşım Hasan Çakır'dan dinlemek daha anlamlı olur diye düşünüyorum. Sözü ona bırakıyorum. Hasan Çakır derin ahlar ve iç çekmelerden sonra diyor ki: “25 Ocak 1984 günü eken bir saatte şimdi onun gibi rahmetli olan Mehmet İz'in (O Rizgarî siyasi hareketinin önde gelen ve ASDK-DER'in kurucusu ve yöneticilerinden biriydi. O ölümünde önce Boyner'in YDH'inde yöneticilik yaptı ve Diyarbakır-Ergani arasındaki elim bir kaza sonucu kaybettik) güçlü sesiyle-avazıyla yataktan fırladık. Sesin geldiği ve koğuşun tuvalet kısmına koştuk. Ne yazık ki karşılaştığımız manzara içimizi parçalayan Remzi Aytürk'ün ipte salanan cesediyle karşı karşıyaydık. Daha bir gün önce Neco arkadaşı kaybetmiştik. O günün seherinde de Remzi aramızdan ayrılmıştı. Sonra duvara asılı Remzi'nin kendi elyazması bildirisini gördük, koğuştaki arkadaşları olarak hep birlikte sesli okumaya başladık. Elbette arkadaşların çoğu ağlayarak okuyordu. Remzi bidirisinde diyordu ki: ’Ben Remzi Aytürk olarak bu genç bedenimi faşist sömürgeci ırkçı T.C Devleti'nin insanlık dışı işkencelerini teşhir etmek ve lanetlemek üzere feda ediyorum. Hiç kimse bunun aksini düşünmemelidir. Ocak Direnişinde de, 5 Eylül Direnişde de kazandığımız gibi, bundan da başaran taraf biz tutuklular olmasına destek olmak için ölüyorum. Kahrolsun işkence, kahrolsun sömürgeci TC Devleti, Yaşasın Direniş, insanlık onuru işkenceyi yenecek.“ İşte benim anlatmaya çalıştığım Remzi AYTÜRK, bu sözlerde ve tutumda gizli olan sevgi dolu insandır. Tahkikat aşamasında savcılık, ölüm olayını tutuklara mal etmek ve onları bu ölümden sorumlu tutmak için bir çaba içine girer. Tutuklular aktif tutumları ve itirazlarıyla buna engel olur. Bu konuda tekrardan Hasan Çakır'a kulak verelim: “Tahkikat için savcı ve katibi geldi. Savcı bizim davanın (Rizgarî-Ala Rizgarî Davasının-İG) savcısı Kadir İSPİR'di. ’Remzi'yi kim öldürdü' diye söze başlar başlamaz, ben konuşmak için ileri çıktım. Dedim ki, ’ Savcı Bey, arkadaşın bakın burada duvara yapışık el yazması, ölüm nedenini çok açık izah ediyor. Savcı beni azarlamaya başladı. Ben oradaki arkadaşlara seslenerek, bu bildiride yazılı hiçbir konu dışında ifade vermeyeceğiz dedim.“ Necmettin BÜYÜKKAYA O, “onu anlatmaya nereden başlamak lazımdır?“ diye soru sordurtan, deniz-derya, çaplı, yürekli, kavgacı, Kürtsever ve Kürdistan aşığı bir insan. Kürdistan'ın yakın tarihinin, 1960 sonrasının ortaya çıkan gelişmelerin, örgütlenmelerin, kavgaların, tartışmaların, eleştirilerin, sevilenlerin, sevilmeyenlerin her yerinde görebileceğiniz bir Kürt aydını. Herkesin tanıdığı, şahsına münhasır insanlardan biri. O Kürtçenin üç lehçesini, Zazacayı, Yukarı Kumanciyi, Aşağı Kurmanciyi (Sorancayı) iyi konuşan bir Kürt aydını. 1970 yıllarında Zazacayı ve Kurmanciyi iyi yazanlardan da biri. Kürt kültürünün önemini kavrayan, Kürt kültürünün geliştirilmesi için teşvik edici olan bir Kürtkolik. O her ulus gibi, Kürt ulusunun da bağımsızlığına inanmaktan öteye, bağımsızlığın Kürt ulusunun bir hahkkı olduğunun bilinciyle hareket eden bir dava adamıydı. Kürt uluısunun diğer dünya uluslarıyla eşit haklara sahip olması, dünya düzeni içnde yerini alması, dünya ulusları topuluğunun değerli bir üyesi, bir öznesi olması için kompleksiz hareket eden bir Kürt genci, olgun erkeği, sivil itiatsızı, silahlı bir direnişçisi, yiğit bir isyancıydı. O Kürdistan'ın dört parçaya bölünmesini emperyalist-sömürgeci bir plan, tarihi bir haksızlık, Kürtlerin yaşam damarlarının kesilmesinin bir nedeni sayıyordu. Bu bağlamda, Kürdistan'ın birliği, Kürdistan'da aynı düşünenlerin ortak örgütlenmesini, Kürdistan Cephesini savunan bir Kürdistanlı idi. Parçalı düşünmeyi, Kürt ulusuna ve Kürdistan'ın bağımsızlığına yapılacak en büyük kötülük olduğunu düşünüyordu. O, Kürdistan'ın bütün parçalarını, Kuzey Kürdistan parçası kadar ve daha fazla, o her parçadaki çoğu aydın ve yurtseverden daha iyi tanıyordu. O Diyarbakır'dan ya da Siverek'ten Mehabada, Süleymaniyeye, Kerkük'e, Qamışlıya gitmeyi, Elazığa, Erzurum'a, Bitlis'e Kuzey Kürdistan'ın diğer köylerine, kasabalarına, şehirlerine gitmek gibi anlıyor ve bunun pratiği içinde oluyordu. O Kürdistan'ın suni sınırlarını tanımayan, kendisini Siverekli, Mehabadlı, Qamışlı'lı, Kerkük'lü, Hewlêrli, Süleymaniyeli görüyordu. Necmettin BÜYÜKKAYA ile Kürdistan'ın bütün parçalarını birlikte dolaştım. Gittiğimiz her şehrinde, esnafla, aydınlarla, yurtseverlerle, örgütlerle olan ilişkileri, Kuzey Kürdistan'daki Siverek'teki, Diyarbakır'daki ilişkilerinden farklı değildi. Oraları, o yörenin insanlarından daha iyi tanıyor, o yörenin aydınlarından ve yurtseverlerinden daha iyi, daha sağlıklı, daha canlı ilişkiler kurabiliyordu. Hatta o şehirlerdeki bazı aydınların ve yurtseverlerin birbirlerini tanımalarına, tanışmalarına vesile ve vasıta olduğunu biliyorum. O, Kürdistan'ın bütün parçalarındaki Kürt liderlerini, tarihi kişilikleri yakından tanıyor, bazılarıyla barışık ve dost, bazılarıyla kavgalı ve ilişkiliydi. Ama görüşmediği, dışladığı hiç kimse yoktu. O, bütün parçalardaki Kürt liderlerinin, parti genel sekreterlerinin, ünlü Kürt yazarlarının, şairlerinin yakın dostu ve görüşmecisiydi. O, okul hayatında da parlak öğrencilerden biriydi, okul hayatının bir bölümünü çalışarak finanse etti. O, 1968 özgürlükçü, devrimci, ulusal kurtuluşçu kuşağın gençlik liderlerinden biri, TİP'in ve FKKF'nin üyesiydi. İstanbul DDKO'nun kurucu ve Kurucu dönem başkanıydı. 1970 yılında DDKO kurucu ve yöneticileri hakkında tutuklama kararı çıkan ilk grubun üyesiydi. Hakkında tutuklama kararı çıktığı zaman bile çalışmalarına devam eden, eylemlere gizlice katılan, Ankara'ya ve Kürdistan'a seyahat eden, Ankara Ulucanlarda bizi ziyarete gelen korkusuz ve hesapsız bir insandı. 12 Mart Askeri darbesi'ndan sonra hiç terddüt geçirmeden, Güney Kürdistan Otonomi Bölgesine, Dr. Şıvan ve arkadaşalrının yanına, mücadeleyi oradan sürdürmek için giden biri. T-KDP üyesi olmamakla birlikte, farklı düşüncelere sahip olan bir Kürt yurtsever grubunun yanına gitmekten, onlarla birlikte çalışmaktan tereddüt geçirmeyen, kendine güvenen, tüm Kürtlere güven inancı yaşıyan bir insandı. O, Sait Elçi, Dr. Şıvan, Çeko ve Brusk trajedisine şahit oldu. Güney-Batı Kürdistan'a da geçti. Orada kısa bir dönem tutuklu aldı. Daha sonra İsveç'e gitti ve orda mülteci oldu. 1974 Genel Af'ından sonra, hiç tereddüt geçirmeden Kürdistan'a döndü, evlilik yaptı, Diyarbakır'a yerleşti. Bu dönemde de, T-KDP ve daha sonra KİP'in Merkez Komite üyesi, partinin bir profesyoneli, en çok çalışan insanı oldu. 1977 yılında, KİP'le ilişkilerini kesti, ya da KİP'ten uzaklaştırıldı. Her dönemde olduğu gibi, o dönemde de yakın temas, işbirliği, çalışma sistemi içinde olduk. Birlikte aynı örgütte olmak için çaba gösterdik. Ama, ortak örgütsel birliği sağlayamadık. Ondan sonra, aramızda tatsız-tuzsuz gelişmeler olmasına rağmen, ona karşı sevgi ve saygımdam hiçbir şey kaybetmedim. 1982 yılı Nisan'ında yakalandığı zaman çok üzüldüm. 24 Ocak 1984'de Amed Zindanında işkenceyle kaybettikten sonra, acım derinleşti. Hala unutmadığım/unutamadığımız bir Kürt lideri, aydını, savaşçısı, profesyoneli, Kürdistanilikten taviz vermeyen bir yurtseveridir. Yılmaz DEMİR... Yılmaz DEMİR'i ne yazık ki yakından tanımadığım için onun hakkında fazlaca yazacağım bir şey yok. Ama bildiğim ve tartışmasız bir şey var ki, Yılmaz DEMİR Kürt halkının özgürlüğü ve Kürdistan'ın kurtuluşu uğruna canını feda etti. Amed zindanlarındaki dehşet ve akıl almaz işkenceyi, uygulamaları alışılmış ve hatta alışılmışı zorlayan mücadele biçimlerle engellenemediği yerde, hayatını ortaya koyarak, canını bilerek feda ederek, yapılan uygulamaların protetosundan öteye , onların engellenmesi için canını, yoldaşlarına ve dava arkadaşlarına feda edecek kadar yiğit, fedakar, cesur bir Kürt evladı. Yüz yıllar önce İç Anadoluya yerleşen bir Kürt ailesinin ve aşiretinin oğlu. O, uzun yıllardır sol ve Kürt mücadelesi içinde olan, HAK-PAR kurucusu, Meclisi ve Başkanlık Kurulu üyesi Fehmi DEMİR'in kardeşi. O şimdilerde, diğer Kürt şehidleriyle aynı sofrada yemek yiyor, sohbetler ediyor ve bizi gözetliyor. ***** Ocak 1984'te bu üç fidanı, üç kahramanı, üç dava adamını, üç aydını, üç insanseveri, üç Kürdistan aşığını kaybetmekle, yüreklerimiz dağlandı. Onlar büyük Kürdistan'da boşluk yarattı. Hareketin yeniden yapılanma sancıları taşıdığı dönemde onların yapacağı çok şey vardı. Ne yazık ki, zalimler, kandökücüler, sömürgeciler onları bizden, yüreğimizden kopararak, bizi yanlızlaştırdılar. Onlar ve diğer Kürdistan şehitleri hep kalplerimizde yaşayacaklar. Amed, 30. 01. 2008 İbrahim GÜÇLÜ [email protected] Rizgari Akt Agit

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.