AKP “AÇILIMI“NIN (=MİLLİ BİRLİK PROJESİ'NİN) İFADE ETTİĞİ![*]
TEMEL DEMİRER
“Gotina rast bi mirov
ne xweş tê.“[1]
“Kürt Meselesi“ne dair konuşmaya başlamadan önce; sorunun nihai kertede “Türk Meselesi“ niteliği kazandığını belirterek, Friedrich Engels'in, “Birkaç gram eylem, bir ton teoriye bedeldir,“ uyarısının altını özenle çizmeliyim...
Stefan Zweig'ın, “Birisi barışı başlatmalı, tıpkı savaşı başlattığı gibi,“ uyarısının anımsanması gereken koordinatlarda “Kürt Meselesi“nin çözümü ölüm karşısında hayatın savunulmasına eşdeğer önemdedir.
Hayır, bu bir abartı falan değil... Çünkü “Ölüm“le, yaşamın yüzleştiği bir alandır “Kürt Meselesi“...
Tıpkı “Ölüm yanlıştır,“ diyen ve “Dürüstlük adına, ’ölümden başka bir şey yoktur' diyenlerin, ölümün iktidarını güçlendirdiğine“ inanırken; yaşamda direnmenin gerekliliğini ifade ve teşvik eden Elias Canetti gibi...
“Kürt Meselesi“ni bir ulusal sorun ya da kolektif haklar meselesi olarak gören birisi olarak, yakın dönemde “Kürt Meselesi“ üzerine “... ’Ulusal Sorun'un Soru(n)ları“,[2] “... ’Demokratikleşiyor' muyuz? ’Kürt Açılımı' ve Ötesi! Mümkün mü?“,[3] “... ’Açılım' Kapanı“,[4] “... ’Kürt Sorunu'na Oryantalist Bakışın Kaynak ve Sonuçları“,[5] “Medya ve Kürt Sorunu Üzerine -Güncel- Notlar“[6] başlıklı yazı ve konuşmalarımda defalarca değindim...
Meselenin çözümünün burjuvazi/ veya emperyalizm eliyle mümkün olmadığını ya da bununla olsa olsa düzen içi düzenlemelerin “mümkün“ olacağına inanan birisi olarak “AKP Açılımı“ denilen şeyin devletin kendi Kürt'ünü yaratmaya yönelik bir inkâr ve tasfiye politikasının uzantısı olduğunu düşünüyorum...
Bir liberalin dahi, “Açmadan solan güle açılım diyorlar,“[7] diye dalga geçtiği “AKP patentli milli birlik projesi“nin “demokratik“ bir özelliği olmadığının ve olamayacağının bilincinde olan bir sosyalist olarak; Yalçın Akdoğan gibi, “Bir süre önce başlatılan ve bu aralar başka mecralara kayan, ama hâlâ umut olmaya devam ’Kürt açılımı', şimdiye kadar denenmiş yollardan çok farklı bir yol olduğu için hâlâ önemsenmeli,“ diyenleri kesinlikle ciddiye almıyorum...
SORU(N) NE?
“Neden“ mi? Çok basit “soru(n)“ tarifinden...
“Kürt Meselesi“, verili düzenin düzenlemeleriyle düzenlenerek aşılabilecek bir soru(n) değildir; çünkü emperyalist-kapitalizmin ulusal soru(n)ları çözebilecek dinamikleri içermediği, içeremeyeceği tarihsel örneklerle karşımızdadır...
Hikmet Çetinkaya ve benzerlerinin “Kürt Sorunu“ tarifine aldırmadan; “Bir inkâr coğrafyası olarak Kürdistan“[8] gerçekliğini tıpkı Filistin gibi Ortadoğu'nun kadim ve önemli sömürgeler sorununun bir parçası olarak tanımlayabilmeliyiz. Fiili işgal nedeniyle dört devleti doğrudan ilgilendirirken; girift uluslararası boyutu da söz konusudur.
Uluslararası ilişkiler ağının; dolayısıyla da uluslararası komploların ilgi alanı olarak Kürdistan, “Kürt Meselesi“nin tarihsel temellerini/ zeminini oluşturur...
Bunun içindir ki işgalcilerin ve işbirlikçilerinin, Kürtlerin ulusal taleplerini minimize etmek için Kürtlere ölümü göstererek, sıtmaya razı etmeye yönelik oyunları sahnelediği verili tablo, “Kürt Meselesi“nin öne çıkan unsurlarını sahneler...
Kürtlerin, ulusal taleplerinin bastırılmasında başat rolü emperyalist ABD'nin Ortadoğu politikası oluştururken; AB de onun suç ortağıdır.
Müthiş bir varsıllık içinde korkunç bir yoksulluk coğrafyasına dönüştürülmüş olan Kürdistan'ın Kuzey-Batı parçasına göz atarsak...
Peter Alford Andrews'ün ABD merkezli ’Ethnologue Data From: Languages of the World' adlı kuruluş için hazırladığı rapora göre, “2001 yılında Türkiye'de yaşayan Kürtlerin genel nüfusa oranı yüzde 8.36'dır (5.852.000 kişi)“ veya “2008 yılında CIA'nın internet sitesinde, The World Factbook bölümünde Türkiye'deki Kürt nüfusun toplam nüfusun yüzde 18'ini oluşturduğu varsayılmaktadır... Bunun sayısal karşılığı 12 milyon 780 bindir“[9] ya da “Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etüdleri Enstitüsü Başkanı Prof. Aykut Toros ve ekibi, genel nüfus sayımlarını esas olarak yaptıkları projeksiyonlarda, 1992 yılında ana dili Kürtçe olanların oranını yüzde 6.2 olarak tesbit etmişlerdir“ türünden çarpıtma girişimleri bir yana; Kürtlerin yüzde 40'ının batı illerinde yaşamak zorunda bırakıldığı dolayısıyla “Kürt Sorunu“nun geri dönüşsüz biçimde bir “Türk Sorunu“na dönüştüğü bir kesitte yaşıyoruz...
Gerçekten de Dicle Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Başkanı Doç. Dr. Rüstem Erkan, 2009 yılında ’Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi' verilerini değerlendirerek, Doğu ve Güneydoğu illerine kayıtlı 5 milyon 627 bin 68 kişinin batı illerinde yaşadığının ortaya çıktığını söyler.
AKP hükümetinin teşvik paketinden de görüleceği gibi 23 ili kapsayan ve 4. Bölge olarak değerlendirilen Doğu ve Güneydoğu Türkiye'nin en geri kalmış bölgeleridir. Ülkemizdeki sanayileşme düzeyinin en düşük olduğu bu 23 ilin 14'ünde yoğun bir Kürt nüfusu yaşamaktadır. Bu iller ele alındığında ortaya çok çarpıcı görüntüler çıkmaktadır.
KONDA araştırması verilerine göre, Türkiye genelinde hane başına aylık gelir toplamını 1. dilim 300 TL altı, 2. dilim 300-700 TL, 3. dilim 700-1.200 TL, 4. dilim 1.200-3.000 TL ve 5. dilim 3.000 TL üzeri olarak sınıflandıracak olursak gelir farklılığı açısından vahim bir durum ortaya çıkmaktadır. 1. dilimin payı yüzde 16, 2. dilimin yüzde 44, 3. dilimin yüzde 27, 4. dilimin yüzde 11, 5. dilimin payı ise yüzde 2'dir. Buna göre Türkiye nüfusu hane olarak 1.200 TL ve altında bir aylık gelirle yaşamak durumundadır. Şimdi Güneydoğu'ya bakalım. Bu bölgede 1. dilimin payı yüzde 44.73, 2. dilimin yüzde 39.1, 3. dilimin 12.39, 4. dilimin 3.38, 5. dilimin payı 0.40'tır. Güneydoğu nüfusunun yüzde 96.2'si hane başına 1.200 TL ve altında bir aylık gelirle yaşamaktadır. Bu bölgede hanelerdeki kişi sayısı göz önüne alındığında durum tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır.
Örneğin bölgenin yoksulluğunu, işsizliğini ve ekonomik çaresizliğini gündeme getiren eski Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Mehmet Kaya, 1 milyon 600 bin nüfuslu Diyarbakır'ın yüzde 25-30'unun açlık sınırının altında yaşadığına ve bu insanların günlük ortalama gelirinin bir doların altında bulunduğuna vurgu yapar.
Öte yandan Sağlık Bakanlığı verilerine göre, Türkiye'de yeşil kartın en fazla kullanıldığı bölge, Doğu Anadolu Bölgesi. Yoksul ve sağlık güvencesi olmayan kişilere verilen yeşil kartın, en fazla Doğu Anadolu Bölgesi'nde kullanılması, bölgede yaşayan vatandaşların sağlık güvencesi ve ekonomik seviyesini gözler önüne seriyor. Bölge nüfusunun yüzde 25'i aşkın kesimi yeşil kart sahibiyken, ikinci sırada Güneydoğu Anadolu Bölgesi (yüzde 24.87) yer alıyor.
O hâlde şunu belirtmeden geçmeyelim; “Kürt Meselesi“, ulusal düzlemli bir soru(n) olarak sadece “demokratik“ değil; ekonomi-politik içerikli bir sömürge sorunudur...
Bu sorunu, verili dinamikleriyle düzenin çözmesi mümkün ve muhtemel değildir.
AKP TAVRI
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın açılım için din adamlarından destek isteyip, yazarlarla buluşmasında gelmeyenlere sitem ederken tekrarlıyorum: “Kürt Meselesi“, sadece “demokratik bir düzenleme“ sorunu değildir; bu eksene de mahkûm edilemez...
Çünkü AKP, soru(n) çözmüyor. “Düzen içi düzenleme“yi devreye sokuyor...
“Düzen içi düzenleme“ dedim; konunun anlaşılması açısından buna bir örnek verelim:
“AKP, tek kelimelik bir değişiklikle Kürtçe propagandanın önünü açtı. Yasada yapılan değişiklikle ’seçim propagandalarında Türkçe'den başka dil ve yazı kullanılması yasaktır' ifadesi, ’Türkçe'nin kullanılması esastır' olarak değiştirilmesi“ buna bir örnektir!
Naklettiğim örnek, bir “düzen içi düzenleme“dir, AKP'nin tavrının ne anlama geldiğini çok net olarak sergiler.
Bu durumda Yaşar Kemal'in, gazetecilerin demokratik açılımla ilgili ısrarlı sorularına, “Hiçbir şey düşünmüyorum,“ diye yanıt verirken; Adalet Ağaoğlu'nun da, Başbakan'ın yazarlarla bir araya geldiği kahvaltılı toplantıya “sağlık durumu ve zaman darlığı“ nedeniyle katılmadığını ama “Gelebilecek durumda olsaydım da bu toplantıya katılmak istemezdim. Durum bende daha çok vitrine dayalı bir buluşma çağrısının yapılmış olduğu izlenimi uyandırmış bulunuyor,“ dediği koordinatlarda AKP'nin açılımının Leyla Zana'nın, “Kurtlar sofrasında herkes kendi Kürdünü yaratmak istiyor,“ vurgusunu yaptığı“Kürtsüz bir açılım“ yani bir “milli birlik projesi“ olduğu göz ardı edilmemelidir...
AKP'nin “açılım“ dediği şeyin “Ermeni“, “Roman“, “Alevi“ örneklerinde de ne olduğunu gördük, yaşadık...
Hatırlayın...
AKP'nin “Ermeni Açılımı“, Türkiye'de kaçak olarak çalışan onbinlerce Ermeni'nin sınır dışı edilmesi tehdidine; “Roman Açılımı“ herkesin gözü önünde mahallelerin yerle bir edildiği Sulukule ile linçe maruz bırakıldıkları Selendi'ye; “Alevi Açılımı“ da Ökkeş Şendinler'li trajediye kapı açtı...
AKP iktidarı için “Açılım“ sözcüğü galiba tam ters anlam ifade ediyor; AKP'nin sözlüğünde “açılım“, “kapanma“ anlamına geliyor...
“İyi de anayasa“ mı?
ANAYASA OYUNU
Anayasa tartışmaları “niçin“dir veya “Kürt Meselesi“ne ne getirip, götürür?
Bu soruya; “ama“sız, “fakat“sız net yanıt(lar) vermek gerek. Oysa, AKP'ye sevdalı liberallerle, “demokrasi“yi AKP'ye havale eden AB muhibbi neo-liberallerin bu konudaki yanıt(lar)ı, “ama“larla, “fakat“larla bezelidir...
Mesela Ahmet İnsel, “Her ne kadar 12 Eylül Anayasası, giriş bölümüyle, YÖK gibi kurumlarıyla, özgürlükleri tırpanlayan kalıp formülleriyle kanlı canlı biçimde yürürlükte kalmaya devam edecek olsa da, AKP'nin Meclis gündemine getirdiği Anayasa değişikliği paketinin demokratikleşme açısından kesinlikle kabul edilemez olduğunu söylemek için bağnazlık derecesinde iman sahibi olmak lazım,“ derken tam da bu hâlet-i ruhiyeyi sergiler...
Geçerken belirteyim; “12 Eylül darbesinin ardından cezaevinde işkencelere maruz kalan ülkücüler, anayasa paketine destek için deklarasyon yayımladı“ğına[10] göre, Ahmet İnsel'in, AKP patentli anayasa duyarlılığı karşılıksız kalmıyor demektir!
Yani “... ’Baba'erkil ülkede ’ana'yasa sorunu“[11] böyle hâllediliyor: eski ülkücü ve yeni neo-liberallerin AKP'ye verdikleri destekle...
Veya “Anayasa paketinin içerdiği bazı maddeler eleştirilebilir, daha demokratik olmaları talep edilebilir, ama çoğu değişikliğin 1982 Anayasası'ndan çok daha ileride ve olumlu olduğu yadsınamaz,“ diyen E. Fuat Keyman'ın “ehven-i şer“ciğiyle!
Ya da “Bu ülkede demokratik mevziler kolay kazanılmıyor. Anayasa'da yapılan en küçük değişimi bile önemsemeliyiz. Çok bedeller ödediğimiz demokratikleşme yolunda atılan bu adımlara ’üstten' bakan kesimlerin sağlıksız bir tutum içinde olduğunu düşünüyorum.
Bununa birlikte, bu Anayasa değişikliğinin bütün bu talepleri karşılayacak düzeyde olduğunu iddia ediyor da değilim. AK Parti'nin ’biz'im istediğimiz her şeyi yapacağı gibi gerçekçilikten uzak bir beklentimiz yok. Demokrasiyi AKP'ye bırakıp ’ilerici' geçinmek, ilginç bir paradoks,“ diyen Oral Çalışlar'ın gelgitleriyle...
Oysa “Anayasa değişikliğine, ’öncesinden ileridir, hükümet ne verirse faydalıdır' türünden bir pragmatizmle ikna olmak olanaksız. ’80 sonrası insan hakları, barış, demokrasi mücadelesinde ağır bedel ödeyenlere ’sol çocukluk' muamelesi anlaşılır gibi değil“ken;[12] E.H Carr'in söylediği gibi, “Bugün onlarca yıldır veya yüzyıllardır bildiğimiz ve sahip olduğumuz bir şeyi savunurmuşçasına, demokrasinin savunuculuğunu yapmak kendini kandırmaktır. Ve tamamen sahtedir... bunun ölçütü geleneksel kurumların varlığını devam ettirmesinde değil, iktidarın nerede bulunduğu ve nasıl kullanıldığı sorusunda aranmalıdır. Bu açıdan bakıldığında demokrasi, bir aşama sorunudur... Kitle demokrasisi zor ve bugüne kadar keşfedilmemiş bir alandır; demokrasiyi savunma değil, oluşturma ihtiyacından bahsedeceksek hedefe çok yakın olmalıyız ve çok daha inandırıcı bir sloganımız olmalı...“
Soru(n) buradadır ve budur!
Ayrıca geçerken anımsatalım: “87 yıllık Türkiye Cumhuriyeti'nde 23 kez oluşan mecliste 60 farklı hükümet görev almış ve Cumhuriyetin kuruluş anayasası olan 1924 Anayasası'ndan sonra 2 kez yeniden anayasa yapılmış. Bu 87 yıl içinde 3 kez asker darbe yapılmış ve parlamenter sisteme doğrudan veya dolaylı olarak müdahale edilmiş. Tesadüf bu ya (!) yeniden yapılan 2 anayasa da bu darbe dönemlerinde oluşturulan ve toplum iradesini temsil etmeyen meclisler tarafından hazırlanmış. Yani 87 yıllık Türkiye Cumhuriyeti'nde asker vesayeti olmadan, toplumun seçtiği bir parlamentonun yeni bir anayasa yaptığı görülmemiş.
Peki, darbe rejimleri neden yeni bir anayasa yapma gereği duymuş? Öyle ya anayasa dediğiniz; ’Bir devletin nasıl yönetileceğini belirleyen, kişi hak ve özgürlüklerini düzenleyen bir belgedir'. Cumhuriyetin ilk anayasası olan 1924 Anayasası'nda yer alan hangi hükümler yetersiz ya da fazla gelmiş de darbeciler yeni bir anayasa yaparak, devlet yönetimi ile kişi hak ve özgürlükleri konusunda yeni bir düzenleme yapma gereği duymuş?
Bunun yanıtı, darbelerin yapıldığı dönemlerde kapitalizmin içinde bulunduğu süreç ve Türkiye'nin bu süreçteki konumunda aranmalıdır. 1961 Anayasası'na vesile olan 27 Mayıs darbesi, Türkiye'nin II. Dünya Savaşı sonrası kapitalizmin yeniden yapılanan koşullarına uyum sancılarının yaşandığı bir süreçte gerçekleştirilmiştir. Ortaya çıkarttığı sonuçlar itibariyle baktığımızda 1961 Anayasası, devlete sosyal işlevler yükleyerek ve başta grevli toplusözleşme hakkı olmak üzere kişi hak ve özgürlüklerini geliştiren düzenlemeler yaparak Türkiye'nin kapitalizmin talep yönlü politikalarına uyumunu sağlamış ve sisteme uyum sancılarını sona erdirmiştir.
1982 Anayasası'na vesile olan 12 Eylül darbesi de özünde 27 Mayıs gibi kapitalizmin dönemsel koşullarına uyum sürecindeki sancıları sonlandırmaya yönelik olarak gerçekleştirilmiştir. Ancak bu kez uyulmaya çalışılan kapitalizm ’farklıdır'. Bu kapitalizmde devlet artık sosyal değil, piyasa devletidir. Diğer taraftan örgütlenme hakkı başta olmak üzere kişi hak ve özgürlüklerinin geliştirilmesi değil, olabildiğince kısıtlanması hedeflenmektedir. 12 Eylül darbesinin yarattığı baskı ortamı kapitalizmin Türkiye'den istediği uyumlaşmayı fiilen sağlamıştır. 1982 Anayasası da bu ortamı kalıcılaştıran bir belge olmuştur.
1982 Anayasası'nın üzerinden 28 yıl geçtikten sonra bugün yeni bir anayasa değil ama Anayasa'daki temel yaklaşımı değiştirecek bir düzenleme gündeme getirilmiştir. Bu kez söz konusu köklü değişimin gerçekleştirilmesine vesile olan bir askerî darbe yoktur. Değişimi yapmaya talip olan parlamenter sistem içinde seçimle iktidara gelmiş bir siyasi partidir. Dolayısıyla yapılmak istenen değişim ne kadar köklü de olsa Anayasayı değiştirme süreci en azından görüntü olarak bundan öncekilerden daha ’demokratik' bir ortamda gerçekleşmektedir.
Anayasa'da yapılmak istenen değişikleri içerik olarak ele aldığımızda özgürlükçü demokrasi anlayışını asla temsil etmese de liberal demokrasi anlayışına göre yapılanmış olan devlet aygıtı temelden dönüştürülmek istenmektedir. Ancak Anayasa'da yapılmak istenen değişiklikleri AKP'nin dünya görüşü ve benimsediği ekonomi politikalarıyla birlikte değerlendirdiğimizde hedeflenenin liberal düzene aykırı bir durum olmadığı görülecektir. AKP'nin tüm kurum ve kurallarıyla yerleştirmeye çalıştığı, liberalizmin en rafine hâli olan serbest piyasa düzenidir. Dolayısıyla AKP'nin derdi liberal demokrasinin liberal kısmı değil, demokrasi kısmıdır. Çünkü serbest piyasanın gereği olarak yapılmak istenen birçok düzenleme bırakınız özgürlükçü demokrasiyi, liberal demokrasi anlayışının bile kabullenemeyeceği boyuttadır. Bu nedenle serbest piyasanın gereği olarak getirilmek istenen pek çok düzenleme liberal demokrasi anlayışıyla yapılanmış olan yargıdan dönmektedir.
AKP'nin anayasa değişikliği projesinin gerisinde yatan işte demokrasinin hiçbir biçiminin kabullenemeyeceği kadar acımasız, vahşi bir düzendir. Elbette bu vahşetin en başta gelen muhatabı geniş emekçi kesimlerdir. Destekçisi ise AKP temsilcilerinin de her vesile ile belirttiği başta AB ve kapitalizme yön veren diğer ülke ve kurumlardır. Ulusal sermayenin temsilcilerinin de belki birkaç ufak itiraz dışında yapılmak istenen değişikliği destekleyeceğine kuşku yoktur. Zaten AKP, bu desteği arkasında hissetmese bu köklü değişimi göze alamaz ve kendisi için de riskli olan bu işe girişmezdi.
Sözün özü: Türkiye'de yapılan anayasaların arkasında daima bir darbe ile iktidarı ele geçirmiş olan askerîn vesayeti olmuştur. AKP, asker vesayeti olmadan yeni bir anayasa değil ama mevcut anayasal düzeni köklü biçimde değiştirecek bir düzenlemeye gitmektedir. Ancak, arkasında asker vesayeti olmaması, yapılmak istenen anayasa değişikliğinin demokratik bir biçimde gerçekleşeceği anlamına gelmez. Zira bu kez de yapılmak istenen anayasa değişikliğinin arkasında, kapitalizmin uluslararası kurumları ve sermaye vardır... Yani Türkiye'de anayasaların arkasındaki gerçek vesayet sahipleri hangi görünüm altında olursa olsun değişmemektedir. Emekçi sınıflar siyasal bir güç oluşturamadığı sürece herhangi değişim de beklenmemelidir.“[13]
Kaldı ki KESK Genel Başkanı Sami Evren, AKP'nin Anayasa değişikliği teklifine karşı çıkarak, değişiklik paketinde kamu çalışanlarına gerçek anlamda toplusözleşme hakkı tanınmadığını, grev hakkının tümüyle yasaklandığı vurgusuyla, “Grev hakkı olmadan taleplerimizi kabul ettirmemiz, gerçek anlamda pazarlık yapabilmemiz mümkün değil. Dahası, grev hakkımız yasaklanıyor. Bugün Anayasa'nın 90. maddesinden hareketle grev yapabiliyoruz. Anayasa paketinin kamu çalışanlarına yönelik hükümleri antidemokratiktir. Bunlara ’evet' dememiz mümkün değil,“ derken önemli bir gerçeği ifade etmektedir.
Aynı konuda AKP'nin anayasa paketini daha önceleri sert bir dille eleştiren Abdullah Öcalan da, “Demokratik anayasa şartı ile paket desteklenebilir,“[14] vurgusuyla AKP'nin hazırladığı taslağın desteklenmesinin tek şarta bağlı olduğunu belirtip, “Şart şudur; demokrasi ve insan hakları şartı. Bu şartın içinde öncelikli ve en önemli olarak yer alan husus demokratik anayasadır. Bunun yanında bir de çocukların durumu var. Terör yasası var, bu yasanın kaldırılması gerekiyor. Belediye başkanlarının, BDP kadrolarının tutuklanması var, KCK operasyonları kapsamında tutuklamalar var. Bütün bu tutuklananların serbest bırakılması gerekiyor. En önemli ve en genel başlık demokratik anayasadır. Bu şart çerçevesinde AKP'nin bu konuda samimi bir adım atacağına kanaat getiriliyorsa, bu anayasa taslağı desteklenebilir,“[15] demesiyse, AKP'den karşılıksız bir beklentidir; doğru bir tutum değildir; AKP “ilerletilemez“![16]
Unutulmasın Ayşen Candaş'ın, “Salt çoğunlukçu ve tepeden inmeci bir yöntemde ısrar edilmesi, 30 yıldır beklenen demokratikleşmenin daha baştan hastalıklı doğmasına sebep olabilir,“ uyarısındaki üzere “Anayasa değişikliği teklifi, demokratikleşme amaçlarından ve gereklerinden uzak, siyasal sistemde etkisi sınırlı ve belli bir amaç doğrultusunda dikkatle seçilmiş bir değişim amacı taşıyor...“[17]
Hepsi bu; ve bunda da Kürtlerin ulusal demokratik gerçekliğine kesin kez yer yok!
Ancak buna karşın Berzan Boti'nin, “AKP ile Kemalizm arasında sıkış(ma)mak“[18] bağlamında dikkat çektiği paradoksal düzlemde bir hayli moda olan AKP “kutsaması“; bunun böyle olduğunun görülmesini engellemektedir!
Örneğin Cihan Tuğal'ın, ABD'de yayımlanan ’Passive Revolution'[19] başlıklı kitabındaki ana fikre göre, AKP iktidarıyla Türkiye İslâmileşti ve burjuvazi daha da güçlendi...
Tuğal'ın söz konusu çalışması AKP iktidarını bir “pasif devrim“ olarak nitelerken; AKP'yi de şöyle özetliyor: “Kısmi bir İslâmileşmeye koşut olarak derin bir kapitalistleşme yaşamaktayız. Önümüzdeki paradoks şu ki, bu kapitalistleşmenin ana mimarı eski İslâmcılar. Üstelik bu kapitalistleşmeyi başka kimsenin yapamayacağı kadar halka benimsetmiş durumdalar.“
Dikkat edin; Türkiye'de İslâmcılık hakkında yeterli fikri olmadığını düşündüğüm, “moda olan AKP kutsaması“ dediğim şey de bu!
Kaldı ki İzzet Baysal Üniversitesi öğretim üyelerinden Dr. Fatih Yaşlı'nın, Türkiye'nin “özgün bir cepheleşme içinde“ tam bir egemenlik mücadelesine sahne olduğunun altını çizip, “Henüz kitlelerin değil, ama değerlerin, paradigmaların ve iki farklı rejim tasavvurunun mücadelesi anlamında bir iç savaş“ yaşandığını vurguladığı momentte; “İslâm algısını yeterince sorgulamadığı için, demokrasiyi unutup muhafazakâr kimliğini güçlendiren“[20] AKP'nin farkı, “demokratlığı“ değil; tam tersine otoriterliği pekiştirmesindedir.
KÜRTLERE YÖNELİK ŞİDDET
Buna kanıt Kürtlere yönelik şiddetin AKP eliyle ve “açılım“ söylenceleriyle yoğunlaştırılıp, yaygınlaştırılmasıdır...
Öne çıkan çarpıcı örneklerden kimileri hızla sıralıyorum...
* Öcalan'ın çağrısıyla Kuzey Irak'tan Türkiye'ye gelen 30 PKK'lının tümüne “yasadışı örgüt üyesi olmak“ suçlamasıyla dava açıldı!
* Kars'ta İdris Ağbaba adlı esnafa işyerinde yüksek sesle Kürtçe müzik dinlediği için, “Kabahatler Kanunu“ uyarınca ceza kesildi!
* BDP'li Siirt Belediye Başkanı Selim Sadak, bir gazeteye verdiği demeçte “Kürdistan“ ifadesini kullandığı gerekçesiyle “örgüt propagandası yapmak“ suçundan 1 yıl hapse mahkûm oldu!
* “Terör örgütünün propagandasını yaptığı“ ve “suçu ve suçluyu övdüğü“ iddialarıyla hakkında açılan 5 ayrı davanın duruşmalarına katılarak ifade veren kapatılan DTP'nin Genel Başkanı Ahmet Türk'e hâkim, “Sizce PKK silahlı bir terör örgütü müdür“ diye sordu!
* Abdullah Öcalan'ın çağrısı üzerine 2009 yılının 19 Ekim'de Irak'taki Kandil Dağı ve Mahmur Kampı'ndan gelen PKK'lılardan 17'si, Öcalan için ’sayın' ifadesini kullandıkları gerekçesiyle haklarında açılan davada hâkim karşısına çıktı!
* Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi Azadiya Welat Gazetesi Yazıişleri Müdürü Mehdi Tanrıkulu'nun Kürtçe savunma yapmak istemesini “susma hakkını kullanmak“ olarak değerlendirdi. Mahkeme Tanrıkulu'nun tutuklamasına karar verdi!
* Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi, BDP İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel'in “suçu ve suçluyu övdüğü“ iddiasıyla yargılandığı davada, ifadesinin alınması için yeniden “günsüz olarak zorla hazır edilmesi“ kararı verdi!
* Irak'ın kuzeyindeki Kandil ve Mahmur kamplarından gelen grupta yer alan Lütfü Taş, Şanlıurfa'da yaptığı bir konuşmadan dolayı 10 ay hapis cezasına çarptırıldı!
* Ankara Cumhuriyet Savcılığı Mehmet Salih Erşari hakkında hazırladığı iddianamede, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın “Kürt açılımı“nı duyurduğu Meclis kürsüsünde adını andığı sanatçı Ahmet Kaya'nın fotoğrafı suç delili saydı!
* DTP'nin kapatılmasını protesto gösterilerinde iki kişinin öldürülmesiyle ilgili davayı izleyen Ahmet Türk'e saldırıldı!
* Kürtçe şarkı nedeniyle başlayan bir kavgada Emrah Gezer adlı vatandaşı öldürmekle suçlanan Özel Harekâtçı Polis Memuru Serkan Akbulut ve ağabeyi Levent Akbulut'un polis sorgusunda “polis dayanışması“ gördükleri ortaya çıktı!
* 19 Nisan 2010 tarihinde şehir merkezinde kalabalık bir ülkücü grubun saldırısını esnafın yardımıyla hafif yaralarla atlatan Süleyman Demirel Üniversitesi Mimar ve Mühendislik Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğrencisi Yusuf Okçu'nun ardından, 20 Nisan 2010 günü akşam saatlerinde ise iktisat bölümü birinci sınıf öğrencisi Barış İldemir adlı Diyarbakırlı bir öğrenci linç edilmek istendi... Demir ve tahtalarla, 70-80 kişilik bir grubun saldırısına uğrayan İldemir, o sırada slogan atarak otogarda öğrenci arayan ülkücü bir grubun saldırısına maruz kaldı. ’Kürtler vatana küfretti ve bayrak yaktı' şeklinde bir söylentinin yayılarak ateşlendiği öğrenilen olayda yaralanan İldemir, Isparta Devlet Hastanesi'nde tedavi altına alındı!
* Çukurca İlçesi BDP'li Belediye Başkanı Mehmet Kanar, 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde 8 bin 957 olan ilçenin nüfusunun şu an 5 bin 946'ya düştüğünü söyledi... Belediye Başkanı Mehmet Kanar'ın iddiasına göre, nüfus kayıtları silinen bu kişiler Çukurca 20'inci Sınır Jandarma Komutanlığındaki askerî personel. Kanar, “Yapılan bu uygulamayı belediyemize karşı siyasi bir amaç olarak değerlendiriyorum. İlçemizin nüfusu 8 bin 957'den bu yıl 5 bin 945'e düşünce belediyemize gelen hisse de düştü. Bu da 30 bin lira paranın düşmesi demektir. Çukurca gibi küçük bir ilçe için 30 bin lira çok büyük bir paradır. Biz bu parayla her türlü çalışmalarımızı yapabiliyorduk. Altyapı olsun, su olsun, vatandaşlara hizmet veriyorduk. Konu ile ilgili avukat tutup mahkemeye başvurucağız. Ayrıca özel bir şirket çağırıp ilçemizin nüfusunu yeniden saydıracağız,“ dedi!
* Kimliği belirsiz kişi ya da kişiler tarafından Batman BDP il binası kapısının altından içeriye 9 milimetre çapında MKE menşeli kurşun bırakıldı. İl Başkanı Saadet Becerikli, kaygılarının arttığını söyledi!
* BDP, 2009 yılında başlatılan operasyonlarda gözaltına alınan ve tutuklanan 1483 partili, belediye başkanı, yönetici ve üyelerinin serbest bırakılması istedi!
Gerçekten de Emine Ayna'nın, Türkiye'deki “süreci“ değerlendirirken, “12 Eylül darbesinde bu kadar çocuk tutuklu değildi. Bu siyasi darbedir. İçişleri Bakanlığı, polis tarafından gerçekleşen bir siyasi darbedir. DTP kapatıldı, bu bir siyasi darbedir... Uygulanan faşizmdir. Ne yazık ki öyledir. Demokrasi ve barış kelimeleri ile faşizm uygulanmaktadır. Açılım diyerek darbe gerçekleşiyor, kötü olan bu,“ diye tarif ettiği tablo bu!
Hani kapatılan DTP'nin lideri Ahmet Türk'e Samsun'da saldırı birçok ilde protesto edilirken, Hakkâri'de bir anne ile oğlun dramında da “insanlık yerlerde sürüklendi“ denilebilecek bir tablo sözünü ettiğimiz...
Hatırlayın: Ahmet Türk'e yapılan saldırıları kınamak için Hakkâri'de BDP tarafından yapılan basın açıklamasının ardından Cumhuriyet Caddesi üzerinde olaylar çıktı. Bu sırada okuldan döndüğü belirtilen ve eski Hakkâri Belediye Başkanı Kazım Kurt'un 14 yaşındaki oğlu Hatip Kurt, polisler tarafından gözaltına alındı. Annesi Güllü Kurt'un tüm çabalarına rağmen polisin gözaltına aldığı Hatip Kurt, daha sonra yaralandığı için hastaneye götürüldü.
Beş çocuk annesi Güllü Kurt, “Çocuğum Hatip Kurt okuldan dönüyordu. Ben de kendisini almak için gittim. O sırada olaylar çıktı. Bir baktım çocuğumu polisler almışlar. Çocuğumu kurtarmak için polise yalvardım, ancak vermediler. Beni ve çocuğumu hastaneye getirdiler. Yine hastaneye getirilişimizde bile beni tartaklayıp hakaret ettiler. Çocuğum şu anda hastanede tedavi görüyor“ dediği tablo...
Görülmesi gerek: 2002 tarihinde OHAL'in kaldırılmasından sonra AKP hükümeti polis teşkilâtını Kürdistan'da güç yapabilmek için yeniden yapılandırdı. Sayısı ve yetkileri arttırılan, özel timlerle takviye edilen polis teşkilâtı, yapılandırma programı ile birlikte Bölge'nin en güçlü ve nüfuzlu devlet birimi hâline geldi. 400 bini aşan mensubuyla “teşkilât“, Kürdistan'da işkence yapıyor, yargısız infazlara imza atıyor, bebek-yaşlı ayrımı gözetmeden katliamlar gerçekleştiriyor, panzerlerle insan eziyor, özellikle çocuk infazlarıyla dikkat çekiyor. Kürdistan'ın yeni polis-kontrası JİTEM'i aratmıyor.
Kürdistan'da dört temel ayak üzerinde yeniden yapılandırılan polis teşkilâtı, böylece devletin bölgedeki en etkili mücadele ayağı hâline getirildi. Ancak bu ayak inşa edilir edilmez bir ölüm makinesine dönüştü. İşte 18 aylık bebek ile 78 yaşındaki yaşlıyı ayrım gözetmeden katleden polisin yaygın ve sistematik uygulamalardan birkaç örnek daha:
21 Kasım 2004 Mardin'in Kızıltepe ilçesinde 12 yaşındaki Uğur Kaymaz ve babasını katledildi. Polis Kaymaz'ın minik bedenine tam 13 kurşun sıktı, ardından da Kaymaz'ı terörist ilan etti.
Mart 2006 Diyarbakır'da kitle gösterilerine acımasızca müdahale eden polis toplam 6 çocuk katletti. 78 yaşındaki Halit Söğüt de hayatını kaybedenler arasında yer aldı.
16 Şubat 2008 Şırnak'ta Öcalan'ın Türkiye'ye getirilmesinin yıldönümünde protesto gösterisi yapan gruba saldıran polis, 16 yaşındaki Yahya Menekşe'yi panzerle ezerek katletti.
Mart 2008 Hakkari'de polis kameraların önünde 15 yaşındaki C.E'nin kolunu kırdı, C.E daha sonra polise mukavemetten tutuklandı.
Nisan 2009 Hakkari'de DTP'ye yönelik operasyonları protesto eden gruba müdahale eden özel tim mensubu polisler, 14 yaşındaki Seyfi Turan'a elindeki silahla sürekli vurdu. Çocuk ağır yaralandı.
9 Ekim 2009 Şırnak'ın Cizre İlçesi'nde 18 aylık bebek Mehmet Uytun, gösteriye polisin müdahalesi sırasında atılan gaz bombasının kafasına çarpması sonucu hayatını kaybetti.
Nisan 2010 Hakkari'de Ahmet Türk'e yapılan saldırıyı protesto etmek amacıyla yapılan basın açıklamasının ardından Hakkari Belediye Başkanı Kazım Kurt'un oğlu 14 yaşındaki Hatip Kurt annesi ile birlikte sürükleyerek gözaltına alındı.
Aralık 2009 Van'da 50 bin kişinin yaptığı gösteriye vahşice müdahale eden polis dakikalarca yaşlı kadınları copladı.
Evet AKP hükümeti döneminde adım adım yeniden yapılandırılarak Türkiye'nin en etkili, istihbarat ağı en geniş birimi hâline getirilen polis teşkilâtı, gün geçmiyor ki hak ihlâlleri ile gündeme gelmesin. Polisi bu kadar acımasız hâle getirilmesin yetiştirildiği eğitim sisteminden kaynaklanıyor. Tüm polisler, hem polis okulunda iken hem de polislik görevini yürütürken Polis Akademiside hazırlanan eğitim müfredatına göre eğitiliyorlar. Bu akademilerde her bir polis adayı Türk-İslâm sentezinden geçiriliyor, ırkçı görüşlerle donatılıyor.[21]
Bu kadarı yeter değil mi?
LİBERALLER, NEO- LİBERAL “SOLCU“LAR
Tam da bu tabloda liberaller ile neo- liberal “solcu“lar ne diyor, ne yapıyorlar mı?
Örneğin 7 Aralık 2009 tarihli ’Taraf' gazetesinin manşetini, “PKK iki halkın da düşmanı“ diye atıyorlar...
“Ergenekon at, PKK tut,“[22] demogojik manipülasyonlarına sarılıyorlar...
“... ’Devletin değiştiği ama Kürt kimliği hareketinin değişmediği' tezi, tartışılması gereken bir tez,“ vurgusuyla Oral Çalışlar ekliyor: “Ortaya çıkan bilgi ve belgeler, Öcalan'la devlet görevlileri arasında İmralı'da değişik temaslar ve pazarlıklar yapıldığını gösteriyor“!
Sonra da “AKP de, BDP de aynaya bir kez daha bakmalı ve ’Açılım'ın önünün nasıl açılacağına kafa yormalı. Zira bugüne kadar izledikleri yolla, her ikisi de ’Açılım'ın önüne açmaktan ziyade tıkadılar,“ diyen Cengiz Çandar “akıl“ veriyor!
Bejan Matur da, “BDP, Seçmenine Anlatabilir mi?“ tehdidiyle; “Türkiye'nin ana gündemi ’ayrılık değil demokratik açılım'ın kararlılıkla devam ettirilmesi olmalıdır,“ diyor!
Şivan Perver ise, Berlin'de Dünya Kültürler Evi'ndeki konserinde barış, birlik ve beraberlik mesajı verirken, “Türkiye'deki açılım müthiş bir şey. Tayyip Erdoğan ve hükümete teşekkür ederim, açılım yapmaya çalışıyorlar. Kürtlerle Türklerin yakınlaşması, birbirlerini tanımaları ve kabul etmeleri gerekiyor,“ diye haykırıyor!
Ya “diyalog“cu Müslümanlar mı? Onlardan birisi, Altan Tan da, “Gelinen bu noktada ’Açılım' durmuştur denilebilir. Kürtler yapılanları çok az ve yetersiz görerek Hükümete güvenmemekte; Türkler ise ’Ülke bölünüyor, parçalanıyor' endişesine kapılmış bulunmaktadır... Asker, ’silahlar susmadan demokratikleşme olmaz', PKK ise ’demokratikleşme olmadan silahlar bırakılmaz' diyerek çözümü kilitliyor,“ diyerek -ve dolayısıyla da AKP'yi aklayarak- “suret-i hak“tan görünüyor...
Nihayet Diyarbakır'da BDP öncülüğünde düzenlenen ’Uluslararası Müzakere ve Çözüm Deneyimleri' başlıklı konferansın sonuç bildirisinde geçmişle yüzleşmenin sorunun çözümünü sanıldığından daha fazla kolaylaştırdığı vurgulanarak, “PKK da dahil Kürt siyasi hareketinin, geçmişi tartışmaya açarak yeniden değerlendirmesi“ önerildi!
Öneriye bakın ve Nâzım Hikmet'in, “Annelerin ninnilerinden/ spikerin okuduğu habere kadar/ yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı/ anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık/ anlamak gideni ve gelmekte olanı,“ dizelerini haykırın...
BDP VE İÇ SORU(N)LAR
91 sivil toplum örgütünün “açılım çözümü“ne dair umutların azaldığı belirtilip, belediye başkanlarının tutuklanması eleştirildiği ortak açıklamasını okuyan Diyarbakır Baro Başkanı Avukat Emin Aktar, “Umutlarımızın ve siyasetin de çıkmaza sürüklendiği bir atmosferi yaşamaktayız. Çözüm konusunda herkesin sağduyulu bir duyarlılıkla sesinin ve çabasının ortaklaşması gerekliliğine inanıyoruz,“ derken; Amerika'nın Sesi Radyosu'nun Kürtçe yayımında konuşan BDP Grup Başkanı Nuri Yaman, Kürt sorununun çözümü için AKP'nin hazırladığı açılımla ilgili hiçbir projenin ortaya konulmadığını belirtip, “AKP, bize ’sabır' diyor. Nereye kadar sabredeceğiz? Şu ana kadar bir adım attıkları görmedik. Attıkları adımlar partimize yönelik baskı ve tutuklamalar oldu,“ diye ekledi...
Bu tabloda BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş da, Kürtlerin 87 yıl sonra kendi anadiliyle, kendi yönetimi'ni yaşamaya kararlı olduğu vurgusuyla, AKP ve ABD'nin bunun karşısında duramayacağını açıklarken; yine BDP milletvekili Sebahat Tuncel de ekliyor: “PKK sorunun nedeni değil sonucudur. Sorun çözüldüğünde PKK da sorun olmaktan çıkacaktır... Kürt halkının dil, kimlik ve kültürel hakları güvence altına alınmazsa PKK silah bıraksa bile Kürt halkı haklarından vazgeçmez...“
BDP'de öne çıkan görüngü bu olsa da iç soru(n)lar da yok denemez...
Örneğin anayasa değişiklik teklifiyle ilgili olarak öneride bulunmalarına rağmen görmemezlikten gelindiklerini söyleyen BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, AKP'yi eleştirip, “Kimse BDP'yi, AKP'nin kuyruğu, koltuk değneği hâline getiremez,“ dese de; BDP İstanbul Milletvekili Ufuk Uras da, “Paketin 330'un altında kalması, Ergenekon'un zaferi olur,“ derken, “kabul“ oyu ihtiyacı olması durumunda parti kararını bir kenara bırakarak oylamalara katılacağı mesajını veriyor.
Ufuk Uras, “Ben parti grubunun ’oylamalara katılmayalım' yönündeki eğilimine uyuyorum ama bir risk görürsem, oylamalara katılmama kararımı gözden geçiririm. Bir yandan da AK Parti'den de taleplerimizle ilgili bir jest bekliyorum,“ şeklinde konuştu.
BDP Urfa Milletvekili İbrahim Bilici, “Oylamalarda 330'un altında kalınmasından aklıselim hiç kimse mutlu olmaz.“ derken, Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan da, “Acil kan ihtiyacı olduğu zaman devreye gireriz,“ saptamasıyla koroya katıldı.
Yine Ufuk Uras'ın, “Hükümetle müzakere hâlindeyiz,“ dediği kesitte; bir gazetedeki haber de şöyledir: “Hükümet, parti kapatmayı zorlaştıran sekizinci maddenin 330'un altında kalma ihtimali üzerine yardım istedi. BDP'li beş milletvekili ’evet' oyu verdi“!
Oysa BDP Eşbaşkanı Gültan Kışanak'ın, Meclis'te görüşmeleri süren Anayasa teklifine hiçbir şekilde destek olmayacaklarını söylediği...
BDP Eş Başkanı Selahatin Demirtaş'ın da, anayasa değişikleriyle ilgili bu hâliyle hükümete destek vermeyeceklerini açıklayıp, “Ne AKP'nin yeşil statükosuna ne de CHP ile MHP'nin kara statükosuna mecburuz“ dediği...
BDP Grup Başkanvekili Bengi Yıldız'ın ise, anayasa değişikliği konusunda AKP ile “gizli pazarlık“ yaptıkları iddiasının doğru olmadığını ve AKP'nin önerilerini dikkate almadığını belirtip, “Gizli pazarlık yok“ diye eklediği...
Ya da BDP'de bazı milletvekillerinin anayasa değişikliği paketine destek verebilecekleri açıklamanın, parti yönetimince sahiplenilmediği; Grup Başkan Vekili Bengi Yıldız'ın, “Bu, arkadaşlarımızın kişisel düşünceleri. Parti grubu olarak böyle bir kararımız yok. Bugüne kadar nasıl görüşlerimizi söyleyerek dışarı çıkmışsak aynı tavrımız devam ediyor,“ dediği... hâlde BDP ortak bir tutum sergileyemedi; bir çok alanda olduğu gibi...
A. Öcalan faktörünün verili süreçteki etkinliğinin giderek gerilediği gidişatta Saad Muhyu da, “Öcalan'ın ’çözüm şartları' Ankara tarafından kabul edilmeyecektir. Çözüm yakın olmasa da Kürtlerle Türkler yepyeni bir sürece girdi,“[23] diye ekliyor.
Bunda elbette ABD emperyalizmi ile Kuzey Irak denilen Güney Kürdistan'daki[24] durumun rolü çok büyük... (Burada, “Kartalı vuran kendi tüyünden yapılmış oktur,“ diyen Amerikan Yerli Atasözü anımsanmalı!)
Hüseyin Abdül Hüseyin'in, “Yıllar boyu Saddam'ın zulmüne ve kanlı bir iç savaşa göğüs geren Iraklı Kürtler artık... bağımsızlık emelinden vazgeçip demokrasinin tadını çıkarmaya başladı,“[25] diye betimlediği tabloya ilişkin olarak da Gareth Stansfield ekliyor: “ABD'nin Irak'taki siyasi gelişmenin rayında gitmesi konusunda Kürt desteğine ihtiyacı var. Kürtlerin bir yandan ABD çıkarlarına bağlılıklarını sürdürürken kalıcı gerçeklikler yaratıp yaratamayacağını izlemek ilginç olacak...“[26]
“ÇÖZÜM“ MÜ?
Durum, “girift“tir; kısa vadeli “kolaycı“ çözümler mevcut değildir!
Yaşanan oncasının ardından çok şey öğrendik; yaşayarak daha da öğreneceğiz; Thomas Carlyle'nin, “Hiçbir şey yapmamış olan, hiçbir şey öğrenmemiştir,“ sözündeki üzere...
Bu bağlamda soru(n) esasında “Kürt Meselesi“ değil, “Türk Meselesi“dir.
Türklerin mutlu ve özgür olması yani kurtuluşu; Kürtlerin mutlu ve özgür olmasıyla yani kurtuluşuyla mümkündür.
Kürtleri ezen her politika, Türk(iye) emekçilerine yönelik bir balyozdur...
Şimdi Türk(iye) emekçilerinin kendini sorgulayacağı bir kesitin önünü açmak, tarihle, kendimizle hesaplaşmak zorundayız Rosa Luxemburg'u da anımsayarak...[27]
Kolay mı? “Sokrates, ’sorgulanmamış yaşam yaşanmaya değmez' diyor asırlar öncesinden... Sorgulanmalı, yaşam sorgulanmalı; nasıl yaşamak istediğimize karar vermeli, olumsuzu yakalamalı, eleştirmeyi öğrenmeli; eleştiriye tahammül etmeyi ve ’iyi' için çalışmayı...
Yüzleşmek demek, tedirginlik demektir. Çünkü insanın bütün dikkatini kendi iç dünyasına, daha önce farkına varamadığı bir yöne çevirmesidir.“[28]
O hâlde şimdi zulme maruz bırakılmışları Spinoza'nın, “Her şey kendi varlığı içinde sürekliliğini korumaya çalışır,“ ya da Duran Kalkan'ın, “Şimdiye kadar siyasi, askerî, ideolojik her alandaki mücadelemiz tek hedefi, siyasi diyalogla çözüm bulma doğrultusundaydı. Şimdi bunu söyleyemeyeceğiz. Hedefimiz değişiyor. Kendimiz kendi demokrasimizi inşa ederek, demokratik toplum örgütlülüğünü geliştirerek kendi çözümümüzü kendi özgücümüzle sağlayacağız,“[29] uyarısı temelinde kavramalıyız, anlamalı ve Türklere anlatmalı, kavratmalıyız...
Yoksa...
Yoksa çok geç olmakla kalmayıp, bir Balkanizasyon barbarlığı kapımızı çalabilecektir...
Bunu engellemenin biricik yolu ise, Tek-el'in bize öğrettiğini büyütmek ve toplumsallaştırmaktır...
Yani Kürt-Türk ve diğer emekçilerin hiçbir “devlet açılımı“nın kapsayamayacağı, tüm düzen partilerinin “demokratikleşebilme“ kapasitesini aşan, bütün kültürel hakları kolektif temelde, “ama“sız, “fakat“sız benimseyen, sokaktaki, hayat içerisindeki emek temelli kardeşleşme gereğini anımsamaktır...
Ya da yüzümüzü Nâzım Hikmet'in, Onlar ki toprakta karınca,/ suda balık,/ havada kuş kadar/ çokturlar;/ korkak,/ cesur,/ cahil,/ hâkîm/ ve çocukturlar/ ve kahreden/ yaratan ki onlardır,/ destanımızda yalnız onların maceraları vardır.
Onlar ki uyup hainin iğvâsına/ sancaklarını elden yere düşürürler/ ve düşmanı meydanda koyup/ kaçarlar evlerine/ ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler/ ve yeşil bir ağaç gibi gülen/ ve merasimsiz ağlayan/ ve ana avrat küfreden onlardır,/ destanımızda yalnız onların maceraları vardır.
Demir,/ kömür/ ve şeker/ ve kırmızı bakır/ ve mensucat/ ve sevda ve zulüm ve hayat/ ve bilcümle sanayi kollarının/ ve gökyüzü/ ve sahra/ ve mavi okyanus/ ve kederli nehir yollarının,/ sürülmüş toprağın ve nehirlerin bahtı/ bir şafak vakti değişmiş olur,/ bir şafak vakti karanlığın kenarından/ onlar ağır ellerini toprağa basıp/ doğruldukları zaman.
En bilgin aynalara/ en renkli şekilleri aksettiren onlardır./ Asırda onlar yendi, onlar yenildi.
Çok söz edildi onlara dair/ ve onlar için:/ zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,/ denildi,“ diye anlattığı “Onlar“a dönmektir...
Veya yıllardır; 11 Kasım 1877'de idamı öncesinde, “Mezardaki sessizliğimiz, hayattaki konuşmalarımızdan daha etkili olacaktır,“ diye haykıran Chicagolu August Spies'ın kararlılığıyla; asla geri adım atmadan; 2007-2008-2009'daki gibi biriktire, biriktire yolu(muzu) kalabalıklara açarak yani her santimetre karesinin diyetini ödeye ödeye aldığımız 2010 Taksim'ine tekrar nasıl çıkıldığını anımsamaktır...
2 Mayıs 2010 21:54:51, Ankara.
N O T L A R
[*] 9 Mayıs 2010 tarihinde Hollanda'nın Den Haag kentinde düzenlenen İbrahim Kaypakkaya anmasında yapılan konuşma... 15 Mayıs 2010 tarihinde Avusturya'nın Linz kentinde düzenlenen İbrahim Kaypakkaya anmasında yapılan konuşma... Newroz, Yıl:4, No:131, 13 Mayıs 2010...
[1] “Doğru söz insana hoş gelmez.“ (Kürt Atasözü.)
[2] Demokratik Haklar Federasyonu'nun “Ulusal Sorun-Kürt Sorunu Sempozyumu (Tarihsel-Kuramsal Kökleri, Emperyalizmin Rolü, Güncel Durum, Proleter Tutum)“ başlığıyla 27-28 Haziran 2009'da Ankara'da düzenlediği toplantının “Tarihsel Kürt Ulusal Sorunu, Kemalizm, Liberalizm“ başlıklı ikinci oturumunda yapılan konuşma...
[3] 28 Kasım 2009 tarihinde Hamburg'da Avrupa Demokratik Haklar Federasyonu ile Avrupa Türkiyeli İşçiler Federasyonu'nun düzenlediği “Kürt Açılımı ve Ergenekon“ başlıklı panelde yapılan konuşma... 29 Kasım 2009 tarihinde Hanover'de Avrupa Türkiyeli İşçiler Federasyonu'nun düzenlediği “Kürt Açılımı ve Ergenekon“ başlıklı panelde yapılan konuşma... Kaldıraç, No:106, Aralık 2009...
[4] 9 Ocak 2010 tarihinde Ankara Özgür Üniversite'de “Açılım Kapanı“ başlıklı Konferans'da yapılan konuşma... Demokrasi ve Özgürlük, No:3, Şubat 2010...
[5] 10 Nisan 2010 tarihinde Dicle Üniversitesi Felsefe Kulübü ile Sosyal Bilimler Kulübü'nün Diyarbakır'da düzenlediği “Oryantalizm ve Oryantalist Bakış Açısı“ başlıklı panelde yapılan konuşma...
[6] 23 Nisan 2010 tarihinde Devrimci Demokrasi gazetesinin Diyarbakır'da düzenlediği “Kürt Ulusal Sorunu ve Medya“ başlıklı panelde yapılan konuşma...
[7] Cüneyt Ülsever, “Açmadan Solan Güle Açılım Diyorlar“, Hürriyet, 21 Nisan 2010, s.21.
[8] Namık Kemal Dinç, “Kadim Anavatandan Bir İnkâr Coğrafyasına Kürdistan“, Toplum ve Kuram, No:2, Güz 2009, s.151-174.
[9] Deniz Kavukçuoğlu, “Türkiye'de Kürtler: Sayısal Veriler“, Cumhuriyet, 6 Eylül 2009, s.15.
[10] Vahit Yazgan, “Darbe Mağduru Ülkücülerden Ortak Deklarasyon: Reformu Destekliyoruz“, Zaman, 11 Nisan 2010, s.14.
[11] Korkmaz İlkorur, “... ’Baba'erkil Ülkede ’Ana'yasa Sorunu...“, Radikal, 30 Mart 2010, s.4.
[12] Nimet Tanrıkulu, “Demokratik Anayasa Talebi“, Radikal İki, 11 Nisan 2010, s.8.
[13] Özgür Müftüoğlu, “Kimin Anayasası?“, Evrensel, 26 Mart 2010, s.4.
[14] “Öcalan: Demokratik Anayasa Şartı İle Paket Desteklenebilir“, Yorum, 24-30 Nisan 2010, s.6.
[15] “Öcalan Pazarlık Kapısını Açık Bıraktı“, Cumhuriyet, 24 Nisan 2010, s.4.
[16] Geçerken ekleyeyim: “BDP Eşbaşkanları'ndan Selahattin Demirtaş, AKP'nin hazırladığı Anayasa değişikliği konusunda ’Milliyet'ten Devrim Sevimay'a dikkat çekici saptamalar içeren cevaplar verdi Bu saptamalarının belki de en ilginç kısmını, ’liberaller' olarak tanımlanan çevrelere yönelik eleştiriler oluşturuyordu.
Sevimay, Demitaş'a ’kim bu çevreler' diye soruyor ve şu cevabı alıyor: ’Bu çevreler sonuçta AKP'ye yakın duran ve BDP'yi de kendi durdukları yerde görmek isteyen dostlarımızdır ki ben onların kişisel duruşlarına saygı duyarım, fakat BDP'nin bir parti olduğunu unutuyorlar.'
Demirtaş bu çevreleri değerlendirirken şunları da ilave ediyor: ’... Bu bahsettiğim liberal çevre öyle bir çevre ki aslında güçlü bir siyasi akımları yok, güçlü partileri yok, tabanları yok (...) liberalleri anlayabilirim, belki çaresizlikten kaynaklı AKP'ye bu kadar yakın durabilirler, ama biz çaresiz değiliz (...) Keşke onlara yakın duracaklarına bize yakın dursalar da bize güç verseler, biz de AKP'yi biraz daha sürükleyebilsek, biraz daha itebilsek, biraz daha değiştirebilsek'...“ (Oral Çalışlar, “Demirtaş'ın ’Liberaller'e Yaklaşımı“, Radikal, 13 Nisan 2010, s.11.)
[17] Neval Oğan Balkız, “Demokratikleşme ve Anayasa Üzerine“, Radikal, 17 Nisan 2010, s.21.
[18] Berzan Boti, “AKP ile Kemalizm Arasında Sıkış(ma)mak“, Newroz, Yıl:4, No:127, 8 Nisan 2010, s.3.
[19] Cihan Tugal, Passive Revolution-Absorbing the İslamic Challenge to Capitalism, 2009.
[20] E. Fuat Keyman, “Asker, Yargı, Hükümet“, Radikal İki, 14 Mart 2010, s.1-4.
[21] Mehmet Diyar, “JİTEM Gitti ’Teşkilât' Geldi“, ANF, 25 Nisan 2010.
[22] Hüseyin Gülerce, “Ergenekon At, PKK Tut“, Zaman, 22 Nisan 2010, s.27.
[23] Saad Muhyu, “Kürtlerle Yeni Süreç Başladı“, Haliç, 10 Ağustos 2009.
[24] Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun Türkiye davetini ’memnuniyetle' kabul eden Irak'taki Kürt Bölgesel Yönetimi'nin lideri Mesud Barzani'nin önümüzdeki günlerde Ankara'ya gelmesi beklenirken, ’çalışma ziyareti' formatındaki ziyarette Başbakan Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'le de görüşebileceği kaydedildi. Barzani ile özellikle ABD'nin katılımıyla PKK'ya karşı oluşturulan üçlü mekanizma ele alınacak. Türkiye'nin PKK'nın Irak yapılanmasını tümüyle eritmek için Barzani'yle ’yeni bir plan' üzerinde anlaşmak istediği belirtiliyor. PKK'yla mücadeleye harcanan paraların Irak'ta sosyal yapıyı güçlendirilmekte kullanılabileceğini aktaran diplomatlar, “Barzani'den tam güvence almalıyız“ dedi. (“Barzani'ye PKK'ya Karşı ’Yeni Plan'...“, Radikal, 1 Mayıs 2010, s.9.)
[25] Hüseyin Abdül Hüseyin, “Iraklı Kürtler Araplara Demokrasi Dersi Veriyor“, The National, 31 Ocak 2010.
[26] Gareth Stansfield, “ABD Desteği Iraklı Kürtleri Rahatlatacak“, The Independent, 7 Ocak 2010.
[27] “... ’Ulusların hakkı' formülü sosyalistlerin milliyet sorunundaki konumlarını haklı göstermeye yetmiyorsa; birincisi, her verili örneğin çok çeşitli tarihsel koşullarını (mekân ve zaman) dikkate almayıp global çaptaki genel gelişmeleri değerlendirememesi, ikincisi, modern sosyalizmin temel kuramını (toplumsal sınıflar kuramı) bütünüyle gözardı etmesinden ötürüdür.
’Ulusların kendi yazgılarını belirleme hakkı'ndan söz ettiğimizde, türdeş bir toplumsal ve politik varlık olarak ’ulus' kavramını kullanıyoruz. Oysa ’ulus' kavramı burjuva ideolojisinin kategorilerinden birisidir ki; Marksist kuram bu ideolojiyi köklü bir biçimde gözden geçirmiş, ’yurttaşların özgürlüğü', ’yasa önünde eşitlik', vb. gibi bulanık peçelerle her örnekte tarihsel içeriklerin ne kadar gizlendiğini göstermiştir.
Sınıflı bir toplumda türdeş bir sosyo-politik varlık olarak ’ulus' yoktur. Tersine, her ulus içinde, uzlaşmaz çıkarları ve ’hakları' olan sınıflar vardır. En kaba maddi ilişkilerden en ince ahlâki ilişkilere kadar, mülk sahibi sınıflarla sınıf bilinçli proletaryanın aynı tutumu takındıkları, pekişmiş bir ’ulusal' varlık gibi göründükleri, harfi harfine tek bir toplum alanı değildir sözü edilen.
Ekonomik ilişkiler alanında, burjuva sınıfları sömürünün, proletarya emeğin çıkarlarını temsil eder. Hukuksal ilişkiler alanında, burjuva toplumunun köşe taşı özel mülkiyet iken, proletaryanın çıkarı mülksüz insanların mülkün egemenliğinden kurtulmasını gerektirir. Adalet alanında, burjuva toplumu sınıf ’adaletini, besililerin ve egemenlerin adaletini temsil ederken, proletarya merhametin bireyler üzerindeki toplumsal etkilerinin dikkate alınmasını savunur.“ (Rosa Luxemburg, Ulusal Sorun-Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı ve Özerklik, Belge Yay., çev: Osman Akınhay, 2010, s.132-133.)
[28] A. Hicri İzgören, “Yüzleşemediğimiz Şeylerin Bir Dehşet Yanı Vardır“, Günlük, 22 Nisan 2010, s.15.
[29] “Hedefimiz Değişiyor“, Yorum, 24-30 Nisan 2010, s.7.
çok uzun, çok 'hoş' bir yazı ama sonuç?: "hoş konuştun - moş kon