Bir kadının haykırışı:
Öcalan; Kürt kadını şahsında Kürt halkından Öc-alıyor.
Öcalan; yazılarında ve son avukat görüşmelerindeki notlarında hep kadınlara tecavüzden söz ediyor ve kadınların tavır almasını istiyor. Bu konuda bir kadının bize gönderdiği yazıyı Bir KADIN HAYKIRIŞI olarak yayınlınlıyoruz ve yayınlanaması isteğini yerine getiriyoruz. gerçeklerin İzinde rumuzuyla yazılan yazı olduğu gibi aşağıda veriyoruz
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü yaklaşıyor...
Ve yaklaştıkça bu gün, yüreğimdeki hiç dinmeyen sızı büyüdükçe büyüyor. Ruhumu ezip duran ve beni bir gölge gibi her an takip eden tüm o kötü anılar canlanıp bir bir dikiliyor karşıma. Unutmak için neredeyse insanüstü bir çaba harcamama rağmen bir türlü unutamadığım onca kabusu yeniden yaşamaya başlıyorum. İçimde saklı tuttuğum çıglıklar beni nefessiz bırakıyor. Dermansızım. Zifiri karanlıkların ortasında bir parça, sadece bir parça ışık hüzmesi arıyorum ama bulamıyorum... Dışarda amansız bir rüzgar ortalığı kasıp kavuruyorken, hep sonbahar mevsimini yaşayan yüreğimde ise fırtınalar esiyor. Gözyaşlarım yağmur gibi yureğime süzülüp duruyor, durduramıyorum.
Bir kadın olarak doğdum, büyüdüm, yaşlanıyorum ama aslını sorarsanız, hiç yaşamadım ben, birçokları gibi...
Onca ararken bir parça ışığı, içimde bir şimşek çakıyor. Yüreğim dile geliyor. Anlat diyor, anlat. Anlat ki, gerçekler karanlıkta kalmasın. Bilinsin ve hiç ama hiç unutulmasın. Bir gün hesabı sorulsun yüzlerce kadına ve sana yaşatılanların. Ve şuna yürekten inanıyorum ki, bir gün ama bir gün mutlaka sorulacak tüm bunların hesabı. Akıtılan onca kanın, dökülen onca gözyaşının, yarım kalan o güzel hayallerin, harcanan onca gencecik kadın yaşamının hesabı sorulacak. Mutlaka ama mutlaka sorulacak. Bu nedenledir ki ilk kez yazmaya başlıyorum bu konuda. Bundan sonra da bazen yazmaya çalışacağım...
Oysa mücadele saflarına akın akın gelen onca genç kadın, ne hayallerle, ne umutlarla, ne büyük bir inançla ve çoskuyla çıkmışlardı yola. Bir masal alemine yol alır gibiydiler. Kaf dağına ulaşmak ve ardındaki gizemlere erişmek istiyorlardi. Anka kuşuyla yol alırmışcasına uçar gibi çıkıyorlardı Kurdistan dağlarının yüceliklerine. Ölümse hiç bir şeydi onlar için. Çünkü korkusuzdular, hesapsızdılar. Masal alemindeki “develer tellal iken, pireler berber iken...“ misali, bu yolda karşılaştıkları develeri, öküzleri, domuzları, yılanları başta peri ya da melek sandılar.
Öc-alan'ı ise Alattin'in sihirli lambasındaki her dileği yerine getiren iyi kalpli cin sandılar. Kadınların en yakın dostu bildiler. Tanrı katına yerleştirdiler. Işığa-ateşe uçusan ama yanıp küle dönüşen kelebekler gibi pervane oldular etrafında. Uğruna kendini yakacak kadar değerli sandılar. Ulaşılmaz, erişilmez, tüm iyi erdemleri, tüm güzellikleri kendisinde toplamış biri bildiler. Ona adeta taptılar. Ya da kimileri onun tek ve koşulsuz-şartsız güc olduğunu gördü ve bu güce sığındı, ona dayanarak güç ve iktidar olmaya çalıştı...
Oysa bilmiyorlardi ki, o masal alemindeki gibi kötü bir erkek-cadıydı, sinsi, karanlık yüzlü bir büyücüydü, insan eti yiyen bir devdi, ateşler saçıp insanları yok eden kötü bir ejderhaydı, öcüydü, ecinniydi, kabustu, öc-alandı...
Oysa o, utanmasa kendisini tanrı ilan edecekti ama buna cesaret edemediğinden kendisine sadece peygamber demekle yetiniyordu. Bazen Isa, bazen Muhammed, bazen Musa, bazen de Maniydi. Karanlıklara gömülmüş lanetli bir halka ateşi getiren Prometheustu o. Zerdüşttü. Kahraman Hectordu, Aliydi, Hasandi, Huseyindi. Bu liste öyle uzayıp gider. Ona göre Lenin, Marks gibileri beş para etmezdi. Onca bilinmeyenin sırrını keşfeden bilim insanlari neydi ki onun karşısında? O, aklıyla, gücüyle bu dünyanın sınırlarını çoktan aşmıştı. Bu çağın değil gelecek çağların insanıydı aslında. Yanlış çağda doğmuştu o. Bu yüzden anlaşılmazdı, erişilmezdi. Güneşti, aydı, gökyüzüydü, gökkuşağıydı, okyanustu, altındı, gümüştü, mücevherdi. Güzel olan, iyi olan tek şeydi o. Değeri hiçbir şeyle ölçülemezdi. Herkes yanlış ama o mutlak doğruydu. Şehitlerin toplamıydı. Halkının ve insanlığın gururuydu, tek umuduydu, tek şansıydı...
Keşke, keşke ama keşke öyle olsaydı. Yürekten isterdim... Keşke mazlum Kürt halkı böylesi değerli bir öncüye, öndere sahip olsaydı. Keşke yiğit Kürt kadınları hesapsız-kitapsız bir erkek yoldaşa kavuşmuş olsalardı. Keşke uğruna ölünecek kadar değerli, onurlu olsaydı. Keşke uğruna ölümlere gidenlere, yaşamını gözünü bile kırpmadan feda edenlere, kendisini yakıp küle dönüştürenlere, patlatıp yüzlerce parçaya bölenlere layık olabilseydi...
Oysa o onursuz, riyakar, yalancı, tecavüzcü, tacizci, kalleş, egoist, duygusuz, acımasız, zalim, hasta ruhlu... Kelimeler yetmiyor onu tanımlamaya, anlatmaya. Belki de onu tanımlamaya yetecek bir kelime, yeterli olabilecek bir anlatım yok daha... Ne kadar yazılıp-çizilse de yetmiyor-yetmeyecek gibi...
Neyse asıl kadına olan yaklaşımını biraz da olsa anlatmak istiyorum bu yazımda:
Yaşanmamışlıkların haddi-hesabının olmadığı bir yaşamdan geliyordu. Bu yüzden gözü doymak nadir bilmiyordu hiçbir konuda. Hiçbir şeyle yetinmesini bilmiyor, her şeyin çok daha fazlasını istiyordu... Kendisine hak görüyordu...
En güzel, hatta saray gibi evlerde yaşıyordu. Top oynayabilmek ve spor yapabilmek için bu evlerin bahçelerinin olması şarttı. Her gün çokça hile yaptığı ve faulu kendisinin doğal hakkı gördüğü voleybol ya da futbol maçları esnasında etrafındakı kızlara küfür edip aşağılamaktan zevk alırdı. Kadınlarla yüzebilmesi için evlerin mutlaka havuzu olmalıydı. Yine kadınlarla birlikte girebilmek için jakuzili banyoları tercih ederdi. Her gün birkaç kez bir yada birkaç kadına birden masaj yaptırmak en büyük zevkiydi. Vücudu en güzel kremlerle ovulmalı ve ustalıkla masaj yapılmalıydı. Masaj yapmasını bilmeyenin vay haline. Her türlü hakaret ve küfürdü karşılığı. En pahalı parfümleri kullanmalı, en kaliteli ve güzel giysileri, ayakkabıları giymeliydi. En kaliteli kalemlerle yazmalıydı. En değerli taşlardan yapılma tespihleri çekmeliydi. Bu tespihler ağir olmalıydı. Ağir olsundu ki, bir kadının başına bu tespihle vurduğunda ağrıtsın da gününü görsündü biraz. Dolapları bu eşyalarla dolup-taşıyordu. Bir arkadaşa küçük bir eşyasını vermeyi en büyük lütuf olarak görürdü ki bunu çok seyrek yapardı. Hatta bazen bir arkadaşa bir kazak vermişse, daha sonra o kazağı o arkadaşın üstünde görse “Nerden aldın onu, niye giydin, çabuk çıkar“ deyişine çok rastlamışımdır. “Iğneyle kuyu kazarak bu günlere geldik“ dese de, aslında gözünün yağını bile vermezdi kimseye. Bir iğneyi bile çok görürdü. Yatağı geniş, konforlu, yastık ve yorganı kuş tüyünden olmalıydı. Her gün düzenli olarak duş almalıydı. Hatta her spor yaptıktan sonra da duş almalıydı. Spor yapmanın yanısıra, çok yediği için hiç erimeyen ve hep nedense kaşıyıp durduğu göbeğini eritmek için bir de koşu bandı almıştı kendine ama göbeği yine de erimedi, taa ki Imralı'ya gidene kadar.
Oysa onun yoldaşım dedikleri dağlarda taşları yastık, gökyüzünü yorgan bilip uyuyorlardı. Günlerce, aylarca yıkanamıyor, bitlerle, her türlü hastalıkla cebelleşiyorlardı. Elbiseleri-ayakkabıları yırtık-pırtıktı.... Saatlerce, günlerce yürümekten dizlerinde derman kalmıyordu. Oysa onun içi hiç ama hiç sızlamıyordu....
Bu güzel evlerde haremler kurmustu kendine... En güzel, en zeki kızlar(sarışınıyla, esmeriyle, uzun boylusuyla, minyon tiplisiyle, okumuşuyla, okumamışıyla, 13-14 yaşındakinden 20-30 yaşındakilere kadar ama güzel olmak şartıyla) hep etrafında olmalı ve ona her açıdan hizmet etmeliydiler. Ona göre tüm Kurt kadınları dilsizdi o, dillerini açıyordu. Kördüler, Türk filmlerindeki gibi aniden gözlerini O açtırıyordu. Akılsızdılar, cahildiler, aptaldılar, salaktılar O akıl veriyordu. Çirkindiler, güzelleştiriyordu. Köleydiler, özgürleştiriyordu. Zavallıydılar, güçlendiriyordu. Küfür, hakaret ediyordu ki sağlamlaşsınlar. Tokatlayıp-yumrukluyordu ki, çelikleşsinler. Ayaklarını-çoraplarını, iç çamasırlarını yıkatıyordu ki, küçük burjuva gururlari kırılsın. Taciz-tecavuz ediyordu ki, karılığın getirdiği kölelikten sıyrılsınlar ve özgürleşsinler.
Hep şu masalları anlatıp dururdu. Tekrar tekrar, bıktırana kadar. Tüm erkekler kötüydü, tek iyi erkek oydu. Tüm erkekler kadınları kullanmak için sözde severlerdi ama gerçekten seven bir oydu. Kendisini sevmeyen halkını, ülkesini, cinsini sevmiyor demekti. Aşık olunacak, sevilecek tek kişi kendisiydi. Evli olanlar eşlerini bırakmalı, nişanlı olanlar nişanlılarından ayrılmalı, sevgilisiyle gelenler hemen onları terk etmeliydiler. Ferman buydu. Kadınlar onundu, bir tek onun. Yanına aldığı her kadın kendisini ona sınırsızca sunmalıydı. Hele yanına aldığı kadınlar bir başka erkeğe yan gözle bile bakacak olsalar vay hallerine. Ölümlerden ölüm beğensinlerdi artık. Nice kadın sadece seviyor diye yoğunlaşma, kendini çözme adına hapislere atılmadı mı, hakaretlere uğratılmadı mı, onlarca kişinin karşısına çıkarılıp onuru-gururu ayaklar altına alınıp adeta manevi olarak recm edilmedi mi? Kimsenin yüzüne bakamaz duruma getirilmedi mi? İntaharvari eylemlere sürüklenmedi mi? Kaçmaya zorlanmadı mı? Yani onca kadın manevi olarak, ruhen onun tarafından katledilmedi mi? Tecavüz kültürü diyor şimdi –ki Kürt kadın hareketi de onun perspektifleri ışığında tecavüz kültürüyle mücadele kampanyasi baslatıyor 8 Mart tarihinde- ama o bunca kadına ruhen, fiziken tecavüz etmedi mi? Tecavüz kültürüyle mücadeleyse eğer kampanya, bilinmeli ki gelmiş geçmiş en büyük tecavüzcü, tacizci, sapık, piskopat odur. Önce onunla mücadele edilmelidir.
Adıyaman'da Medine adlı bir kızın ailesi tarafından diri diri toprağa gömülmesinden bahsediyor son 'ayetlerinde'. Bundan bahsettikçe adeta çıldıracak gibi oluyor, çığlıklar atmak istiyorum. Sokaklara çıkıp bağıra-çağıra onun gerçeğini haykırmak istiyorum. Oysa o yüzlerce masum Kürt kadınını önce ruhen katledip sonra taş altı etmedi mi, ettirmedi mi? Kimisini işkencelerden geçirtti –ki bilinen en meşhur işkencecileri de Rıza Altun ve Filo diye tanınan şahıstır-, kimisini kurşuna dizdirdi, kimisini boğdurttu, kimisini asit kuyularına attırdı. Yüzlerce kadın, bilinmeyen mekanlarda toprak altında 'mechul kadınlar' olarak yatıyor ve hesaplarının sorulmasını bekliyorlar. Onların tek suçu ya bu yanlışlarş reddetmek, bu haksızlıklara karşı çıkmak, ya da sadece sevmekti... Bunlar suç sayılırsa eğer...
Bunlardan birisi Dilan'dı. Gerçek adını ne yazık ki bilmiyorum. Siverekliydi. Zazaydı. Kıvırcık saçlı, ela gözlü, bebek yüzlü, minyon tipli, hiperaktif, yaşam dolu birisiydi. Çok güzel bir sesi vardı. Bize hep türküler söylerdi. Yanılmıyorsam 1989 katılımlıydı. Bir ara Istanbul'da Ilhan Çiftçi ve CaferYıldırım onlarla beraber faaliyet yürütmüştü. Amed de gerillacılık yapmıştı. Sadece onu eleştirdiği, karşı çıktığı için sorguya alındı, işkencelerden geçirildi, ajan, bozguncu ilan edildi ve sonra katledildi.
1993 yılında, Lübnan'da. Hiç unutmuyorum, bir grup kadın arkadaşla birlikteydik ve 21 Mart günüydü, Newroz, yani halkımızın diriliş bayramı. O gün şunu söyledi bana hitaben ve bir mesaj olarak; “Evet! Dilan'dan geriye bir dişleri kalmıştır şimdi.“ Beynimden vurulmuşa döndüm. Düşecek gibi oldum. Dilan belirdi karşımda, o güzel gülümseyişiyle. Demek ki sadece dişleri kalmışsa geriye kimbilir nasıl katledilmişti. Acaba asit kuyusuna mı atılmıştı? Bilemiyorum ama yıllar geçse de hiç aklımdan çıkmadı Dilan. Ben O'nu hiç unutmadım. O yüreğime gömülü ve bir gün hesabı sorulacak.
Bazı isimler daha verecek olursam eğer, Ararat (Guneybatı Kurdistanlı) karşı karşıya kaldığı çirkin yaklaşımlar nedeniyle çıldırdı, dağa gönderildi ve yürümüyor, bilinçli yapıyor, ajandır denilerek kurşuna dizildi, onun talimatıyla. Rojin Mardin (Suryani, bir kolu yoktu), birisini seviyor diye (Ebubekir denen o ırz düşmanını, ki ona hiç dokunulmadı) katledildi. Birçoğu ise kaçtı. Onun yanında kalan kadınlardan mücadele saflarında çok azı kaldı. Bazıları bu acı gerçeği içlerine gömüp sessizce ölüme gittiler dağlarda (isim vermek istemiyorum), bazılarıysa artık buna dayanamayıp ayrıldılar örgütten(isim vermek istemiyorum).
Yine ne yazık ki binlerce kadın, dağlarda en zor koşullarda onun adına, ona inanarak, ona güvenerek direniyor ama onun ne büyük bir riyakar ve kalleş olduğunu bilmeden...
Dağdaki sözde yoldasları bir parça ekmek bile bulamazken, açlıktan takatsız-dermansız kalırken o en güzel yemekleri yemeliydi her zaman. Bir kuş sütü eksik olurdu sofrasından. Yemek yapmasını bilmeyen kadınlara “Bir devrimci kadın her şeyin en güzelini yapmasını öğrenmelidir. Yemeğin de en güzelini yapmalıdır“ gibi uyduruk bir teoriyle en güzel yemekleri yaptırır ve doymak nedir bilmezdi. Öylesine oburdu ve öyle bir yemek yiyişi vardı ki, midem bulanır ve iştahım kapanırdı her seferinde...
Oysa yoldaşım dedikleri dağlarda bir parça ekmek bulamıyor, açlıktan bir deri-bir kemik kalıyor, bir parça ekmek bulduklarında da paylaşıyorlardı. Çay varsa şeker yoktu. Şeker varsa çay yoktu. Et varsa ekmek yoktu. Ekmek varsa yemek yoktu. Yağda kızarmıs salça onlar için en bulunmaz yemekken, bilmiyorlardi ki O, hindileri, tavukları, kebapları, salataları, çorbaları, tatlıları, pastaları, meyveleri, çerezleri sırasıyla götürüyor. Hatta çok yemekten mide ağrısı çekiyor. Yapabilse Romalılar gibi kendisini kusturup yine yemeğe devam edecek. Kardesi Osman da bu açıdan ona çekmiş sanırım, ailecekler böyle herhalde...
Evet! Bunca yaptıklari özellikle de sözde şu anda öncü olan, konsey olanlarca bilinmiyor mu? Tabii ki çok iyi biliniyor ama onlar da iradesizleştirildikleri, onca sindirildikleri ve adete O'nun deyimiyle karılaştırıldıkları için seslerini o varken çıkarmadılar ve şimdi de çıkaramıyorlar. Onun yarattığı bu kalleşliğe, riyaya dayalı sistemi devam ettiriyorlar. Gerçekleri bilseler de ona yağ çekmeye devam ediyorlar. En çok da bu yüzden affedemiyorum onları ve çok ama çok öfkeliyim. Çünkü O'nun bu yaptıklarının ortaklarıdırlar. Bildiği halde bilmemezlikten gelmek, balçığı güneş gibi göstermeye çalışmak en büyük kişiliksizliktir bence. Böylesine kişiliksizleşenlerden de her şey ama her şey beklenir ki onlar da nice kadını, kendilerine benzeyen erkekleşmiş kadınlarla birlikte taş altı ettiler. Bunun da hesabı sorulacaktır mutlaka bir gün...
Bir de Öc-alan'in Kesire'ye bunca tepkisi-kini neden diye düşünüp-dururdum hep. Anladım ki bu konuda zaafı var. Bence Kesire karşısında hep bir aşağılık duygusunu yaşadı. Kesire bence özünde bir kadın olarak hiçbir zaman ona teslim olmadı. Kesire'ye güç getiremedi, boyun eğdiremedi ve Kesire'den intikam almak icin kadınlara böyle yaklaştı, onları böyle kullandı. Şunu demek istiyor; ben hangi sınıftan, aileden, çevreden gelirse gelsin her kıza sahip olabilirim. Kesire'den intikamını böyle alıyor. Ama bir de şunu bir türlü anlayamadım ki, Kesire niye bu konularda hiç ama hiç konuşmuyor. Tarihe, halka, hele kadınlara karşı sorumluluğu var. Nasıl bu kadar duyarsız ve vicdansız olabiliyor? Bunca acı yasamış bircok kadın hep Kesire Hanım'in bir gün konuşmasını, savunma yapmasını çok istedi, bekledi. Çünkü onlar anlatınca, ya da anlatmak istediklerinde fazla kimse inanmayabiliyor ama O anlatsa inanılır. Çünkü onun özel bir yeri vardı. Umarım bir gün bu sorumluluğunu hatırlar, toprak altında yatan onca masum kadın, ruhen tüketilip bir başka biçimiyle öldürülen ya da çıldırtılan onca kadının çığlığını duyar ve konuşur... Keşke ama keşke konuşsa... Bunu yürekten istiyor ve bekliyorum.
Bir de hep der ya “Kürdistan'ı, ülkemizi, yurdumuzu karılaştırmak istiyorlar, ona tecavüz ediyorlar.“ Aslında O, onca kadına tecavüz ederek, onları taciz ederek, bunca işkence çektirerek tüm Kürt kadınlarından ve onların şahsında Kürt halkından öc alıyor. Öc-alan, kadınlar şahsında Kürt halkından öc-alıyor.
Bitirirken, şuna inanıyorum ki, er ya da geç tüm bu gerçekler herkesçe görülecek, bilinecek ve hesabı sorulacak. Onca yiğit kadının hesabı sorulacak elbet bir gün.
Ben yaşayamadım ama umarım mutluluk her zaman siz tüm bu yazıyı okuyanların yanıbaşında olsun... Önünüz aydınlık olsun.
Tüm kadınların 8 Mart gününü şimdiden kutluyorum...
Selam ve saygılarımla.
Rumuz:Gerçeklerin İzinde
Re: Öcalan; Kürt kadını şahsında Kürt halkından Öc-alıyor.