Kuzey Kürdistan Kürt ulusal hareketlerinin tümünün geleneksel politik argümanları; Bağımsızlık veya reformizm üzerine kuruludur. Bu günkü kategorize adı ile “Bağımsızlıkçılık” veya “Ara Çözümcülük”! Gündelik politize dil şekli ile “Kürdistancılık ve Türkiyecilik”!
Hal böyle, lakin sorun orta yerde duruyor. Yani Kürdistan bağımsızlık özlemlerinin hala gerçekler dünyasında “yeri yok”! Ara çözümcülerin ise kısmen demokratik kimliksel kültürel “kazanımları” ile gerçekleşen avunabilecekleri oluşmuş birçok ara modelleri var.
Fakat yaşanan dönemde fikirlerden birinin yani ara Çözümlerin “gerçekleşiyor” oluşu, Bağımsızlık düşüncelerinin “başarısızlığı” bu iki fikir savunucusundan herhangi birini doğrulamaz. Mesele pratikte gelişen ve öne çıkan olgu değildir. Mesele; Kürdistan sorununun çözümüne dair istemsel siyasal duruşun ne olması gerektiği üzerine kuruludur. Bu konuda da reformist söylemleri olanlar ile bağımsızlıkçılar daima Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesine dair politik reçetelerinde hep karşı karşıya gelmiştir.
Kuzey Kürdistan öne çıkan iki görüşün en popüler ve güncel olanı Reformizm adına A. Öcalan (asıl teorisyeni Kemal Burkay’ı bir kenara bırakırsak) ve Bağımsızlıkçı çizgi adına ise daha çok ünlü teorisyen aydınlarımızdan Doç. Dr. İsmail Beşikci görünür.
İsmail Beşikci Hoca Kürdistan sorununu özet olarak şu belirlemeler ile ele alır;
“Kürd/Kürdistan sorununun temelinde, Kürdlerin, Kürdistan’ın 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması yatar. Kürdistan’ın ve Kürd ulusunun siyasal statüsü sorunu, Yakın Doğu’nun en önemli sorunudur. Kürdistan’ın, Kürt ulusunun; beş parçaya bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması, sürekli kendini üreten derinleştiren bir olgudur.
20. yüzyıl boyunca dayanışma ve ittifak dâhilinde, dünyada anti-Kürd uluslararası nizam oluşturulmuş, Kürd ulusunun varlığı inkâr edilmiştir. Kürtlerin ulusal ve demokratik hakları için mücadeleleri “terörle” eşdeğer olarak anılması anti-Kürt nizamın bir sonucudur.
Gelinen aşamada Kürd Sorunu’nu; “etnisite sorunu”, “azınlık sorunu”, “Türkiye’de, Kürdlerin bireysel haklarını elde edeceği demokrasi sorunu!” vs. şeklinde tanımlamak yanlıştır. Somut olgu (Kürdistan Sorunu) ile uyuşmayan bu yanlış tanımlama, çözüm sorununa da doğru yaklaşımı, sağlıklı önermeleri yapmayı engellemektedir.
Kürdistan Sorunu, bir ulus ve ülkenin, soykırım hedefinden çıkarılması, sömürge konumundan kurtarılması, parçalanmışlığının telafi edilerek, dünya milletlerinin yaşadığı eşit koşullara erişmesi, özgürleşmesi –bir bağımsız devlet olma- sorunudur.
Kırk yedi üyeli Avrupa Konseyi’ne bağlı dört devlet Andora, Liechtenstein, San Marino ve Monako’nun nüfuslarının kırk ile elli bin arası ve Birleşmiş Milletler üyesi oldukları fakat elli milyonluk bir Kürt nüfusun uluslararası düzeyde hiç bir statüsü yok. ‘Bu nasıl oluyor? Sorusunu, kendimize sormamız gerekmez mi?
1920’lerden itibaren oluşturulan uluslararası güç koalisyonunun anlaşılması gerektiğini söylüyorum. Kürtlere küçücük bir statü bile verilmeden oluşturulmuş bir statüko var. 1920’lerde Kürdistan üçüncü defa bölünüp paylaşıldı. İlk bölünme 16. yüzyılda, Şah İsmail’le Yavuz Sultan Selim arasındaki savaşta oldu. İkincisi İran Kürdistan’ının Kuzey kesimlerinin 19. yüzyılın ilk çeyreğinde İran-Rus savaşları sonunda Rusya’nın denetimine geçmesiyle yaşandı. Son otuz yıllık savaşta da aşiretler bölündü, aileler bölündü. Bir kardeşin korucu, diğerinin gerilla olduğunu görüyoruz. Demek ki bir ulus, tarihinde belirli bir dönemde bölünmenin ve paylaşılmanın hedefi olduğu zaman, bu, durmadan kendini üreten bir durum yaratır. Eğer sen sürekli bölünme, parçalanma ve paylaşılmanın hedefi oluyorsan, sende bir zaaf vardır. Düşman güçler bu zaaftan yararlanıyor. Kürtler bunun bilincine varmalı. Niye adımız sadece “terör” denince anılıyor? Kürtler bunu düşünmeli.”*İBV notları.
A. Öcalan ise, Kürdistan sorununu özet olarak şu belirlemeler ile ele alır;
“İnsanlığın komünal yaşam tarihini ve değerlerini yok saymak konusunda hiçbir teori ulus devlet miti kadar ileri gitmemiştir. Çünkü ulus devlet varlığını toplumun inkârı üzerine kurmuştur. Toplum var oluşu gereği komünal bir öze sahiptir. Ulus devlet komünal tüm birikim ve değerleri yok etme operasyonu olarak var olmuştur. Bu nedenle de bugün ulus devlet karşısında alternatif örgütlenme demokratik uluslaşmadır, diyoruz.
Ülke gerçekliğimizde demokratik ulus çözümünü iki yönlü ele almak mümkündür. Birincisi Kürt sorununun çözümüne dönük olarak Kürdistan toplumunun kendi çözümü; ikincisi ise Türkiye’de demokrasi sorununun çözümüne dönük olarak tüm demokrasi güçlerinin çözümüdür. İkisi de birbiriyle bağlantılı olup birbirlerinin çözüm zeminini güçlendirdiği gibi, çözüm perspektifleri de aynı anlayışa, yani demokratik ulusçözümüne dayanır.
Demokratik ulus özünde radikal demokrasinin hayat bulmasıdır. Radikal demokrasi sadece bir bölge için uygulanamaz. Bu anlamda Demokratik Ulus sınırlara dokunmadan, tüm ülke geneli için istenirken, hatta evrensel bir çözüm tarzı olarak addedilirken, ‘Özgür Kürdistan’ ifadesini de Kürt sorununun Demokratik Özerklik sisteminde çözüme kavuşturulabileceği şeklinde algılamak gerekir. Burada söz konusu olan, salt bir bölge tarifi yapmak değil, çözüm kapsamında Kürtlerin demokratik siyasi statüsünü tarif etmektir.
Özgür Kürdistan denilince alışılageldiği gibi bir devlet çağrışımı, sınırları çizilmiş bir bölge algısı gelişmediği halde, devlet dışında bir sistemi tanımamış olanlar bu ifadeyi de devlet veya bölge iktidarı şeklinde anlayabilmektedirler.
Kürdistan adının bir coğrafyayı tarif ettiği doğrudur. Ki, ilk kez Selçuklu Hükümdarı Sultan Sancar tarafından Kürtlerin yaşadığı coğrafyayı tarif etmede kullanıldığı bilinmektedir. Kürdistan Kürtlerin, Ermenilerin, Süryanilerin, Keldanilerin vs halkların vatanıdır. Kürtler yoğunluklu olarak yine aynı coğrafyada yaşamaktadır, ancak kurucuları arasında oldukları Türkiye Cumhuriyeti sınırlarını ‘ortak vatan’ olarak görmektedirler. Ortak vatan ilkesi tüm parçalar için geçerli olduğu gibi tüm dünyada demokratik ulus anlayışının bir ifadesi olarak evrensellik taşıdığı belirtilebilir. Coğrafi sınırlar çizmek, onun üzerinde bir iktidar kurup egemen olmaya kalkmak devletçi zihniyetin yansımasıdır. Demokratik Ulus felsefesi bu anlayışı reddeder.
Kürdistan adı kültürel, tarihi ve coğrafik bir temele sahiptir. Sadece Türkiye sınırları içinde değil Irak, İran ve Suriye dahilinde en son Lozan Antlaşması’yla dörde bölünmüş bir ülke gerçekliği söz konusudur. Dolayısıyla anlaşılması gereken odur ki Kürdistan kuzeyiyle güneyiyle, doğusuyla batısıyla var olan bir ülkedir. Var olmasını da soykırım rejimlerine karşı öz direnişiyle sağlamıştır. Devletlerin sınırları içinde kalması, yok sayılması ya da tersinden ayrıştırılıp devlet kurma gerekçesi yapılması anlamına gelmez. Unutmamak gerekir ki egemen devletlerin Kürtlerin statüsünü tanımaması, çatışmaların asıl kaynağıdır. Kürdistan’ın güneyinde bugün federal bir statü oluşmuş durumdadır. Buradan hareketle ‘Türkiye’de de aynı şekilde sınırları çizilmiş bir özerk bölge mi isteniyor?’ sorusu akla gelebilmektedir. Öncelikle belirtmek gerekir ki devletçi federalist yaklaşım tarzı, küresel hegemonyacılığın bir uzantısı olmaktan öteye anlam taşımaz. Demokratik çözüm anlayışı bunu esas almaz. Bunun yerine, Kürtler her parçada demokratik özerk statüleriyle, Güneydeki federe yönetimle demokratik uzlaşıyı esas alıp kendi birliğini oluşturur. Yaşadıkları devlet sınırlarını da sorun yapmayıp devlet artı demokrasi formülüyle statü ve haklarının anayasal güvenceye alınması temelinde devlet hukuklarını da tanır. Burada demokratik çözümün esas olduğu devlet artı demokrasi formülünün hayat bulmasında bir kriter ve yol ayrımı karşımıza çıkmaktadır.
İsmail Beşikçi yazısında kırk milyon Kürt var, Kürtlerin de bir devletinin olması gerektiğini söylüyor. Olaya devletçi yaklaşıyor. Anlıyorum onu, İyi niyetlidir, dürüsttür. Devlet istemelisiniz mesajını veriyor. Ama benim ne demek istediğimi tam anlamıyor. Devlet halklara özgürlük getirmez.”*Serxebun notları.
PYK (Platforma Yekîtiya Kurdistan) olarak bizlerin öngördüğü çizgi, İsmail Hoca’nın benimsediği çizginin bir benzeridir;
“ PYK, Kürt ve Kürdistan sorununu ayrı ele alır. Türkiye ve dünyanın diğer bölgelerinde azınlık konumunda bulunan Kürtlerin diğer özgür ülke halkları gibi özgürlüğünü hukuki-siyasi bir statü tayin ederek kullanabilme iradesine sahip olması gerekir. PYK, Kuzey Kürdistan’da Kürtlerin milli haklarının karşılanması doğrultusunda gelişecek her türlü demokratik gelişmeyi destekler. Kürdistan bölgelerinde geliştirilecek federasyon, özerklik vb. siyasi ara çözüm modellerine karşı olmamakla birlikte milletlerin evrensel hakkı olan Ulusların Kendi Geleceğini Belirleme Hakkını Kürdistan’ın Bağımsızlığı temelinde savunur.”
A. Öcalan (PKK) bilindiği gibi geçmişte bizler ile benzer düşüncelere sahipti. Fakat herkesin bildiği şekli ile görüşlerini ve düşüncelerini zamanla değiştirdi. A. Öcalan’ın Kürdistan/ Kürd Sorunu için teorik argümanlarının özeti adı ister “demokratik ulus”, “demokratik cumhuriyet” veya “demokratik özerklik” hukuku şeklinde her ne çözüm geliştirmiş olsa da aslında bu çözümler bizlerin “Ara Çözümler” dediğimiz türden çözüm önerileridir. Gerçekte Kürd ve Kürdistan sorunu için çözüm önerisinde reformist çözümler ile yetinmedir.
Fakat A. Öcalan’ın yaptığı “teorik” argümanların da bilimsel bir yanı yoktur. Pragmatisttir. A. Öcalan Kürdistan sorunun hal olamadığı güçler dengesi içinde bölgede gelişme koşulları bulan reformist sürecin teorisini bir yerde inşa etmiştir. Onun teorik argümanında kullandığı kavramlarını ele alarak konuya açıklık getirelim.
İnsanlığın evriminde “Komünal Yaşam” tarihsel olarak hipotez bir öngörüdür. Bu hipotez kesinlikle yaşanmış bilinen bir olgudur, anlamında değildir. Tahmini bir varsayımdır. Bu nedenle Komünal kavramı sosyolojik tarih sorgulamalarında bir hipotez kategorisidir. “Komünal Yaşam”, öngörü olarak da tarihin belli bir döneminin tanıtımında özellikle Marksistlerce kullanılmıştır.
Fakat bu kavram sosyal yapıları incelemede objektif tarihi bir sosyal olgu olarak ele alınamaz. Bu kavramdan hareketle günümüzün Kapitalist “Ulus Devleti” hukuki olgusu da açıklanamaz. Bir an için Komünal Yaşam denilen kategoriyi sosyal bir kategori olarak kabul etsek bile hem “Komünal” olan hem de “Ulusal” olan kavramların her ikisi de zaten eskidir; arkaiktir. Yani her ikisi de tarihi bir olgudur zaten. Fakat bir farkla, biri yok olmuş, diğeri yaşanılandır. Yok, olmuş olan “Komünal” olandır. Yaşanan ise “Ulusal” olandır. Sorun “Ulusal” olanda yaşanılan gerçekler üzerindedir.
Ezen ulus devleti tarafından kültürel olarak yok edilmeye çalışılan bir etnik topluluktansa ulusal sorun oluşur. Ezilen ulus topraklarında yaşadığın için hangi etnik yapıdan olursa ol yoksullaştırılıyorsan ulusal sorunun oluşur. Bu olaylar ulusal olarak belli bir coğrafik alanda ortak yaşanıyorsa bu ortak sorun etrafında da bu insanlar ezilen ulus olarak yan yana gelir. Nitekim dünyanın her yerinde ezilen ulus halkları ortak hakları temelinde bir araya böyle gelmiştir.
Ayrıca sorun Ulusal kategorinin kapitalist niteliği ile alakalı değildir. Sorun iktisadi, teknolojik, askeri güçlü bir kapitalist ulus devletin güçlü olmayan diğer bir kapitalist ulusu ezmesi ve sömürmesi olayıdır. Ezilen ulus kurtulduğunda siyasal sistemini hangi biçimde tesis edeceği ise ayrı bir konudur.
“Demokratik ulus” tanımı da tartışmalı bir kavramdır. Yine ulusların halk yönetiminde oluşturacakları siyasal sistemin mülkiyet hukuku ile doğrudan alakalıdır. Bu oluşum sürecinde nasıl yaşanacağına demokratik yollardan karar verme şeklidir. Bu hususta İsmail Beşikci hoca herhangi bir tartışma da açmamıştır.
Abdullah Öcalan’ın “Kürdistan -bu coğrafyada yaşayan- Kürtlerin, Türklerin, Ermenilerin, Süryanilerin, Keldanilerin vs. halkların vatanıdır” tezi doğrudur. Bu bakışı da kimse reddetmemektedir. Lakin “Ortak Vatan” kavramı tarafların birbirini benimsemesi ile oluşabilecek bir kavramdır. Böylesi bir gerçeklik 90 yıllık tarihte hiç yaşanmamıştır. “Kürdler, Türk ve diğer halklar bu devleti birlikte kurduklarına inanmaktadır” tespitini kabul ettiğimizi varsayalım. Fakat Türklerin bunu kabul etmediklerini hepimiz bilmekteyiz. Lozan antlaşması sonrası diğer halkların adı yok sayılmıştır. Nitekim bu dönemin canlı şahitlerinden olan rahmetlik dedem H. Ali Şavata 1926’da, Ankara gezisi sonrası bu durumu bir sohbetinde çok güzel ifade etmiş, “Devleteki çékirine lê naveynê de navé me tunne ye!” (Bir devlet kurmuşlar, içinde hiç adımız yok!)
Kısacası “Türkiye” adıyla “ortak vatan” tanımlaması daha başından sakattır. A. Öcalan birçok açıklamasında bu “Türkiye” adlandırmasına karşı çıkmamıştır, üstelik bu ad, Türkiye ve Kuzey Kürdistan coğrafyalarının tamamını kapsayan bir ad olduğu halde. Bilindiği gibi, “Türkiye” adı T.C. Anayasasının değiştirilemez ilk üç maddesi arasındadır. Ayrıca “Ortak Vatan” bakışı Türkiye devletinin kuruluş felsefesine de uygun değildir. Üstelik bu Türkçü, inkârcı felsefe son Anayasa tartışmalarında da görüldüğü şekliyle Kürdlere karşı fazlası ile Türk partilerinde ve kamuoyunda yerleşik bir düşüncedir.
Gerçekte Türkiye coğrafyasında Türk, Kürt, Arap, Boşnak, Çerkez, Gürcü, Laz, Ermeni, Rum, Yahudi vs. birçok etnik topluluk iç içe yaşar. Tarihsel, iktisadi ve kültürel birçok ortaklığa sahiptirler. Üstelik bu coğrafya için yeni ortak bir ad önerilse bu yaklaşım da yerindedir. Lakin bırakın demokratik bir duruşu, dışlanması ve kurtulmamız gerekli olduğu, Kürdistan’ı egemenliğinde tutan ırkçı-faşist sömürgeci bir devlet kurumu maalesef bulunmaktadır.
Bu devletin yıkılması ise ayrı bir sorundur. Bu görev daha çok Türkiyeli ezilen nüfusu ilgilendirmektedir. Burada bu sorun konumuz olmadığı için ortak devrim gibi bir takım konulara girmeyi gerekli görmüyorum.
Tek yakın yol Bağımsızlık politikasıdır. Bağımsız Kürdistan’ı istemektir. Bu argümanla yola çıkmaktır. Bilimsel olan da budur. Kürt-Türk ilişkisi modern bir tarzda birbirinden ayrılan Çek-Slovak örneğinde olduğu düzeyde demokratik bir nitelikten çok uzaktır-Burada İran, Irak ve Suriye’yi anmayı da gerekli bulmuyorum.
06.01.2014