Diyarbakır yazımızdan sonra, hem benim hevallerimden hem de Apo'nun hevallerinden yüzlerce e-mail ve telefon geldi. Hevaller, seroklarına yüklenmemden dolayı çok kızgınlar. Siz hevallerden tek ricam, bireysel düşünce kabiliyetinizi kullanmanız ve kararlarınızı kendi öz iradenizle vermeniz. Bunun için çırpınıyor ve gözlerinizi dört açın diyorum ve; şimdiye dek kurduğunuz bütün partilerde önemli köşe taşlarını oluşturan avukatlarınızın hiç kişisel servetlerine baktınız mı diyorum. Eğer servetleri babadan miras ya da oğullarının sünnet düğünündeki takılardan kaynaklı değilse, acaba nereden? Oğlu dağa çıkan, kızı içeri düşen, köyü yakılan garibanlar, avukatlara gittiğinde, adamın kalan iki koyununu da sattırıp, onların parasına el koydular mı? Bu elbette yasal kazanç. Sizin açınızdan da etik ise, hiç sorun yok.
Diyarbakır; yaşanabilir kentler sıralamasında 81. basamakta. SBS ve ÖSS sınavlarında ise daha dramatik bir istikrar izliyor. Trafik, işsizlik, eğitim ve sokak çocukları da en büyük sorunlar. Madde kullanımı ilköğretim çocuklarına kadar indi. Şehir çok fazla politize. Şehirde daha çok; barış, demokratik açılım ve darbe ihtimalleri konuşuluyor. Türkiye'deki en fazla darbe endişesi / ürpertisi ve karşıtlığı kesinlikle burada yaşanıyor. 12 Eylül sonrasının Diyarbakır hapishanesi düşünülünce, bu insanlara hak vermemek de elde değil.
Diyarbakır aynı İstanbul gibi. Şehirde eski Diyarbakırlı denebilecek çok az sayıda insan var. Halkın sıkça dile getirdiği “sahipsizlik“ de bu olsa gerek. Yerel düzeyde kentin sorunlarını çözmeye çalışan, yatırım yapan da neredeyse yok. Mustafa Sağlam gibiler az olduğu için, atanmışlar ve seçilmişler tam bir işbirliği içinde olmadığından dolayı sorunlar çığ gibi büyümekte. Keşke Mardin Diyarbakır'a örnek olsa. İş dünyası, yerel yönetim ve üniversite tam bir uyum içinde olduğu için Mardin'i marka şehre dönüştürüyor. Rektör Omay'ın Sosyal Bilimler ağırlıklı üniversitesi, kentin tarihi ve kültürel dokusuna uygun açtığı Turizm gibi bölümler ve oluşturmaya çalıştığı nitelikli akademik kadro, gerçekten de takdiri hak ediyor.
Diyarbakır sokaklarındaki dev bilboardları kaplayan “Önce Halepçe, Sonra Kelepçe“li fotoğraf ve sloganlar doğrusu beni de çok etkiledi. Kelepçe olayını elbette tasvip etmiyorum. Taş atan çocuklara verilen cezalar da bir hukuk ayıbı. Ancak son KCK operasyonlarını eleştirenlere en yerinde yanıt da azalan çocuk eylemleri ile veriliyor değil mi? Gerçek şu ki; örgüt ile bu tip eylemleri organize eden birimler arasındaki bağlantı koparıldı. Elbette bu bağlantı yeniden sağlanacak. İnsanların politik ve ekonomik talepleri karşılanmadıkça hoşnutsuzluklar sürecek. İşsiz, eğitimsiz, aile denetiminden kopmuş sokak çocuklarımız varsa, bunların birilerince kullanılması da her zaman olası. İşte bu nedenle de, Demokratik Açılım'ın kesintisiz sürdürülmesi gerekli. Öcalan'ın en son avukatları ile yaptığı görüşmelerden –ANF ye geçen açıklamalarında-, “Cezaevi koşullarımdan dolayı dışarıda eylemler yapılmasını onaylamıyorum“ sözleri de oldukça önemli.
İmralı, ya yazdığımız, “DTP ve PKK, Öcalan'ın yaşam koşullarının düzeltilmesinden başka bir şey istemiyor“ eleştirisinden, ya hain ilan ettiği Şemdin Sakık'ın açıklamalarından, ya da kıvrak zekâlı Öcalan'ın, son KCK operasyonlarından sonra çocukları harekete geçirme gücünden yoksun kaldığını bildiğinden; mertlik bende kalsın vurgusuyla “eylem yapmayın“ diyor.
Kısacası, Diyarbakır sokakları şimdilik sakin. Batman, Hakkâri ve Van sakin değilse bunun arkasında da uyuşturucu ve silah kaçakçısı baronlar var. Kolombiya'da Escobar örneği gibi, ’daha çok karmaşa, daha kolay kazanç' düşüncesi ile bu tür eylemler sadece desteklenmiyor, bizzat kuruluyor.
Anadolu toprakları üzerinde yaşamış her medeniyet, her din, her dil, her kültür ve halkın bir birini benimsemesi gerekli. Demokratik bir ülkede, özgür bireyler olarak birlikte ve barış içinde yaşamamızın karşısında kim ve hangi güç duruyorsa, Öcalan ya da muvazzaf bile olsa, onlarla da mücadele etmek gerek. Yok etmek için de değil, değiştirip, geliştirip, dönüştürmek için.