بازبدە بۆ ناوەڕۆکی سەرەکی
Submitted by Anonymous (Pesend ne kirin) on 19 January 2010

Victor Serge Belçika'da doğmuş bir Rus devrimcidir. Gene devrimci olan ailesi, Çar Aleksandr'ın öldürülmesinden sonra polisin Rusya'da estirdiği terörden kaçarak Belçika'ya sığınmıştı. Serge Türkiye'de, Ant Yayınları'ndan çıkan, tam adını şimdi hatırlamadığım, ama polisin eline geçen yeraltı militanına sorgu sırasında nasıl davranması gerektiğini anlatan bir kitabıyla tanındı. O sıralar herkes böyle bir deneyimden geçmeye hazırlandığı için bunu okumayan kalmamıştı. Bir faydası oldu mu, bilemem.

Ben daha sonra anılarını okudum ve çok değerli buldum. Serge, Belçika'da, daha çocuk yaşta, anarşist olduğunu anlatır. Balinanın karnında olma metaforunu kullandığını hatırlıyorum. Yaşama koşullarının ona ve arkadaşlarına bu psikozu verdiğini söyler. Varoluş koşulları onları dövüşmeye iter. Ne var ki, amacı tanımlanmış, hedefi belirlenmiş bir dövüş değildir bu. Sonunda kazanılacak bir şey de yoktur. Kıstırılmışlıkları içinde, sadece dövüşürler; bununla bir yere varmayı akıllarından geçirmezler.

Hakkari'de gençleri ve ayrıca çocukları görünce, Serge'in bu gençlik anıları aklıma geldi. Gördüklerimin bana ilkin bunu hatırlatması çok doğaldı, olması gerektiği gibiydi. Brüksel balinasıyla, Hakkari balinası çok farklı olabilir, ama sen bir gemide veya sandalda değil de balinanın karnındaysan, hangi balina olduğu çok fazla fark etmiyor.

Bu “balina“ metaforunu ben de Yılmaz Güney'in dünyaya bakışını yorumlamak için kullanmıştım. Ama en ünlü kullanımı Orwell'ınkidir.

“Biz taş atmayalım da ne yapalım“ diye soruyordu bana, Hakkari'deki genç. Anlatmaya çalıştığım psikozun en iyi açıklaması bu sorudur herhalde. Taş atmasının dünyanın gidişini değiştirecek bir sonucu olmayacağını o genç biliyor; böyle bir beklentisi yok. Bir şey yapması gerekiyor, yapmadan da duramaz. Dünyanın gidişini değiştirmek için değil, kendine kendini kabul edilir kılmak için atıyor taşı.

Yazar, söyleriz, “Çocukları anlamalıyız. Çocuklara ’çocuk muamelesi' çekmek doğru değildir. Onlarla büyük adamla konuşur gibi konuşmalıyız“ falan filan.

Türk adalet sistemi, bu pedagojik bilgeliklerden çıkara çıkara, çocuklara yirmişer, otuzar yıl hapis cezası verme dersini çıkardı ve böylece çocuklarla “büyük adam“ ilişkisi kurduk.

Yetmişlerde doğan Kürtler şimdi kırklı yaşlarına giriyorlar. Seksenlerde doğanlar otuzlarına girerken onların bazılarıyla hâlâ konuşabiliyoruz. “Tevellüt tarihi“ bugünlere yaklaştıkça, konuşma imkânları da azalıyor. “Tartışma“ ya da “diyalog kurma“ gibi şeylerden söz etmiyorum, en basit, en yalın haliyle “konuşmak“ diyorum. Yaşı küçük olanlarla konuşamamak, söylenen sözlerden aynı şeyi anlamamakla ilgili bir durum.

Hakkari'de arabamızın önünü kesen, yüzünü poşusuyla örtmüş on üç, on dört yaşındaki çocuğu düşünüyorum. Başka koşullar altında onunla karşı karşıya gelsek, ne konuşabilirdik, bunu düşünmeye çalışıyorum, ama aklıma bir şey gelmiyor.

Aynı kelimeleri kullanabiliriz, ama o kelimelere aynı anlamları veriyor olamayız. “Dünya“ kelimesinden ne anlıyoruz, sık sık lafını ettiğim “taş“ onda ve bende hangi çağrışımları harekete geçirecek, “hayat“ ne demek?

Ama sorun yalnızca bu “semantik“ tıkanıklık sorunu da değil. “Dinlemek“ isteyecek mi? Arabayı kullanan Halit ona Kürtçe bir şey söylediği zaman onu dinlemiyor. Ben Türkçe adını sorsam adam yerine koyup cevap verir mi ya da “Şu bardağı şu masanın üstüne koyuversene“ desem benim isteğim üstüne bu zahmete katlanır mı? Pek sanmıyorum. Bugün sözünü dinleyeceği ve yerine getireceği tek kişi (anası babası falan da hiç değil) Abdullah Öcalan'dır. Ama yarın onu da dinler mi, hiç emin değilim.

Şîroveyeke nû binivisêne

Plain text

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.