KAPİTALİST YIKIM KISKACINDAKİ DÜNYANIN “HÂL-İ PÜR MELALİ“
VEYA “BIRAKMAYIN GEÇMESİNLER, BIRAKMAYIN YAPMASINLAR!“[*]
Bugün yaşadığımız çağda sömürüye, baskıya, zulme, aşağılamaya ve eşitsizliğe karşı çıkan her insanın ilk devrimci ve ilericilik adına ne yapılıyorsa; insanlık, doğa ve gelişmeden yana ne varsa, istisnasız hepsinin kökeninde gene Marx'ın engin öğretisinin izleri vardır. Ezilenlerin pratiği, ancak Komünist Partisi Manifestosu'nda dile gelen öğreti sayesinde yolunu bulabilmektedir; bu arada öğreti de ezilenlerin sınırsız enerjisinde maddi bir güce dönüşmektedir.
Marx kapitalizmin gelişimini, diyalektiğe başvurarak, kendi içindeki zıtlıklarıyla açıklar. “Burjuvazi, üretim araçlarını, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve bunlarla birlikte toplumun bütün ilişkilerini sürekli devrimcileştirmeksizin var olamaz... Üretimin durmadan altüst olması, bütün toplumsal koşulların aralıksız sarsılması ve sonu gelmez bir belirsizlik ve hareketlilik, burjuva çağını daha önceki bütün çağlardan ayırır. Bütün kemikleşmiş, donmuş ilişkiler, arkaları sıra gelen eski ve saygıdeğer düşünce ve görüşlerle birlikte silinip gidiyor, yeni oluşanlarsa daha kemikleşmeye fırsat bulmadan eskiyor. Yerleşmiş, kurumlaşmış ne varsa buharlaşıyor, kutsal olan her şey ayaklar altına alınıyor ve sonunda insanlar, sosyal durumlarına ve karşılıklı ilişkilerine, soğukkanlılıkla ve mantıkla bakmak zorunda kalıyorlar.“
Marx sanki içinde bulunduğumuz bugünü tarif etmektedir. Bugün de her şey olağanüstü akışkan hâle gelmemiş midir? Kapitalizm her şeyi henüz tükenmeden eskitmemek midir? Araba, ev eşyası, giysi, kültür ve sanat ürünleri ve hatta aşk bile! İnsanlık tüketim hastalığıyla sadece eşyayı değil, aynı zamanda insan ilişkilerini de hoyratça tüketmektedir. Henüz eskimeden tahtını yeni olana ve sadece yeni olduğu için, kaptırmayan hiçbir şey yok gibidir. Her şey, biz de dahil, eşyaya dönüşmüyor muyuz? Çevremiz sürekli ’şeyleşmiyor' mu? Kapitalizmin tüketim budalalığı doğayı tüketmiştir!
Kapitalist vahşetin yarattığı yıkımı en net çizgileriyle resmeden Karl Marx ile Friedrich Engels, insan(lar)a onun nasıl aşılacağının yolunu da ’Komünist Partisi Manifestosu'yla işaret eder...
1848 tarihli ’Komünist Partisi Manifestosu', bütün insanlık tarihine, üretim ilişkileri ve sınıf mücadeleleri gözüyle bakarak tarihten toplumbilime, felsefeden ekonomiye bütün bilimlere yeni bir bakış açısı getirdi.
Manifesto, yalnızca bilimsel bir yenilik değildir, insanlığın sonraki gelişim yönü üstüne de öngörülerde bulunuyordu. Buna göre kapitalizm çağının temel çelişkisi emek-sermaye karşıtlığıydı. Bunun sonucu olarak da çalışanlar yükselen sınıf olarak üretim araçlarını ele geçirdiklerinde yeryüzünde sınıf çatışmalarının bitip “herkesin yeteneği ölçüsünde çalışıp, ihtiyacı kadarını alacağı“ bir sonsuz barış ve adalet dönemi başlayacaktı.
Günümüze dönersek, kapitalizm yüz altmış yıl önce yalnızca çalışanları sömürüyordu. Temel çelişki de çalışanlarla sermaye arasındaydı. Bugün kapitalizm yalnız insanları değil, üzerinde yaşadığımız doğayı, bütün yerküreyi sömürüyor. Gelişen teknoloji olanaklarını da sonuna kadar kullanarak yeraltında ve yerüstünde ne varsa, her şeyi sömürüyor. Dünyanın geleceği, insanlığın geleceği umurunda değil. Tek derdi dünya egemenliğini, dünyayı yok edene kadar sürdürebilmek.
Kendi ülkesindeki çalışanlarını, sunduğu orta sınıf hayatı ile sustururken dünyanın uzak köşelerinde sadaka düzeyindeki ücretlerle yoksul halkları acımasızca sömürüyor. Bilgisayar tuşlarıyla milyarlarca doları bir anda bir ülkeden ötekine taşıyıp, bir ülkeyi batırıp binlerce kişiyi işsiz bırakırken bir başka ülkeyi ihya edebiliyor. Bu olanakları bütün dünya uluslarının tepesinde bir tehdit unsuru olarak kullanıyor.
Böyle bir dünya ne kadar kalıcı olabilir?
Manifesto, bunun cevabını verebildiği için bugün de güncel. Üstelik iletişim olanaklarıyla daha da bilgili olması gerekirken sersemlemiş, bilinci bulanmış insanlığın geleceği için hâlâ yolgösterici olduğu için günceldir.
Kaldı ki Yıldırım Türker'in de işaret ettiği üzere, “Kapitalizmin, Marx'ın 160 yıl önce yazmış olduğu kaderinden kurtulamayıp tökezledikçe hâlâ bir hortlaktan korkar gibi Marx'dan korkması, Manifesto'nun hâlâ güçlü, hâlâ okunaklı olduğunun açık kanıtı değil mi?..
Aradan geçen birbuçuk yüzyıl sonra Marx'ın hayaletinin -ya da birden fazla olduğunu iddia eden Derrida'ya selamla hayaletlerinin- karşısına geçip onlara kulak vermemiz gerekiyor. Tam da şu sırada. Kapitalizmin hoyratça vites değiştirdiği şu uğursuz dönemde.
Bunun için Marksist olmak gerekmiyor. Hem de hiç şart değil. Ama sürekli bir değişimi, dönüşümü öngören ve kendisi de farklı okumalara sonsuza dek açık bir metin olarak okumak gerekiyor Marx'ı. Değil mi ki Derrida'nın sözleriyle, ’yeni bir dünya düzensizliğinin yeni-kapitalizmini ve yeni-liberalizmini yerleştirmeye yeltendiği şu anda, hiçbir yadsıma Marx'ın hayaletlerini başımızdan atmayı başaramıyor'...“[38]
ZIRH İÇİNDEKİ ÖLÜ: “AVRUPA MERKEZCİ“ SÖMÜRGECİLİK
7-) Yaşadığımız günler, “Avrupa Merkezcilik“in kaderini nasıl belirleyecek? Avrupa Merkezcilik nihaî olarak iflâs etti mi?
“Avrupa Merkezcilik“, sömürgeciliktir!
Sömürgecilik kendiliğinden, nihayete ermez, insanların başkaldırılarıyla dünya değiştirilerek nihayete erdirtilir...
Bu da elbette “kolay değil“, ve de zaman alacaktır...
Ama bana tarihsel eğilimi soruyorsanız, yanıtım çok açık: “Avrupa Merkezci“ sömürgecilik zırh içindeki ölüdür; insan(lık)ın tanık olduğu en zalim düşmandır!
Buna rağmen bir Doğan Grubu kalemşörü İsmet Berkan bakın ne diyor:
“Bugünlerde Türkiye'de bolca lafazanlığı yapılan başka bir şey, kapitalizmin çöktüğü...
Bunu söyleyenlerin kapitalizmden neyi kastettikleri tam olarak anlaşılamıyor ama piyasa ekonomisi... sentetik bir sistem değil ki ortadan ansızın kaybolsun.
Piyasa ekonomisi, insan doğasıyla ilgili, kökenini insanın doğasında ve hırslarında, hayatta kalma içgüdüsünde bulan bir ’doğal' sistem...“[39]
İsmet Berkan'ın, “doğal sistemi“ne ilişkin verileri sıralayıp, altını çize çize ilerleyelim; bakalım “serbest piyasa“nın eseri olan bu “doğallık“ onun suratını kızartacak mı?!
“Kredi köpüğüne yol açan “aşırı üretim/ talep yetersizliği sorununun ve bunu tetikleyen “kâr oranları düşme eğiliminin yarattığı basınçla, yeni piyasalara, doğal kaynaklara, ucuz emek depolarına ulaşmanın öneminin arttığını, bu bağlamda klasik sömürgeciliğin geri gelmekte olduğu“[40] kesitte “Avrupa Merkezci“ sömürgecilik, krizin yarattığı yıkım yanında, büyü(tül)yen açlığın da mimarıdır!
Örnek şu “bioyakıtlar“ konusu...
Avrupa Birliği, yenilenebilir enerji kaynakları arasında gördüğü biyoyakıtların 2020'ye kadar pazarda yüzde 10 paya sahip olmasını hedefliyor. Biyodizel daha çok iş makinelerinde kullanılıyor.
2002'den 2008 yılının şubat ayına kadar geçen sürede gıda fiyatları yüzde 140 yükseldi. Dünya Bankası raporuna göre yüksek enerji ve gübre fiyatları bu artışın yüzde 15'ini oluştururken, biyoyakıtlar yüzde 75'inden sorumlu...
Artan fiyatlar bir kısmımızı otomobilimizin deposunu doldurma konusunda kaygılandırırken öteki dünyada (yanlış anlamayın, öbür dünya değil bu, dünyada ikinci sınıf yaşam öngörülen diğer dünya, ötekiler yani) yüzbinlerce insan açlık tehlikesi ile karşı karşıya. Dikkat edin, bunu söyleyen sosyalist ya da komünist biri değil. Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick, 2007 yılında ABD ve Avrupa'da benzin fiyatlarına odaklanıldığını belirterek “Bazıları yakıt depolarını doldurma konusunda kaygılıyken dünya genelinde diğer bazıları da midelerini doldurmaya çalışıyor“ dedi. Bizim bir atasözümüz bunu çok iyi özetliyor: “Koyun can derdinde kasap et derdinde!“
Konuyla bağıntılı çok önemli bir şey daha: “Dünyanın bir bölümünde gıda sıkıntısı başgöstermişken, insan Reagan döneminde çıkarılan ve ’savaştaki bir dünyada gıda silahtır' ifadesini içeren Santa Fe belgesini hatırlıyor. Anımsanacağı üzere ABD, Nikaragua, Küba ve Irak'a uzanan bölgede aç bırakmayı savaş stratejisi olanak kullanmıştı...
Dünyanın büyük kısmı gıda sıkıntısından ve gıda fiyatlarındaki küresel artıştan artık haberdar olduğuna göre, ABD Başkanı Ronald Reagan'ın 1980'lerde Orta Amerika'daki reform hareketlerine karşı yürüttüğü gizli savaşlara (Düşük Yoğunluklu Çatışmalara) dair bir belgeyi hatırlatmak istiyorum. ’Uluslararası ilişkilerde barış değil, savaş normdur' sözleriyle başlayan ve gizli savaşlara yol gösteren Santa Fe Komitesi'nin ’1980'li Yıllar için Yeni İnter-Amerikan Siyaseti' belgesini bilenler azdır. Burada ’Savaştaki bir dünyada gıda silahtır' denildiğinin ve ABD'nin batı yarımküredeki gıda üretimi ve ticaretini denetleyerek, bunu bir manivela ya da siyasi silah olarak kullandığının bilincinde olanlarsa daha da azdır.
Zamanın başlangıcından beri gıda, ya denetlemek ya da insanları boyun eğene kadar aç bırakmak için silah olarak kullanılageldi. Amerika kıtası da bundan muaf değil. İlk Avrupalı sömürgeciler yerlilerin ekinleri yaktılar, soyu tükenene kadar avladıkları yabani hayvanlar gibi diğer besin kaynaklarını yok ettiler. Amerikan Devrimi ve İç Savaşı sırasında çiftlikleri ve kırsalı yağmalamak orduların yaygın uygulamasıydı. Sivil halkın sakladığı gıda, tahıl, pamuk ve diğer malların konulduğu tüm depoların ateşe verildiği Atlanta saldırısı bunun pek çok örneğinden biridir.
ABD hükümeti anlaşmalarla (idari emirlerle) madencileri, çiftlik sahiplerini ve çiftçileri Batı'ya gitmeleri konusunda cesaretlendirdi. Bunun sonucunda topraklarının gasbına direnen ova kızılderilileriyle karşı karşıya gelindi. ABD hükümeti, Kızılderili Bürosu ve Amerikan ordusu, büyük buffalo sürülerinin yok edilmesi için sistematik bir siyaseti uygulamaya başladı. Göçebe ova kızılderilileri gıda, barınak, giysi, araç-gereç ve silahları için buffalolara bağımlıydı. Buffalo ayrıca kültürlerinin ve dini törenlerinin önemli bir unsuruydu. 1800'lerin sonlarına kadar yaklaşık 30 milyon buffalo öldürüldü. Ova kızılderilileri hükümetin gıda yardımına bağımlı olarak kendilerine ayrılan bölgede yaşayabilir ya da hiçbir yiyeceğin olmadığı ovalarda yaşamak için kaçarak, açlıktan ölebilirdi.
Filipin ayaklanmasını bastırmak için Amerikan birlikleri 1898 İspanya-Amerika Savaşı'nda ekinleri yaktı. Bir gazete sadece bir bölgede ’300 bin kişiden 100 bininin açlıktan öldüğünü' yazmıştı. Başkan Howard Taft'ın Dolar Diplomasisi'yse, ABD tekellerinin Latin Amerika'da toprak ve kaynak denetimini sağlayıp, işçileri sömürebilmesi için ABD ordusunu kullandığı bir hileydi. 1920'lerin ortasındaki ve sonundaki bunalım gıdayı özelleştirmenin yanlışlığını gösterdi. Bu dönemde çiftçiler umutsuz bir çabayla fiyatları yükseltmek için ekinlerini yok ederken, ekmek isyanları ve açların yürüyüşü olağan manzara hâline geldi. Etrafta ’Zengin Çiftçileri Silahsızlandır ama İşçileri Silahlandır' veya ’Açları Besle, Zenginleri Vergilendir' sloganları görünüyordu.
1980'lerde Guatemala'nın El Quiche bölgesine yaptığım ziyareti hâlâ hatırlıyorum. Maya çiftçiler, yardım görevlisi işçiler, rahipler ve rahibelerle birlikte toprak ve eşitlik için savaşan Guatemalalı gerillalara katılmıştı. ABD'den silah sağlayan Guatemala hükümeti yüzlerce Maya köyüne karşı toprakları küle döndürme siyaseti uyguladı. Dağlık bölgelere kaçanlar ordu tarafından sarıldı ve gıda tedarikleri kesildi. ’Silahlar ve Fasulyeler' adlı harekât açlık içindeki kalan yerlileri dağlardan indirip, ’model köylere' yerleşmeye zorladı. Vietnam'daki ’stratejik köyleri' çağrıştıran söz konusu model köylere girdikten sonra Guatemalalılar hükümetin inşaat projelerinde çalıştırıldı.
Yetersiz beslenmenin yaygın bir sorun olduğu Guatemala'nın yamaçları da mülteci kamplarıyla doldu. Devasa borcunu ödemek için hükümet yerlilerin toprağını gasp edip, ticari çiftlikler ve hükümet denetimindeki çiftçilik koperatifleri kurdu. ’Mısır İnsanları' denilen Mayalar ABD gibi sanayileşmiş ülkelere ihraç edilen bezelye, ahududu, ananas ve çilek yetiştirmeye zorlandı. Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası da Guatemala'nın 20. yüzyılın ’gelişen' pazarlarında yer alması için kapitalist reformlar dayattı.
Santa Fe Belgesi ayrıca Sovyetler Birliği'ne karşı savaşında Orta Amerika'nın ABD'nin yumuşak karnı olduğunu belirtiyor ve ’hiçbir şey zaferin yerini tutamaz' diye iddia ediyordu. Böylelikle ABD, Nikaragua'nun balıkçı filolarının bombalanmasına ve çiftliklerin yanında gıda malzemelerine de saldıran Kontraların finanse edilmesine onay verdi. 1990'daki seçimde bazı Nikaragualılar mideleriyle oy verdiklerini söylüyordu. Küba'ya karşı uygulanan ambargo, 1990'larda Irak'ta onbinlerce çocuğun ölümüne yol açan ağır ekonomik yaptırımlar (ABD'nin Irak'ın bazı bölgelerinde belli grupları teslim olmaya zorlamak için yine gıdayı silah olarak kullandığına dair kanıtlar mevcut) ve Meksika'daki Mayaları isyana sevk eden 1994 tarihli Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması, ABD'nin yardımsever imparatorluk imajını çürütüyor.
Gıdayı silah olarak kullananlar sadece Zimbabwe Devlet Başkanı Mugabe'yle Birmanya'daki askeri cunta değil. ’Düşük Yoğunluklu Savaşlar', uluslararası ticari engeller ve yaptırımlar, şirket politikaları ve bağlayıcı borçlarla Reagan ve oğul Bush'un yönetimindeki yeni muhafazakârlar da aynısını yapıyor.
First Lady Laura Bush çok doğru olarak gıda fiyatlarındaki ani artışa ilişkin daha fazla şey yapılması için dünyaya çağrı yaparken, kendi ülkesinin tarihine ve gıda arzı üzerindeki etkisine dair daha fazla şey öğrenmek isteyebilir.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nde ’Herkesin uygun sağlık koşullarındaki bir hayat standardına hakkı vardır... gıda buna dahildir' deniliyor. Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Anlaşması'ndaysa şu ifadeler kullanılıyor: ’... herkesin açlık çekmemeye yönelik temel hakkı için dünya gıda arzının ihtiyaca göre adil dağılımının sağlanması amacıyla bireysel ve uluslararası işbirliğiyle önlemler alınmalı ki, gıda üretimi, muhafazası ve dağıtımına dair özel programlar ve geliştirilmiş metodlar buna dahildir'. 1974 tarihli Dünya Gıda Konferansı Genel Oturumu 3180 sayılı kararında da ’Fiziki ve zihinsel melekelerini tam olarak geliştirip, korumaları için her erkek, kadın ve çocuğun açlık ve yetersiz beslenme çekmeme yönünde yadsınamaz hakkı vardır' deniliyor.
Gıda hakkında kafa yorulacak bazı noktalar şunlar: Gıda, doğal bir hak olarak mı görülmeli? Gıda yokluğunda gerçek bir demokrasi ve özgürlük olabilir mi? Gıdanın siyasi ve askeri bir silah olarak kullanılması terör değil midir? Neticede BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, dünya gıda krizini tartışırken ’Açlık, uğruna mücadele ettiğimiz her şeyi boşa çıkartıyor' dediğinde belki de haklıydı. Özellikle de bu açlık, gıdanın silah olarak kullanılmasından kaynaklanıyorsa...“[41]
Bunları hep “Avrupa Merkezci“ sömürgecilik yaptı ve hâlâ da yapıyor!
BM Gıda Hakkı Raportörü İsviçreli Jean Ziegler'in, “Küreselleşmenin her bir günü terör demektir. Dünyada her 7 saniyede bir çocuk açlıktan ölüyor. Bu bir kader değildir, fakat emperyal bir saldırıdır. Bu saçma ve ölümcül düzenin tek nedeni de küçük bir azınlığın sürekli sınırsız kâr peşinde koşmasıdır ve bütün bunların bir numaralı sorumlusu ise Amerikan imparatorluğudur,“ diye isyan ettiği koşullarda birinci örnek; kapitalist sistemin XXI. yüzyılda kendini “aynen“ tekrar ediyor olmasına ilişkindir: Köleliğin meşru olduğu dönemlerde güçlü olanlar bir bölge veya ülkeyi işgal edip o bölge insanını tarlalarda, madenlerde, çeşitli yerlerde üretim alanında çalıştırıyorlardı. Bugün kölelik sisteminin meşru olduğu dönemde yapılan baskıcı ve sömürücü çalışma sistemi, aynı yöntemlerle başka bir ad altında kendini tekrar ediyor!
İkincisi de küresel(leştirilen) açlığın zenginlerin ziyafet sofrasını oluşturduğudur...
Bunun da örneği şu: Açlık ve gıda krizine odaklanan G8 liderleri, sadece akşam birbirinden pahalı ve hazmı zor 19 yemeği mideye indirdi. Zirvenin 566 milyon dolarlık masrafıyla tüm Afrika'da sıtmayla mücadele edilebilirdi...
Ekonomisi en gelişmiş sekiz ülkenin (G8) liderlerinin Japonya'da yiyip içtikleri bile, küresel ısınma, artan petrol ve gıda fiyatları, açlık ve yoksullukla mücadele gündemiyle yapılan zirvenin ikiyüzlülüğünü gözler önüne sermeye yetti. Menüdeki birbirinden pahalı ve hazmı zor yemekler, İngiltere basınına “Gıda kıtlığını konuşup sekiz koldan ziyafet çektiler“, “Ölümcül yemek“, “G8 liderleri, havyar ve deniz kestanesi üzerine gıda krizini düşündü“ başlıklarını attırdı. Zira İngiltere Başbakanı Gordon Brown zirveden halkına “gıda israfına son“ çağrısı yapmıştı. Oysa Japonya'nın zirveye harcadığı toplam 60 milyar yenle (566 milyon dolar) Afrikalıların sıtmaya yakalanmasını önleyebilecek 100 milyon cibinlik alınacağı hesaplanıyor.
7 Temmuz 2008 akşamı liderlerin tabaklarından gelip geçen 19 çeşit yemeğin bazısı şöyle: Meze olarak mısır doldurulmuş hayvar, tütsülenmiş somon, “acı sürpriz“ tarzı deniz kestanesi, sıcak soğanlı turta, kış zambağı soğanı... İkinci turda yosun aromalı soğuk Kyoto bifteği şabu-şabu, susam kremalı kuşkonmaz, avokado, jöleli soya sosu ve şiso otu eşliğinde dilimlenmiş yağlı ton balığı, yine böyle karmaşık sosların eşlik ettiği haşlanmış deniztarağı, karides, ızgarada pişip dulavratotu sapına sarılmış yılanbalığı, soya soslu ve şekerli kızartılmış kayabalığı... Üçüncü turda tüylü yengeçten “Kegani“ koyu çorbası ile tuzda kavrulup soslanmış Japonya'ya özgü bir kaya balığı türü... Ana yemek olarak aromatik otlar ve hardalla pişirilmiş hâlde sütle beslenmiş “şiranuka“ kuzusu, kuzu kebabı, kuzu eti suyuyla pişirilmiş mantar türleri. Ayrıca çok özel peynirlerden bir seçki sunulurken, son olarak “G8 fantazi tatlısı“ ile şekerleştirilmiş meyve ve sebzelerle getirilen kahve servis edildi. İçki listesinde de sakinin yanısıra Le Reve grand cru şampanyası ile Corton Charlemagne 2005, Chateau Latour burgundy, Ridge California Monte Bello 1997, Macar kökenli Tokaji Essencia 1999 şarapları vardı. 8 Temmuz 2008'de de liderler dev yengeç, kilosu 100 dolara langusta gibi lezzetleri mideye indirdi.
Bir kadının günde ortalama 1940, erkeğin 2550 kaloriye ihtiyaç duyduğunu, zirvede sadece öğle yemeğinin 1622 kalori, akşam yemeğinin ise bunun katları olduğunu, günlük protein ve yağ alımının iki katını içerdiğini aktaran Times, bu kadar tıkınmanın üzerine liderlerin dünya meselelerini konuşacak hâlleri kalamayacağını belirtti. 7 Temmuz 2008 günü emeklilikten geri çağrılan, Michelin yıldızı kazanmış ilk Japon şef Kutsuhiro Nakaruma, 8 Temmuz 200'de Michelin'in üç yıldız verdiği Fransız şef Michel Bras yemekleri pişirdi. Aşçıbaşılara masraflar için açık çek verildi. Sadece zirvenin medya merkezi 48, fibreoptik kabloları 86 milyon dolara mal oldu. Başkanlık suitleri gecesi 14 bin dolar olan Windsor Otel'in yenilenmesi, liderlerin ikamet ve gidiş gelişi, 21 bin polisin teyakkuz hâli, uçak ve sahil korumanın devriye masrafları da cabası... Oysa Brown gıda harcamalarında haftada 16 dolar, yılda 832 dolarlık tasarruftan söz ediyordu.
Büyük tıkınmadan, 2007 yılındaki bildirinin bir benzeri çıktı. G8 ülkeleri küresel ısınmaya yol açan sera gazları salımının bugünkü değerleri üzerinden 2050'ye dek yüzde 50 oranında azaltılmasını kabul ederken, ne azaltıma başlayacakları tarihi belirledi, ne de orta vadeli (2020 için) hedef koydu. ABD Başkanı George W. Bush harekete geçmek için Çin ile Hindistan'ın da aynısını yapması şartını tekrarladı. Çevre örgütleri bildiriyi “acıklı“ diye niteledi!
Bu vahametin ardından bununla bağıntılı üçüncü örnek de şu:
Joseph Stiglitz, ’Frankfurter Allgemeine Zeitung'a yaptığı açıklamada, 1930'lardaki büyük depresyona benzeyen bir süreçten geçildiğini vurgulayıp, Bush hükümetinin yaptığı büyük hataların ceremesini vergi yükümlülerinin sırtlandığına dikkat çekerken, “900 milyar doları aşkın bir yük var. Ama benim beklentim, bu zararın 2 trilyon doların üzerinde olacağı şeklindedir. Hasta çocuklar için birkaç milyar dolar bulamayan ama AIG için 85 milyar dolar bulan, ne biçim bir toplum bu?“ diye sormaktadır!
Ve nihayet bir dördüncü örnek de şöyle: Brüksel'de dilenciler ve evsizler çoğaldı, Ekonomi Dairesi verilerine göre, Brüksel'de yaşayan en yoksul yüzde 10 nüfusun tüm gelir içindeki payı yarı yarıya azalırken en zengin yüzde 10'un payı yüzde 29'dan yüzde 34 çıktı.
Brüksel'de yoksullarla zenginler arasındaki uçurumun gittikçe açıldığını ve bunun Brüksel kenti ve geleceği için gerçek bir tehlike oluşturduğunu söyledi.
2007 yılında Brüksel'de 32 evsizin yaşamını yitirdiğini açıkladı. Evsizlerin çoğunun hastalandıklarında iyi bakılmamaları nedeniyle öldüğü ortaya çıktı. 32 evsizden 13'ünün sokakta yaşamını yitirdiği ifade edildi...
Alın size “Avrupa Merkezci Uygarlık“tan kareler!
“Avrupa Merkezci“ sömürgeciliğe mündemiç örnekler çoğaltılabilirse de, en iyisi burada durup, “küreselleşme“ dedikleri yıkıma ilişkin yekpare bir saptama yapmak daha doğru olur...
Şu neo-liberallerce göklere çıkartılan “küreselleşme“ nasıl bir şeydir?
Aynen şöyledir: “Üretim ve tüketim kozmopolit bir karakter alır. Sanayilerin dayandıkları ulusal zemin kayar. Yeni sanayiler ortaya çıkar. Bu sanayiler artık sadece yerli hammaddeleri değil, dünyanın en ücra yerlerinden getirilen hammaddeleri işlerler. Faaliyetleri için sınır tanımadan hareket etme kabiliyetine kavuşurlar. Ortaya çıkan engeller kolayca, kimi zaman da zorbalıkla yıkılır. Üretilenler ise yalnızca üretildikleri yerlerde değil, yerkürenin her yerinde tüketilir.
Bütün bu anlatılanlar yalnızca maddi üretimde değil, düşünsel üretimde de böyledir. Tek tek ülkelerin düşünsel üretimleri artık ortak mal hâline gelir. Ulusal tek yanlılık ve dargörüşlülük artık olanaksızlaşır. İletişim araçları öylesine hızla gelişir ki, tüm uluslar, hatta en barbar olanlar bile ’uygarlığın' içine çekilirler.“
Manifesto'da Karl Marx küreselleşmeyi böyle anlatır.
160 yıl önce yapılan bu tanımlama esası bakımından tamdır.
Eksiği yoktur. Anlatılan hikâye, bizim bugün artık iliklerimizde hissettiğimiz ve bu nedenle de daha kolay kavrayabileceğimiz, anlayabileceğimiz bir hikâyedir.
“De te fabula narratur“ dedikleri budur.
Hikâyenin hiç kuşku yok yeniden gözden geçirilmesi, yaratılan bu küresel dünyanın, bunalımların üstesinden nasıl geldiğinin ya da gelebileceğinin de anlatılması gerekir. O da yapılmıştır.
Manifesto, küresel sistem açısından çare, “üretici güçler kitlesinin bir bölümünün zorla yıkılması, diğer yandan yeni pazarların fethedilmesi, eski pazarların yeni yöntemlerle daha yoğun biçimde sömürülmesidir“ diye tanımlar yeni durumu.
Bütün bunların olabilmesinin, yapılabilmesinin somut sonucu belirsizliğin, hareketliliğin artması, sabit, donmuş ilişkiler ağının dağılması, eski saygın önyargıların, görüşlerin süpürülüp gitmesi, yeni oluşan yargıların ise daha gün batmadan eskimesidir.
Kısaca “katı olan her şey buharlaşıyor“ diye yazar Manifesto.
Hikâye burada bitmez.
Hem hikâye burada bitmez, hem de bütün bu anlatılanlar, yine Manifesto'da çok açık ve net anlatılmış olan sömürü düzenini gözlerden gizleme amacını gütmemektedir. Tam tersi içindir. Hikâyenin tamamlayıcı parçası, çarpıcı sonu şöyledir:
Maddi üretim alanında gerçekleştirilen dönüştürücü faaliyet, toplumsal ilişkilerde kendini giderek daha az gösterir. Siyasal kurumlarda, kültürel faaliyetin gerçekleşme biçimlerinde, kısaca pek çok kişinin sanki gerileyen o değilmiş gibi övgüyle söz ettiği “demokraside“ açık bir çökme, gerileme görülür. Zorbalığın daha fazla gündeme gelmesi, toplumun ince yöntemlerle güdülmesi, “yönetişim“ saçmalıklarının, “sivil toplum“ aldatmacalarının basın eliyle pohpohlanması tüm bu gerilemenin aracı olur.
Küreyi daha büyük bir hızla sonraki döneme hazır hâle getiren egemen ve denetlenmesi artık imkânsızlaşan küresel güç, aynı hızla kendini korumanın yolunun demokrasiyi toplumsal olmaktan çıkarmak olduğunun, bu yolun hızla kapatılması gerektiğinin de bilincine varmıştır.
1 Mayıs'lara duyulan öfkenin, devrimci olanı pazara çıkarma, satışa sunma becerisinin, çevrilen binbir türlü dümenin nedeni budur.
Bütün mesele, gerçeğin karmaşık olduğunu anlamak, ama o karmaşıklığın içindeki açık ve net saflaşmayı görebilmektedir: “Uygarlıkla“ “toplumsal insanlık“ arasında ortaya çıkan ve genişleyen açı, “uygarlığı“ hem toplum hem çevre için giderek daha dayanılmaz bir felakete çevirmektedir. Yapılacak iş “toplumsal insanlığı“ tıpkı Feuerbach Üzerine Tezler'in 10.'sunda olduğu gibi bilince çıkartmaktır.
Ve sonra 11. Tez'e gelirsiniz:
Yorumlamakla yetinmemek gerekir. Asıl olan değiştirmektir...
Değiştirmektir! Çünkü mevcut dünya “Avrupa Merkezci“ sömürgeciliğin en üst aşamasına denk düşen “küreselleşme“yle topyekûn bir vahşeti yaşamaktadır!
İşte bunun yorum bile gerektirmeyen verileri...
ABD'de üst düzey şirket yöneticilerinin gelirleri ile bir işçinin aldığı ücret arasındaki fark yaklaşık 500'e 1 oranındadır. Daha “küresel“ bir rakam verelim. Dünya nüfusunun en üst yüzde 20'lik dilimi, en alttaki yüzde 20'lik dilimden 150 misli daha fazla gelir elde ediyor!
Merrill Lynch'in 2008 raporuna göre, dünyanın en zenginlerinin sayısı 2007 sonunda 10 milyonu aşmış. Artık dünyada 10 milyondan fazla dolar milyoneri var... Bu en zenginlerin toplam serveti de 1986 da 7.200 milyar dolardan 1997 de 17.400 dolara, 2007 de de 40.700 milyar dolara yükselmiş. Ne büyük başarı...
Bu arada ortalama servetlerinin değeri de ilk defa 4 milyon doların üstüne çıkmış... Sadece en zenginlerin sayısı artmıyor zenginlikleri de artıyor... Velhasıl küreselleşme kazandırıyor... Türkiye ’yükselen piyasa' olarak bu sürecin dışında değil!
Yine Merrill Lynch'in verdiği rakamlara göre: “Türkiye'de toplam varlığı 1 milyon doların üstünde bulunan yüksek ve ultra yüksek varlıklı kişi sayısı 2006'da 42 bin iken, 2007 yılında bu rakamın 8 bin kişi artarak 50 bini aştığı belirtildi.“ Türkiye milyoner sayısını artırmakla da kalmıyor yüzde 17.5'lik oranla dünya ortalamasından 3 kat daha hızlı artırıyor...
Dünyanın en zengin 10 milyonu dünya nüfusunun sadece binde onbeşini [yüzde 0.15] oluşturuyor...
Kapitalist üretim aynı anda zenginlik ve yoksulluk üretmeden varolamaz...
Dünyadaki açlıkla mücadele ettiğini söyleyen Dünya Bankası'nın açıkladığı son rakamlar söylediklerimizi bir kere daha doğrular nitelikte. Bankanın 9 Eylül 2008 tarihli raporunda 2005 de üç milyar 140 milyon insanın günde 2.5 dolardan az gelirle “yaşadığı“, bu nüfusun yüzde 44'ünün de günde 1.25 doların altında gelire sahip olduğu belirtiliyor.
Yüzde 85'i beş yaşın altında çocuk olmak üzere her gün 30 binden fazla insan, açlıktan, yetersiz beslenmeden, sıradan bulaşıcı hastalıklardan, vb. ölüyor!
Dünya Tarım Örgütü de 820 milyon insanın yetersiz beslendiğini açıkladı...
1.1 milyar insanın içme suyu sorunu var veya içtiği su sağlığa uygun değil. 2.4 milyar insan da “yeterli“ sağlık bakımından yoksun...
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından yapılan bir araştırmada, “sosyal çevrenin insan sağlığı üzerinde genetik özelliklerden çok daha fazla etkide bulunduğu“ sonucuna varıldı.
Raporda şu örnekler sıralandı:
Afrika'daki Lesoto Krallığı'nda doğan bir kız çocuğu, Japonya'daki bir yaşıtından ortalama 42 yıl daha az yaşıyor...
İsveç'te kadınların hamilelik ve doğum sırasında ölme oranı 17 bin 400'de birken Afganistan'da her 8 hamileden biri çocuğunu göremeden ölüyor...
İskoçya'nın banliyölerinden Calton'da doğan çocuklar, yakınlardaki nezih semt Lenzie'de doğanlara göre ortalama 28 yıl daha az yaşıyor...
Bunun yanında dünyada insan sağlığını en çok tehdit eden sorunlar sıralamasında savaş, trafik kazaları, cinayetler ve intiharlar gibi şiddetin yarattığı sağlık sorunları ikinci sıradadır. Günümüzün (uygar!) dünyasında çatışmalar sonucu arındırma sistemlerinin harap olması, savaşa bağlı yerinden olma, toplu yaşam, salgın hastalıklar gibi nedenler sivil kayıpları yüzde 10'lardan yüzde 90'lara tırmandırmıştır.
UNICEF'in 1995 yılı raporu 1985-1995 yılları arasında 2 milyon çocuğun çatışmalarda öldüğünü, 4-5 milyon çocuğun sakat kaldığını, 12 milyon çocuğun evsiz, 10 milyon çocuğun psikolojik sarsıntıya uğradığını ortaya koymaktadır.
UNICEF'in karşılaştırmaları insanlık için gerçekten büyük bir hayal kırıklığıdır. Örneğin Çin, Rusya'dan aldığı 25 savaş uçağı yerine 140 milyon vatandaşına 1 yıl yetecek sağlıklı su sağlayabilirdi.
Hindistan, Rusya'ya sipariş ettiği 20 MİG-29 savaş uçağına harcadığı para ile 15 milyon kız çocuğunun temel eğimini sağlayabilirdi.
Güney Kore, ABD'ye ısmarladığı 28 füze mermisi yerine 120.000 aşısız çocuğu aşılatabilir ve 3.5 milyon vatandaşına sağlıklı su sağlayabilirdi.
Nijerya, İngiltere'den aldığı 80 tankın maliyeti ile 2 milyon aşısız çocuğu aşılayabilir, 17 milyon çifte aile planlaması hizmeti verebilirdi.
Pakistan, Fransa'ya ısmarladığı 40 Mirage 2000E avcı uçağı yerine, sağlıklı suya ulaşamayan 55 milyon insanın iki yıllık su ihtiyacını karşılayabilir, 20 milyon çifte aile planlaması hizmeti verebilir, sağlık hizmetine ulaşamayan 13 milyon vatandaşına temel ilaçları sağlayabilir ve ilkokula gidemeyen 12 milyon çocuğun temel eğitimini karşılayabilirdi.[42]
Kanser araştırmaları için milyarlarca dolar para harcayan ABD'nin, Vietnam savaşında 14 milyon ton patlayıcı kullanması ne inanılmaz bir çelişkidir. İnsanlığın kendi yarattığı şiddet ve savaşlar ile kendi türünü böylesine acımasızca yok etmesinin anlaşılabilir, insani bir açıklaması yoktur!
“Avrupa Merkezcilik“ sömürgecilik tarihsel olarak tükenmiştir!
Mevcut kriz de bunun somut verilerinden birisidir. Kriz koşullarında durum tam da böyleyken; sıkça telaffuz edilen iki sorudan biri “Kapitalizm Çöküyor mu?“; diğeri de “İyi de “İyi de Krizle Ne Olacak?“dır...
Birinci, soruyla başlarsak; liberal Atilla Yayla'nın, “Kapitalizm çöküyor mu?“ sorusuna yanıtı, “elbette“ negatiftir!
Bunda şaşırtıcı bir şey yok; tıpkı Doğan Grubu yazarı “Prof. Dr.“ Türker Alkan'ın, “Kapitalizm sona erer mi? Mümkün değil. Kapitalizm (yaşanan bunalıma rağmen) altın çağını yaşıyor ve görünüşe göre bu şimdilik devam edecektir,“ demesi gibi...
Ancak “ne idüğü belli“ bu fantezilerle “uğraşmak“ gereksiz bir zaman kaybından başka bir şey değildir!
Görüldüğü gibi, kapitalizmin krizlerin insan(lık)ın açlık ve trajedilerine yol açarken, kapitalizmin bu krizleri “aşıp“/ “bastırarak“ ertelemesi de, insan(lık)ın açlık ve trajedilerini daha da büyütmekte, yeni emperyalist paylaşım ve tepişmelere kapı açmakta, insan(lık)ın başına faşizm, ırkçılık, ayrımcılık, milliyetçilik, saldırganlık ve savaş illetini bela etmektedir!
Bir an anımsayın: Çok değil, bir süre önce tüm dünya gıda kriziyle boğuşuyordu. Pirincinden buğdayına kadar temel tarım ürünleri fiyatları rekor seviyelere ulaşırken, ihracatçı ülkeler, “Stoklarımız tükendi, sadece kendimize yetecek kadar ürünümüz kaldı“ feryatları ile çalkalanıyordu. Küresel borsalarda ağzı yanan büyük fonlar da çareyi emtia piyasalarında bulunca, gıda krizi daha da içinden çıkılmaz bir hâl aldı. Birleşmiş Milletler'den Dünya Bankası na, IMF'sinden Uluslararası Gıda Örgütü'ne kadar tüm kesimler, “Acil önlem alınmazsa açlık yüzünden milyonlar ölebilir“ uyarısı yapıyordu.
Ancak aradan sadece birkaç ay geçti; ortada ne gıda krizi kaldı ne de rekor fiyatlar. Özellikle pirinçteki spekülasyonların odağında yer alan Chicago Emtia Borsası'nda fiyatlar yüzde 20 düştü. “Gıda stokları tükendi“ tezlerine karşın son açıklanan verilere göre buğday ve pirinç gibi ürünlerde üretim rekorları yaşanıyor. Örneğin Hindistan'da 9 Temmuz 2008'de açıklanan resmi verilere göre bir yıldaki pirinç üretimi 100 milyon tona dayanarak (96.4 milyon ton) rekor seviyeye çıktı. 2008'in Ocak ile Mayıs ayları arasında pirinç fiyatlarında yüzde 70'e varan artışlar yaşanmasına karşın son iki ayda bu rekor fiyatlardan eser kalmadı.
Örnekte de görüldüğü üzere, kapitalist sistem tarihsel olarak ölmüştür, ve pratik olarak da sürdürülemez bir yıkım ve yok oluştur...
İkinci, “İyi de Krizle Ne Olacak mı?“ sorusuna gelince; David Leonhardt'ın, “Çözüm banka kurtarmakta değil. Sorunun temeli ele alınmadı,“[43] dediği koşullarda, “Bu tedbirler krizi aşmaya yetmez! Hâlâ ortada dünya ekonomisinin 10 katı büyüklüğünde bir kredi, döviz, faiz türevleri köpüğü var. Krizin geride kalması için bunun yüzde kaçının tasfiye edilmesi gerekir, bu tasfiye ne gibi riskler içerir, ben bilmiyorum; aslında bilen de yok.[44] Diğer taraftan, ’küreselleşme' ya da en azından önceki 5 yılın ’refahı' bu köpüğün üzerinde gerçekleşti. Bu köpük sönerken oluşan sorunlar, beş yıl önce olduğu gibi piyasalara para basarak köpük korunarak çözülecek gibi değil. Bu pisliği üreten yozlaşmış bankaları kurtarmak da çözüm değil.
Diğer taraftan, bu köpük sönmeye devam ettikçe, sanayinin bu köpük sayesinde çalışan üretim kapasitesine, refahı bu köpüğü oluşturan kredilere dayanmış tüketiciye ne olacak... Ekonomik daralmanın, reel sektörün mali piyasalar üzerindeki etkisi ne olacak? Temizlenmesi gereken pislik çok büyük, tüm mali sistemin içi çürümüş durumda. Bu yüzden, ne yazık ki, daha uzun bir süre, tünelin ucunda bir ışık gördüğümüzde, bu büyük bir olasılıkla, üzerimize gelmekte olan bir trenin ışığı olacak“![45]
Bu somut temelinde ilk “ara sonuçlar“ ile “yapılması gerekenler“e gelince; dünya için yeni bir dönem açılıyor. İflas eden tek tek bankalar değil, kapitalizmin sinir merkezlerinde finans sistemi çöküyor.
Artık, sadece demokrasi sorunlarıyla sınırlamayız, sınıf mücadelesinin bittiği, devrim hedefinin nihayete erdiği masallarına prim veremeyiz...
Nihayet, en yetkili ağızlardan itiraf edildiği gibi, 1929 türü bir krizle karşı karşıyayız. Bu dünyanın pozitif (yani emekten yana olduğu kadar), negatif (sermaye ve ezenlerden yana) olarak değiştirilmesi imkânına kapı açan bir zemindir. Soru(n) kapıyı kimin açacağındadır!
Krizle bir kez daha iflas eden sürdürülemez kapitalist model dünya üzerinde bugüne kadar görülmemiş boyutta, inanılmaz bir adaletsizlik ve eşitsizliğe yol açtı. Bunlar yetmemiş gibi şimdi de dünyanın kaynaklarını yok ediyor. Artık kapitalizm bütün insanlık ile doğanın baş düşmanıdır.
Üretimden oluşan zenginlik kesinlikle topluma dağıtılmadığı ve kapitalist sınıfın sadece kendi çıkarlarına hizmet ettiği için bu duruma gelindi. Kapitalizmin ürettiği zenginliği toplum ve kamu yararına kullanılmasına hizmet ettiği sözünün bir efsane ve tam bir safsata olduğu XXI. yüzyılda çok net bir şekilde ortaya çıktı. Ortadaki tablodan sonra tek bir söz kalıyor: “Kapitalizmin canı cehenneme!“
Bu sözü söylemekten korkmayın, korkmayalım, korkulmasın...
VAROŞTAN MERKEZE, YERELDEN BÖLGESELE ORADAN DA KÜRESELE
8-) Krize karşı alternatif küresel mi, yerel mi olmalıdır?
XXI. yüzyılda ancak “aşırı budalalık“, yani “tüketiyorum öyleyse varım“ salaklığı, veya yabancılaşması kapitalizmi insanlığın geleceği için bir seçenek saymaya götürebilirdi; ancak kriz ve başkaldıran insan(lık) buna izin vermedi...
Bunu sevgili hocam İzzettin Önder, “Kriz kalbimize su serpti... ABD'de başlayan kriz beni çok rahatlattı, tabii ki binlerce insan işsizliğe ve yoksulluğa itileceğinden değil, ama sistemin makyajının eridiğinden dolayı,“[46] diye betimliyor...
Kapitalizmin makyajını silerek, gerçek yüzünü kitlelere deşifre eden kriz koşullarında mücadele varoştan merkeze, yerelden bölgesele oradan da küresele yönelmek zorundadır...
Hayır ne “yerel“i “küresel“in ne de “küresel“i “yerel“in karşıtıymış gibi sunmamak/ koymamak gerek...
Varoşta olmayan bir şey merkezde olmayacağı gibi, yerelde olmayan da bölgesel ve küresel planda olamaz...
Yeri geldi Hasan Bülent Kahraman'dan nakille, “Türkiye'nin kaderini varoşlar tayin ediyor“;[47] E. Ahmet Tonak'ın ifadesiyle de, “Sosyal patlamalar artık dünya varoşlarında yaşanacak“![48]
Kriz koşullarında mücadeleyi bu perspektiften ele almak en doğru olandır.
LATİN AMERİKA...
9-) Eşiniz, yazar- Sibel Özbudun Hanımla gerçekleştirdiğiniz son Latin Amerika gezisinde, insanların, ABD'nin içinde bulunduğu bu nasıl bir tepki gösterdiklerini anlatabilir misiniz?
Latin Amerika coğrafyası, yerelden bölgeseli kucaklayan bir direniş coğrafyası olması hasebiyle küresel direniş için önemli bir mevzidir...
Ahmed Amrabi'nin de belirttiği gibi, “Latin Amerika ülkelerinde, Amerikan hegemonyasından kurtulmak ve yerli milyarderlerin ortaya çıkmasıyla birlikte sıkıntıları genişletmekten başka işe yaramayan ’serbest pazar ekonomisi' düşüncesini ortadan kaldırmak amacıyla yeni bir bağımsızlık eğilimi yükseliyor. Şu ana dek Venezüella, Nikaragua, Bolivya, Ekvador ve Paraguay kurtulmuş durumda.
Kolombiya'da da silahlı devrimci mücadele var. Venezüella Rusya'yla deniz tatbikatlarına katılmaya hazırlanıyor. Bu nedenle gelecekteki 10 yıl ABD'nin kendi arka bahçesiyle uğraşacağı bir dönem olabilir. Bu durum, ABD'nin Irak ve Afganistan'daki kanlı sayfasının dürülmesini hızlandırabilir.“[49]
Özellikle Fidel Castro'nun açtığı yoldan Venezüella, Bolivya, Kolombiya ve Ekvador'daki mücadeleler ABD emperyalizmine karşı yeni mevziler kazanmaktadır!
Örneğin Angel Guerra Cabrera'nın da işaret ettiği gibi, “Ekvador'da yapılan referandumla yeni anayasanın ezici bir çoğunlukla kabul edilmesi, Latin Amerika ve Karayibler'deki halk gücünü gösteren bir kanıt. Bu güç, emperyal hâkimiyete ve yerel elitlere karşı politik yollarla peş peşe darbeler indirmekte. Kuşkusuz öncelikle bu, Ekvador halkının ve Başkan Correa'nın zaferidir. Halkın büyük çoğunluğu Başkan Correa'ya güvenini yeniden göstermiştir.
Emperyal hâkimiyete ve yerel elitlere karşı politik yollarla peş peşe darbe indiren halk gücünü gösterdi.
Geçmişteki toplumsal kavgaların yarattığı ortak bilinç ve deneyim olmasaydı Washington destekli oligarşinin, toprak sahiplerinin, sağın ve kilisenin çılgınca yürüttüğü medyatik kampanyaya karşı böyle bir zafer kazanılamazdı. Bu hükümetin aldığı önlemler nedeniyle ayrıcalıklı durumlarını kaybedenler onlardı. Yeni anayasal düzen, onların yönetimine, yağmacı kurumlarına, bağımlılığa, ayrımcılığa ve ırkçılığa son verecektir.“[50]
Evet Ekvador'da 28 Eylül 2008 günü yapılan yeni anayasa referandumunda, Devlet Başkanı Rafael Correa hükümetinin yeni anayasa projesi kabul edildi. Sonucu “yurttaş devriminin“ teyidi olarak yorumlayan Correa, zaferi “tarihi“ olarak niteledi.
Bununla birlikte Ekvador'un halkçı lideri Rafael Correa'nın “yurttaş devrimi“ olarak sunduğu anayasa reformunun referandumda kabul görmesinden cesaret alan Ekvadorlu topraksız köylüler, boş arazileri işgal etmeye başlarken; Yeni anayasa, ülkedeki bütün yabancı askeri üslerin kapatılmasını da öngörüyor. Bu da ABD'nin, liman kenti Manta'da, uyuşturucuya karşı yürüttüğü operasyonlar için yaklaşık 10 yıldır kullandığı hava üssünü terk etmesi demek oluyor!
Ekvador'un yanında; Morales'in kamulaştırma çabalarından rahatsız olan ABD işbirlikçisi zenginler geniş özerklik peşinde olduğu Bolivya da emperyalizme darbe indiren bir değişimi yaşıyor.
Martin Suso'nun ifadesiyle de, “Çoğunluk Morales'i desteklerken çıkarları zedelenen sağın zorbalığı artıyor...
Bu değişim sürecinde neler olacağını bilmek zor. Görünen o ki yerel sağ çatışma yolunu seçti. Bir kez daha anlaşıldı ki projeleri ülke için değil. Umutsuzluk onları körleştirmiş. Kendilerine ne bölgesel ve ne de uluslararası bir destek bulabildiler. Geriye ülkeyi yakıp yıkmak kaldı...“[51]
Ancak bunların hiçbiri Morales'i, emperyalizme karşı mücadeleden vazgeçirmiyor!
Bush yönetimi yetkililerinin değme gangsterlerle mafya babalarını “solda sıfır bıraktığı“ndan söz eden Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chávez, “Bu katillerin yanında Don Corleone ve Al Capone kundak bebeği kalır,“ derken; BM Genel Kurulu kürsüsünden “şeytan“ olarak nitelediği Bush hakkında, “Elinde ustura olan bir maymundan daha tehlikeli“ demektedir.
Ülkesinin nükleer program geliştirmesi konusunda Rusya'nın yardım teklifine sıcak baktıklarını açıklayan Chávez, Beyaz Saray'ın ’gizli nükleer tesis' dediği İran'la ortak kurulan fabrikada üretilen ilk bisiklete binip “İşte atom bombası“ diyerek ABD Başkanı George W. Bush'la dalgasını geçecek kadar ciddi bir ABD karşıtıdır...
Ve bunların tümü, çeşitli biçimlerde Latin Amerika'nın dört bucağına yansımaktadır...
14 Ekim 2008 07:37:25, Ankara.
N O T L A R
[*] Baran Dergisi, No:93, 16 Ekim 2008-42; Baran Dergisi, No:94, 23 Ekim 2008-43; Baran Dergisi, No:95, 30 Ekim 2008-44...
[1] Thomas Mann.
[2] Nicholas F. Brady-Eugene A. Ludwig-Paul A. Volcker, “ABD'ye Güven Veren Yeni Mekanizma Gerek“, The Wall Street Journal, 17 Eylül 2008.
[3] Financial Times,15 Temmuz 2008.
[4] Alper Akalın, “Krizin Çözümü Sosyalizm Soslu Kapitalizmde Değil“, Taraf, 28 Eylül 2008, s.14.
[5] Bilal Sambur, “Tehlikede Olan Piyasa Ekonomisi Değil Özgürlüğümüzdür“, Taraf, 10 Ekim 2008, s.15.
[6] Örsan K. Öymen, “Kriz Kapitalizmin Kendisidir“, Radikal, 8 Ekim 2008, s.11.
[7] Kaynak: Orhangazi, Özgür (2008) Financialization and the US Economy, Edward-Elgar Publications.
[8] Erinç Yeldan, “Kapitalizmin Yeniden Finansallaşması ve 2007 Krizi“, Cumhuriyet, 1 Ekim 2008, s.13.
[9] “Finans Kuralları Değişti“, Financial Times, 17 Eylül 2008.
[10] CNN, 16 Eylül 2008.
[11] BBC, 19 Eylül 2008.
[12] Mustafa Kemal Coşkun, “Evet, Karl Marx Haklıydı!“, Radikal, 3 Ekim 2008, s.11.
[13] Ergin Yıldızoğlu, “Büyük Bir Haksızlık Yapılıyor...“, Cumhuriyet, 17 Eylül 2008, s.4.
[14] “Romanları Fişleyen İtalya Önyargıları Ateşliyor“, Financial Times, 19 Ağustos 2008.
[15] Giulia Lagana, “Berlusconi İtalya'yı Kendi Çiftliği Gibi Yönetiyor“, The Guardian, 24 Haziran 2008.
[16] “NATO Afgan Sınavını Geçmekte Zorlanıyor“, Financial Times, 3 Şubat 2008.
[17] Ceyda Karan, “Afganistan Samimiyetsizliği“, Radikal, 24 Mart 2008, s.10.
[18] “Kâbil Kuşatma Altında“, The New York Times, 21 Ağustos 2008.
[19] “Kâbil Kaybedilmek Üzere“, Kuds ül Arabi, 23 Ağustos 2008.
[20] “Afganistan Her An Irak'a Benzeyebilir“, The Guardian, 28 Nisan 2008.
[21] “Britanyalı Komutandan Afgan İtirafı“, Radikal, 6 Ekim 2008, s.11.
[22] “Karzai Taliban'la Barış İçin Ricacı“, Radikal, 1 Ekim 2008, s.9.
[23] Simon Tisdall, “Bush Giderayak Pakistan'a Dadandı“, The Guardian, 23 Eylül 2008.
[24] “Başkan Adayları Afganistan Stratejilerini Geliştirmeli“, The Boston Globe, 11 Eylül 2008.
[25] “Afganistan'da Yanlış Yoldayız“, The Washington Post, 6 Temmuz 2008.
[26] Saad Muhyu, “ABD Afganistan'ı Kurtarayım Derken Pakistan'ı Yakacak“, El Haliç, 25 Eylül 2008.
[27] Samir Sahla, “ABD'nin Pakistan'daki Hayal Kırıklığı“, Radikal, 29 Eylül 2008, s.11.
[28] “Paris-Berlin Anlaşmazlığı Finans Krizinde AB'yi Yavaşlattı“, Le Monde, 3 Ekim 2008.
[29] “Yeni Bretton-Woods Lazım“, The Guardian, 6 Ekim 2008.
[30] Ahmed Amrabi, “Fukuyama ’Tarihin Sonu'nu İlan Etmekte Aceleci Davrandı“, Beyan, 24 Eylül 2008.
[31] Seumas Milne, “Tek Kutuplu Amerikan Düzeni Çöktü“, The Guardian, 28 Ağustos 2008.
[32] Kishore Mahbubani, “Avrupa Dünyaya Cüce Gibi Görünüyor“, Financial Times, 22 Mayıs 2008.
[33] Ahmed Amrabi, “Terörle Savaş Amacından Saptı“, Beyan, 24 Ağustos 2008.
[34] Richard Haass, “Amerikan Hâkimiyetinin Yerini Ne Alacak?“, Financial Times, 15 Nisan 2008.
[35] Ergin Yıldızoğlu, “En Yeni (Şimdilik) Dünya Düzeni“, Cumhuriyet, 11 Eylül 2008, s.12.
[36] Metin Cengiz, “Marksist Sanat Anlayışı ve Devrimci Kırımı“, Varlık, No:2008/06-1209, Haziran 2008, s.51.
[37] “Mazdek, ’mal insanlar arasında ortaktır' diyordu. Çünkü insanlar, Tanrı'nın kulları ve Adem'in çocuklarıdır. Her biri ihtiyacına göre ötekinin malını kullanmalı ve hiç kimse bu haktan yoksun kalmamalıdır. Herkes malca eşit olmalıdır. Mazdek'in bu sözleri üzerine herkes malını ortaklığa koymuştu.“ (Nizamülmülk.)
[38] Yıldırım Türker, “Hâlâ En Korkunç Hayalet“, Radikal İki, 7 Eylül 2008, s.3.
[39] İsmet Berkan, “Kapitalizm Çöküyormuş“, Radikal, 12 Ekim 2008, s.3.
[40] Ergin Yıldızoğlu, “İki ’Paketin' Hikâyesi“, Cumhuriyet, 1 Ekim 2008, s.4.
[41] Dallas Darling, “Gıda Silah Olarak Kullanılınca...“, Middle East Online internet sitesi, 20 Haziran 2008.
[42] United Nations Development Program, Human Development Report, 1994.
[43] David Leonhardt, “Çözüm Banka Kurtarmakta Değil“, The New York Times, 17 Eylül 2008.
[44] Schwartz, International Herald Tribune, 19 Eylül 2008.
[45] Ergin Yıldızoğlu, “Piyasalar ’Köşeyi' Döndü mü?“, Cumhuriyet, 22 Eylül 2008, s.12.
[46] İzzettin Önder, “Kriz Kalbimize Su Serpti!“, Evrensel, 12 Ekim 2008, s.7.
[47] Hasan Bülent Kahraman, “Cumhuriyeti Kuranlara da ’Baldırı Çıplak' Diyorlardı“, Sabah, 29 Eylül 2008, s.11.
[48] E. Ahmet Tonak, “Sosyal Patlamalar Artık Dünya Varoşlarında Yaşanacak“, Mesele, No:21, Eylül 2008, s.46-50.
[49] Ahmed Amrabi, “Fukuyama ’Tarihin Sonu'nu İlan Etmekte Aceleci Davrandı“, Beyan, 24 Eylül 2008.
[50] Angel Guerra Cabrera, “Latin Ülkeleri ve Yeni Seçenekler“, La Jornada, 2 Ekim 2008.
[51] Martin Suso, “Kaos İçindeki Bolivya“, Alai-amlatina, Latin Amerika Haber Ajansı, 8 Eylül 2008.
Re: KAPİTALİST YIKIM KISKACINDAKİ DÜNYANIN “HÂL-İ PÜR MELALİ“