Son zamanlarda ortak akıldan ayrılarak kimi çevrelerce alternatif gibi sunulan siyasal İslam, düşünülenin aksine toplumsal gelişimi zehirlerken, geriye dönük kültürel zaafiyet içinde „zavallı kuklalar“ ve yaşanılası imkansız „terörize adacıklar“ oluşturmaktan başka işe yaramıyor. Henüz bugün sebebiyle ulaşılan yıkımları bile görmeden 20 yıl önce Olivier Roy, Siyasal İslamın İflası adlı kitabıyla bu eğilimin açmazlarını sergilemiş ve iflasını duyurmuştu.
Tezini savunurken yazar, Cezayir’den Afganistan’a, Pakistan’dan Türkiye’ye kadar uzanan coğrafyada, şu ya da bu ülkede siyasal İslami hareketlerin boy atma veya iktidara gelme ihtimalinin de hesaba katılması gerektiğini belirtiyordu büyük bir öngörüyle. Onun görüşleri dünyada ses getiren tartışmalara yön verip barındırdığı kritikler dillendirilmeye başlamışken İslamcılar bu söylem ve düşünme egzersizlerinden hiç etkilenmeksizin yollarına devam ettiler. Hatta bazı ülkelerde seçimle iktidara geldiler(Türkiye), kimilerinde „Arap Baharı“yla coştular, bir de baktık ki sonra vahşi İslami terörle seslerini duyurarak halk kitlelerini sindirmeye çalıştılar... Zaman zaman canlanıyor gibi algılansa da ortaya koydukları icraat ve asla tasvip edilemeyen modelleriyle çöküşlerini bizzat kendi elleriyle hazırladılar.
İslam ile siyasal İslamın birbirinden ayrı kavram ve yapılanma olduğunu belirtmekte fayda var. Siyasal islam ile son yıllarda yoğunlaşan, İslami hukuk ile perçinlenip toplumları terörize eden, cografyaya göre keyfi haller alan İslamcı hareketleri kastediyoruz. Genel olarak bakıldığında devletin ve toplumun İslam düşüncesi ve geleneklerine göre yapılandırılması savunulur.İslamcı ideologlar Seyyid Kutub’tan, Mısırlı Müslüman Kardeşler’in organizasyonunun kurucusu Hasan el Benna ve Hint-Pakistan Cemaat-i İslami’nin yaratıcısı Ebul Ala Mevdudi ve Humeyni’ye kadar 20. yüzyılın ideolojileri ışığında İslamı her şeyden önce siyasal bir sistem olarak tanımlamaya çalışarak “yeni“ bir düşünce hareketini başlattılar. Üstelik bunu „öze dönüş“ söylemiyle meşrulaştırmaya çalışırlar.
Kuşkusuz tarihte ilk kez şeriatla yönetilen İslami devletlerle karşılaşmıyoruz. Emevi iktidarından Osmanlılara kadar İslamiyet adına hareket eden devletler şeriatı esas aldılar ve miadını doldurup tarihin sayfalarına gömüldüler. İslamcılar parlaklığını ballandıra ballandıra anlattıkları bu „yıldız sistemin“(!) çöküşünün nedenlerini o zaman anlayamayıp ihanet senaryolarıyla kendilerini tatmin etmeye calıştılar. Simdi de hala tanımlamaktan uzak oldukları icin çöküşe bir çare de bulamıyorlar. Bizim için sorulması gereken soru ise bugün nasıl olup ömrünü tüketmis ilkel ve ayakları yere basmayan bir toplumsal yapılanmanın temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp tekrar halkların önüne alternatif konulduğu.. Devri saadet, „altın çağ“ diye diye ortaçağın karanlık dehlizlerinde hala ne arıyoruz?
Kendimize batıracağımız çuvaldız büyük olmalı kı canımızı acıtsın, kendi sırlarımız görünür hale gelsin. Merkezi kapitalist devletlerin sömürgeciliği ile tanışan dünyanın diğer ülkeleri ve ezilen halkları uzun zaman gün yüzü görmedi. Katmerli bir sömürü ve milli baskı altında yaşadılar. Nihayet kapitalist sömürgeciliğe karşı verdikleri ulusal mücadeleleriyle yabancı sömürgeciyi dışladılar. Ne var ki, yerine gelen yerel iktidarlar sömürgeci yönetimlerin bir benzeri taklitçisi ve kopyacısı oldular. Halkını yoketmeye, altetmeye çalıştıkları diğer yabancı sömürgeci gibi davrandılar. Bir avuç azınlık zenginleşirken geniş halk kitleleri yoksulluğa sefalete terk edildi. Umulanın aksine kapitalist modernleşme geniş halk kitlelerine bir refah getirmedi. Neticede demokratik yönetimler yerine diktatör ve faşist devletler kuruldu. Ulusal kurtuluşu bir biçimde sağlamış ama sosyal kurtuluşu bir türlü olusturamamış yeni kapitalist modernite bir süre sonra kitlelerin umudu olmaktan çıktı ve insanlar yeni bir dünya sosyalizme yöneldiler. Uzun lafın kısası, sosyalizme bağlanan eşitlikçi, refah, ilerici toplum hayali de bürokratik ve askeri diktatörlükler biçiminde tezahür edince yokoldu gitti kısa sürede.
İşte tam da o vakit kimilerince bu umutsuzluğa çare olarak arkaik olan ortaçağ bir „Cennet“ gibi sunulmaya baslandı. Daha önceki doğu batı kamplaşmasında ABD’nin başını çektiği kapitalist-emperyalist sistemin, Sovyetler Birliğine karşı „yeşil kuşak“ politikasıyla verdiği destekle siyasal islam bir gelişme zemini buldu. Bulduğu bu uygun ortamda eski dini inanç üzerinde, kendiliğinden veya başka güçlerin desteğiyle gelişen bu akım yeterince aydınlanamayan kitleler üzerinde epeyce etkili olmaya basladı. Çok geçmeden İran devrimiyle beraber siyasal iktidar halini aldı. Iktidar olmanın çekiciliği diğer ülkelerdeki İslami güçleri tetikledi. Biliyoruz ki geçen zaman içinde gerek siyasi iktidar ve gerekse siyasi muhalefet olarak siyasal islam topluma olumlu anlamda hiç bir katkıda bulunmadı.
Bugün gelinen noktada daha iyi görülüyor ki, siyasal İslam tam bir başarısızlık örneğidir.Neden?
Öncelikle sağlıklı, birbirini destekleyen, bütünleştiren bir toplum modeli oluşturamamıştır. Sadaka sistemiyle ayakları oturtulmaya çalışılan sallantılı, parçalı ve birbirine düşman katmanlardan bir toplum oluşmuştur.
Sistemli bir toplum modeli bir ekonomik temeli şart koşar. İslamiyet kendine ait bir ekonomi teorisi ve dolayısıyla pratiğinden yoksundur. Önerdiği yapı kapitalist yapı üzerine serpiştirilmiş İslami motiflerden, haram-günah argümanlarindan öteye gitmez. Aynı şekilde çağdaş hukuki perspektiften yoksundur. Siyasi ve toplumsal biçimler yaratılmadan sadece kısır islam hukuku, şeriatla kurmaya çalışmak gelişen modern toplumu bu kalıba sığdırmaya çalışmak deyim yerindeyse havanda su değil hava dövmektir. Geriye ne kalır? Sadece İslami toplumu oluşturacak “ahlaklı” “erdemli” müslümanların ve yöneticilerinin oluşmasıyla toplumsal yasa, kurum ve kuruluşlarından soyutlanmış insanların iyi niyetine ve ahlakına indirgenmiş, subjektif bir kurgu hayaline varılır.. Bu da toplumsal analizden yoksun içi boş bir söylem. Bundan 1500 yıl öncesinin Arap kabile topluluklarının ilkel ideojisiyle türlü tetikleyici ve değişkenleriyle modern bir toplum modeli oluşturulamaz.
Öte yandan siyasal İslam’ın eğitim politikası da diğer bir açmaz. Çok küçük yaşlardan itibaren cocukların anlamını öğrenmeden ezberleyeceği kutsal kitapla yetiştirilemeyeceği, toplumu ileriye taşıma yerine ortaçağ karanlığına sürükleyeceği açıktır. Bütünlüklü insanlık tarihinin ulaştığı bilgi birikimini bir tarafa bırakarak, mesleki ve bilimsel bir eğitim yerine”usta çırak” ilişkisiyle kendi kendini eğiten akademik disiplinden yoksun sözde yeni bir “islami aydın” tipi geliştirilir.
Gün geçtikçe feodal Arap kabilelerin, topluluklarının ideolojik üst yapısı olarak başlayan ve hala bu hüviyetiyle devam eden İslamiyet, iktidarla bütünleşince modern dünyaya kapılarını sımsıkı kapattı ve tutuculaştı. Kendisine benzemeyeni, farklı düşüneni düşman olarak görüp demokrasiyi gavur icadı saydı. “Darül islam darül harp“ formülü ile Müslüman olmayan herkese karşı cihad ilan etti. Dahası iktidarını sağlamlaştırmak ve devam ettirmek için gerektiğinde diğer Müslümanlara karşı da harb ilan etti. Bu cihadda her türlü aracı ve hileyi mübah saydı ve hala sayıyor. Halühazırda izlenilen temel politika budur.
Peki, oldukca yerel bazda toplumsal bir kültürün ötesine geçemeyen İslamlaşmanın sonu nereye kadar bilen var mı? İslam dünyası ”radikalinden” “ılımlı”sına kadar tam bir çıkmaz içinde. Aklı selimle hissedilen şudur ki, modern bir toplum şeriatla asla yönetilemez. Kurulan islamcı hükümetler, sorunlara çözüm getirmekten ziyade üzerine çöktükleri toplumu vahşetle tanıştırıyorlar. Kişisel olarak gözlemlediğim, medya aracılığıyla tüm dünyanın da tanık olduğu şu: Siyasal islamcı kişi ve gruplar da ne insaf ne merhamet ne ahlaki sorumluluk var. Her türlü yolsuzluğu,hırsızlığı katliamı yapacakları, hedefleri doğrultusunda her türden kötülüğe bulaşacakları eğilimini net bir şekilde görüyoruz. Bu dünyanın “nimetler”ini “ahirete” tercih ettiklerini,kendi güdümlerindeki dini kuralları geniş halk kitlelerinin istismarı için kullandıklarını, pençelerine yakalanmış toplumlar görüyor ve acımasızca yaşıyor. Bu da“erdemli mümin“ler üzerine kurulacak bir siyasal İslam’ın bizzat İslamcı kadroların bu “günahları”yla çöküşü getiriyor .Ondan sonra dönüp dolaşıp kendi başarısızlığına „dış güçleri“ sebep göstererek „bütün dünyayı imana gelmemekle“, Yahudi, Hristiyan , marksist ve ateist komploculukla olay ve olguları izah etmeye çalışır.
Bize Kalan Ne?
Ortadoğu coğrafyasında olumlu bir dönüşüm sağlamayan İslamiyet tam bir çakmaza girmiştir. İktidar olduğu ülkelerde(İran,Afganistan..) yeni bir model sunamazken “akıl dışı arkaizmin akıl almaz boy verişi”..İslamiyet’in bir enternasyonali var mı?
Yine cevabı arayalım: Öncelikle aynı stratejiyi izleyen merkezde bir “Müslüman komünterni” onu izleyen yerel kollar biçiminde bir müslüman enternasyonalizmi yoktur. Birden çok merkez vardır. Mısırlı Müslüman Kardeşler, Suudi Arabistan’da İslam Birliği, Pakistanlı Cemaat, Türkiye’de AKP, Feytullah Cemaati vs.. Bunlar arasında gizli veya açık temaslar, adı konulmamış işbirlikleri, kişisel ilişkiler, küskünlükler, bölünmeler, ortaklıklar var. Ulusal çerçeve ya da devlet çıkarları esas kaldığından Ortadoğu’daki her çelişki ve çatışma bu birlikteliklerden etkilenir, hiç farkettirmeden uzantıları halini alır. Uluslarüstü merciler, finansman ve dağıtım ağları oluşturmuşlardır bile. Şu ya da bu devletin istihbarat örgütünün maşaları olarak işlev görürler. Örneğin İran, Şiilik üzerinde yayılmacı politikalarını sürdürürken TC, emperyalist amaçlarını Sünnilik üzerinde “yeni osmanlıcılık” hayalini kurmaktadır.
Ülkemiz Kürdistan’da ise siyasal İslam derinliğine irdelendiğinde sömürgeci Arap, Türk ve Fars milliyetçiliğini maskeleyen bir rol oynadığı açıkça görülür. Tarihte İslamiyet adına hareket eden devletler (dört halife devrinden Emevilere , oradan Osmanlılara ve İran Molla yönetimine ve bugünkü AKP iktidarına kadar) Kürdistan halkına katliam, zulüm ve sömürü getirmiş, niyeyse İslam ümmetinden bu halka yaşama hakkını çok görmüşlerdir.
Bugün bütün İslam coğrafyasında devletlerin dışında bir İslam ümmeti var mı? Milletler ve devletler üstü bir islami toplum, kitle olabilir mi? Peki bu devletler hangi milletin ve kime ait? Kürdlerin devlet kurma hakkı gündeme gelince “ümmet toplumunu” “islam kardeşliği”ni bölmeyelim diyenler, Kürdistan ortasından geçen sınırlar, telörgüler, mayınlı tarlalarla ümmet toplumunu bölmüyor mu? .
Farklı inançlara sahip çoğulcu Kürdistan’da siyasal İslam dün olduğu gibi bugün de yeni bir ufuk vaadedemez, savaş ve yıkım getirir. Tüm renkliliği içinde barındıracak ulusal birlik, dini bağnazlık ve tek tiplilik üzerinden oluşturulamaz. Tam tersine gökkuşağımız sömürgecilerce hor kullanılıp “böl-yönet” politikalarına alet ediliyor.
İkincisi, islamiyet, eskiden beri sömürgecilerin elinde bir istismar aracı olarak “İslam kardeşliği”adı altında ya asimilasyon, sömürgeci- faşist sisteme boyun eğme, kaderine razı olma anlamında o ünlü söylemde olduğu gibi bir “afyon” olarak kullanılmaktadır.
Üçüncüsü, ulusal kurtuluş hareketi aynı zamanda o ulus için bir rönensanstır, yani bir aydınlanma hareketidir, o ulusu gerici değer yargılarından arındırır. İslamiyet ise Kürt ulusal kurtuluş ufkunu karartmakla kalmaz, bugün var oldukları ülkelerden dünyaya yayılan tehdit ve terörü düşündükçe gerici bir rol oynayarak onları diğer bütün dünya güçlerinden tecrit eder. Böylece sömürgecilerin istediği Kürtleri dünyadan tecrit edip boğma planını gerçekleştirmiş olur.
Bölgedeki sömürgeci devletler engelleyemedikleri Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesine karşı islamcı hareketleri kullanmaktalar. Dindar Kürtler TC tarihi boyunca “İslam kardeşliği” adıyla rejimin sigortası olmuşlardır. Bazı durumlarda din de ulusal hareketin bir motifi olarak sömürgeciye karşı önemli bir rol oynamış. Şeyh Sait hareketinde kısmen dini motif yok muydu? Daha sonra isyanın bastırılmasında da diğer dindar unsurlara başvurularak bu etki kırılmaya çalışıldı. İslamcılar yıllardır Türkiye, İran , Irak ve Suriye’nin Kürdistan’da hüküm süren sömürgeci sisteme karşı çıkmadılar. Çoğunluğu Müslüman olan Kürtlere yapılan soykırımları sessizce izlediler, hatta onayladılar.. Kürd halkının çığlığını duymadıkları gibi yapılan işkence ve katliamlar karşısında yürekleri sızlamadı.. Acı olan gerçek şu ki, büyük şehir merkezli İslami hareketlerin tabanı, yönetici kadroları ve düşünce üreticileri arasında Kürtler yoğunlukta. Kraldan çok kralcılar TC’nin bekasını kendilerine haddinden fazla dert edinip “Kürdçülüğü kaşıyıp”, “ülkenin bölünmesi”ne su taşımaktan özenle kaçındılar. Yaptıkları şeyler ise sömürgecilerin operasyon tedirginliği altında gece uykusu olmayanların kapısı önünde ramazanda davul çalmaktı.
“Müslüman kardeşliği”, Kürtleri kardeş olarak sınırlar içinde ve asker botları altında tutmaya çalışırken cevredeki tüm sömürgecilerin çok işine yaradı. Yanyana sıralanıp sırtından vurulan, kamuoyuna pek çoğu malolmuş insanlık dışı uygulamalara maruz kalmış, yurtsuz bırakılmış Kürtler “El insaf! “ dedikçe yok sayıldı.
Ne zamana kadar biz kardeşiz ey „Müslüman“? Senin keyfin ve bekaan icin ben çarnaçar boyun eğerken mi? Yoksa benim canım yanarken karşıma geçmis yokolmam ve sefaletle bezenmiş manzaramla ulu erişilmezliğinizi rahatsiz etmeyeyim diye sen dua ederken mi?En önemli soru şu: Bu çürümüs, kırk yerinden ihanetle parelenmiş ipliklere tutturulmaya çalışılan „kardeşliğ“in sözde bağlarını koparmanın vakti gelmedi mi?
Gulan 2014
Bawer Zirek