Direkt zum Inhalt
Submitted by Anonymous (nicht überprüft) on 3 March 2012

Bu sınırlar, kaçakçı emperyalist ve kolonyalistler tarafından Kürdistan’ın böğrüne saplanmış hançerlerdir.-

Kürt sorununa tarihsel bir perspektiften bakıldığında nereden nereye gelindi?

-‘Kürt sorunu’ kavramını doğru bulmuyorum. Tartıştığımız sorunun bir etnik grup ve azınlık olarak Kürtlerin bazı haklarının gasp edilmesi meselesi değildir. Tartıştığımız sorun bir ulus- ülke meselesidir. Üstelik parçalanmış... Sorunun yanlış tanımlanması doğru çözüm perspektifini de ortadan kaldırır. Siz “Türkiye’de bir ‘Kürt sorunu’ vardır” derseniz bu daha çok Türk devletinin demokratizasyonunu ilgilendiren bir soruna dönüşür. Böyle bir meselesi de var, Türk devletinin demokratik olmadığı ortada. Ama Kürdistan meselesi Türk devletinin demokratizasyonu ile ilgili bir mesele değildir. Kendi kendini yönetme hakkı gasp edilmiş, dört ayrı devlet sınırları içinde haps edilmiş, hiçbir siyasi statü tanınmamış bir ulusun, kendi ülkesinde iktidarlaşması, devletleşmesi meselesidir.
Bu mesele 76’yı baz alarak tartışılabilinecek bir mesele değildir, I. Dünya Savaşı sonrasını ele almak lazım. I. Dünya Savaşı sonrası bu savaşın galipleri dünyaya bir ‘devletler sistemi’ dayattılar. Bu devletler sisteminin temel organı Cemiyeti Akvam (Milletler Birliği) dır. 1919 Paris Barış Konferansı’yla kuruldu. Kolonyalist -Mandaterlik Hukukunu baz alarak- dünyayı, savaşın galipleri özellikle Britanya ile Fransa’nın çıkarları doğrultusunda düzenlemekle yükümlü bir teşkilattır. Bunun aracılığıyla dünyada da bölgede de devletler sistemi oluşturuldu. Kürtleri dünyada kurulan yeni devletler sisteminin dışında bıraktılar. Sadece dışında bırakmakla kalmadılar, dört ayrı devletin sınırları içinde tuttular. Kürtdistan’ı parçaladılar. Budur esas mesele. Oradan başladığımızda görüyoruz ki Yakın Doğu’da, Orta Doğu’da bir devletler sistemi kurulmuş. Arap coğrafyasında 20-22 tane devletçik oluşturulmuş. Bir milletin kendi ülkesinde kendi kendini yönetme hakkının engellenmesi kolonyalizmdir. Bunun dört ayrı devlet içinde sürdürülmesi, bu dört ayrı devlet içinde Kürtlere hiçbir siyasi statü tanınmaması da aslında jenosidal bir faaliyettir. Yeryüzünde Kürt milleti diye bir milleti tanımıyor Cemiyeti Akvam. Tanıdığı devletler de Kürtlerin ulus ve ülke gerçeğini ortadan kaldırmaya programlanmış devletlerdir. Hiçbir millet bölünmeye, parçalanmaya ve siyasi statüsüz bırakılmaya tepkisiz kalmaz. Kürt halkı da 100 yıldan beri -Cemiyeti Akvam’ı esas alırsak- her dört parçada da bu duruma itiraz etmiştir.

Kuzey Kürdistan’da Koçgiri’den başlayıp, Dersim’de, daha sonra da işte PKK başkaldırısıyla devam eden zaman zaman kesintiye uğrasa da süren bir itiraz var. Kürtlerin silahlı mücadelesini böyle değerlendirmek lazım. Kürtler belirli fasılalar konulsa da, ulusal direnişi ve itirazı sürdürmüşlerdir. Doğu’da bunun zirvelerinden biri Mahabad Cumhuriyeti’dir. Güneyde neredeyse kesintisiz 100 yıllık bir savaş sürdürülmüştür. Neticede işte 2003’de Kürdistan’ın güneyinde federal yapı benimsenmiştir. Federal yapı henüz yerine oturmuş uluslararası hukuk normlarıyla istikrar kazanmış bir yapı değildir. Tartışmalar sürüyor. ABD’nin çekilmesinden sonra Irak’ın nereye gideceği hala tartışma konusudur. Suriyeli Kürtler bu direnişi sürdürmüştür.

Günümüzde belki de en önemli olan şudur: Kürdistan’ın dört parçasında da, siyasi statü talep eden, mevcut devletler sistemine itiraz eden hareketler bir arada gelişiyor. I. Dünya Savaşı sırasında güneyde şeyh Mahmut Berzenci önderliğinde bir savaş varken, buna kuzeyden doğrudan çok özel bir destek gelmemiştir. Daha sonra kuzeyde Koçgiri, 25 başkaldırısı, Dersim olduğu zaman, diğer parçalardan güçlü bir destek gelmemiş. Mahabat Cumhuriyeti sırasında diğer parçalarda bir sessizlik var. Belki de ilk defa her dört parçada birbirinden etkilenen ve etkileyen bir ulusal hareketlilik söz konusudur. Aslından dünyada da Türkiyede de, Kürdistan meselesinin daha çok gündemde olmasının bir nedeni de budur. Bölgede süren bir savaş var. Sovyetlerin çözülmesinden sonra, dünyaya yeni bir düzen vermeye çalışan bir batı ve onun indinde dünyaya dayatılmış bir savaş var. Bunun da etkisi var. Kuzey parçasındaki sorunuzdan ötürü, kuzey parçasında ki gelişmelere baktığımız zaman, 1938 önemli bir kırılma noktasıdır. Dersim, Kürdistan’ın yıkılan son kalesidir. Kuzeydeki bu son kale de yıkıldıktan sonra uzun süre bir sessizlik dönemi yaşanmıştır. Bunu 60’lara kadar ya da 49’lar olayından başlatırsak 59’lara kadar getirebiliriz.

1959’daki 49’lar olayından sonra 60’lı yıllarda kuzeydeki Kürt aydınlarının, yurtseverlerinin, okumuşlarının yeniden toparlanmaya, ulusal harekete yeniden bir ivme kazandırmaya başladıklarını görüyoruz. Bunun sonucu olarak 65’de Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin (TKDP) kurulduğunu görüyoruz. İlk başkanı Faik Bucak öldürüldü. Daha sonra Sait Elçi’dir. 69’da Said Kırmızıtoprak öncülüğünde ikinci bir Kürdistan Demokrat Partisi kurulduğunu görüyoruz. İsim olarak farklı Türkiyede Kürdistan Demokrat Partisi olarak anılıyor. 68 hareketlerinin etkisiyle, Kürt gençlerinin örgütlenmeye başladığını görüyoruz. Devrimci Doğu Kültür Ocakları aracılığıyla. Fakat bu 70 öncesi dönemde Kürt aydınları, okumuşları, solcuları daha çok Türkiye’de ilerici solcularla beraber örgütleniyorlar. Her iki KDP’yi bir tarafa bırakırsak, gerek Türkiye İşçi Partisi içinde, gerek o dönem ortaya çıkan Türkiyeli solcu örgütler içinde DHKPC, THKO ve TİKKO içinde çok sayıda Kürt devrimcisinin yer aldığını görüyoruz. Dolayısıyla Kürt devrimcilerinin, Türkiyelilerden ayrışmaya başlamalarında her iki KDP’nin ve DDKO’nun etkisi olmakla beraber, esas kopuş süreci 70’ler sonrasıdır. 74’lerden sonra ilk önce 3 ilde kurulan Devrimci Demokrat Kültür Dernekleri (DDKD) var. 74 affından sonra cezaevinden çıkan kürt siyasetçilerinin ayrı örgütlenmeye başladıklarını görüyoruz. O dönemde artık Kürt solcularının Türk solcularıyla beraber örgütlenmeyi değil, Kürdistan’da ayrı örgütlenmeler kurmaya yöneldiklerini görüyoruz. O dönem temel tartışmaları da budur. Kürt solcularının iki önemli argümanları var. Biri Kürdistan sömürgedir. İkincisi de Kürdistan komünistleri ayrı örgütlenmelidir. Türkiye sol hareketiyle ilişkilerini birlik düzeyinden ittifak düzeyine çekmişlerdir. Türkiye İşi Partisi’nin o dönem isimlendirmesiyle ‘Doğu sorununu’ mecliste, mitinglerde, yayınlarda tartışmaya başlaması olumlu olmuştur. Genellikle de bunu Türkiye İşçi Partisi içindeki doğulu sosyalistlerin grubu gündeme taşımıştır. 74’ten sonra artık ulusal kimlikleri ve ülke aidiyetleriyle siyaset yapmaya başladıklarını görüyoruz.

- Bunca süreci göz önüne alırsak T.C mücadele tekniği ve mücadelede kullanmış olduğu siyaset dili nasıl olmuştur?

- Devletin dili çok açıktır. Kolonyalist bir dildir. Devlet bu dilini hiçbir zaman değiştirmemiştir. Zaman zaman biçimini değiştirmiştir ama içerik hep sabit kalmıştır.Bu kolonyalist ve jenosidal bir dildir. Kürdistan meselesinde kullandığı dil budur. Bu dilin özeti de Türkiye’yi sadece bir devlet olarak değil, ülke adı olarak ve ülke vatandaşlarının toplamını da bir millet olarak tanımlamalarıdır. ‘Tek millet, tek devlet, tek ülke” dediğimiz meseledir. Siz çok uluslu bir coğrafya da, çok ülkeli bir coğrafya da, “Tek ülke, tek millet” ve üstüne de “tek devlet” diyorsanız, bu coğrafyada var olan diğer milletleri ortadan kaldırmayı hedefliyorsunuz demektir. Bu aslında jeositçiliktir. Özellikle de son 20 yılda, Kürtlerin varlığı kabul edilmeye başlanmıştır. 1990’ lara kadar “Kürtler yoktur” demiştir. 90’ dan bu yana da “Hayır Kürtler vardır” demeye başlamışlardır. Bu sefer de “tek tek Kürtler vardır da. Kürt milleti yoktur” demeye başlamışlardır. Değişiklik tamamen formel bir değişikliktir. İçeriğe dair bir değişiklik kazanmamıştır devletin dili. Eğer bu dilden kast edilen barışçı savaşçı dil ise, Türk devletinin dili her zaman savaşçı olmuştur. Özal zamanında da böyle olmuştur, Atatürk zamanında da… Tayyip Erdoğan zamanında da böyle olmuştur. Çünkü devletin hedefleri savaşı şart koşan hedeflerdir. Dünyanın hiçbir yerinde siz bir halkın ulus- ülke gerçeğini barışçıl metodlarla ortadan kaldıramazsınız.

- Kürt sorununu çözmek için samimi atılımlar atıldı mı?

- Bu devasa bir siyasi meseledir. Sadece Türkiye’yi de ilgilendirmeyen Yakın Doğuyu, Orta Doğuyu, giderek dünyayı ilgilendiren bir meseledir. Dünyanın hiçbir yerinde dünyanın temel dengelerini etkileyen bölgenin dizaynının temel cephesi olan bir ülkenin meselesini siz niyetlere heveslere bırakamazsınız. Dolayısıyla Kürt hareketine dayatılan bu ‘barış kardeşlik’ dilinin yanlış olduğunu düşünüyorum. Bu mesele ancak mücadeleyle çözülecek bir meseledir.

Bunun Türk tarafı vardır, doğrudur. Meselenin Türk tarafı tarafından çözülmesi gerektiğine inanan insanlar vardır bu da doğrudur. Dünyada bu sorunun çözümünde ABD tarafdır. AB , İKÖ tarafdır. Dünyada bu meseleye bir tarzda taraf olmayan ülke neredeyse yoktur. Ama herkesin çözümü kendi çıkarlarını hedefleyen ve kendi gücünü hesaba katan çözümlerdir. Türk devleti Kürdistan meselesinin çözümünde herhangi bir öneriye ve projeye sahip değildir. En çok abartılan AKP’nin açılımı projesiydi. Bu açılımda bu meselenin çözümüne dönük hiçbir ciddi adım yoktu. Meclisteki tartışmalarda görülüyor, Kürt milletvekillerinin biri ‘Kürdistan’ dediği zaman bütün meclis itiraz ediyor. Böyle bir meclis düşün ki sen kendi ülkenden söz ettiğin zaman meclis sana hücum ediyor. Meclisin çözüm önerisine sahip olduğunu düşünmek akıl karı değildir. Çünkü çözümün başlangıcı sorunu doğru kabul etmektir.

- Yakın tarihe baktığımızda Kürt siyaset alanında bir PKK vardır. Bölgede bir askeri güç gibi hareket ettiğini görüyoruz. Bunu siz nasıl yorumluyorsunuz?

- PKK meselesini 78’i esas alırsak 34 yıllık, 83’ü esas alırsak -ki ben daha çok 83’ü esas almaktan yanayım- 30 yıllık siyasi, sosyal, ciddi bir fenomendir. Ve devletleri bir kenara bırakırsak en güçlü örgüttür PKK. PKK değerlendirmelerinin bu ciddiyet içerisinde yapılması gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla 30 yıldır sahada varlığını kanıtlamış, ciddi bir mücadeleyi gerisinde bırakmış. Böylesi bir toplumsal-siyasal fenomeni polisiye mantıkla açıklamak hem yanlıştır hem insafsızlıktır. PKK meselesinde dikkat etmemiz gereken bir diğer noktada şudur. 100 yıldır Türk devleti sadece kuzeyde değil, dünyanın neresinde bir Kürt başkaldırısı olursa, bunun arkasında başka parmaklar aramıştır. Örneğin 25 ayaklanmasını İngilizlerin tahrikine bağlamıştır. Oysa ki o dönem İngilizlerle Türkler müttefiktirler. Fransa, Suriye sınırından silah geçirmesine izin vermiştir. Bence Türk devleti Kürdistan’daki tüm başkaldırıların Kürdistani dinamiklerinden kaynaklandığını biliyor ama, bunu böyle kabul etmek işine gelmediği için her başkaldırının arkasında bir dış varlık arıyor. Aynı şeyi güney Kürdistan için de yaptılar mesela. Mustafa Barzani’yi yeri geldi Sovyet ajanı olarak, kızıl molla olarak lanse ettiler. Ve Güney Kürdistandaki direnişi Sovyetlere bağladılar. Yeri geldi ABD ajanı ilan ettiler. Güney Kürdistan’daki direnişi, ABD ile izah etmeye çalıştılar. Yeri geldi İsrail ajanlığı ile izah etmeye çalıştılar. Şunu söylemeye çalışıyorum PKK dahil Kürdistan’daki baş kaldırıları istihbarat servislerinin faaliyetleriyle açıklamak, bu ister yabancı ister Türkiye’nin istihbarat servisleriyle olsun, ne doğrudur ne bilimseldir. Bu şunu yadsımıyor; PKK’nin kuruluşunda bir devlet manipülasyonu olduğu görülüyor. Bunu PKK lideri de söylüyor. Bu 30 yıl boyunca zaman zaman devletle, genel kurmayla, Türk ordusuyla bazı ittifaklar ve görüşmeler yaptıkları, bazı hedeflere paralel vuruşlar yaptıkları, yer yer devletçe kontrol edildiği de söylenebilir. Bunlar tabii ki eleştirilebilir, eleştirilmelidir.. Biz de eleştiriyoruz. Siyasi faaliyetini de askeri faaliyetini de bir çok bakımdan eleştiriyoruz. Ama PKK’yi, Türk devletinin kontra faaliyeti olarak değerlendirmek, 30 yıllık bu ciddi başkaldırıyı Türk istihbarat servisinin faaliyeti olarak değerlendirmek yanlış ve insafsız bir değerlendirmedir.

- Siyasi aktörleri bir kenara bırakırsak Kürt halkı ne istiyor? T.C resmi sınırları içerisinde yaşamak istiyor mu?

- “Kürt halkı ne istiyor?” sorusu son dönemde de çok soruluyor. Bu sorunun cevabı yok . Çünkü Kürtler homojen bir toplum değildirler. Kürt toplumu farklı sınıflardan tabakalardan oluşan, farklı siyasal eylemlere destek veren ve farklı ideolojik konumları benimseyen bir topluluktur. Dolayısıyla Kürtlerin hepsinin istediği bir şeyden söz etmek doğru değildir. Durumu böyle sorgulamak da yanlıştır. Mesela Kuzey Kürdistan’ı ele alırsak -çünkü ben Kürdistan derken büyük Kürdistan’ı kastediyorum- Kürtlerin tümünü temsil eden bir siyasal temsil organımız yoktur. Her milletin parlementosu vardır, parlementoda farklı gruplar da olur ama sonuç itibariyle bir ulusu temsil eder. Kuzeyde Kürtlerin kendi parlementolarını kurmaları ve siyasal yapılarını oluşturmaları engellenmiştir. Zorla ve savaşla engellenmiştir. Dolayısıyla neye bakıp “Kürtler ne istiyor?” diyebiliriz. Böyle bir şey yok. İki şeyden söz edebiliriz. Bir “Kürtlerin hakları nedir?”. İkincisi ise “Ben ne istiyorum?”. Kürtlerin hakları dediğimiz zaman sınır konusunu tartışmamız lazım. Türkiye’nin doğusundaki resmi sınırları, Türkleri hiçbir milletten ayıran sınırlar değildir. Gerek Suriye sınırı, gerek Irak sınırı gerekse İran sınırı. Sınırın bu tarafında Türkler sınırın diğer tarafında Acemler, Araplar yaşamıyor. Sınırın her iki tarafında da Kürtler yaşıyor. Bu sınırlar meşru değildir. İşgalci ve kolonyalist sınırlardır. Ve hiçbir meşruiyeti yoktur. Bu sınırlar insanlığa karşı işlenmiş suçlardır. Siz Nusaybin ile Kamışlı’yı, Zaho ile Silopi’yi, Duhok ile Hakkari’yi, Urmiye ile Van’ı farklı devletin sınırları içerisinde tutuyorsanız, ve bunu zorla yapıyorsanız ve bu sınırları zorla koruyorsanız, her iki tarafı dört ayrı devlette silahlı güçleri ile koruyorsanız, sonuç olarak da bir ulusu parçalıyorsanız bu sınırlar da, bunlar da insanlığa karşı işlenen suçlardır. Gayri meşrudur ve kolonyalisttir. Dolayısıyla şunu söylemek isterim, Kürdistanın bağımsızlığı ve birliği, Kürt halkının sosyal, siyasal ve insani hakkıdır. Bu hakka eşitlikçi, özgürlükçü kalınarak itiraz edilemez. Bu hakka itiraz eden her kimse, niyeti ne olursa olsun insanlığa karşı suç işlemektedir. Kürtler ne istiyorlar meselesinde tutumum budur. Bu meselenin nihai çözümünün bağımsız birleşik Kürdistan’dan geçtiğini düşünüyorum. Kürtler devletleşmeden, kendi ülkelerini kurmadan, kendi kendilerini yönetmeden bu meselenin çözülemeyeceğini düşünüyorum. Nihai çözüme gidene kadar bir çok ara aşamadan geçebilir. Güney Kürdistan’daki federal yönetimi böyle görüyorum. Güney Kürdistan federal yönetimi Kürdistan sorununu çözmüş değildir. Kürdistan’ın %18’ ini oluşturan bir parçada çözüme yönelik atılmış ciddi önemli, desteklenmesi gereken bir adımdır. Sorunun nihai çözümü bağımsız birleşik Kürdistandır. Kürtler de dünyadaki diğer milletler gibi kendi ülkelerinde özgürce yaşamaya ve kendilerini yönetme hakkına sahiptirler. Dünyanın bu hakka saygılı olması bu hakkın gasp edilmesine itiraz etmesi gerekir.

- Uludere olayına ilişkin siz ne düşünüyorsunuz?

Çok önemli bir olaydır. Birincisi orada öldürülenlerin kaçakçı olduğu söylenildi. Bu yalandır. Kürdistan parçaları arasında kaçakçılık faaliyeti olmaz. Bir Kürdün Nusaybin’den Kamışlı’ya gidip alış veriş yapması hukuk bakımından kaçakçılık değildir. Bu sıradan bir ticari faaliyettir. Buradaki kaçak şey sınırlardır. Bu sınırlar emperyalistler, kolonyalistler tarafından Kürdistan’ın böğrüne saplanmış hançerlerdir. Bu sınırların hiçbir meşrutiyeti yoktur. Esas kaçakçılar bu sınırların savunucularıdır. Asıl kaçakçılar Suriye, Türkiye, İran ve Irak’tır. Sınırlar kaçak olduğu için sınırların savunucuları kaçakçılardır. Uludure olayı bir operasyon kazası da değildir. Bilerek ve isteyerek devletin üst organlarınca kararlaştırılmış hem güney hem de kuzey Kürdistan’a yöneltilmiş bir tehdittir. Bu olayın mesajı budur. Suriye’deki ve Irak’taki gelişen son siyasal gelişmeler ile ilgilidir. Devlet neler yapabileceğini göstermek için bu harekatı yapmış ve bunu göstermiştir.

- Uludere olayından sonra PKK ve BDP’ nin açıklamaları çok sert oldu. Daha önceki ölümlerde PKK ve BDP bu kadar tepki vermemişti. Siz bunu neye bağlıyorsunuz?

Tavrın sertliğini ölçen bir cihaz yok, gerçekten çok sert miydi? Ben böyle düşünmüyorum. Sert açıklamalar yapıldı, onu PKK’li komutanlar zaman zaman yaparlar. Kendi gerillaları öldürüldüğü zaman da bunun intikamının alınacağını, devletin bu yaptığının onların yanına kar kalmayacağını deklare ediyorlar. Bana kalırsa PKK’li komutanlar bu kadar çok konuşup çok tehdit edeceklerine gerekeni yapsalar daha iyi olur. Çünkü; PKK’de eleştirdiğim temel meselelerden biri de amaçları tehdit olarak kullanmalarıdır. Örneğin zaman zaman İmralı’dan da Kandil’den de “ Eğer şunlar bunlar yapılmazsa, biz ayrılmayı da gündeme getiririz, ya da biz otonomiyi ilan ederiz. “ Eğer ayrılma bir haksa bunu zaten gündeme getirmen gerekir. Bu amaç tehdit olarak kullanılabilecek bir araç değildir.

- Kısa bir süre önce PKK’den “Biz davamızı uluslar arası platformlara taşıyacağız’’ açıklaması geldi. Bir ‘Arap baharı’ daha yaşanacağının sinyali mi sizce?

‘Arap baharını’ ayrıca tartışmak gerekir. Arap baharı mıdır kışı mıdır? Uluslararası platformalara götürmeyi akıl etmeleri iyidir. Çok geç kalınmış bir faaliyettir. Kürdistan meselesi oluştuğundan beri, uluslararası ya da benim deyimimle devletlerarası bir meseledir. Kürdistan meselesinin oluşumu devletlerarası olduğu için çözümü de devletlerarasıdır. Şimdilerde süre giden savaş da Türkiye’deki bir iç savaş değildir. Birincisi Kürdistan’dan Türk devletine yapılan itiraz dahili bir itiraz değildir. Çünkü Kürdistan Türk devletinin dahili değildir. Türk devleti Kürdistan’da işgalcidir. Buna yönelik itiraz, uluslararası bir itirazdır. Bir ulusun bir diğer ulusun devletine yaptığı, siyasetine yaptığı itirazdır. Özü gereği uluslar arasıdır. Kürdistan meselesini Türkiye’nin iç meselesi olarak görmek ve bir çok Kürt siyasetçisi bu ara PKK’nin bunu böyle tanımlaması yanlıştır. Türkiye’nin bir iç meselesi değildir. Şu anda süren bu savaşta tüm devletler pozisyon sahibidir. Kürdistan meselesi Rusya dumasında tartışılmıştır, Amerikan, İngiliz ve Fransız parlamentosunda tartışılmıştır. Adını saymadığım bir çok devlet tartışmıştır. Şu anda Kürdistan’da sürdürülen savaşta taraftır zaten. Bunun devletler arası kurumlara götürülmesi doğru bir hamle olacaktır.

- Kürdistan meselesi son zamanlarda özellikle Yahudilerle ilişkilendirilmeye çalışılıyor. Özellikle dindar aktörler bunu sürekli kullanıyorlar. Siz ne düşünüyorsunuz?

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda çok güçlü bir Yahudi parmağı var. Kurucu kadroların büyük bir kesimi İbrani kökenlidir. Ve o dönemde hem Kürdistan’da hem Türkiye’de yaşayan kripto Yahudileri, açık Yahudiler, Sabataycılar bu cumhuriyetin kuruluşunda çok önemli rol aldılar. Türk milliyetçiliğinin ilk ideologları İbrani kökenlidirler. Bugün de Türk siyasetinde İbrani kökenlilerin ciddi ağırlıkları vardır. Dolayısıyla bu meselede bir Yahudi parmağı aranırsa o da Türk devletinin kuruluşunda aranmalıdır. İsimlendirmek gerekirse Mustafa Kemal de, İsmet İnönü de İbrani kökenlidirler. Tevfik Fikret gibi bir dizi Türk milliyetçisinin putlaştırdığı, edebiyatçıları, şairleri, ideologları İbrani kökenlidirler. Kürdistan meselesinin son yıllarda İsrail devleti ile ve Yahudi parmağıyla ilişkilendirilmesi ABD’nin geniş Ortadoğu projesi ile ilgilidir. Türk milliyetçi ve ideologları iddia ederler ki Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde Kürdistan var ve bu geniş Ortadoğu projesinin esas mimarı İsrail Yahudileridir. Böyle düşündükleri için Kürdistan meselesinin arkasında bir Yahudi parmağı arıyorlar. O parmağı kendi arkalarında ararlarsa daha rahat göreceklerdir. İsrail devletinin Kürt hareketi ile ilişkileri yok mudur? Örneğin güney Kürdistan’da 60’ların sonundan bu yana İsrail ile KDP arasında ilişkiler vardır. İsrail devleti kendini Arap kuşatması içinde görmekte. Bu kuşatmadan dolayı zorlanmakta ve bu kuşatmayı zayıflatacağını düşündüğü her hareketi desteklemektedir. Kürt hareketlerinin de İsrail ile ilişki kurmaları normaldir, ilişki kurulamaz devlet olarak görmeleri, tanımlamaları yanlıştır. Devletler arası ilişkiler daha doğrusu bütün siyasal ilişkiler çıkarlarımızla mücadele tarzımızla ilgilidir. Bu iddia, Türk devletinin Kürdistan’daki başkaldırıları karalamak ve kötülemek için Türk İslamcıları eliyle uydurdukları bir yalandır.

- Bu sorunun bitirilmesinde ‘ortak bir vicdan’ sözkonusu mu sizce?

Ciddi bir sosyolojik araştırma ve tartışma konusudur. Türk insanı dediğimiz insanın kim olduğu, ne olduğu çok tartışmalıdır. Türk milleti dediğimiz, Kürdistan’ın batısında yerleşmiş Anadolu ve Trakya coğrafyasında yaşayan insanların büyük çoğunluğu alloktondurlar. Sonradan bu coğrafyaya gelmişlerdir. Bu coğrafyanın otokton insanları değillerdir. Sözünü ettiğimiz coğrafyada Türk etnik kökenlilerinden gelenlerin yüzdesinin ne olduğunu hiç kimse bilemez. Varlıklarını devletle kaim gören bir psikolojiye sahipler. Kendi topraklarının otoktonu isen varlığını ve gücünü bu otoktonluktan alırsın. Böyle bir şey yoksa, başkalarının coğrafyasında uluslaşmış ve devletleşmiş isen, varlığının ana garantisi olarak devleti görürsün. “Devlete bir şey olursa biz de buralardan gideriz” diye düşünürsün. Bu normal bir psikolojidir. Ve Türk insanı dediğimiz insanların önemli bir kesiminde güçlü bir psikolojidir. Bu vicdana yer vermeyen bir psikolojidir. Çünkü bir başka ulusun haklarını ve özgürlüğünü kendin için tehdit olarak algılıyorsun. Yani ortalama bir Türk insanına baktığımız zaman, Kürdistan’ın bağımsızlığından ona söz ettiğin zaman bir milletin devletleşmesi olarak bakmıyor, kendi sonu olarak bakıyor. Kendi sonu olarak baktıkları için de Kürdistan meselesinde ciddi bir vicdani reaksiyon gösterdiklerini söyleyemeyiz. Son 30 yılda meclis komisyonunun raporuna göre Kürdistan’da 4300 civarında köy yakılmış. Kürdistan köylerinin yakılıp yıkılmasına, bu 30 yılllık süre içinde bir tek Türk köyünden buna bir tepki gösterildi mi? 4300 köy yakıldı ve binlerce Türk köyü var. Ve sözüm ona bunlar kardeştirler. Kürtler ve Türkler. Bir tek Türk köyünden “yaptığınız yanlıştır” diye bir vicdani ses çıkmadı. Türk devletinin, Kürdistan’ı yönetemediğini görmesi lazım. Bu iş vicdanla çözülmez. Akılla, mücadele ile çözülür.

- Kürt kadını bir oğlunu askere, bir oğlunu da yeri geldi mi dağa yollamak durumunda kalıyor. Kürt kadını bir vicdan olabilir mi?

- Bu dramatik bir durumdur. Hiçbir Kürt anası hatta hiç bir Türk anası kolay kolay isteyerek kendi oğlunu askere göndermez diyebilirim. Ama hiç bir Kürt anası hiç bir şekilde Türk ordusuna oğlunu asker olarak göndermeyi normal de görmez, makul de görmez, istemez de. Bu bir zorunlu askerliktir. İrade ambargosudur ve devletin Kürtlere dayattığı her tür insani normları parçalayan bir insanlık suçudur Kürtlerin Türk ordusuna askere gitmesi… Bu nasıl aşılabilinir? Kürtlerin artık askere gitmemeyi düşünmeleri lazım. Sadece vicdani red bağlamında söylemiyorum bunu. Ben vicdani redçi olmayan bir Kürt de olsam Türk ordusunda askerlik yapmayı reddetmeliyim. Çünkü vicdani reddin arkasında bir felsefi düşünce ve paradigma var.Askerlik yapmayı bir ilke olarak doğru bulmaz. Oysa askerlik yapmayı felsefi olarak doğru bulan Kürtlerin de, Türk ordusunda askerlik yapmamaları lazım. Çünkü Kürt gençlerinin Türk ordusunda silah altına alınmaları bir zulümdür.

- Hayat bir roman olsaydı siz Kürtleri ve Türkleri nereye koyardınız?

- Kürtler ve Türkler komşu iki halktır. Biri kendi coğrafyasının otokton halkıdır. Kürtlerden söz ediyorum. Biri bu coğrafyaya çok uzak coğrafyalardan komşu coğrafyalardan sökün edip gelmiş allokton insanların oluşturduğu bir halktır. Bu kötü bir komşuluktur. Devlet gücüne dayanan bir komşunun diğer komşusunu her tür insani sosyal demokratik haklardan yoksun bıraktığı bir komşuluktur. dolayısıyla böyle bir roman olarak bakarsan hayata çok uzaklardan gelip mecburi komşu olan bir topluluğun, o coğrafyanın otoktonu olan komşusunu ortadan kaldırmaya çalıştığı bir kurgusu olurdu herhalde ...

- Çok teşekkür ederim

- Ben teşekkür ederim…

Not: AdilMedya ile yapilan roportaj
Ropörtaj: Kadir Kaçan
http://www.adilmedya.com/esas-kacakcilar-sinirlarin-savunucularidir-h29352.haber

Neuen Kommentar schreiben

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.