Direkt zum Inhalt
Submitted by Hasan H. YILDIRIM on 12 December 2011

Aslanlar, kendi tarihlerini yazana dek; hikayeler, hep avcıların kahramanlıkarı üzerine olacaktır’ /Bir Afrika atasözü

Maviydi gökyüzü, pırıl pırıldı mavisi. Tek bir bulut yoktu görünürde. Dağlardan bir karış yükselerek güneş doğmuş ve şavkıyordu.

Dağlar ki, heybetinden hiç bir şey yitirmemiştir. Yaz da olsa, kış ta olsa dumanlıdır dorukları ve eteklerine doğru inildikçe de başkalaşır. Görkemiyle, hayretler içerisinde bırakır insanı.

Dumanı ve hırçınlığı bilinmezse bile, bilinen o ki; zulüm görmüş insanlara hep kucak açtığıdır.

Uzaktan bakıldığında, duvaklı bir gelini andırır.

Geline benzerliği; doruklarından hiç mi hiç eksilmeyen o bembeyaz, pırıl pırıl şavkıyan karın yansımalarındandır. Eteklerine doğru yayılarak incelir ve eriyerek, şarıl şarıl akar kayalıklardan…

O ülkenin ırmakları, eriyen kar suyuyla beslenir ve baharla eriyen kar, taşlardan, kayalıklardan çağıldayarak akar ve coşarak doyumsuz bir görüntü sergiler. Dereyatağına doğru akıntısında, beyaz köpüğe dönüşür ve öylece akar durur yıllar yılıdır.

Baharla başlayan bu hareketlilik, yaz boyunca da sürer…

Uzaklardan bakıldığında, ihtişam ve nazlı duruşu o dağların, bir sevdadır. Yine o dağlar ki; mekanıdır Kürt yiğitlerinin.

Gün öğlene sarktı mı, dumanı dağılır dağılır da, bir süreliğinedir bu. Hırçınlığı ise, hiç bir zaman dinmez, gümbür gümbürdür kuytularında…

Tan ile başlayan hırçınlık, gün batımına doğru daha da yoğunlaşır. Fırtınaya, borana dönüşür ki; etekleri yazın yaylak, kışları kar ile borandır. Hazan dahil, her zaman renga renktir, pırıl pırıldır.

'Tan atanda oraya, şavkıyan güneş te olsa; kızıllıkla birlikte başgösteren dondurucu ayazdır ve ellerin buza kestiği an be an ayandır. Onu, bir bilen bilir ki, o da orada yaşayanlardır.

Ancak onlar bilebilir en iyisini, yalansız ve abartısız.

Yükseldikçe güneş, peyderpey ısınmaya yüz tutar dağlar ve dağlardaki o kızıla kesen kayalıklar.

Yanakları al aldır, alımlı ve kusursuz güzellikleriyle, renga renk giysileri içerisinde genç kızları; ince bedenlerinde ahuya benzeyen birer dilberdirler.

Gün doğmadan, yeni bir güne ve yeni bir umuda duruşa dururlar ve güneşe avuçlarını açarak dualarını okurlar…

Güneş; hem bereketin, hem de ışıyan umudun simgesidir ki, duaları da ona dairdir…” dedi Şapkalı Hüseyin, yanıbaşında yürüyen yoldaşına gülümseyerek.

Onun anlattıkları, Munzur'a dairdi ki; orada yaşamışlığı ve anıları taptazeydi. Dağların görkemine ilişkin tasviriydi bir nevi onun o doyumsuz, gizemli anlatımları.

Şimdi o, Munzur'un eteklerinde değildi. Atılan adımların hızında, Bagok'un eteklerindeydi. Bagok'ta yürürken, Munzur'un anlatımları düşmüştü payına Şapkalı'nın.

Bagok'un etekleri çoraktı ve bu da, anlatımlarına eklenmişti yürümenin eşliğinde.

En önde yürüyordu; karşıya bakan bakışları, omzunda silahı, başına doladığı serpuşusu ile.

Boynunda boncuk boncuk ter birikmişti.

Bir ara arkasına döndü; 'adımlarınızı biraz daha sıklaştırın yoldaşlar!' dedi.

Omzuna asılı silahın kayışından rahatsız olacak ki, altına kayışın; baş parmağını yerleştirerek, adımlarını açtı, yürümeyi hızlandırdı.

Grup halinde çıkmışlardı yola, bir görünüp bir gizlenerek.

Ki; sessizlik akşamında puştlukların ayuka çıktığı, infazların yargısız, kavgaların dengesiz büyüdüğü bir zaman dilimindeydi yaşadıkları.

Umutların tazelendiği, dirençte filizlenen gençliğin boy verdiği topraklarda yol alıyorlardı. Öyle başlamış ve öyle algılanmıştı kavga.

Ortalarına Necla'yı alarak; Şapkalı önde, Memo arkasında ve diğerleri de onları izliyordu, gölgelerin boy verdiği bir zaman diliminde...

Uzunca yürümelerle alınan yolun bitiminde, varacakları yere varmış sayılırlardı.

Onlar oraya vardığında, akşamın serinliği toprağa düşmüş ve güneşin soluk rengi, ufukta bir kızıllık izi bırakarak batmaya yakınlaşmıştı.

Dağların batıya bakan yamaçları ışıltılı, doğuya bakan etekleri ise, gölgelerde kalmıştı.

Onlar, gölgelerden sıyrılarak, güneşi gören tarafına geçmişlerdi dağın.

biraz dinlenelim mi?” dedi Şapkalı, Necla’ya danışarak.

Memo'ya sor, eğer o da isterse...” dedi Necla.

Evet, biraz oturalım. Şu kayalığın bulunduğu yere gidersek, orası kuytuda ve daha emin. Ateşi yakar, etrafına da çemberi kurarız. Sayende, soğumaya yüz tutacak olan Bagok'un eteklerinde biraz da ısınmış oluruz…!” dedi Memo, başına sardığı serpuşuyu tutan elini indirirken.

Binxetê’ye geçmek için yollara düşmüştü onlar. Gün batımına yakın bir zamanda da varmışlardı Bagok'a.

Uzunca bir yolculuk sayılırdı. Heyecanlı ve gergin bir ortamdan yola çıkarak, varılacak yere yakınlaşmış sayılırlardı. Daha da yürünecek yolları ve bekleyecekleri arkadaşları vardı.

Onlar, orada bir süre dinlenecek ve sonrasında, kendilerine kılavuzluk edecek olan Şükrü Ramazan ile, yeniden yola koyulacaklardı.

'’Haydi…!’' dedi Necla.

Biraz kuru odun, çalı çırpı ne bulursanız toplayınız. İnce dallardan ateş yakar, bir nebzecik te olsa ısınırız…”

Hep birlikte; çalı çırpı toplaya toplaya, kayalığın dibine vararak oturdular.

Serindi hava ve zaman geçtikçe de soğumaya yüz tutacaktı.

Orada bekleyeceklerdi Şükrü'yü.

Şükrü Ramazan; orta boylu, sempatik, güler yüzlü biriydi ve şimdilik görünürlerde yoktu.

Onun gelişini bekleyeceklerdi, gecenin tenha bir vaktinde.

Askeri olarak yetkin, dikkatli bir kişiliğe sahipti. Tedbiri elden bırakmayan bir yapıdaydı. Yurtsever Ramazan Kabraş'ın da oğluydu o.

Şükrü; 20 yaşlarında, sakin, efendi ve babasıyla birlikte sınır boylarında başarılı biriydi.

Gelecek ve sınırdan geçirecekti yoldaşlarını.

Ateşi yakmak ve gürleştirmek için Şapkalı, eline aldığı çakmağıyla ince çalıları tutuşturdu. Üfürdü ve giderek alazlanarak büyüdü ateş.

Güneş batmış, kızıllığı duruyordu batım noktasında göğün.

Dağlar tenha ve sessizdi.

Etrafında ateşin çember oluşturarak, ısınmaya koyuldular.

Memo, Necala’ya dönerek;

şimdi köylüler, iş dönüşü eve varmış ve yaşamın ızdırabında günü akşama devirmişlerdir. Koyunların peşinde koşuşturmanın yorgunluğunu, bir nebzecik te olsa gidermişlerdir. Sonrasında hiç bir şey olmamış gibi yataklarına uzanacaklar, hayelleriyle başbaşa kalacaklardır. Kimbilir! Belki de, tasadan uzaktır düşünceleri şimdi onların!

Yine de yaşamdır bu, bir köşesinden yakalamak zorundasın.

Esareti taşıyan bu kutsal topraklarda, insanlarıyla bu yaşam çabası hep sürdü durdu.

Zaman, acımasızdır Kürdistan’da. Sevda ise, derindir bakışlarda…öyle değil mi Necla?” dedi ve hem ısınarak, hem de gülümseyerek.

Konuşmasına devamla;

evet, bütün belalar da gelip gelip Kürdistan’ı buldu her defasında…” dedi Necla.

Necla Baksi; 1.70 boylarında, narin bir Kürt kızıydı. Memo’yla her konuşmasında, mutlaka espirisini yapar ve ortalığı kahkaha boğardı.

O gülmelerin sonrasında; beyaz teni al al olur ve yanakları kızıla keserdi.

Memo; ellerini dizine koyar, kahkaha eşlik eder ve Necla’ya takılmadan edemezdi.

Sonrasında bu cana yakın, paylaşımcı Kürt dilberi; hüzünlenir, suskunlaşır ve sadece konuşulanları can kullağıyla dinlemeyi tercih ederdi. Kara gözlerindeki hüzünün nedenini pek kurcalayan olmazdı.

Necla’dır, hiç belli olmaz bir de bakarsın kahkahı koyuvermiştir. İşte bu anlarını yakalayan Memo, kasveti dağıtmak için devreye girerdi hemencecik.

Necla’yı; belki de en iyi o anlardı ve yoldaşlıksa, alasını bilirdi.

O, bir halk kahramanıydı; sevdalı, yürekli ve bilgili.

Necla’ya bakar, bir daha nasıl ve ne zaman kahkasını koyuverir dercesine bekler dururdu.

Pürüzsüz bir güzelliği vardı Necla’nın. Uzun ve siyah saçları tel tel dökülürdü omuzlarından. İnce ve narin vucudu, atletik yapısı ile pusuda bekleyen bir kaplanı andırırdı.

Tatlı mizacıyla, girdiği çevrelerde kendisini sevdiren ve saydıran güzel bir karektere sahipti.

Şapkalı; ateşe hem odun atıyor, hem de Memo ile Necla’nın konuşmalarını dinliyordu.

Bir ara, Müslüm’e dönerek;

bra, hele şu kayaya tırman ve etrafa bir bakıver. Gerçi temkinlidir ortalık ama, sen yine de bir bakıver…” dedi, silahını kayaya diklemesine koyarken.

Müslüm Yıldız, boynuna doladığı serpuşusunu düzelterek ayağa kalktı ve şalvarını silkeleyerek, denilen kayaya doğru yöneldi.

İnce ve narin bir delikanlıydı Müslüm.

Militan duruşuyla, söyleneni ikiletmeden; oradan hızlı adımlarla uzaklaştı ve karanlıkta kayboldu.

Müslüm, Nisêbîn merkezdendi. Orta boylu, kabına sığmıyan bir kişilikti. Güzel sesiyle, arkadaş buluşmalarında mutlaka Kürt klasiklerini seslendirir ve dinliyenleriyle hoş bir zaman geçirir, kalıcı bir seda bırakırdı.

Müslüm; devrimci mücadeleye KUK saflarında başlamış ve KUK-Apocu çatışmasını onaylamadığından, ayrılarak KAWA saflarına geçmişti ki; o, Kürd'ün Kürd'ü katletmesini hiç bir zaman doğru bulmayanlardandı.

22 yaşlarındaki bu genç; sıcak kanlı, örgütün verdiği her görevi canla başla, coşkuyla ve inanarak yerine getirirdi.

Her taraf kararmıştı. Sadece, ateşin yakıldığı yer aydınlatıyordu etrafını ve etrafındakilerini.

Ateşin parıltılarından, yan taraftaki kayalıklar parıl parıldı.

Kayalığın dibinde, diz dize, omuz omuza oturuyorlardı. Sevdaysa, alasını bilirlerdi onlar.

Sohbetin ortasına bağdaş kurmuşlardı şu an oracıkta. Beklemedeydiler.

Ateşin sıcaklığıyla bedenleri ısınmış ve sohbetleri de koyulaşmıştı.

Necla, torbadan çıkardığı ekmeği Şapkalı’ya uzatırken;

bunu dilimlere ayır ve ısıt, arkadaşlar sanırım aç!” dedi.

Memo’ya dönerek, yoldaş sıcaklığıyla;

seni dinliyordum keko...” dedi.

Memo;

her askeri darbe, Kürt milli meselesiyle direk bağlantılıdır. O uyanışı vurma, yok etme, onların her zaman başta gelen amacı oldu…” dedi, biraz daha ateşe sokularak.

Sonra cebinden sigarasını çıkararak, Hasan’a uzattı;

Hasan, yak hele bir sigara. Susukunluğa gömülmüşsün bra, hayrola…!?

Yoksa senin de mi yavuklun Qamışlo’da? Hasretin mi tuttu? Hele biraz daha sabret lo...!” dedi, takılarak ve gülümsemeyi ihmal etmeden.

Hasan Akbaba; yurtsever bir aileden geliyordu. Ağırbaşlı, sakin, kararlı ve dürüst biriydi. Esmer, uzun boylu ve atletik yapılıydı. Evli ve iki kız babasıydı. Kaçakçılık yapar ve sınırların tel örgülerine, mayınlarına aldırış etmeden her zaman geçerdi.

KAWA'cıların sınırı geçmelerinde, her zaman üzerine düşeni eksiksiz yapmıştı. Küçük kardeşi Abbas'ın KAWA'cı oluşu, onun da KAWA Hareket saflarına geçmesine yol açmış ve kolaylık sağlamıştı.

Okul yüzü görmemesine rağmen, kendi çabasıyla okuma yazmayı sökmüştü.

Bir gün küçük kardeşi, Abbas'a;

ben de KAWA'cı olmak istiyorum. Beni kabul ederler mi?” diyerek sormuş.

Abbas;

arkadaşlara bir sorayım...” diyerek yanıtlamış.

Birinde Şapkalı, yanında birkaç KAWA'cıyla birlikte, Abbas'a uğradı.

Abbas, evde değildi ve Hasan kendilerini karşıladı.

Sizler, Abbas'ın arkadaşlarısınız. Kardeşimin arkadaşları, benim de arkadaşlarımdır. Eğer yapacağım bir şey varsa, severek yaparım...'’ dedi.

Şapkalı;

Abbas, bizi Suriye'ye geçirecekti...!'’

Hasan;

sizi, ben geçireceğim...” dedi yanıtında.

22 yaşındaki bu Kürt delikanlısının mağrur bakışlarına, gecenin sessizliği düşmüştü Bagok’un eteklerinde.

Memo'nun dediği gibi, Hasan'ın sevdalı olduğu bir genç kız falan da yoktu. O, bir militandı halk davasında. Bagok'ta bulunuşunun nedeni de buydu. Qamışlo’ya da bunun için gidiyordu.

12 Eylül Askeri darbesinin yarattığı şartlarda, kuzeyde tıkanan kavgayı yeniden canlandırmak, bir süreliğine orayı terketmek için yola düşmüştü.

Yoldaşlarıyla, grup halinde yola çıkmış ve onların sevdasına sevda katan ve konuşmaktan ziyade, dinlemeyi tercih eden bir gençti.

Memo’nun uzattığı sigarayı aldı, ateş közüne tutarak yaktı. Yakılan sigaradan nefes alırken, Müslüm de yanıbaşlarında bitivermişti.

Müslüm’e yer açarken, Memo;

ortalık sakin mi?”diyerek sordu.

Müslüm, diz çökerken ateşe yakın;

merak edilecek pek bir şey yok, ortalık sakin...” dedi.

O arada; Heybet ayağa kalkarak, silahını omuzladı ve giderek bir kayaya tırmandı. Orada oturdu.

Pek uzak değildi oturduğu yer. Konuşulanları duyuyordu.

O giderken, kimseye hiç bir şey sormadan gitmişti.

Şapkalı, ısıtılan bir dilim ekmeği Memo’ya uzatırken; Necla da, bir parça peynir uzattı.

Memo, sıcak ekmeğe peyniri yerleştirdikten sonra; avucunda sıktı, ikiye bölerek, bir parçasını Necla’ya ve diğerini de Şapkalı'ya uzattı.

Necla, uzatılanı alırken; Şapkalı, uzatılan ekmeği alarak ayağa kalktı, Heybet’in bulunduğu yere doğru yürüdü.

Mehmet de, gurupta yer alan diğer bir militandı. Necla’nın kendisine uzattığı ekmeği almadı.

Ve;

açlığım yok Necla! Teşekkürler, benim yerime sen ye. Ye ki; sen iki canlısın...!” dedi müzipçe.

Mehmet Dursun; Nisêbîn'in Tılmınar köyündendi ve evliydi. Sakin kişiliği ve fedakar yapısı, en belirgin özelliğiydi.

40 yaşlarındaki bu Kürt, beyaz renkli renosuyla her zaman yoldaşlarının hizmetindeydi.

Kürdistan'ın Güney-Batısı’na ilk gidişiydi bu. Yanında, kardeşi Yusuf ta bulunmaktaydı, Bagok’un batıya bakan yamacında.

Gökyüzü berraktı ve yıldızlar ışıyordu solukça. Ay; hilal şeklindeydi, şavkımıyor ve aydınlatmıyordu geceyi.

Bagok’un eteklerinde; konuşmalarını dağıtıyordu onların, o kasvetili havası ve sessizliği gecenin.

Şapkalı, Heybet’e bir dilim ekmeği verdikten sonra, tekrar dönüp gelmişti.

Otururken;

1920'leri baz alırsak eğer, bu belaları anlamak çok daha kolaylaşır!” dedi.

Konuşmasının devamında;

Kürd'ün özgürlük aşkına yönelen Türklerin; imha, inkar politikası yeni bir şey değildir.

Diğer parçaların akibeti de bundan farklı değildir. Bir bütün olarak Kürdistan, boydan boya işgal altında ve Kürtlerin özgürlük talepleri de, bir o kadar kan deryasına nedendir...” dedi, ateşin etrafında daire şeklinde oturan yoldaşlarıyla sohbet ederken.

Konuşmasını, akıcı bir tarzda sürdürdü.

27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 askerí darbeleri ve en son olarak ta şu an yaşadığımız 12 Eylül 1980 darbesini de bu amaçla yaptılar. Yaptırımları acımasız, yok edici becerileri de ortada. Bu bir kaderse, bu kadere sessiz kalmamız olası değildir!” dedi Şapkalı.

Necla, yerinde hiç durur mu;

bizimkinin yine ajitesi tuttu!” dedi ve kahkaha boğdu geceyi. Sesi kayalıklarda yankılandı.

Onun müzipliğine, diğerleri de gülümseyerek katıldılar.

Müslüm, farklı olarak;

bu gece vakti ve bu kahkaha. Gecede ses yankılanır ve uzaklarda bile rahatlıkla duyulur. Can Necla, buna biraz daha dikkat edelim!” dedi.

Bu, bir nevi eleştirisel bir tavırdı.

Necla;

haklısın Müslüm, yerden göğe kadar haklısın!” dedi, o kendine özgü gülümsemesiyle.

Şapkalı, kaldığı yerden konuşmasını sürdürdü;

12 Eylül 1980 Askeri Cunta’sı, Kürdistan'ı açık bir hapishaneye çevirme planını peyderpey sürece yaymakta. Bu kaderi değiştirmek, önümüzde bir görev olarak duruyor, bunun bilinciyle hareket etmek zorundayız yoldaşlar...” dedi.

Ve devamında;

onbinlerce Kürdistan’lı devrimci ve yurtseveri, zindanlara doldurmuş durumda. Kürtlere karşı her türlü işkence, hakaret, cinayet, katliam ve soykırım meşru kılınmış vaziyette. Kürdistan halkı ve özel olarak ta Kürt yurtseverleri, en vahşi ve en barbar saldırı ve katliamlarla karşı karşıya. Her Kürt, Askeri Cunta’nın teröründen, alabildiğine payını almakta ve bu sürece yayılarak ta sürecektir. Bunu iyi kavramak gerekir...” dedi.

Zaman, onların sohbetlerinde eriyordu Bagok’un yamaçlarında.

Çıplak yamaçları, sarp kayalıklarıyla sıradan bir dağdı Bagok.

Yeşillikten mahrumdu, ama kucak açmıştı onlara bu gece vakti. Ki; geçmişinde kaç eşkıya, kaç yolcu ağırlamıştır pek bilinmez. Kucak açtıklarına da ihanet edildiği görülmemiş bir yükseltidir Bagok.

Kısa bir sessizliğin ardından Müslüm; yerinden kalktı, silahını omuzlayarak ateşten uzaklaştı.

Giderken;

otura otura uyuştum, biraz hareket edeyim, Heybet de yalnız ve onun yanına gidiyorum...” dedi ve oraya doğru yavaş adımlarla yürüdü.

O giderken Necla, yine o kendine özgü espirisiyle;

Şapkalı, çaydanlığı ateşe sürsün, çay hazırlandığında gelirsin Müslüm can!” dedi.

Oysa ne su, ne çaydanlık, ne de başka bir hazırlıkla gelmişlerdi. Omuzlarında çıplak silahları ve yanlarında bir dilim de ekmekleri vardı sadece.

Ama bu, Necla’nın huyuydu. O, bu huyundan dolayı söylediğini söylemişti.

Hasan, bunu bilmesine rağmen;

Necla, inanki Memo’nun uzattığı sigara, zehir zıkkım oldu bana. Oysa ki, bir bardak çay eşliğinde, bu dağ başında ne harika olurdu o sigara içimi. Bir dahaki sefere çay içimi için ne gerekliyse, yanına almayı unutma sakın...”

O; o sıcak gülümsemesiyle uzaklaşırken oradan, bir vaşağın çığlığı, gecenin sessizlığini yararak kayalıklarda yankılandı...

Yankılanan çığlıkla birlikte; Şapkalı, ateşin alevine saatini tuttu. Saatin kaç olduğunu bilmek istiyordu.

Saatini ateşin alevlerine tutarken de, Müslüm’e;

herhalde Şükrü yoldadır. Heybet ile Hasan’ı çağır buraya gelsinler...” dedi.

Söylediklerini onlar da duymuş ve Müslüm gitmeden; onlar, ateşe doğru gelmişti bile.

Hasan;

ortalık sakin ve gelen gideni görmek te pek olası değil...” dedi. Dedikten sonra da ateşe yakın oturdu, ateşin aydınlattığı yüz hatlarında, sohbeti dinlemeye koyuldu.

Şapkalı;

yine konuşacağım ama, Necla; konuştuklarımı ajiteye yorup ağzıma tıkmazsa tabii...!” dedi, Necla’ya göz altından bakarak.

Necla; hem yoldaşı, hem de eşiydi Şapkalı'nın.

Necla;

yok yok lo…! Sen konuş, dinleyenler desin ki; helal sana Necla, sen tercihini evlilikten yana yaparken, tam isabeti tutturmuşsun. Kusursuz birini seçmişsin. Bravo sana desinler…!”

Dediğini aktarırken; hem güldü, hem de neşe saçtı her zamanki gibi.

Memo;

evet Şapkalı, sen konuşuyordun, seni dinliyoruz...“

Şapkalı;

Lozan’ın adı işitildiğinde, her Kürt dehşete kapılır. Korkutucu bir sözcüktür Lozan. Nedensiz de değildir ki bu. Kürt-Kürdistan'ın kalbini ve beynini bölmeye evsahipliği yapıtığındandır. Aynı zamanda, günahkar bir şehirdir Lozan.

Kürt Milleti’nin soykırımlara uğratan zemini hazırlamak, kendisine inkar ve imhayı dayatmak için dünya ve bölge tiranları toplanmıştı orada. Sıra sıra masalar ve sandelyalar dizilmişti. Şiş göbekli, kel kafalı ve papyonlular yerlerini almıştı. Suratlar asık, mimikler donuktu. Kara gözlüklerin arkasından, herkes herkesi gözhapsine almıştı. Kürt milletinin kaderi üzerinde; iğrenç, şiddetli ve sıkı bir pazarlık sürmüştü Lozan’da...”

Konuşmasının devamında;

niye mi anlatıyorum bunları? Şükrü'nün gelişiyle, o çizilen sınırları delip geçeceğiz de ondan!” dedi.

Müslüm;

Keko, kurban olayım konuşmana devam et. Hep yarım bırakıyorsun konuşmalarını. Rastlantı ya! Hep te bana denk düşüyor bu. Bu kez kesintisiz sürdür...”

Diğer yoldaşları da başlarıyla bunu onaylayınca, Şapkalı;

onların oturduğu salonun ortasına, bir masa konmuştu. Masanın üzerine Kürdistan haritası serilmiş ve şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy, dere-tepe dağ-bayır işaretlenmişti.

Ellerindeki cetvellerle; Kürdistan ölçülüp-biçilecek, parçalanacak, bölüşülecek, aralarına sınırlar çekilecekti. Her bir parçası, bir devletin sınırları kapsamında tutulacak, Kürt millet egemenliği gasp edilecekti. Kavga bunun kavgasıydı!” dedi Şapkalı.

Şapkalı olarak tanınan Hüseyin Aslan; aslen Dersim'liydi.

Uzun boylu, yapılı, güçlü kuvvetli biriydi. Ailece devrimci mücadelenin içindeydiler. Daha önceleri, Türk sol örgütlerinden birinin saflarında mücadele etmiş ve sonrasında kendisini, KAWA Hareketi’nin saflarında bulmuştu. Teorik ve pratik olarak yetenekli biriydi. Cesaretli ve yiğitti. KAWA Örgütü’nün Ret ve Dengé KAWA olarak bölünmesinde; ‘üç dünya teorisi’ni ret edenlerin safında yerini almış ve Dersim'den, Dîyarbekîr'e görevli olarak gönderilmişti. Teori ve pratiğiyle göz doldurarak, başarılı işler yapmış ve özellikle Nisêbin'de bir efsane olmuştu.

KAWA Örgütü, Merkez-Muhalefet olarak şekilenince de; Muhalefet’in başını çekenlerden biri olmuştu.

Baba ve atalarının Dersim’deki mücadelesinde bedel ödeyen, ama murat alamamışların devamıydı. Bu kavganın bir neferi, bir komutanı, bir önderiydi.

Kara talihim, bana biçilen kefen, dost bildiklerim ve düşman bellediklerim, verilen kavga bunun içindi.

Yağan yağmur, esen rüzgar, savuran tipi, kavga bunun içindi...! Bunun içindi o kavga, esmer tenli bebek.

Şapkalı, konuşmasını sürekli hale getirmişti.

O;

uzun ve kirli müzakereler sonucu anlaşırlar ve Kürdistan dört parçaya bölünür. Daha önce İran egemenliğindeki Kürdistan'ın Doğu’su, kısmi bir değişiklikle olduğu gibi onlara bırakılır.

Önceleri; Osmanlı devletinin hükmettiği Kürdistan parçası üçe bölünür ve Kürdistan'ın Kuzey-Batı’sı; Türk devletine, Güney'i de Irak’a bırakılır. Geçeceğimiz Güney-Batı’sı ise, Suriye devleti egemenliğine verilir.

Irak, İngiltere’nin ve Suriye de; Fransa'nın verasetine bırakılır.

Herkes memnundur halinden, fakat bir eksiğiyle…” dedi ve sustu.

Onun susmasıyla; Necla, imdadına yetişircesine;

Kürtler, Lozan Kölelik Anlaşmasını reddeder. Elde silah savaşırlar. O gündür bu gündür o savaş sürüyor ve daha da sürecektir...”

Ve sonrasında, cazibeli bir söylemle;

bakınız yoldaşlar…! Ben Şapkalı gibi ajite yapmıyorum ha…!” dedi.

Bunu dediğinde de, dinleyenlerince alkışlandı hafif el çırpmalarında.

Konuşmasının devamında, Necla;

ey acıyı bal edenler...! Ve kavgayı namus bilip dağları mekan kılanlar, vuruşup şehadete erenler, bu savaş sürecektir...! Ey murat alamayanlar ve gözü yaşlı anneler, bebelerini sırta vurup yola düşen bacılar...Bu savaş sürecek ve bu topraklarda mutlaka murat alınıp verilecektir...!”

Memo’ya bakarak;

Allah aşkına Memo, doğruları en iyi sen söylersin. Şimdi sen söyle bakalım. Benim bu anlatımımda hiç ajite çekme var mıydı!?”

Diğerlerinin gülmelerine, Memo katılmamıştı.

O;

Necla, tek sözcükle harikaydın, ajite olarak algılayanlar halt işlemiş canım!” dedi.

Ve devamında konuşmasının;

Lozan Kölelik Anlaşmasıyla parçalanan, bölüşülen sadece toprak değildir. Aileler, akrabalar, aşiretler ve sonuç olarak Kürt milletidir.

Dayatılan, Kürt Milleti’nin kabullü değildir, elbette savaşacaktır. Biz, o kavganın devamında ancak varolacağız. Onun içindir tuttuğumuz bu silah ve yine bunun içindir ki, yollara düşmüşüz. Bu inanç ve heyecan varoldukça, bu dava zafere kadar sürecektir. Belki ömrümüz vefa etmez de görmezsek bile, bu haklı dava mutlaka zaferle sonuçlanacaktır. Bundan kuşkum yok.

Sevgili Necla, eğer o günleri görmek bana nasip olmazsa, doğuracağın çocuğuna mutlaka bunu anlat. De ki; Memo amcanın vasiyetidir bu…”

Memo, bunu söyleyince, Hasan;

bu vasiyet te neyin nesi, neredeyse silahı sana teslim ederek, gerisin geri gidesim geldi. Biz vuruşmadan, ölüme hoş geldin demiyeceğiz. Can almadan, canı feda etmek yok…!” dedi.

Biraz da duygusal bir tepkiydi Hasan’ınkisi.

Vuruşurken ölüm, ölümlerin en şerflisidir elbette. Bundan kuşku duymuyorum!” dedi Memo.

Memo olarak bilnen Mehmet Emin Mutlu; orta boylu, esmer tenli, alnına dökülen simsiyah saçlarıyla tipik bir Botan erkeğiydi. Onlar gibi giyiniyor, onlar gibi davranıyordu. Hal ve hareketleriyle çevresine güven veriyordu.

Botan'ın geleneksel yapısından gelen derin bir yurtseverlik duygusuna sahipti.

Beş-parçacılar’ denilen çevre saflarında mücadeleye katılmış ve önderleri Alaattin Kapan'nın provakatif davranışlarından dolayı, onlarla yollarını ayırmıştı.

Sonrasında, KAWA Örgütü ile mücadeleye devam etmişti.

Kürt tarihi, dünya ulusal kurtuluş hareketleri üzerine derin bir bilgiye sahipti. Marksizmi de çok iyi incelemişti.

Yiğit ve cesaretli biriydi. Eylem adamıydı. Teori ve pratiği ile kısa sürede hareket saflarında kendini kabul ettirmişti.

Ateşe odun atarken, Memo;

Nisêbîn, Kürd'ün kadim şehridir ve biz de şu an buradayız, bu kasabadayız. Lozan'da, bu şehir de nasibini alır ve şehrin ortasından, sınır çektirilir.

Kuzey kesimi; Türk devletinin, Güney yakası da Fransa egemenliğindeki Suriye'ye bırakılır. İsmi Qamışlo olur.

Kürtler, sınırın Kuzey'ine düşen parçaya ‘serxet’, Güney'ine düşene de; ‘binxet’ derler.

Tel örgüleri çekilir aralarına, mayın döşenir. Gözetleme kuleleri dikilir, askeri karakollar inşa edilir, onbinlerce asker yerleştirilir ve etrafına sıra sıra panzerler dizilir.

Böylesi bir manzara nerede görülmüştür, ey kahpe kader, nerede görülmüştür bu zulüm, ey zulüm...!

Kürt Milleti’nin; bu emrivaki karşısında şaşkın, fakat çaresiz değildir. Dört parçadaki Kürtler, aynı hedef uğrunda örgütlenirler, silahlanırlar ve savaşırlar. Ne sınırları, ne tel örgüleri, ne mayın tarlaları, ne de sınıra yığılmış tank, top ve onbinlerce askeri birlikleri takmazlar.

Evet, onlar bunu takmadılar; silah kuşandılar, kendilerini mayınlı sınırlara vurdular. Çatışa çatışa, karşı taraftaki akraba ve dostlarıyla milli duygularda kucaklaştılar.

Zaman zaman vurdular ve zaman zaman da vuruldular...”

Anlatırken; Necla’ya gözucuyla bakmayı da ihmal etmedi. O; sessizdi, dinliyordu ve belki de bebeğini düşlüyordu o an.

Ateşin ısısı ve şavkı, gecenin serinliği ile birlikte ortasına düşmüştü karanlığın.

Vucutları ısınmış, sohbetleri derinleşmişti onların.

Zaman da oldukça ilerlemiş, Şükrü'nün gelme saati yakınlaşmıştı artık.

Şapkalı;

arkadaşlar, bizim de artık kalkma vaktimiz geldi sanıyorum. Memo yoldaş, sen Necla ve Müslüm birlikte, sağ taraftaki kayalığın olduğu tarafa doğru gidiniz. Ben, Hasan, Mehmet ve Heybet te, sol taraftaki kayalığa gideriz.

Şükrü'nün gelişini karşılamak için elbette. Buluşma yerimiz de burası olacaktır.”

Silahlarını alarak, belirlenen istikamete doğru yöneldiler.

Saat geceninin 12’sine yaklaşıyordu. Şükrü'nün gelişini, kayalıkların kuytusunda bekliyorlardı.

Bagok Dağı, vefalı ve dosttu onlara. Nisêbîn’nin az ötesinde.

Bir süre sonra Bagok’un alt eteklerinden, bir çığlık duyuldu derinden. Yürek hoplatan cinsten bir sesti.

Gecenin karanlığında yayılarak kayalıklarda yankılandı.

Ses ki, hep kayalıklarda son bulur. Yankılanarak gerisin geri ovalara yayılır.

Bir süre sonra aynı ses, bir kez daha yükseldi. Onların bulunduğu yerde noktalandı.

Memo’nun bulunduğu yöne doğru, bir ışıltı oluştu.

Memo, silahına sarılarak iki kez; puhu sesinde okudu. Aynı yanıtı alınca, aynı şekilde silahını tutarak, arkadaşlarına dikkatli olunuz dedi ve sese doğru adım attı.

Şükrü, sen misin?” diyerek seslendi ve eğilerek yavaş yavaş yaklaştı.

Şükrü;

evet, Memo benim, ben Şükrü!”

Buluşarak biribirine sarıldılar.

Memo, Şükrü'nün koluna girerek ateşin yakıldığı yöne doğru yürüdü. Diğerleri de, Şapkalı ile parolalı seste iletişim kurdular, anlaştıkları tarzda.

Bir süre sonra Şapkalı ve diğer arkadaşların hepsi tam tekmil geldi ve teker teker Şükrü'ye sarılıp öpüştüler, közlenmiş ateşin etrafında çömelerek oturdular..

Kısa bir sohbetten sonra yerlerinden kalkarak; Qamışlo-Nisêbîn hatının kesiştiği yöne doğru yola çıktılar.

Şükrü ve Hasan önde, diğerleri de onları takip ederek yol alıyordu gecenin koynunda.

Yürünecek uzunca bir yoldu onlarınkisi. Uzaklıktan dolayı değil, ama temkinli yürüyüşten dolayıydı.

Bagok’un eteklerinden inerek, ovayla bütünleşeceklerdi. Adım adım Qamışlo’ya yakınlaşarak, mayınların arasından, tel örgülerinin cehenneme çevirdiği bu kutsal topraklardan geçecekler ve varılacak yere varacaklardı.

Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonradır ki; Şükrü ve Hasan'ın kılavuzluğunda, kazasız belasız Ramazan Kabreş'in evine vardılar.

Onlar, kendi evlerinde rahat ve huzurla buluşmuştu şimdilik.

Ramazan Kabreş; 60 yaşlarında, aslen Mêrdîn-Midyat kazasına bağlı Bêpar köyündendi.

Daha sonra Kürdistan'ın Güney-Batı’sına göç ederek, 1980’de Qamışlo'nun Cırnık köyüne yerleşmişti.

Ramazan Kabraş; YNK taraftarı ve KAWA Hareketi'nin de dostuydu. Çocukları; Welat, Şükrü ve Enver de KAWA Hareketi'nin militanlarıydı.

12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, ailece Kürdistan'ın Güney-Batı’sına göçmek zorunda kalmışlardı.

KAWA'cıların sınırın iki yakasına gidiş-gelişlerinde; Kabreş ailesi, üzerine düşeni fazlasıyla yaptı. Askeri malzemelerin tamamını, Ramazan Kabraş ve çocukları taşıdı.

*

Zulüm, bu topraklarda hep at koşturdu. Yıllar yılı bu toprakları cehenneme çevirdi durdu.

12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, koşulların zorlamasıyla sınır boylarındaki KAWA'cılar, Suriye egemenliğindeki Kürdistan'ın Güney-Batı’sına geçtiler. Orası, onlar için geçici bir konaktı. Esas hedefleri, Kürdistan'ın Doğusu’na geçmekti.

KAWA Örgütü’nün dönem taktiği; güçlerini orada toparlamak, bir çeki düzen vermek, siyasi-askeri eğitimden geçtikten sonra da Kuzey'e geçerek, silahlı mücadeleyi kesintisiz sürdürmekti.

Şapkalı ve grubu, ileriye yönelik projelerini hayata geçirmek için Qamışlo’ya geçmişti.

Memo; daha önce de Güney-Batı parçasına geçmiş, güneyli guruplar ve onların sorumlularıyla buluşmuş, gerekli temasları sağlamıştı.

Bu geçiş ve plan gereği onlar orada bekleye dursun, düşman da kendi planıyla haşır neşirdi.

Mavide değildi gökyüzü, sohbette değildi dost. Artık umut çelikte dövülmeyecekti, yarınlar umutta şekillenmeyecekti.

Karar yukarıdan alınmış, puştuluğa puştluk renk vermekteydi.

Hayat; mecrasından çıkmış, karar verilmiş, buyruk alınmıştı.

Sırada, kan ve barut kokusu vardır. Katliam vardır.

Qamışlo hedeftedir.

Düşman sinsidir. Zaman, puştuluğa ilmiğini atmakta ve git gide de yaklaşmaktadır; sinsice, kaleşçe...

Bundan habersiz olan KAWA'cılar; Ramazan Kabreş'ın evinde, toplu halde yarınlara dair umudun sevdasına enedksliydi.

Şapkalı, kitap okuyordu.

Komutan Memo; etrafını saran arkadaşlarına yarınların umudunda umut ekip, peşmerge savaşını anlatıyordu...

Necla; bir yandan doğacak bebeğine kazak örüyor, onun hayalinde geçen zamanla bir hoş ve o da, onlarla birlikte tartışmalara katılıyordu.

Hayatın rengine ve yarınlara, her biri bir söylem ekliyordu...

12 Aralık 1980 akşamıydı.

Dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Esen sert üzgarla birlikte başlayan yağmur, sanki korkunç bir felaketin de habercisi gibiydi.

Bınxet'ê de bunlar olurken, Serxet'ê de; düşman humalı bir faaliyet içindeydi. Biraz sonra gerçekleştirecekleri katliamın hesabında ve hazırlığındaydılar...

Qamışlo katliamını gerçekleştirecek olan Tim; katliam gecesi, Kantar Sınır Karakol'unda son hazırlıklarını yapıyordu.

Özel olarak eğitilmiş katil sürüsü; kan ve ölüm kusacak silahlarını kuşanıyordu.

Hazırlıkları bitince; tek sıra halinde karakoldan çıktılar. Hızlı adımlarla, Girkê Zêrra denilen bölgeden sınırı geçerek, katliamı gerçekleştirecekleri eve doğru adım adım yaklaşıyorlardı.

Karanlıktı, hayındı gece.

Böylesine puştluk kokan katliamı, reva görendi onlar. Planlarını, peyderpey devreye sokmanın telaşındaydılar.

Eve yaklaşarak, etrafını kuşattılar.

Ev; topraktan yapılma, tek katlıydı. Pencereleri yere yakın ve savunmasız bir konumdaydı.

Katil sürüleri, kapı ve pencereden ardısıra kan ve ölüm kusan silahları ateşlediler.

Karanlıklar, silahların lavlarıyla aydınlandı. Hayatlar son buldu orada.

Barut kokusu ve silahların şakırtısıyla; Bagok yas tuttu. Kayalıkları inim inim inledi.

Suskunluğa gömüldü ve etekleri alev alev yandı.

Dile gelse, ah bir konuşa bilse!

Ve aynen şunları diyecektir kuşkusuz.

Ben size kucak açtım, benim ihanet ettiğim görülmemiştir. Kalaydınız, kalaydınız da mateme matem eklemeyeydim. Kalaydınız da, bağrımda sıcak tutaydım sizleri. İhanete uğradınız çocuklar, ihanete…!

Bağrım sancılıdır. Duyduğum ve burada yankılanan silah sesleri, ağıttır bana. Kayalıklarda yankılanan sesiniz, fırtınalara dönüştü.

Duman dumandır başım. Mekanım da cehenneme dönüştü!

Ey, geleceğin umudu çocuklar! Vuruldunuz hayın bir gecede!

Artık ateş yakıp renklendiremeyeceksiniz eteklerimi.

Dost sohbetlerine mekan olmaya da küstüm.

Yankılanan sloganlarınız, bağrımda sancı sancıdır.

Umutta yarınları bileyen çocuklar, umuda umut ekleyenler, vuruldunuz bir bir.

Vurulanın yaşı sorulmazmış, solan bir hayatsa, farketmezmiş yaşı insanın.

Onlar kahpeydi ve yarınlara büyüyen umutlara kurşunu sıktılar; gencecik, özge canlara.

Bundan böyle, yasımı dillendireceğim ve öfkeye dönüşüp eseceğim...

Bundan böyle, kayalıklarıma konan her canlı, acısını iniltilerde dillendirecektir. Sloganlarınız, son haykırışlarınız, her 12 Aralıkla birlikte kayalıklarda yankı bulacak, yas tutup yağmura dönüşeceğim...

Yıllar da geçse üstünden, bu tanıklığım hep baki kalacaktır...’ der gibidir, der de bitirmez Bagok.

Onlar; soykırımın mimarlarıydı, kurşun sıkıyorlardı gecede. Ve; yankılanıyordu gece, alev alevdi Qamışlo.

Ardından; el bombalarını fırlattılar içine evin ve çığlık çığlığa yankılandı gece.

İçeridekiler, sadece attıkları sloganlarla karşılık verebildiler;

Kahrolsun sömürgecilik!’’

Kanımız yerde kalmayacak!’’

Yaşasın Bağımsız, Birleşik, Demokratik Kürdistan!’’

Sloganlar, kan ve ölüm kusan silah ve bombaların sesinde yankı bulmuştu son bir kez.

Kurşunlar, gecenin sessizliğini yararak, Nisêbîn’in caddelerinde ağıtlarla buluştu ve analar yas tuttu. Qamışlo’daki analar gibi.

Hawaar…! Hawaar…! Hawaar…! Seslerínde anaların yüreği dağlandı. Puştların puştlukları, bir bir lanetlendi çığlıklarında.

Katil sürüleri, içeridekilerin silahlı olmadığına emin olunca, kapıyı kırarak içeriye daldılar. Ölü ve yaralıları bir kez daha taradılar.

Böyleydi işte Kürd’ün ölümü, yeterki adı Kürt olsun. Ölümlerden ölüm beğen ey acı çığlık, tercih artık senindir ey acımasız hayat…!

Qamışlo, silah seslerinin geceyi böldüğü, alev alev yükselen ve kızıla kesen gökyüzünü seyre daldı gecede. Kaderine küfrederken, kinini ve intikam yeminlerini saklı tutmuştu yüreğinde o gece.

Evi ateşe verdikten sonra, katiller; gece yarasalarına dönüşerek karanlığa karıştılar ve gecede kayboldular.

Cunta’nın; ‘öldürün, yakın, yıkın, yok edin...!’ emri yerine getirilmiş ve çocuk, kadın, yaşlı, genç, yetişkin ayırımı yapılmadan bu katliam gerçekleştirilmişti.

12 Aralık 1980 tarihi, 15 yiğit can ve henüz dünyaya merhaba diyemeyen bir bebeğin de katledildiği gündür.

O gün, kara bir gündür; yaslıdır, yaralıdır.

Hüseyin Aslan, Dersim’in gülü ve Kürdistan’ın umuduydu yarınlarda. Vuruldu toprak damda ki; o, böylesi ölümü hiç istemezdi. Vuruşarak ölüme her zaman merhaba diyendi.

Bu, bir ah olarak kaldı ve vasiyeti; soluk bir umut olarak tarihe kaldı.

O vurulurken; şapkası kaydı başından. Yanıbaşında Necla yatıyordu, elini uzatmış vaziyette.

Uzanan eli Neclan’ın, Hüseyin’e doğruydu, tuttu tutacak yakınlıkta.

Necla; ‘tut elimi babası. Bak! Daha doğmamış bebemiz. Bizim bebemiz can Hüseyin. Sarıl ona, yavrum de. Bak! Ne güzeldir bebemiz...’ der gibiydi.

Vurulmadan önce; doğacak bebeğine kazak örmekteydi. Kazak bitirilemedi, yarım kaldı.

İki canlı Necla, boylu boyunca kan revan içinde uzanmaktaydı.

Kurşun sesleriyle birlikte, içten gelen sezgiyle o; bebesine sarıldı ve öylece vuruldu. Artık gün sayıyordu, bebesi 8 aylıktı. Doğacak ve dünyaya merhaba diyecekti...

Gecenin karanlığı yoğunlaşmıştı toprak damlı evde. Bir anlığına aydınlandı lavların

ışıltısında ve sonrasında karanlıklar daha da yoğunlaştı, yoğunlaştı...

Karanlığa barut kokusu yayıldı. Sonrasında alev alev yandı ev.

Memo; az ötesindeydi Necla’nın. Sırtı yastığa dayalı, başı dizine doğru eğikti. Kalkmaya yeltenirken düşmüştü.

Dizleri üstünde tuttuğu kitabı, kan kızıla boyanmıştı.

O, oturur vaziyette haykırırken; gür seste vurulmuştu.

Vurulmadan önce; seslice kitap okuyor ve okuduklarını arkadaşlarına açıklıyordu.

Kancıkça vuruldu.

Mertlik, ancak bu yiğitlere özgüydü ki; onlar, hiç bir zaman kalleşliğe soyunmadılar ama, kaleşçe vuruldular bir gece vakti.

Hasan Akbaba; vurulurken, ‘ah!’ demedi. Dişini sıkarak Necla’ya baktı.

Bir canda, iki can erimekteydi o an. O; o an, sadece bebesini düşünebildi Necla’nın. Bir de; geride bıraktığı iki küçük kızını.

Ki; doğacak bebek erkekse, ileride kirvesi olacaktı Necla’nın. Öyle konuşmuş, öyle anlaşmışlardı.

Vurulurken Hasan; Necla’ya baktı ve öylece kaldı bakışları Necla’dan yana.

Müslüm Yıldız, vurulurken; güleç güleç bakmaktaydı. Vurulmadan önce onun okuduğu bir şiir kitabıydı. Mısralarını ezberlemekteydi.

Şiir; bebelere adanmış ve öyle kurgulanmıştı.

Necla'ya, bebesinin doğum gününe armağan olarak sunacak ve hediyesini verirken de, şiiri okuyarak taktim edecekti.

Şiirin dizeleri, yarım kaldı o vurulduğunda.

Ramazan Kabreş, Hanife Ramazan, Emine Ramazan, Abdulkerim Ramazan, Şükrü Ramazan, Azad Ramazan, Xweşnav Ramazan, Kawa Kerim, A. Ferat Kerim ki; aynı aileden, masum ve günahsızdılar.

Orada, kendi evlerinde kurşunlara hedef oldular. Şehit düştüler.

Tek bir suçu vardı onların; Kürt olmak.

Kawa, Azad ve Ferat, çocuktular. Çocuklar, oyuncaklarıyla oynayarak büyür. Ama, onların oyuncakları hiç olmadı ki!

Onlar, çığlık ta atamamıştı vurulurken.

Karanlıklarla korku büyür. Karanlıklar, hep korkuları oldu çocukların. Bir de karanlıkta uçuşan yarasalar.

Katil sürüleri, o gece amansız bir korku saldı. Çocukların çığlık atamadan bedenlerini ölüme sunmaları da ondandı.

Yusuf, vurulmadı o gün ama, o; yüreğinden vuruldu ve yıllarca yaralı bir ruhta yaşadı. Adı; hep yasaklılar listesinde kaldı onun ve yoldaşlarınca saklı tutuldu.

Heybet; anı olur hesabına, yıllarca şarapnel parçalarını taşıdı bedeninde. Anımsadıkça yoldaşlarını, sancı sancı tutar ağlamaları. Yüreği yaralı, bedeni şarapnel parçalarıyla geçmişe alır götürür onu. Her gece ateşten yükselen alevlere bakarken; dalar, dalar da gider...

Yaralı bedeniyle düşmana inat, anıya saygı diyerek dişini sıkar. Direnir, direnerek anılarıyla bu günlere gelir…

*

Arkadaşlarıyla buluştuğu bir ortamdaydı Kurdo. Üzerinden yıllar geçmişti Qamışlo katliamının.

Yanıbaşında; Qamışlo katliamında vücuduna 13 kurşun ve sayısız şarapnel parçası almasına rağmen, sağ kurtulmayı başaran Heybet te bulunuyordu.

Onun her ismini duyduğunda Kurdo, Qamışlo’yu anımsar ve o cehennem gecesinde katledilen yoldaşlarını anar.

Yıllar sonra da olsa Heybet’le buluşan Kurdo, ona dönerek;

sevgili Heybet!“ dedi.

...merak ettiğim, Qamışlo katliamıdır. Oradaydın, yaşadın ve tanığısın. Bana o günleri, yoldaşları ve üzerinden yıllar da geçse yaşanılanları anlatır mısınız...?” dedi ve daha fazla da konuşmadı.

Soruyu sorarken de ikircikli sormuştu. Belki de, Heybet’i o günlere götürerek yeniden bir sıkıntıya sürüklemek istemeyişindendi. Bir taraftan da merakını gidermek, yoldaşlarını anmasıyarak yadetmekti amacı.

Heybet, o günleri bir daha yaşıyormuşçasına;

Cuntanın gelişiyle, halkın üzerinde baskı ve şiddet artarken, devrimci kadrolara yönelik özel bir yöntem uygulanmaya başlanmış ve gericilik, had düzeye ulaşmıştı.

Operasyonlar ve tutuklanmalar artmış, öldürme ve işkence, döneme damgasını vurmuştu. Bu nedenle Kürdistan’ın Kuzey parçasında, arananların sayısı çoğaldıkça çoğalmıştı Kek Kurdo.

Cunta’nın saldırılarına karşı yeni bir mücadele biçimi ve örgütlenmeyi geliştirmek, geçici olarak geri çekilip toparlanmak ve güçlü bir mücadeleye hazırlanmak için KAWA örgütü olarak Kürdistan'nın diğer parçalarına geçmeyi düşünmüştük.

Zaten örgütün de bu yönlü kararı vardı.

Bu arada, örgütün kadro ve arananlarını Bagok dağında barındımak, buralarda askeri peşmerge üsleri kurmak için çalışmalarda bulunmuştuk.

Amacımız, Kurdistan'ın dört parçası ile de ilişkileri geliştirmekti. Bunun için de; Güney Batı Kürdistan'a geçmiştik.

YNK lideri Celal Talabani ile görüşmek, ilişki geliştirmek istediğimiz en önemli ilişkilerden biri idi. Bunu gerçekleştirmiştik te.

KAWA örgütü dışında, bütün Kürt örgütlerinin Suriye devleti ile 'ilişkileri' vardı. Suriye devleti istihbaratının diretme ve tehditlerine rağmen, kendileriyle ilişki kurmayı reddettik. Şam'da kalmayı değil de, halkımızın içinde, mücadele alanında; 'Türkiye' sınırına yakın Qamışlo'nun Cırnık köyünde geçici kalmayı tercih ettik.

Zaten örgütün kararı gereği; Doğu Kürdistan'a gitmeyi düşünüyorduk.

Qamışlo’ya bağlı Cırnık köyünde; yaklaşık olarak 3 hafta, Ramazan Kabraş'in evinde kaldık. Bu süre içinde; arananlar, önce Bagok dağında toplanıyor ve sonrasında Cırnık köyüne getiriliyordu. Bu işi de çok değerli yurtsever, Ramazan Kabraş üstlenmişti.

Bu değerli insanı, 12 Aralık 1980 tarihinde, Qamışlo katliamında kendi ailesinin 9 ferdi ile birlikte kaybettik

Qamışlo katliamı, Türk devletinin yakın tarihinde, ilk yurtdışı eylemiydi. Ancak TC devleti, yalnız başına bu eylemi gerçekleştiremezdi. KAWA örgütü; feodal, zulümkar ağalara karşı da bir savaş açmıştı. Cunta dönemi, cezalandırılan bu ağaların oğulları ve aşiret çevresi intikamlarını almak için Kürd yurtseverleri ve halka karşı devlet desteğiyle saldırılara başlamıştı. Devletle içiçe, devrimcilere karşı savaştılar.

Kaldığımız ev ve bulunduğumuz oda, silahli çete tarafından kuşatılmıştı. Aniden tüm ev ve kaldığımız oda, seri ateşe tutulmuştu. Baskına uğradığımızı farketsek te, yapabileceğimiz pek fazla bir şey yoktu. Aniden basılmıştık.

Ramazan dayının oğlu Avdo, elektriği söndürdü. O karanlıkta, sadece silahlardan çıkan ateşi görebiliyorduk.

Hüseyin Aslan'ın, ilk ateşle şehit düştüğüne sanıyorum.

Karanlıkta duyduğum ilk ses, Necla Baksi'nin; 'Ah yavrum...!' diyerek bağırması olmuştu.

Necla; sekiz aylık hamile idi ve Hüseyin Hoca ile karşımda, yanyana oturuyorlardı. Yönleri kapıya doğruydu ve kapıdan sıkılan silahlarin ilk hedefi de onlardı.

Düşmanın pencere ve kapılardan üzerimize ölüm kusan seri ateşine karşılık, sadece slogan atabildik.

İlk sloganı; M. Emin Mutlu hocam atmıştı. Kafese konulmuş aslanlar gibi; 'Kahrolsun sömürgeciler! Yaşasın Bağımsız, Birleşik ve Demokratik Kürdistan!’ diyerek, sloganını atmıştı.

M. Emin hocama bir yandan eşlik etmeye, bir yandanda sırtımı duvara dayayarak sol ayağımla kapıyı içerden itelemeye başlamış, katillerin içeri girmelerini engelemeye çalışıyordum. Kapıya dayalı olan ayağımdan, seri ateşli silah ile ilk darbeyi aldım.

Sloganlar, çok kısa sürede kesildi.

Sonrasında bayılmışım. Sersemletici bir baygınlık gibi.

Hayal meyal kendimi; Dîyarbekîr bahçelerinde bir dut ağacının altında yatıyor sanıyordum.

Ve o arada, uğultulu sesler işitiyordum; ‘ev yanıyor, vah vah...! Su getirin...!’ gibi sözlerle gözlerimi açmıştım.

Gözlerimi açtığımda; sırtüstü yatıyordum, gözlerim tavana dikili idi. Tavanda, gerçekten ateş vardı. Bu bir yangındı.

Kendi kendime; 'kalkıp arkadaşlara yardım etmeliyim’ diye düşündüm, ama kalkamadım. Sanki tüm vücuduma beton dökmüşlerdi. O ara, tekrar baygınlık geçirmişim. Sonrasında köylüler içeri girmişler ve beni görerek, burada yaşıyan biri var demişler.

Köylüler, hepimizin öldüğünü sanmışlardı. Yangını söndürürlerken, vücudumda bir hareketlilik oluşmuş ki, sağ olduğumu anlamışlar ve beni dışarı çıkarmışlar.

O ara ne olduğunu anımsayabilmiştim, ama hiçbir arkadaşım da görünürde yoktu.

Kimin yaralı, kimin ölü olduğunu da tahmin edemezdim.

Korkunç gerçeği iki hafta sonra öğrenebildim.

Zaten hafızam yerinde değildi.

TC devletinin Dışişleri Bakanlığından birisi; Nisêbîn kaymakamı ve bir doktorla birlikte, beni Türkiye'ye götürmek için geldiklerinde, katliamın fotoğraflarlarını göstermişler ve ben ancak o zaman olayı tüm çıplaklığıyla anımsayabilmiştim.

Onunla kalmamış ve büyük bir şok geçirmiştim.

TC devletinin ordusu ve işbirlikçilerinin ortaklaşa işledigi Qamışlo katliamından kurtulan, sadece bendim. Yoldaşlarımdan; önderim Hüseyin Aslan, Askeri komutanım M. Emin Mutlu, yakında doğuracağı çocuğunun aşkı ile yanan yoldaşım Necla Baksi, gecesini gündüzünü, malını, daha sonra dokuz aile ferdini KAWA Hareketi ve Kürdistan için feda eden, fedakar yiğit insan Ramazan dayıyı, Ozano'yu, Müslüm'ü yitirmiştim.

Evet, bunlardan hiç birini bir daha hiç görmeyecektim. Yoldaşlarımın intikamını almak için ölmeyeceğime ve her ne pahasına olursa olsun yaşamaya, o andan sonra karar verdim...” dedi uzunca konuşmasında. Dediğinde de, gözleri yaşarmış ve o günlerin acımasızlığıyla sarsılmıştı.

Kurdo da, ondan farklı değildi ve sözünü de hiç kesmedi. Yüreği kanıyordu.

Sessiz ve sakince Heybet’in konuşmalarına odaklanmıştı.

Heybet, konuşmasının devamında;

günlerden hangí gün olduğunu anımsayamıyorum ama, TC sömürgecilerinden Nisêbîn Kaymakamı, Türk MİT’inden birkaç kişi, doktor ve jandarmalarla birlikte

gelmişti.

Benimle konuşmak ve yapabilirlerse beni Türkiye'ye götürmek için yanıma uğramışlardı. Sert ve acımasız bir şekilde başımı sallayarak, uyandırdılar.

TC’nin cellatları; ‘adın ne?’ diyerek sormuştu.

Ben, daha önce sahte olarak yaptırdığım kimliğimin künyesini vermiştim onlara. Adımı saklamak istiyordum. Kim olduğumu bilmemeliydiler...

Bunun üzerine sömürgeciler, birden ellerinde bulunan Qamışlo katliamının o korkunç ve kanlı fotoğraflarını göstemişlerdi.

Dünya başıma yıkılmıştı sanki; yaralarım yeniden kanamaya, o korkunç geceyi tekrar tüm yüreğimde duyumsamaya başlamıştım. Demek ki arkadaşlarımın, dostlarımın tümü öldürülmüştü.

Yerimden kalkarak sömürgecilerin boğazına sarılmak istedim, yapamadım. Yaralarım buna elvermiyordu.

İrkildim birden, gözlerim dolmuştu. Hemen toparlandım, sömürgeci TC cellatlarının karşısında ağlamamalıydım.

Gösterdiğiniz fotoğraftaki kişileri tanımıyorum...!’ demiştim ama, yüreğim kan ağlıyordu.

Bu sözlerime şaşırmışlardı.

O pis yüzlerini çirkinleştirerek, sert bir şekilde; 'nasıl tanımıyorsun? Onlarla beraber değilmiydin?’ diyerek bağırmışlardı.

Değildim! O evden bir saat önce ayrılmıştım’ demiştim.

Daha sonra onlara; ‚olaydan bir gün önce Suriye'ye geldiğimi, öldürülenlerin içinden, sadece Ozano arkadaşı tanıdığımı’ anlatmıştım.

Onlar, Ozano'yu nasıl tanıdığımı, Suriye'ye neden geldiğimi sordular bu kez.
Ben de, Ozano ile 1978-79 yıllarında Nisêbîn'de, beraber beton kalıpçılığı yaptığımızı ve Türkiye’de iş olmadığı için buraya çalışmaya geldiğimi söylemiştim, ama nafile...

Biliyorsun,’ dediler ve; burada çok sayıda Türk öldürülmüş, bunun hesabını sormalıyız yapanlardan. Onun için doğru konuş’ demişlerdi.

O anda ciğerlerini sökmek, köz köz ateşte pişirmek gelmişti içimden... Yüreğime sanki hançer saplamışlardı, bu sözleriyle. Vuruyorlar, öldürüyorlar, sonra öldürdüklerine sahip çıkıyor, onları kendilerinden sayıyorlardı. Yakalanacak eğer bir suçlu, hesap sorulacak bir cellât varsa, o da kendileriydi.

Tüm gücümle bağırmama rağmen, sesim yavru bir kedinin miyavlamasına andırıyor ve ben;

bunlar Türk değil, Kürt’tür! Bu olayı yapanlar, sömürgeci Türk devleti ve onun uşaklarıdır!..’ diyerek, yüzlerine bağırmıştım...“ dedi ve sustu.

Sohbetin bitiminde; bir tepenin ardından ay doğmuş ve bir karış yükselmişti.

İkisi de; gayrı ihtiyari yüzlerini yükselen aya çevirdi ve orada Qamışlo şehitlerini andı.

Dolunay, Qamışlo şehitlerinin şavkını yayıyorcasına yükseliyordu. Karanlığa düşen ay ışığı demeti, onların aydınlık yüzüydü.

Hafif bir esinti çıkmıştı.

Gece sessiz, yıldızlar soluktu ve sini büyüklüğünde görünen ay dolanıyordu sonsuzluğunda mavinin.

Pırıl pırıl bir gökyüzü kuşatmıştı geceyi. Sessiz geceyi; ay’ın şavkı süslüyordu, karanlığı delercesine.

Kurdo, arkadaşlarıyla buluşup sohbet ettiği o dağ evinde, geçmişin anılarıyla başbaşaydı.

Hepsi de candan dostları ve yoldaşlarıydı.

Kurdo, Heybet’e sorarak; onun anlatımlarını dinlemiş ve şimdi de ona soru sorulmuş, o konuşmaya başlamıştı.

Bir tek soru sorulmuştu ve soran bir dostu;

Qamışlo, tarihimizin acı yüzüdür. Sen de, orada katledilen yoldaşları tanırdın. Onlarla birlikte anıların, ortak sevda ve umutların oldu. Yıllar geçti üstünden ve onlar unutulmadı. Onları yadetmek bağlamında, mutlaka diyeceklerin olmalı. Onlarla yaşadıklarını bizlerle paylaşır ve anlatır mısın?” dedi.

Kurdo; soruya bağlı kalarak, geçmişe uzanmıştı yüreği kan ağlayarak. Belki de yüreği kan ağladığı için dinleyenlerince konuşması kesilmedi ve yeniden soru da sorulmadı.

Karşılarında başı dumanlı bir dağ ve anılardan süzülerek aktarılan anlatımlar vardı o an.

Kurdo;

o; bir Kürt dilberi ve kusursuz bir militandı. O, Necla Baksi idi...” dedi, efkar dolu bir seste.

Ve şöyle sürdürdü konuşmasını;

Necla’yı, ilk kez 1977 yılında Sêwerg’te yapılan bir mitingte görmüştüm. Henüz genç bir kızdı. Mitingte, avazı çıktığınca slogan atıyor, haykırıyordu.

Arkadaşlarıma; ‘kim bu yiğit kız?’ diyerek sormuştum.

Arkadaşlarımdan biri;

Dîyarbekîr’li bir arkadaşımızdır,’ demişti.

Dîyarbekîr'e her yolum düştüğünde, onunla karşılaşır ve sohbetimiz eksik olmazdı.

Sonraları, arkadaşımız Hüseyin Aslan ile nişanlandı ve birbirlerine yakışan bir çift oldular.

Çok sevdiler birbirlerini. Öylesine bir sevgi idi ki, ölüm bile onları ayıramadı.

Şimdi; Nisêbîn mezarlığında doğmamış bebekleriyle kucak kucağa yatıyorlar.

Bir de, dört gözle arkadaşlarından Dîyarbekîr'in; Bağımsız, Birleşik, Demokratik Kürdistan’ın başkenti ilan edilmesi haberini bekliyorlar... Bekle yiğit kız, bekle o günler de gelecektir...! ” dedi hüzünlü bakışlarında.

Analtımlarına devamla;

1980 bahar aylarında Nisêbîn'e gitmiştim. Gümrükte çalışan bir arkadaşta misafirdim.

Eve hışımla giren Necla, merhaba demeden; ‘Kurdo abi çabuk ol. Evi hemen terk ediyoruz...!' demişti.

Daha ne oldu deme fırsatını bulamamıştım ki; Necla, devam etmişti; ‘çarşıda, polisle kaçakçılar çatıştı. Bir polis ve bir bekçi öldürüldü. Büyük olasılıkla dışarı çıkma yasağı konur. Tüm evler aranabilir. Bu nedenle köye gitmemiz gerekiyor...’ diyerek açıklamaya devam ederken, ben çoktan ayakkabılarımı giymiştim.

Mahalle arasından geçerek Cizre'ye çıkan yola çıkmıştık. Fakat, bizden önce polis ve jandarmalar, yola barikat kurmuştu.

Göründüğümüz için; geri dönmek, gitmekten daha da tehlikeli ve dikkati çekerdi.

Oraya vardığımızda; ‘eller yukarı!’ dendi bizlere.

Ellerimi kaldırmış ve üzerim aranmıştı.

Kadın polis olmadığı için Necla, aranmamıştı. Nereye gittiğimizi sorduklarında; Necla, öne atılarak öğretmenlik kimliğini göstermiş ve; ‘ben öğretmenim. Görev yerime gidiyorum. Bu da nişanlım!’ demişti.

Onlar, buna inanmış olacaklar ki; 'tamam, gidebilirsiniz’ demişlerdi.

Gidilmesi gereken yöne hızla hareket ederek, Kertwin köyüne doğru yola düşmüştük.

Akşama doğru, Şapkalı ve Memo da gelmişlerdi.

Yemeğimizi yedikten sonra, aramıza bir başka arkadaşımızı da katarak, Kilise köyününün yolunu tutmuştuk.

Yol dediğimiz, normal bir yol değildi tabii. Kilise köyü uzak olduğundan, kestirmeden, dağ-bayır yürümüştük.

Sabaha karşı saat 3 civarında, gideceğimiz köye vardığımızda; Memo, dağ ile uyum sağlayan bir evin kapısını tıklamıştı.

Araya zaman geçmeden içeriden biri; ‘kim o?’ diyerek seslenmişti.

Memo; ’Apo, biziz...’ demiş ve kapı açılmıştı.

Kapıyı açan, 60 yaşlarında biriydi. Teker teker gelenlere sarılmış, kapı eşiğinde hal hatırımızı sormuş ve içeriye davet edilmiştik.

Girdiğimiz yer; mağara benzeri bir yerdi. Loş ve havasızdı.

İdare dedikleri gazlı bir lamba ile aydınlatılıyordu. İnsanlar, birbirlerinin yüzlerini zor bela seçebiliyordu.

Ocakta ateş yanıyor, dumanın yarısı; mağaranın içinde bulut kümeleri halinde, nazlı nazlı dolanıp duruyordu.

Ev sahipleri, Êzîdî idi. Sevecen, sıcak kanlı insanlardı. Evin büyüğü; ‘KAWA'cıların babasıyım...’ deyip duruyordu. Gerçekten de ona misafir olanlar, kıt kanat olanaklarına karşın, bir baba şevkatiyle ağırlanıyordu.

Evin hanımı, açlığınız var mı yok mu sorusunu sormadan ocağa, içi su dolu orta ölçekte bir tencere koymuştu.

Suyun kaynamasıyla birlikte, içine de bir paket makarnayı boşaltmıştı. Sohbete katıldığından; pişirilme süresini unutmuş ve makarna önümüze konduğunda, bulamaca dönüşmüştü.

Ağzıma bir lokma almış ve zor bela yutabilmiştim.

Ayıp olmasın diye de kuru ekmekle durumu idare etmeye çalışmıştım. Fakat bu, ev sahiplerinin gözünden kaçmamış ve bir telaşa yol açmıştı.

Sevmedin mi? Başka bir şey yapalım. İstediğin bir şey var mı?’ deyip durmuştu kadıncağız.

Yok, sağolun, açlığım yok...’ desem de; dinlememiş o ve başka bir hazırlığa geçmişti.

Onlara göre gelenler şehirliydi ve makarna da şehir yemeğiydi. Elbette ki, gelen şehirli misafirlerine, kendilerinin de çok sevdiği şehir yemeği olan makarna yapmayı daha uygun görmüşlerdi. Nerden bilebilirlerdi ki, ben; bulamaç haline gelmiş makarnayı bir yana, makarnanın en alasını yemediğimi.

Mağaranın öteki ucundan sesler gelmeye başlamıştı.

Dikkatlice o tarafa bakmış ve;’ orada kim var?’ diyerek sormuştum.

Evin büyüğü, utanarak; ’kusura bakmayın. Orada da hayvanlarımız kalıyor...’ demişti.

O akşam orada gecelemiş ve yanyana serilmiş yönden yapılma yataklarda kucak kucağa, sırt sırta yatmıştık.

Kalktığımızda, saat gündüzün 12'si olmuştu. Kahvaltıyı yapmış, bir saatlik mesafedeki Serxanlıoğulları köyüne gitmek için yeniden yola koyulmuştuk.

Evin genci de bize eşlik ediyordu.

Arkadaşlar önde ve Necla ile birlikte belli bir mesafeden onları izliyorduk. Her tarafım kaşınıyordu. Diğer arkadaşlara bakmış ve onların da kaşındığını görmüştüm. Herkes, bir yerlerini kaşıyıp duruyordu.

Ben; ‘Necla, sana bir şey diyeceğim ama, diline düşmekten korkuyorum!’ demiştim.

Necla; ’Kurdo ağabey, sana söz veremem, ne diyeceğine bağlı. Hele sen söyleyeceğini söyle. Gerisini bana bırak...’ demişti gülümseyerek.

Necla'yı iyi tanıyordum; açık sözlü ve sözünü esirgemezdi. Karşıdaki bunu nasıl yorumlar, onu kendine pek dert edinmez, pat diye söylerdi.

Bunu bildiğim halde, olup-biteni ona söylemekten geri durmamıştım.

Bir yerde de, buna mecburdum. Oranın yabancısıydım.

İnsanlar yoldaşımdı ama, kendileriyle yeni tanışıyordum. Fakat, Necla için öyle değildi. O, hekesle senli benliydi.

Ben, yalvarırcasına; ’her tarafım kaşınıyor. Bir banyo yapmadan ve elbiselerimi yıkamadan rahat edemem. Sen ne yaparsan yap, umurumda değil. Yeter ki, beni bu canavarlardan kurtarmanın bir yolunu bul...!’ demiştim.

Necla, gülmüş ve sonrasında; ‘Kurdo ağabey, korkmana gerek yok. Herkes te senin gibi. Gideceğimiz yerde olanaklar var. Bir saat daha dayanırsan, canavarcıklardan kurtulursun...’demiş ve bir nebzecik soluklanmıştım.

Gideceğimiz köye varmış, dağın tepesine kurulu şato benzeri bir evin önünde durmuştuk.

Ev sahibi ve yarıcı olan arkadaşlarımız bizi karşılamış ve içeriye buyur edilmiştik.

Girdiğimiz oda; uzun ve büyük mermer taşlardan yapılmış ve oldukça da yüksekçeydi. Büyük pencereleriyle, adeta bir şatoyu andırıyordu. Odaya, çeşit çeşit desenlerle süslenmiş ve yünden yapılma halılar serilmişti.

Duvar kenarlarına da aynı halı desenlerinden yapılma yastıklar, sıra sıra dizilmişti.

Oturduk oturmasına da, oturacak halim yoktu. Göz kaş işaretleriyle, Necla'ya birşeyler anlatmaya çalıştım.

Necla, yerinden kalktı ve gitti. Çok geçmeden de geri geldi.

Henüz gelen çaylar içilmemişti ki; Necla, emrivakice; ’haydi arkadaşlar! Gidiyoruz...!’ demişti.

O, bunu dediğinde; herkes ondan yana bakmış ve Şapkalı; ’nereye?’ diyerek sormuştu.

Bu soruya yanıt olarak, Necla;’hamama gidiyoruz, hamama!’ demişti.

Birlikte kalkarak, evin alt kısmına düşen çeşmeye doğru hem yürümüş, hem de espirilerle ortamı şenlendirmiştik.

Gerçekten de her şey vardı; büyük bir kazan, leğen, tas, çamaşır tozu ve sabun…

Geriye odun kalıyordu.

Çevreye dağılmış, kucak dolusu odunla dönmüştük.

Ateşi yakarak suyu ısıtmış, elbiselerimizi yıkamış, güneşe sererek kurumaya bırakmıştık. Herkes te sırasıyla yıkanmıştı.

Küçük canavarlardan, ancak bu şekliyle kurtulabilmiştik.

Odaya girdiğimizde, enfes bir sofra ile karşılaşmıştık.

Bakırdan yapılma kocaman bir sini. Sininin içinde tepsiye konmuş bulgur pilavı. Bulgurun üstüne, pişirilmiş keçi etinden tikeler dizilmişti. Yanına, ayran dolu bir bakraç bırakılmıştı.

Etrafı yeşilliklere donanmış siniye yaklaşmış ve kimimiz diz üstü, kimimiz de; bağdaş kurarak, yemeklerimizi yemeğe koyulmuştuk.

Diz üstü oturanlardan Şapkalı, bir türlü yemeğini yiyemiyordu. Oturma şeklinden rahatsızdı. Sürekli oturma biçimini değiştirip durmuştu.

Necla’nın da gözünden kaçmamıştı Hüseyin’in bu hali.

Yemekten sonra çaylarımızı yudumlarken, bir sonraki güne dair de yapacaklarımızı konuşmuştuk.

Necla ve Şapkalı, Kertwin'e geri dönecek. Ben, Memo ve diğer üç arkadaş ta; çevre köy çalışmalarına çıkacaktık.

Sabah erkenden kalkmış ve gideceğimiz köylerin yolunu tutmuştuk.

Bu bir köy çalışmasıydı.

Memo’nun, gerçekten bir halk önderi olduğuna orada tanık olmuştum. Ana dilinde siyasi literatörü kusursuzca kullanıyordu ve köylüler tarafından da sevilip sayılıyordu.

Memo; Dîyarbekîr, Riha, Sêrt ve Mêrdîn KAWA Bölge Komite üyesiydi o dönem.

Köy çalışmaları, bir hafta sürmüş ve iyi bir izlenimle Kertwin'e dönmüştük. Döndüğümüzde de, Şapkalı ve Necla ile orada bir kez daha karşılaşmıştık.

Sohbet esnasında Necla’nın, her zamanki müzipliği bir kez daha tutmuş ve bunu, orada da göstermişti.

Aniden; ‘arkadaşlar! Bir dakika beni dinleyin. Biliyor musunuz? Kurdo ağabey ile şehir çıkışına vardığımızda; polis ve jandarmanın barikatı ile karşılaşmıştık. Zorunlu olarak yanlarına vardık.

Eller yukarı dendi. Ben, Kurdo'dan; 'siz ellerinizi kaldırın’ı' beklerken o, ne yaptı biliyor musunuz?

İki elini havaya kaldırdı. Bir de önder olacak…! Ben böyle önder istemiyorum…!’ demiş ve tüm gözler de bana çevrilmişti.

Ben de; evet, Necla’nın dedíkleri çok doğru. Ellerimle birlikte, iki ayağımı da kaldırdım ve havada asılı kaldım. Sağolsun Necla bacım, oradan beni çekip aldı. Sonra köylere çıktım ve köylülere, bu devletten korkmamalarını söyledim. Ne tezat değil mi?!

Düşman minderinde göreşmek ne zor bir iş...! Kuralları onlar koymuş. Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin. Ama işin ilginci, biz hem deveyi gütmeye çalışıyoruz, hem de bu diyardan kopamıyoruz. Bu da, bizim çıkmazımız. Bunu aşmanın yolu yok mu? Bence var!

Dağlar!

İşte bilince çıkarmadığımız, veya gereğini yapmadığımız bu …!’ demiştim Necla’ya yanıt olarak.

Necla'nın müzipçe dile getirdiği soruna ben; yarı ciddi, yarı şaka yanıt vermiştim…

Şapkalı da, sorunu diline dolamış ve; ’sen bittin Kurdo! Yarından tezi yok. Durumu bir raporla örgüte bildiriyorum. Seni o sihirli koltuğundan edeyim de gör!’ demiş ve sonrasında da kahkahayı basmıştı.

Şapkalı, sert mizaçlıydı. Onun güldüğüne, o güne kadar tanık olmamıştım.

Kaşları, hep çatıktı. Onu, her zaman ciddi duruşuyla bilirdim ama, o akşam ilk kez şakacılığına tanık oluyordum.

İyi, hoş ta…! Bakalım kendisi, şakayı ne kadar kaldırabiliyor. Hele bir kurcalıyalım' diye düşünmüştüm.

Necla ve Memo'ya göz kırptıktan sonra ben; ’bak Şapkalı! Otur oturduğun yerde. Ağzımı açtırma. Bir açarsam, pilini bitiririm. İyisi mi, uslu çocuk gibi otur oturduğun yerde...!’ demiştim, kendime bir ciddiyet vererek.

Şapkalı; ‘tehdidi yemezler. Beni tehdit ederek korkutamazsın. Ne biliyorsan söyle…’ demişti, ciddi bir anlatımla.

Söz düelosunun devamında ben; o halde günah benden gitti!’

Necla'ya doğru dönerek; “Necla, senin şu kocanın başka bir kadınla evli olduğunu ve iki de çocuğa sahip olduğunu biliyor muydun?” demiştim de, dememiş olaydım.

Necla, oturduğu yerden ayağa kalkarak, Şapkalı'nın başında dikilivermişti.

Şapkalı’ya, tehditvari bir şekilde;’söyle bakalım. Kurdo'nun dedikleri doğru mu? Eğer doğruysa, seni alnının ortasından vururum. Yok yok! Çocuklarına yazık! Onları yetim bırakamam. En iyisi, sana boş bir kağıt imzalatmam. İçini de keyfimce ben doldururum. Ne yazacağımı tahmin edebiliyor musun?’ demişti.

Ben de; Necla, o sana doğruyu söylemez. İnanmıyorsan Memo'ya sor’ demiştim, uzayan bu söz düelosunda.

Memo; ‘Necla, çok üzgünüm, ne yazık ki Kurdo'nun anlattıkları doğru. Şapkalı'yı sevdiğim saydığım için sana gerçeği anlatamazdım. Affet beni!’ demişti, bıyık altından gülerek.

Necla, kendine bir ciddiyet vermiş ve sonrasında da, Şapkalı'ya bağırıp çağırmıştı.

Şapkalı, şaşırmıştı bu işe ve öylesine donup kalmıştı.

Necla, deyim yerindeyse; ortalığı velveleye vermişti.

Ben; ‘Necla, merak işte; ne yazmayı düşünüyorsun? Yardıma gereksinimin olursa, seve seve yaparım. Şu sevgili eşinin kariyerini çizelim, ne dersin?’ demiş ve ortalığı tam bir gerginliğe sokmuştum.

Ama, odadakiler bunun tersini yaparak, ortamı kahkaha boğmuştu.

Şapkalı, renkten renge girdikten sonradır ki; ‘işin cılkını çıkardınız. Yeter be!’ dedikten sonra da ayağa kalkmış, ceketini giydikten sonra, kapıyı vurup gitmişti.

İki ay sonra Dîyarbekîr’de onunla karşılaştığımda, yüzhatlarının gerginliğine yeniden tanık olmuştum.

Şehit olduğu zaman, KAWA Merkez Komite üyesiydi Hüseyin Aslan...” diyerek aktarmıştı.

Dışarıdaki ayın şavkıyışına odaklanarak, geçmişin anılarında yolculuğa çıkmış ve anımsadıklarını anlatmıştı Kurdo.

Konuştuğu sürece tek bir çıt çıkmamış ve o; o günleri yaşıyormuşçasına konuşmasını sürdürmüştü.

Sertçe esen rüzgarın çığlığı, ağaç dallarında yankılanıyordu. Oldukça soğuktu.

Dışarıdaki soğukla birleşen, mülteci hayatın soğuk yüzüydü. Ruhların yaralı olduğu, hasretlerin katmerleştiği bir gündü.

Qamışlo katliamı şehitlerini anmak için gençler, etrafını sarmıştı Kurdo’nun. Onun anlatımlarına odaklanmışlardı.

Memleketlerinden uzaktı bedenleri onların, ama ruhen hep oralarda geziniyorlardı.

Buluşmak güzeldir, yürekler yaralı olmazsa. Hasret gidermek güzeldir, içinde ölüm konuşulmazsa.

Her yaştan katlımcının yer aldığı bu anma gününde, yürekler acıyı taşıyordu.

Sohbetleri; Qamışlo katliamı şehitlerini anma, anlama bağlamında sürmüştü.

Onlar; bir kez daha anılmış, unutulmamıştı.

Şehitlerin ölümsüzlüğü; o davaya bağlılıkta, şehadetlerine sadık kalmaktan geçerdi.

Onların davası daha bitmedi, söylenecek söz halen yarımdır...

Gün akşama durmuş, güneş dağlardan devrilerek kaybolmuştu.

Herkes ayağa kalkmış ve yerlerinden kalkanlar; gidecekleri yöne doğru yürüyerek arabalarına yönelmişti...

Kurdo, gidenlerin arkasından bakarak, el salladı ve gidişleriyle efkarlandı.

O ara yanına iki genç yaklaştı.

Tahminen 16-17 yaşlarında olan bu gençlerden biri; kız ve diğeri de esmer tenli, kıvırcık saçlı bir erkekti.

Onlar, toplantıda hazır bulunmuş ve konuşmaları dinlemişlerdi.

Genç kız, al giysileri içinde Kurdo’ya bakarak;

Xalê Kurdo!” dedi.

Ve ekledi;

Qamışlo katliamı gerçekleştiğinde, olayı nasıl duydunuz ve ilk tepkiniz nasıl oluşmuştu?” diyerek sordu.

Kurdo, herkesin gittiği bir ortamda, iki Kürt genciyle başbaşa kalmış ve bir sorularıyla karşılaşmıştı.

Bu soruya yanıt olarak, o;

katliam haberini, olayın sabahı öğrenmiştim...” dedi.

Ve konuşmasının devamında;

kamuoyuna, bu katliamı bir bildiriyle duyurmalıydım. Bildiriyi kaleme alacaktım ama, nasıl? Olaya hakim değildim ve bu bildiriye ne yazacaktım? Bunlara kafa yorduğum bir esnada; benimle Nisêbîn birimi arasında ilişkiyi sürdüren Seyfettin adında bir arkadaşımız çıkıp gelmişti.

Seyfettin, o zaman sizin yaşlarınızda, lise öğrencisi bir gençti.

Genç yaşına rağmen, zeki biriydi. Olaylara hakimdi. Katliam sonrası ulaşabildiği tüm bilgi kaynaklarına ulaşmış ve o bilgilerle gelmişti.

Ben, katliamı ondan dinlemiş ve olay hakkında öğrenebildiklerimle aynı gün KAWA örgütü adına bir bildiri yazmıştım. Bu bildiri, örgütlü olduğumuz tüm alanlara ulaştırıldı...” dedi.

Sonrasında, el çantasını karıştırarak yıllar öncesinden kalma bu bildirinin orjinalini çıkararak, genç kıza uzattı.

Almak ister misin? Bu, el yazması bildirinin orjinalidir. Yıllardır yanımda. Al, sende kalsın...” dedi.

Dedikten sonra, elini ikisinin de omzuna koydu, ve;

haydi bana izin! Yarının umutları, geleceğin gençleri...” dedi ve başını önüne eğerek yürüdü, gözden kayboldu.

Ve yorgundu o.

O ayrıldığında, iki genç bir ağızdan;

güle güle Xalo, güle güle...” dedi birlikte.

Gençler başbaşa kalmıştı.

Kız, elinde tuttuğu el yazması bildiriyi oğlana uzattı;

okuya bilir misin?” diyerek sordu.

Genç bildiriyi aldı. Yıllar öncesinde kalma, soluk bir yazıydı.

Işıklı taburenin bulunduğu yere vararak oturdular.

Bildiriyi; kıvırcık saçlı, esmer tenli genç okudu.

O, yazıyı okuduğunda; dinleyen genç kızın gözlerinden yanaklarına doğru, inceden inceye iki damla göz yaşı süzüldü...

Hasan H. YILDIRIM / W. Sebri Arif

Neuen Kommentar schreiben

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.