Direkt zum Inhalt
Submitted by Anonymous (nicht überprüft) on 30 August 2011

Konu Kürtler ve Kürt meselesinin çözümü olunca bunun varoluş nedenine inmeden, tarihsel arka planı ve önemli dönüm noktalarını hatırlayıp göz önünde bulundurmadan, sonuçlar üzerinden hareket ederek meseleye esaslı bir çözüm bulmamız mümkün değildir. Tarihsel olarak Kürd meselesinin varoluş nedeni; genel tahminlere göre 30-35 milyonluk bir nüfusa sahip ve Ortadoğu’nun merkezinde bulunan otantik bir halkın, günümüzde dört bölgesel devlet (Türkiye, İran, Irak ve Suriye) arasında bölünmüşlüğü ve kendi kendini yönetme hakkından mahrum bırakılmışlığı gerçeğidir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu bünyesinden birçok yeni devlet ortaya çıkarken, aktüel olan ve tarihsel olarak yaşadığı coğrafyada önemli bir nüfusa sahip olup çoğunluğu oluşturmasına rağmen bir Kürd devletinin kurulamaması, o günden bu yana Kürd meselesini sürekli olarak gündemde tutmuştur.

Kürt meselesinin çözüm arayışı söz konusu olunca, tarihsel arka plan ve önemli dönüm noktalarını dikkate almaktan kastettiğimiz, Kürtlerin siyasal tarihsel pratiğinde yaşanmış olaylardan çıkartacağımız sonuçlardır. Elbette ki Kürtler de diğer dünya halkları gibi kendi geleceklerini belirleme hakları için mücadele etmişlerdir ve etmektedirler. Bu mücadele sürecinde meselenin çözümü için, çeşitli iç ve dış siyasi koşulların da etkisiyle, farklı dönemlerde değişik çözüm yöntemleri ortaya çıkmış ve belirli dönemlerde uygulanmıştır. Kısaca bunları hatırlatıktan sonra asıl konumuz olan “Demokratik Özerklik” ilanı konusuna döneceğiz.

İlk olarak 1514’de İdrisê Bedlisî’nin öncülüğünde Kürt aşiret konfederasyonları ve Yavuz Sultan Selim arasında imzalanan Amasya Antlaşması’nı hatırlatmak gerekir. Amasya Antlaşması, tarihsel ve siyasal olarak Osmanlılar ve Kürtler arasında imzalanmış en önemli siyasi ve stratejik bir belgedir. Bu Antlaşma, Kürtlerle Osmanlı Devleti arasında gerçekleşen ilk yazılı siyasal antlaşma olup Kürtlerin tarihi siyasal varoluşunun en önemli dayanaklarından biridir ve Kürtler bu Antlaşmayla gevşek siyasal bir bağla Osmanlı Devletine bağlanmayı kabul etmiştir. Kürt-Osmanlı ilişkileri 1800’lerin başlarına kadar bu antlaşma çerçevesinde devam etti. 1800’lerin başından 1900’lü yılların başlarına kadarki Kürt hareketleri, Osmanlı Devleti’nin merkezileşme politikasına karşı, 1514 Amasya Antlaşması çerçevesinde oluşan konumlarını korumaya yöneliktir. Konumuzu ilgilendiren boyutuyla bu tarihsel Antlaşmayla ilgili iki önemli noktayı hatırlatmak istiyorum. Birincisi, bugüne kadar bu antlaşmanın mimarı olan İdrisê Bedlisi’yi Kürd milli haini ilan edenler, allayıp pullayarak sadece deklare ettikleri “Demokratik Özerklik”le bu tarihsel siyasal kazanımın çok gerisine düşmüşler. İkincisi, bugün de Kürd-Kürdistan meselesi ve diğer bölgesel meselelerin çözümü için Osmanlı modelini esas alarak “Osmanlı Milletler Topluluğu”nu oluşturmayı ve Kürd-Türk kardeşliğini ileri sürenlerin Amasya Antlaşması ve onun güncellenmiş halini görmezlikten gelerek bir yere varmaları mümkün değildir.

Kürdistan meselesinin çözümünün konu alındığı uluslararası antlaşma ve belgelerden bir diğeri de, Birinci Dünya Savaşı’nın yaratığı sonuç itibariyle 10 Ağustos 1920 yılında imzalanan Sevr Antlaşması‘dır. Bu Antlaşmaya göre: “Antlaşmanın uygulanmaya başlamasından bir süre sonra Kürtler, Doğu Anadolu”da bağımsız bir kuruluş meydana getirmek isterlerse ve onların bu istekleri “Cemiyet-i Akvam” tarafından kabul edilip, Osmanlılara tavsiye edilirse Osmanlılar bu tavsiyeyi yerine getirmek zorundadırlar.” Fakat Lozan Antlaşması’nın imzalanmasıyla Sevr’in aktüelliği ortadan kalkmıştır. Ancak Osmanlı bünyesindeki diğer milletler gibi, Kürdlerin kaderini tayin etme mücadelesi Birinci Dünya Savaşı sonrasında da devam etmiştir.

Birinci Dünya Savaşı sona ermeden yaklaşık altı ay önce İngiliz askeri güçleri 7 Nisan 1918′de Kerkük ve Süleymaniye’ye şehirlerine girerek Güney Kurdistan’ın tümünü denetim altına alırlar. Bu durumu değerlendirmek üzere, bölgenin ileri gelen aşiret reisleri, din adamları ve aydınları Şeyh Mahmut Berzenci’nin öncülüğünde toplandılar. Bu toplantıda alınan ortak karar gereğince, “Kürdistan hükümetinin kurulması ve bu hükümetin başına da Şeyh Mahmud’un getirilmesi” kararı alınır. Kürtlerin bu kararı İngilizler tarafından da olumlu karşılanır ve Şeyh Mahmud 17/05/1919 tarihinde ilk Kürt Hükümeti’ni oluşturarak kendini Kürdistan Kralı olarak ilan eder.

Kürd mücadelesine siyasal ve tarihsel dayanak olabilecek bir diğer belge de, her ne kadar böyle bir kanun taslağının varlığı çok tartışmalı olsa da, 10 Şubat 1922 yılında TBMM’de Kürtlere “otonomi” hakkının tanındığı ileri sürülen “Kürt Otonomi Kanunu” dur. Yine Kürt meselesinin demokratik çözümünden bahsedilirken ve DTK tarafından deklare edilen “Demokratik Özerklik” metninin girişinde de özellikle vurgu yapılan ve Kuruluş felsefesinin özü olarak dile getirilen diğer bir vesika da Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’dur. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu(ilk Anayasa), İttihatçı öncü kadronun amaçlarını belirten bir siyasal belge niteliğinde olup, hazırlandığı sırada merkeziyetçilik yerine adem-i merkeziyetçi bir idare sisteminin öngörmesine rağmen pratikte uygulanmamıştır. Bu adem-i merkeziyetçi perspektif bugüne tercüme edilirse, en olumlu yorumuyla yerel yönetimlerin yetkilerinin genişletilmesidir.

1926 yılında Sovyetler Birliği bünyesinde kurulan otonom Kızıl Kürdistan, İngiliz ve Kemalistlerle olan ilişkiler ve Ortadoğu üzerindeki hesaplar nedeniyle 1928 yıllında yine Sovyet merkezi yönetimi tarafından Kızıl Kürdistan’ın otonom statüsüne son verilerek dağıtıldı.

İkinci Dünya Savaşı’nın hemen akabinde 1946 yılında Doğu Kurdistan’da kurulan Mehabad Kürd Cumhuriyeti yakın Kürd siyasal tarihinin en önemli olaylarından biridir. Mahabad Kürd Cumhuriyeti’nin dar bir bölgeyi kapsaması ve onbir aylık kısa ömrü öne çıkarılarak lokal bir olay gibi lanse edilmesi yakın Kürd siyasi tarihindeki öneminden hiçbir şey kaybettirmez. Nitekim Paris Komünü de üç ay gibi kısa bir süre varlığını sürdürebildi, ama komünist mücadele için bir mihenk taşı olarak kabul edilmektedir. Kürd ulusal mücadelesinin siyasal hedefi, kazanım ve talepleri değerlendirilirken Mehabad Cumhuriyeti deneyiminin üstü örtülerek “Demokratik İran İslam Cumhuriyeti” gibi belirsiz bir slogan ortaya atmak, Kürd milletini yanıltmaktan başka bir şey değildir.

Mahabad Kürd Cumhuriyeti’nden sonra, 1970’de Kürtler adına Mustafa Barzani ve Irak Arap Baas rejimi adına da A. Hasan ELBEKIR arasında imzalanan 11 Mart “Xudmuxtarî” Antlaşması da yakın dönem Kürd siyasi tarihinin önemli kazanımlarından biridir. 11 Mart Antlaşması’nın I. Maddesinde Irak Arap halkı ve Kürdlerin durumu şöyle açıklanmaktadır: “Irak Cumhuriyeti, eşit haklara sahip iki başlıca ulustan, yani, Araplarla, Kürtlerden oluşan bir birleşik devlet olmalıdır.”

Ve en son olarak 1992’de Güney Kurdistan’da ilan edilen ve 2005’te Yeni Federal Irak Anayasası’yla hukuki ve yasal konumu belirlenen Federe Kürdistan Bölgesi, Kürt meselesinin çözümüyle ilgili Kürt siyasal tarihsel pratiğinin ortaya koyduğu en yakın ve somut örneklerden biridir. Ancak DTK tarafından ilan edilen ve PKK-BDP tarafından da desteklenen “Demokratik Özerklik” ilanında, yukarıda belirttiğimiz Kürd tarihsel siyasal pratiğine hiçbir şekilde gönderme yapılmamasının ne anlama geldiği ve nasıl bir çarpıtma olduğu aşağıdaki satırlarda daha iyi anlaşılacaktır.

Şimdi Kürd meselesinin belli başlı bu tarihsel ve siyasal arka planına kısaca değindikten sonra, bu yazının asıl konusu olan “Demokratik Özerklik” konusuna dönelim. Genel anlamda bir toplumun kendi kendini yönetme gücü ve yetkisini belirtmek için İngilizcede “outonomy” ve Fransızcada da “autonomi” olarak kullanılan kavramın, Osmanlıcadaki karşılığı “muhtariyet” olup yeni Türkçeye de “Özerklik” olarak geçmiştir. Kürd millet mücadelesinin siyasal literatürüne “Xudmuxtarî” olarak geçen otonomi kavramı, Barzani ve Arap Baas rejimi arasında imzalan 11 Mart 1971 Antlaşması’yla coğrafya ve etnik temele dayalı Kürd “Xudmuxtarî”sinin çerçevesi ve içeriği somutlaştırılmıştır. 14 Temuz 2011’de DTK tarafından ilan edilen “Demokratik Özerklik”le, özerklik kavramının önüne demokratik kavramı getirilerek literatüre yeni bir kavram eklendi. Bu kavramın Kürdçe çevirisi de “Xweserîya Demokratîk” şeklinde oldu. Özerklik-otonomi yerine “Xweserî” kelimesinin kullanılmasının ne kadar doğru olduğunu tartışmak başka bir yazının konusu olabilir. Ancak aşağıda özerklik vb. birçok kavramın başına “demokratik” kelimesi getirilerek ne anlatılmak isteniyor, ona açıklık getirmeye çalışacağız.

Özerklik aslında bir yönüyle rızaya dayalı bir bağımlılık durumu olup bir ülkenin siyasi sınırları içerisinde kalan bir bölgeyle yaptığı karşılıklı bir anlaşmadır. Burada rızaya dayalı bu bağımlılığın ne oranda milletin iradesini yansıttığı, hangi yöntemle ve nasıl tespit edildiği, siyasal ve hukuki çerçevesinin ne olduğu, coğrafik ve etnik temelinin nasıl belirlendiği çok önemlidir. DTK’nin 14 Temmuz 2011’de deklare ettiği ve PKK-BDP’nin de desteklediğini ilan ettiği “Demokratik Özerklik” Kürd millet meselesinin çözümünde ne anlam ifade eder?

Öncelikle DTK-BDP veya daha gerçekçi deyişle PKK ve ona bağlı örgüt-kuruluşların Kürd meselesinin çözümü için en son olarak ilan ettikleri “Demokratik Özerklik”ten ne anladıkları ve neyi anlatmak istediklerine bakmak gerekir. Aysel Toğluk 14 Temmuz’da “Demokratik ulus perspektifi temelinde “Demokratik Özerkliği”mizi ilan ediyoruz”, dedikten sonra tarihsel arka plan olarak da “Kuruluş Felsefesi” ve “1921 Anayasası”nı da hatırlatarak şöyle devam etti: “Türkiye’nin kuruluş siyaseti ve felsefesi Kürtler açısından da kendi kimlik ve varlıklarıyla içinde yer aldıkları bir anlayışa dayanmaktadır.” Aysel Tuğluk böyle bir varsayım ortaya atarken bunun belgesini de ortaya koymalıdır. Ya da ileri sürdüğü varsayım doğruysa, 1919’da Koçgiri’den başlamak üzere 1938-Dersim’e kadar yaşananlara “Kurucu Felsefe” temelinde bir izahat getirmesi gerekiyor. “Demokratik özerklik; Tüm toplumların doğal yaşam sistemidir, (İnsanların tasarladıkları bir sistem nasıl “doğal” oluyor? Bu da ayrı bir tartışma konusu- yazar) sadece Kürt halkı için değil, tüm Türkiye halklarının, inanç ve kültürlerin kendisini özgürce ifade edeceği ve kendi kendilerini yöneteceği bir çözüm modelidir.” “Demokratik Özerklik; bir devleti yıkmak yeni bir devlet kurmak değildir. Aynı zamanda bir devlet sistemi de değildir. Halkın devlet olmayan, kendi coğrafyasındaki özyönetime katılma sistemidir.” (A.Öcalan; görüşme notları-A.Tuğluk; Demokratik Özerklik ilanı). Yukarıdaki çelişkili ve pratik karşılığı olmaya açıklamaları dikkate aldığımızda, DTK’nın “Demokratik Özerklik” ilanıyla tam olarak neyi ifade ettiği ve bunun pratik sonuçlarının ne olacağı belirsizdir. Eğer “Demokratik Özerklik” yerine bağımsızlık ilan edilmiş olsaydı, elbette ki bunun bir karşılığı ve anlamı olurdu.

Dünden bugüne PKK veya ona bağlı kurumların(örgütlerin) aracılığı ve çağrısıyla özellikle PKK kitlesine ve Kürtlere sunulan stratejik perspektifleri hatırlayıp akibetine baktığımızda, siyasal ve stratejik duruşunda tam anlamıyla bir sefaletin yaşandığı gün gibi ortadadır. Yaşanan bu tarihsel pratik dikkate alındığında “Demokratik Özerklik”in de ne olacağı ve nereye varacağını kestirmek pek zor değildir.

Bunun için de kısaca PKK ve ona bağlı kuruluşların stratejik-siyasi seyrüseferine bakmamız gerekir. PKK’nin kuruluş manifestosuna baktığımızda “Bağımsız, Birleşik ve Sosyalist Kurdistan” tezi varoluş esası olarak kabul edilmiştir. Otonomi (özerklik) ve federasyon gibi çözümleri öneren diğer Kürd örgütlerini “ihanet”, “işbirlikçilik” ve “feodallık”la suçlamıştır.

PKK, 1989’lardan itibaren 1-2 yıl aralıklarla “Kurtarılmış Alan” veya “Bir parça kurtarılmış vatan”dan başlayıp Öcalan Şam’dan çıkana kadar, “Botan Behdinan Savaş Hükümeti-1990”, “Ulusal Meclis”, “Ulusal Cephe”, “Sürgünde Kürt Parlamentosu”, “Ulusal Kongre”, “Zap Cumhuriyeti” gibi siyasi-stratejik amaç ve hedefler beli aralıklarla Kürdlerin önüne konuldu. Ve Öcalan Şam’dan çıkışıyla birlikte yeni bir siyasi hedef ortaya koydu:“Ankara’dan çıktım partileştik, Ortadoğu’ya çıktım ordulaştık, Avrupa’ya geldim devletleştik!” Suriye çıkışından itibaren uzun bir hava yolculuğundan sonra Türk Devlet yetkilileri Öcalan’ı Kenya’da teslim almak zorunda kaldıktan sonraki süreçte “Demokratik Cumhuriyet-1999)” tezi ortaya atıldı. Fakat Öcalan yakalandıktan sonra, örgütün siyasal programı, yukarıda sadece başlıklarını belirttiğimiz açılım ve siyasi-stratejik perspektiflerle ilgili yaptığı yeni değerlendirmede şöyle diyecektir: “Değişen, olaylar ve zaman bize bu programın hayali olduğunu gösterdi, PKK programının politik ve siyasi değeri olmadığını, Kürt devletini kurmanın da mümkün olmayacağı ilmen de sabittir” (Öcalan, Ek İfade Tutanağı, Serbestî, say: 5). Politik önderlikle yetinmeyip bilim adamlığına soyunan Öcalan, Kürd devletinin “ilmen” nasıl kurulamayacağını ispatladıktan sonra, bir de bize “ilmen” kurulan devletleri anlatsaydı daha aydınlatıcı ve ikna edici olurdu. Elbette ki bu (u) dönüşlerinin sebep-sonuçlarını değerlendirmek gerekir, ancak yazımızın konusu “Demokratik Özerklik” eksenli olduğu için konuyu fazla genişletmek istemiyorum.

“Demokratik Cumhuriyet”, “Demokratik Konfederalizm”, “Demokratik Özerklik” vb. “Demokratik” kavramıyla başlayan yeni açılımlar ve tezler çoğaldıkça, elbette ki kilit kavram konumuna gelen “Demokratik” kelimesi herkesin dikkatini çeker. Şüphesiz “Demokratik” kelimesi kulağa hoş gelen ve ilk etapta olumlu bir imaj yaratan bir anlam ifade etmektedir. Ancak bu kavramı diğer kavramların başına getirerek yeni kavramlar türeten Öcalan’nın izahatına ve yorumuna baktığımızda, farklı bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Öcalan mahkemede verdiği ifadesinde bu kavramların içeriğini şöyle izah etmektedir: “Demokratik Cumhuriyet’ten kastım, bizim oralarda feodalite ve şeyhlik vardır, vatandaş bunların kuludur, bunlar tasfiye olmadan vatandaş cumhuriyetin özgür bireyi, cumhuriyet de demokratik olmaz”.

Bu açılımdan sonra, Kürdleri “Demokratik Cumhuriyet”in ne kadar kadim olduğuna inandırmak için de “Sümer Rahip Devletinden Demokratik Cumhuriyete” diye bir tarihsel arkaplan oluşturmak gerekiyordu. Kürt milletinin enerjisi iki yıl da bu fantastik tezle tüketildi ve nihayetinde bu da tutmadı ve yeni bir açılım gerekiyordu. İşte burada ne “Bağımsız Devlet”, ne “Ulusal Meclis”, ne “Sürgünde Kürt Parlamento” ne de “Ulusal Kongre” bu karmaşık sorunu çözmeye yeterli olmadığı anlaşılınca, devlet veya otorite dışı popüler bir kurtuluş modeli gerekiyordu. Bunun için uygarlık tarihini yeni bir felsefi bakış açısıyla yorumlamak gerekiyordu. Böyle bir durumda “Demokratik Ekolojik Toplum” tezi cuk diye Kürdlerin gündemine oturuverdi. Malum-u ilanınızdır bir müddet sonra bu tez de geçerliliğini yitirdi. Ancak siyaset ve toplum boşluk kaldıramadığı için yeni bir strateji belirlemek gerekiyordu. İşte “Demokratik Konfederalizm” bu yeni dönemin en ideal çözüm biçimiydi. Kimse yanlış anlamasın “Demokratik Konfederalizm”le belirtilmek istenen gerçek amaç, siyasal literatürde bilinen ve kastedilen anlamı değil, Kürd ve bilimum sivil toplum örgütleri devleti dıştalayarak konfederal bir yapıda örgütlenip dört parçada Kürd milletinin özgürleşmesini sağlayacaktı.

Zaman içerisinde bu elbisenin de Kürdlere uymadığı anlaşılmalıdır ki “Demokratik Özerklik” tezi ortaya atıldı ve nihayetinde 14 Temmuz 2011’de tek taraflı olarak ilan edildi. “Demokratik Özerklik” harıl harıl tartışılmakta, herkes kendine göre bazı sonuçlar çıkarmaya çalışmakta ve değerlendirmeler yapmaktadır. Elbette ki bu “Demokratik Özerklik” ilanı daha çok Kürtler ve Türkler tarafından tartışılmaktadır. Herkes özerklik kavramını az-çok biliyor ama özerkliğin önüne “demokratik” kelimesi gelince işler değişiyor, bu efsunlu “demokratik” kelimesi insanları gêj ediyor. Bu gêjolardan biri de Sabah gazetesi yazarı Emre AKÖZ’dür. Emre AKÖZ, “Demokratik Özerklik” ilanını değerlendirirken, PKK-BDP’yi kastederek, Kürt meselesinin çözümü için son dönemlerde ileri sürdüğü kavram ve modellerin başına “demokratik” kelimesini koymadan edemediklerini ve bu “demokratik” kelimesinin “Kürt Ulusalcılarını” temsil ettiğini ileri sürmektedir. Aslında gerçek, AKÖZ’ün ileri sürdüğünün tam tersidir. Öcalan ve PKK-BDP literatüründeki “Demokratik” kelimesi her şeyi ifade edebilir fakat Kürd milliyetçiliğini ifade etmekten çok uzaktır. Bu tür kavramların başına “Demokratik” kelimesini yerleştirmekle Kürt ulusalcılığını ya da milliyetçiliğini manipüle etmektedir. Bunu anlamak için ulema-i cihan olmaya gerek yoktur.

Öcalan’nın avukat görüşmeleri notlarına ve mahkeme savunmalarına baktığımızda “Kürd ulusalcılığı” ya da “Kürd milliyetçiliği”nin nasıl tukaka edildiği, ne kadar manipüle edildiği ve bunun nasıl teorize edildiği çok açık bir şekilde görülmektedir. Öcalan’a göre “Ulus-devlet” dönemi bittiği için, “Ulusal kurtuluş hareketlerinin dönemi bitmiştir, bağımsız olarak bir Kürt ulusundan bahsetmek doğru değildir… Kürtler ancak Türk ulusal bütünlüğü içerisinde bir kültürel ve dilsel unsur olarak” (Ek Savunma, Serbestî, say: 5) var olabilirler. Böyle bir düşünce ileri sürüldüğü zaman elbette ki “Kürt ulusu” tezinin ıskalanması gerekir. Bundan dolayı önemli olan mevcut Cumhuriyet’in temel unsuru olan egemen ulusu demokratikleştirmektir ve “Demokratik Ulus”u oluşturmaktır. Yani diğer kavramların başına getirilen “demokratik” kavramıyla Kürd ve Kürdistan’la ilgili değerleri egemen ulus içerisinde eritmektir. “Demokratik Ulus” tezi işte bunun üstünü örtmek içindir. Aslında Türk medyası “Demokratik” kavramıyla başlayan yukarıdaki tezlerin ne anlama geldiğini iyi bildiği halde, bu kavramları manipülatif bir şekilde içeriğini abartarak üzerinde olduğundan fazla durup Kürd toplumunun zihniyetine işlemek istemektedir. Yoksa Öcalan tarafından tanımlanan içeriğiyle, dünya siyasal literatüründe kimse bu kavramlara pek itibar etmez.

Böylece ülkesi parçalanmış ve zorla boyunduruk altında tutulan bir milletin meselesini “Demokratik Ulus” gibi kavramlar ve bunlara yüklenen fantastik anlamlarla bu konuyla ilgili şimdiye kadar oluşan literatürü tersyüz etmekte ve Kürdlerde ulusal bilinç kaymasına neden olmaktadır. Bu nedenle “Demokratik Özerklik”, tarihsel ve siyasal olarak bu alanda şimdiye kadarki kavramsal ve siyasal terminolojide hiçbir anlamı olmayan, egemen ulus-devletin mevcut konumu ve egemenlik biçiminde kayda değer bir değişim içermeyen, hatta ulusal mücadele anlamında elde edilen kazanımları geriletmek isteyen çok önemli bir handikaptır.

Aslında Ortadoğu bölgesinde siyasi dengeler yeniden dizayn edilirken ve Kürdlerin boyunduruğu altında bulundukları diktatör ve teokratik devletlerin rejimleri birer birer çatırdayıp dökülürken “Demokratik Özerklik”, “Demokratik Cumhuriyet” “Demokratik Suriye Cumhuriyeti”, “Demokratik Irak Cumhuriyeti”, “Demokratik İran İslam Cumhuriyeti” vb. gibi açıklamalar ve açılımlar bölgedeki mevcut statükonun devamından yana bir siyasal eğilimi ortaya koymaktadır. Çünkü kendisinin konumu da mevcut statükonun ürünü olan bu siyasal yapı asla statükonun değişimini istemez. Bu nedenle statükocu bir zihniyete sahip olan PKK-DTK-BDP açısından esas sorun, sadece beli “bir coğrafya ve etnik temele dayalı olmayan” muhatapsız bir “Demokratik Özerklik”in ilanı değildir, Öcalan/PKK’nin muhatap olarak kabul edilip Kürd toplumunun kendi kontrolü ve egemenliği altına verilmesi durumunda, Kürd meselesinin çözümü adına olabilecek ne varsa minimum düzeye indirgemek, Türkiyelileşme siyaseti temelinde süreç içerisinde egemen ulusa entegre olmanın mesajını vermek istemektedir. Aynı zamanda sürekli çatı partisinin biran önce kurulmasına vurgu yapılması da entegrasyon siyasetinin bir diğer boyutudur. Böylece Kürdler yeniden “birlikte örgütlenme”nin zeminine çekilmek istenmektedir.

Peki bütün bunları söylerken Kürdlere “özerklik” verilmesine karşı mı durmak gerekir? Elbette ki “özerklik” de, Kürdlerin millet olmaktan kaynaklanan meselesinin çözümünde olumlu ve önemli bir evre olabilir. Çünkü özerkliğin uluslararası siyasi literatürde aşağı-yukarı belli bir çerçevesi ve tanımı vardır. Bu nedenle farklı ulusal-etnik veya dini-mezhebi grupların sorunlarının çözümünde bir yöntem olarak denenebilir. Fakat Kürd millet meselesinin gelişimi çerçevesinde yukarıda kısaca değindiğimiz tarihsel geçmiş ve pratik hatırlanarak DTK’nın deklare ettiği “Demokratik Özerklik”le karşılaştırdığımızda, siyaseten nerden nereye savrulduğu ve nasıl bir siyasal yanılsama ve sefalet içerisinde olduğunu görmek için ulema-i cihan olmak gerekmiyor.

Kısaca Kürdlerin millet olmaktan kaynaklanan haklarını hatırlayarak, DTK’nın ilan ettiği tek taraflı “Demokratik Özerklik”le karşılaştıracak olursak, “Demokratik özerkliğin ne olduğunu” ve neden özerkliğe değil de “Demokratik Özerklik”e karşı olduğumuz daha net anlaşılacaktır.

1- “Demokratik Özerklik” ilanı bir “Türkiyelileşme” projesidir.

2- Tek taraflı bağımsızlık ilan edilebilir, ama Özerklik merkezi yönetimle bir bağımlılık antlaşması olduğu için, “Demokratik Özerklik”in ilanının bir anlamının olabilmesi için merkezi yönetimle karşılıklı anlaşmayı gerektirir.

3- DTK’nın ilan ettiği ve BDP ile PKK’nin de desteklediği “Demokratik Özerklik”, coğrafik ve etnik temele dayalı olmayan yeni bir idari düzenlemeyi hedeflemektedir.

4- DTK’nın ilan ettiği “Demokratik Özerklik”, Kürd toplumu üzerinde kendi hegemonyasını dayatmanın dışında, Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Şartı’nın çerçevesini aşmayan bir yaklaşımdır.

5- DTK-BDP’nin siyasal, ideolojik ve sosyal bileşimine ve aldığı oy oranına baktığımızda, tek başına Türkiye’deki Kürd toplumunu temsil ettiğini söylemesi doğru değildir.

6- Türkiye’nin tümü için önerilen 25-35 idari bölge taksimatı, Kürd coğrafyası ve toplumunun her yönüyle tekrardan bölünmesinin sonucunu doğuracaktır ve bu da ileriki dönemlerde iç çatışmalara neden olabilir.

7- Böylece, “Demokratik Özerklik” ilanıyla Kürd ulusal mücadelesinin siyasal amaç ve hedefi, yukarıda hatırlattığımız tarihsel Kürt pratiğine değil, İttihat Terakkici temele dayanan “Kurucu Felsefeyi” esas alması, tarihsel siyasal kazanımların çok gerisine düşmüş ve geçmişi inkar temeline dayanmaktadır.

16 Ağustos 2011 / Ji aliyê

Neuen Kommentar schreiben

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.