Direkt zum Inhalt
Submitted by AlanLezan on 3 August 2011

Elbette herkesin kendi doğruları vardır. Çünkü siyaset bilimi farklı olarak doğruları arama peşinde değildir. Siyasal mücadele toplumsal doğruları ya da doğadaki doğru bilgiye ulaşma faaliyeti değildir. Siyasal mücadelelerin esası kişi, grup ya da partilerin kendi doğrularını gerçekleştirmesi ve egemen hale getirmesidir. Bu noktada siyasetle bilim çok farklı iki alandır ve genellikle bunlar karıştırılır. Burada söylemeye çalışılan şudur; bir sorunu çözmeye çalıştığımız kabul ediliyor. Bu sorunun ne olduğu hakkında çok farklı rivayetler var. Bu sorunu farklı tanımlayanların, farklı tarzda mücadele etmeleri normaldır.

Birlikte mücadele önce teşhiste başlar. Eğer teşhiste sorunun ne olduğu anlaşılırsa bu sefer ikinci kademeye gelip bu sorunu, ne ile ve nasıl çözeceğiz ve bu sorunu çözerek nereye gitmek istiyoruz, bu sorunun çözümüne nereden bakacağız? Şimdi son dönemlerde söylenildiği gibi kayayı zirveye taşıdık algısının doğmasının bir nedeni budur. Çünkü egemen Türk siyasi aklı tartıştığımız sorunu hiç olmazsa Cumhuriyet tarihi boyunca birkaç farklı şekilde adlandırdı. Bilindiği gibi cumhuriyetin ilk yıllarında 41’e kadar Kürdistan “Fırat’ın doğusu ve Malatya” olarak tabir edilirdi. Ve oradaki sorunlar bu isimle anılırdı. İdeolojik ve siyasi olarak da irtica faaliyetleri, şekavet, aşiret ayaklanmaları olarak isimlendirilirdi. 41’deki coğrafya kongresinden sonra Kürdistan “Doğu ve güneydoğu Anadolu” oldu. Anadolu, yakın doğuyu kapsayacak şekilde uzatıldı. Böyle bir genişlemeye tabi tutuldu. Ve ondan sonra sorun kısaca doğu sorunu olarak ifade edilmeye başlandı.

Doğu sorunu denildiği zaman da daha çok bir geri kalmışlık, feodal yapı, aşiret ilişkileri sorunun kaynağı olarak gösterildi. 60’lardan sonra özellikle 68-78 döneminde sorun bölücülük, anarşi ve komünistlik olarak tarif edilmeye başlandı. 90’dan sonra sorunun adı peyderpey değiştirilmeye başlandı. Bilindiği gibi Özal “federasyon bile tartışılabilir” dedi. Özal’dan sonra Demirel ve İnönü Kürt realitesini tanıyoruz demeye başladılar. Bundan sonra Türk medyası ve liberal çevrelerinde de bu soruna ad bulundu. Bu sorunun adı “Kürt Sorunu” idi. İşte Tansu Çiller “Bask modelini tartışabiliriz”, Mesut Yılmaz’ın “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” ve nihayet 2005’ten sonra Tayyip Erdoğan’ın “Kürd sorunu vardır” demesi… Türk siyasi aklı tarafından bu sorunun tanımlanması ve adlandırılması böyle işledi. Ondan sonra Kürd hareketi hatta Kürd siyasi aklı Türk tarafındaki bu değişikliklerden yola çıkıp her zaman etkilenmiştir. Malesef ki düşün dünyamızda Türk düşün dünyasının hegomonik diyebileceğimiz bir etkisi vardır. Ve Kürd tarafı da bunu özellikle 2000’li yıllardan sonra böyle adlandırmaya başladı ve bir çok çevre tarafından bu adlandırma kabul edildi. Şimdi eğer “Kürd sorunu” tanımlanması ve adlandırması üzerinden bakarsanız, açılımla ya da yeni bir anayasa üzerinden zirveye geldiğimiz sanısına ulaşabilirsiniz. Çünkü sorunun böyle adlandırılması Türkiye içi bir sorun olarak görülmesine yol açar ve Türk tarafının tanımlamalarının bir siyasal amacı var. Türk tarafı uzun süre bu sorunun varlığını yadsıyarak ve alttan alta jenosidal bir tavrı sürdürerek bu sorunun üstesinden gelebileceğini düşündü. Peki şu andaki pozisyon bu mudur? Hayır. Şimdi Türk tarafı bu meselenin bir “Kürdistan” meselesi olduğunu bilir. Türk siyasi aklı bunun farkında. Bu meseleyi işte onun için kendi doğrusunu egemen hale getirme mücadelesine dönüştürmüştür. Türk tarafı kendi siyasi doğrusunu egemen hale getirmek için bu meseleyi farklı dönemlerde farklı şekillerde adlandırdı, ama esas siyasi meselesi de Kürd halkının ülke gerçekliğini ortadan kaldırmaya çalışmaktı. Eğer Kürd halkının ulus – ülke gerçekliğini ortadan kaldırabilmiş olsalar idi, kendi doğrularını egemen hale getirmiş, dolayısıyla bu sorunu çözmüş olurlardı. Niye çözemediler? Attıkları her adımda Kürdistan’a tosladılar. Kürd halkının ulus ülke gerçekliğini sahiplenmesine tosladılar. Bu toslamayı aşamadıkları zaman ya geri adım attılar ya yeni bir çözüm dalgası yaratmaya çalıştılar. Ama Türk tarafının, Türk egemenlik sisteminin bütün çözüm dalgalarının altındaki temel amaç bu sorunu kendi çıkarları bakımından, kendi doğruları bakımından çözmeye yöneliktir. Mesele şudur; bu Türkiye’nin iç sorunu mudur? Yoksa bu Türkiye ile Kürdistan arasında hatta Kürdistan’la dünya arasında çok daha kapsamlı bir mesele midir? Türk tarafının bütün çabası bu meseleyi bir iç mesele olarak lanse etmektir. Bu iç mesele zaman zaman farklı tanımlanabilir. Örneğin ilk dönem hem işte Fırat’ın doğusundaki “şekavet” eylemleri olabilir. Özellikle 1925 Kürd özgürlük hareketi bakımından işte bu bir “irtica” hareketiydi diye tanınır. Daha sonra feodalite, geri kalmışlık olarak tanımlanır, şimdi “Kürd sorunu” olarak tanımlanır ama adlar ne kadar değiştirilirse değiştirilsin değişmeyen bir tavır var, bu Türkiye’nin bir iç meselesidir tavrı. Şimdi Kürdistan meselesini Türkiye’nin iç meselesi olarak tarif etmek kolonyalizmdir. İtiraz noktamızın öncelikle bu olması gerektiğini düşünüyorum. Tartıştığımız mesele Türkiye’nin iç meselesi değildir. Tekrar şunun altını çizmek lazım ki bu meselenin daha ciddi ve görünür bir mesele olduğu dönem I.Dünya savaşı sonrası dönemdir ve doğuşundan beri devletlerarası bir meseledir. Herhangi bir devletin sınırları içine hapsedilip o sınırlar içinde çözülemeyecek bir meseledir. Meselenin esası özünde şudur; I.Dünya savaşı sonunda, galiplerin kurdukları bir dünya düzeni ve bu dünya düzenine dayandırdıkları bir devletler sistemi var. İşte onun için globalleşmenin ilk büyük dalgasını 1870’ler sonrası olarak ele almak lazım. Dünya globalleştiği için yeni bir dünya düzenine ihtiyaç duyuldu ve onun üzerinden sürdürebileceği bir dünya devletler sistemi ihtiyaç haline geldi.

Ve birinci savaşın galipleri tarafından bir devletler sistemi kuruldu. Onlara göre bu sistemin devletler arası meşru organı “Milletler Birliği” Osmanlıcası ile “Cemiyeti Akvam”dır. 1919’daki Paris Barış Konferansı sırası ve sonrasında kurulan bir örgüttür.

Savaşın galiplerinin hegemonyası ve yönlendiriciliğinde 1919’da dünya barış konferansı düzenlendi. Savaş sonrası dünyayı tanzim etmek için böyle bir konferans düzenlendi. Ve bu konferanstan “Cemiyeti Akvam” çıktı. Mesele buradan başlıyor. Cemiyeti Akvam kolonyalist bir yapılanmadır. Emperyalist bir kuruluştur. Savaşın galibi emperyalistler, kolonyalistler tarafından kurulmuştur. Çok kimse bunu bilmez, ama 1930’lara kadar, özellikle Lenin döneminde ve daha sonrasında da bir komünist partinin Komintern’e üye olabilmesi için Cemiyeti Akvam’ı kolonyalist bir kuruluş olarak red etmesi lazımdı. Ama ne zamanki 1932’den sonra Sovyetler Cemiyeti Akvam üyesi oldu, üyesi olduğu bir kuruluşu emperyalist kolonyalist bir kuruluş olarak tanımlaması da söz konusu olmadığına göre, bu duruş (yani bunu komünistler bakımından söylüyorum) bir kenara itildi. Yani bir savaş, dünya savaşı yaşandı, bu savaşın galipleri dünyaya bir çeki düzen vermek için Paris’te toplandılar, bir çeki düzen verdiler. Verdikleri çeki düzenin en üst organı da Cemiyeti Akvam idi. Burada kurulan devletler sistemi Kürdistan’da ne yaptı? Bu devletler sistemi içinde Kürtlere yer verilmedi. Örneğin Arap coğrafyasında 20 tane Arap devleti kurulurken ki bunların çoğu manda devletleri idi. Kürdistan bölündü, parçalandı, dört ayrı devletin sınırları içine hapsedildi ve her dört ayrı devletin sınırları içinde de siyasi statüsüz bırakıldı. İşte Kürtler açısından tartışılması gereken mesele bu meseledir. Bölünmüş parçalanmış dört ayrı devlet sınırları içine hapsedilmiş ve bu devlet sınırları içinde siyasi statüsüz bırakılması meselesidir. İtirazımız da bunadır. Bunun sadece tarihi bir haksızlık olduğunu değil, bunun insanlığa karşı işlenmiş bir suç olduğunu söylerim ben. Bu bir jenosid sürecidir. Bir halkın ulus-ülke gerçekliğini ortadan kaldırma faaliyetidir. Faaliyetin o dönemki asli sorumluları Britanya ve Fransa’dır. ABD buna sessiz kalmıştır. Sovyetler zaman zaman sessiz kalmış, zaman zaman Cemiyeti Akvam’a itiraz etmiş ve ama Kürdistan’ın bu haline isyan etmemiştir. Bu sorun oluşurken bir dünya meselesi ve devletlerarası bir sorun olarak oluşmuştur. Dolayısıyla konuşurken devletlerarası bir mesele bir dünya meselesi olarak konuşursak ve bu paralelde görürsek doğru olur. Eğer devletler arası bir meseleyi siz bir devletin içine çekerseniz ve orada tarif ederseniz birincisi yapılan tarif yanlıştır. İkincisi çözemezsiniz.
Yeryüzünde hiç kimse bu kadar kapsamlı, bütün dünyayı ilgilendiren devletlerarası bir meseleyi bir devletin sınırları içinde çözemez. Niyeti ne kadar temiz olursa olsun, ne kadar humaniter olursa olsun, ne kadar özgürlükçü olursa olsun. Böyle bir transformasyona hiç kimsenin gücü yetmez. Onun için benim tartıştığım meseleyi Türkiye’nin bir iç meselesi olarak gören ve onun üzerinden çözüm arayanlar başarısız olurlar. Bu sorun bu haliyle çözülemez. Böyle bakıldığı müddetçe de o dediğin kayanın zirveye gitmesi mümkün değildir. Eğer zirveden kastımız bu meselenin çözümü ise, bu bakışla bu mesele çözülemez.

Eğer dünyanın bütün belli başlı aktörleri bir ülke ve halkın ulus ülke gerçekliğini parçalamışlarsa ve parçalanmış bu ülkede bu halkı siyasi statüsüz bırakmışlarsa ve bu insanlığa karşı işlenmiş bir suçsa, bu jenosidçi bir operasyonsa, bunun çözümü; bunun tersidir: Halkın ulus-ülke gerçekliğine herkes saygılı olacak, halkın ulus-ülke gerçekliği çerçevesinde çözüm arayacak. Bundan çıkan otomatik sonuç şudur; Kürd halkının bağımsızlığı ve birliği onun tarihsel, sosyal, siyasal ve insani hakkıdır. Bu meselenin çözümü bu hakkın realize olması ile mümkündür. Başka türlü mümkün değildir. Bu genel temel kalıcı çözümdür. Bu çözüme varıncaya kadar birçok ara evreden geçebilirsiniz. Bunu şunun için söylüyorum, ben böyle söylediğim zaman herkes “totalcı-toptancı” olarak değerlendiriyor, bu öyle bir yaklaşım değildir. Sorunun esas kalıcı ve gerçek çözümü budur. Bu çözüm bu günden yarına olur mu? Bu günden yarına çözülebilecek bir mesele değildir. Hem dışsal hem içsel engelleri vardır bunun. Mesela Kürdistan sorununu 1639’dan almayıp da işte I. Dünya Savaşı sonrasından alırsak -bölünüp parçalanmasını- yüz yıla yakındır bölünmüş ve parçalanmıştır. Bu parçalanmışlık; evet haksızlıktır, jenosiddir, insanlığa karşı suçtur ama bazı reel sonuçları vardır. En önemlisi şudur, parçalar arası eşitsiz bir gelişim var. Bu gün Kürdistan’ın doğu parçasıyla güney parçası, kuzey parçasıyla, küçük güney parçası arasında müthiş bir eşitsiz gelişim var. Hem sosyal alanda var, hem siyasal alanda var, hem kültür alanında var. Bildiğiniz ne kadar alan varsa eşitsiz gelişmenin zembereği içinde. Kürdistan’nın parçaları görece birbirlerinden farklılaşmıştır. Dolayısıyla bütün dünya bir tarafa çekilse ve bana dense ki “Kürdistan’ı birleştir”, bunun önünde dahili engeller var. Bir çok evreden geçecektir. Federal, konfederal şu-bu, bir çok evreden geçecektir. Ama Kürdistani siyasetin omurgası bu olmalıdır.

Fuat Önen ile röportaj; Kejé Bémal
„Kürdistan’ın bağımsızlığı ve birliği Kürt halkının tarihsel, sosyal, siyasal hakkıdır.“
Derleyen: Alan Lezan

Neuen Kommentar schreiben

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.