Direkt zum Inhalt
Submitted by Anonymous (nicht überprüft) on 1 March 2010

[color=#FF0033][i][b][center]"Esir alınmış, iplerle birbirlerine bağlanmış, dipçikler,
şiddet, zulum altında yürütülüyorduk..."[/b][/i][/color]

[color=#0033CC][i][b]Sevê Evin Çiçek[/b][/i][/color]

[color=#FF0000][i][b]Dedem Ap Temur'un anlatımları; “ Oğul, oğul siz yokluk
görmediniz. Biz açlıktan dolayı çarıklarımızı bile yedik.“cümlesiyle başlardı.
Ben de kendisine dede niye çarıklarınızı yediniz ki sorusunu yönelttiğimde açılır ve geçmişi anlatmaya başlardı...[/b][/i]
[/color]
[b]“ 1. Dünya Savaşı bittikten sonra Memê, Sıko, Alık yani 2 amcam ve babam
Kürdler için Kürd askeri yapılanması için asker oldular. Erkeklerimiz Kürdlerin
haklarını elde elde etmek, korumak için biraraya toplanıyorlardı. Gelenler oldu.
Gelenler onları ikna ettiler. Eli silah tutan Kürd erkekleri ikna olup gittiler. Onlar,
zorla götürülmediler. Gönüllü ve bütün techizatlarını yanlarına alarak, silahı olan
silahını, hançeri olan hançerini alıp, giyinip gitti. Kendi bölgelerindeki Kürd askeri
birimleri içinde yer aldılar. Yakınlarım gözlerimin önünde bizlerle, yakınlarıyla
helalaşarak gittiler. Bir daha da kendilerini göremedik. Geri gelmediler, bir haber
alamadık.
Bizler geride kalanlara gelince; Kış günüydü. Her taraf karla kaplı. Askerler,
köylerin, yerleşim birimlerinin etraflarını sardılar. Bizleri evlerden çıkarmaya
başladılar. Ne olduğunu anlayamadık. Ne yapmak istiyorlardı? Ki daha önce komşu
köylerdeki Ermenilere ve Rumlara aynısı yapılmıştı. Çığlık atan çocuklar, korku,
panik, telaş, ağlama, birbirimize sarılıp ağıt yakmalar....Köyümüze gelen
yabancılar, askerler kendilerine karşı direnenleri evlerinin için de, köy ortasında
herkesin gözleri önünde öldürdüler.
Ben, bir kız kardeşim, diğer yakınlarımız, köylülerimiz köylerimize gelen askerler
tarafından
iplerle
birbirimize
bağlanmaya
bağlandığımızı, ne yapılacağını, nereye doğru götürüleceğimizi bilmiyorduk. Aynen
Ermeni ve rumlara yaptıkları gibi yanımıza yiyecek almamıza dahi izin vermediler.
Üstümüzde bulunan elbiselerle yola çıkarıldık.
Esir konvoyları olur ya aynen öyleydik. Memleketinde, toprağı üzerinde, evinde
esir alınmış, dipçik darbeleri altında iplerle birbirlerine bağlanmış, hakaret, zulum
altında yürütülüyorduk. İttihatçıların yönettikleri, Kürdleri sürgün etme emri
verdikleri askerler, sadece kaçabilenleri, ulaşamadıkları, gidemedikleri köyler de
yaşayanları sürgün yolculuğuna çıkaramadılar.
Bizleri kar da, buz da yürütürlerken, yol da diğer yerleşim birimlerinden toplayıp,
birbirlerine bağladıkları insanlarımızı da bizim içinde bulunduğumuz esir
konvoyuna katmaya devam ediyorlardı. Yerleşim birimlerinden bazılarının
isimlerini verecek olursam; Gerni, Bozo, Çiçegali, Resulan, Qalqan, Çıragedig,
Mecid, Cibo, Qurıçay'a, Kemah'a diger nahiye, kaza ve Erzingan'a bağlı köyler.
Biz Refahiye'ye bağlı olanlar idari olarak Erzurum vilayetine bağlıydık.
Açtık. Tirtir titriyorduk. Biz erkek çocukları bellerimizdeki kayışları-deri kemerleri
karla ıslattık. Ben ve kızkardeşim deri kemerimi kemirerek yedik. O bitince
çarıklarımızı yemeye başladık. Çarıksız kaldığımız için ayaklarımız kar da
yanıyorlardı. Ot yoktu ki yürürken ot toplayıp da yiyebilelim. Kar, fırtına, buz.,
açlık, korku.
Herkes yürüyebildi mi? Hayır. Dayaktan, açlıktan dolayı yürüyemeyenler, güçsüz
olanlar, bebekler, çocuklar, yaşlılar yol da bırakıldılar. Kendilerine Kürdleri sürgün
etme, kırma emri verilen özel görevliler, emre göre davranıp, onları kenara
itekliyorlardı. Bu insanlarımız 2-3 metre karın olduğu o soğukta dondular. Ya da
daha donmadan kurtlar tarafından yenildiler.
Bizi memleketimizden dipçik zoruyla yola çıkaranlar bu insanlarımızı doğrudan
öldürmediler. Çünkü kurşun harcamak istemiyorlardı. Birden can vermelerini
istemiyorlardı. Karın, buzun içinde acı çekerek dakika dakika ölüme yaklaşmalarını
istiyorlardı. Daha canlılarken kurtlara yem olmalarını istiyorlardı.
Kızkardeşimle birlikte karın içine düşen, yuvarlanan, inleyen, ağıt yakan
insanlarımıza bakıyor, birbirimize sarılıyor ve ağlaya ağlaya yürüyorduk. Bizler,
Elaziz'e doğru yola çıkarılmıştık. Elazize vardığımız da dövüle dövüle yola çıkarılan
insanlarımızın yarıdan fazlası kırıldı, yani öldü. Mustafa Kemal ve arkadaşları Kürd
sürgün kararını uygulamaya koydukları ilk andan itibaren istedikleri şekilde sonuç
almaya başlamışlardı. Her gün kırılıyor ve nüfus olarak da azalıyorduk.
Bizi Elaziz garına götürdüler. Guruplara ayırarak trenlere bindirdiler. Ben orada
kızkardeşimi kaybettim. Bir daha da bulamadım. Treni hiç durdurmadılar. Tren de
ölenleri dışarıya doğru fırlatıp atıyorlardı. Ne inancımıza göre cenaze
merasimlerimiz yapıldı, ne de insanlarımız gömüldüler. Gece, gündüz fark
etmiyordu. Öldüğünü his ettiler mi, alıp fırlatıyorlardı. Ne dirimize ne de ölümüze
saygıları vardı. Ki biz inancımıza göre güneş varken, karanlık olmadan ölülerimizi
yıkar ve gömeriz.
Trenler Bursa ve Estanbol güzergahına doğru sürülmüşlerdi. Bizi Estenbol'a
(İstanbul) getirip bir askeri kışlaya yerleştirdiler. Nereye biliyor musun? Bizleri
Haliç gemi tersanesinde çalıştırmaya başladılar. Esir alındık, sürüldük ve çalışma
kampı koşullarında zorla devlet için çalıştırıldık. Askeri kontrol altında hareket
ediyorduk. Bundan dolayı da bizler Hasköy ve Halıcıoğlu'na yerleştik. Bu semtler
de gecekondular yapıp, yaşamaya başladık.
Bir müddet geçti. Biz esir alınışımızı ve orada esirler gibi çalışmaya mecbur
edilişimizi kesinlikle kabullenemedik. Hep kaçma, geriye gitme, toprağımıza
basma, yakınlarımızı görme özlemi çekiyorduk. Kim öldü, kim kaldı, kim nere de?
Bilemiyorduk. Koçgiri'de kalabilenler ne durumdaydılar? İçin içini kemiriyor.
Etrafın askerle sarılı. Kendileri için çalıştırmasalar, köle işçilere ihtiyaçları olmasa
bizleri de sağ bırakmazlardı. Kürd işçi taburlarıyla devletin ihtiyaçlarını
karşılıyorlardı.
Çanakkaleli birisiyle Haliç'de tanıştık. Gizlice konuştuk ve durumumuzu kendisine
anlattık. Vatanımıza, Koçgiriye gitmek istediğimizi belirttik. Adam durumumuzu
anlayınca dönüş için bize yardım edeceğini belirtti ve etti. Biz dört kişi gizlice
tersaneden kaçmaya, yola çıkmaya karar verdik. Adam bize yardım ediyordu.
Haliç'den itibaren saklana saklana Çanakkale'ye geçtik. Bir hafta o adamın
odunlarını kırdık. Bize 50 kuruş verdi. Ayrıca bizi götürüp bir deniz aracına
bindirdi. Biz Kerasous'a (Giresun) kadar gittik. Orada indik. Oradan da yürüye
yürüye Koçgiri'ye kendi köyümüze vardık.
Biz Haliç tersanesinde esir işçiler olarak çalıştırılırken Koçgiri'de Kürd soykırımı
yapılmıştı. Mustafa Kemal, Koçgiri'ye askeri sefer düzenleme istemini
arkadaşlarından oluşan bakanlar kuruluna da onaylatmıştı. Bakanlar kurulunun
kararıyla ordular düzenlenmiş ve “Kürdü kırın“ emri verilmişti.
Kerasous'dan (Giresun) Koçgiri'ye doğru ilerlerken Kürd Alevi düşmanı Osmanlı
Paşa'sı M.Kemal'in özel emriyle bizzat görevlendirilen Laz Topal Osman'a bağlı
çeteler tarafından öldürülen Koçgirililerin cesetlerini görmeye başladık.
İrkiliyorduk, sarsılıyorduk, ağlıyorduk. Koçgiri bölgesinin sınırlarına girene kadar
sevinçten ağlamıştık. Girdikten sonra ise acıdan ağlamaya başladık.
Geçtiğimiz yerleşim birimlerinde, yol kenarlarında, evlerin yakınlarında, köylerin
dışında öldürüldükleri yerlerde bırakılan, gömülmeyen, gömülemeyen insanlarımız
ve telef edilen hayvanlarımızın iskeletlerine baka baka Koçgiri köyüne doğru
ilerledik. İnsanlar öldürüldükleri, öldükleri yerlerde çürümüşlerdi. Hayvanlar da
aynen öyle. Çok sayı da köy boştu. Yakılan, yıkılan evlerin görüntüleri zulmun
boyutunu gösteriyorlardı.
Bizler öyle bir acı çektik ki nasıl tarif edebilirim? Bilemiyorum. Askeri kontrol
alanından kaçıyorsun, uçarcasına vatanına dönüyorsun ve cesetlere baka baka
ilerliyorsun! Şimdi televizyonlar da I ve II.Dünya Savaşlarının görüntülerini
verdiklerinde ben hep o günleri hatırlıyorum. Asker ölülerinin yerinde gözüm de
Koçgiri Kürdünün cesetleri canlanır, film geçmeye başlar. Hayvan ölüleri de farklı.
Orduların kullandıkları atlarla, sivil köylülerin hayvanları bir değil. Ama çok kötü
hatırlatma yapıyor.
Köye vardık ki evler bütün heybetleriyle yanmış, yıkılmış halde duruyorlar. Yiyecek
yok ve kıtlık var. İnsanlar yiyecek bir şey bulamıyorlar. Tohum, hayvan bir şey
bırakılmamış ki! Osmanlı askerinin girdiği yer çöle dönerdi. Koçgiri de
çölleştirilmişti. Çalmışlar, yemişler, hayvanlarına yedirmişler, el koyup kendileriyle
götürmüşler.
Sağ kalabilen insanlarımızsa açtılar. Biz kendi yiyeceğimizi insanlarımızla
paylaştık. İnsanlarımızdan parası olanlar da alış veriş yapamıyorlardı. Çevre
yerleşim birimlerinde yiyecek satılan yerler Kürd olmayanlara aitti. Memleketimize
yerleştirilen bu bakkal sahipleri aynen askerin, devletin ağzıyla, tavrıyla bizlere
yaklaşıyorlardı. Yiyecek almaya gidiyorduk. Adamlar özel olarak tenbihlenmiş
olmalıydılar ki dükkanlarının kapılarını, camlarını kilitliyorlardı. İçeri girmemize
dahi izin vermiyorlardı. Bizlere hiçbir şey satmıyorlardı. Angora'da askeri karargah
kuranların buradaki dilleri, elleri bu nahiyelere, ilçelere, köylere yerleştirilen
kişiler, Kürd olmayanlardı. Resmen bizlere düşmanlık yapıyorlardı. Adam yiyecek
satmıyor. Bu tavır ne anlama geliyor? “Ankara'daki askeri hükümet
mensupları sizin ölmenizi istiyorlar. Bu istekten, emirden dolayı sizlere
yiyecek satmıyoruz. Açlıktan ölün, geberin.“
Ankara'daki hükümet sürdü, kırdı bu yetmedi. Çevredeki Kürd olmayan insanlarla
da bizleri karşı karşıya getirmişlerdi. Dövüştürmek istiyordu. Onlarn eliyle de bizi
aç bırakıyorlardı. Kıtlık, açlık Koçgiri bölgesinde çok etkiliydi.
Bir şey kalmamış ki sağ kalabilen insanlarımız eksinler. Ne tohum, ne hayvan.
Hayvanları ya öldürmüşler, ya kesip yemişler ya da toplayıp götürmüşler. Sahipsiz
kalan hayvan da dağ da, orman da kurda kuşa yem olmuş. Çeteler, müfrezeler
yakmadıkları yiyecekleri de ya yemişler ya hayvanlarına yedirmişler ya da
götürmüşler. Evleri yaktıkları için evlerdeki her şey yanmış. İnsanlarımız taşı,
toprağımı yiyeceklerdi?
Öyle bir duruma düşmüştük ki, köyünde kendisi için üreten insanımız bu kırımdan
dolayı hizmetkar, çoban olmuştu. İnsanlarımız Kürd-Alevi olmayan insanların
yaşadıkları yerleşim birimlerine gidip, aile fertlerini yaşatabilmek, sağ kalabilmek
için çobanlık, hizmetkarlık yapıyorlardı. Yaban ekmege, karın tokluğuna
çalışıyorlardı.
Oğul sen Koçgiri de Kürd Alevilerin kulaklarının kesildiğini de bilmezsin!
Köleleştirilenler, esir alınanlar damgalanırlar öyle değil mi? Aha filimlerde,
belgesellerde görüyorsun. Afrika'dan esir alınanlar, Amerika kıtasına kadar nasıl
götürülüyorlar. Çiftlikler de nasıl çalıştırılıyorlar. Bizler Estenbol'da köle, esir Kürd
işçiler olarak çalıştırılırken, Koçgiri'de de Mustafa Kemal bizim insanlarımızı
damgalatmayı da başarmıştı. Hem de ömür boyu silinmeyen bir izle damgayı
vurdurmuştu! Damgalananın kimlikleri beliydi.
İnsanlarımızın birer kulaklarını kesmişlerdi. Niye mi? Aç kalan insanlarımız diğer
yerleşim birimlerinde de hizmetkar olarak çalışmaya başlıyorlar ya, çalışıyorlarken,
gelip giderlerken kendilerini görenler Kürd olduklarını anlasınlar! Görüldükleri
yerde belli olsunlar. Zor, şiddet kullanarak insanlarımızın birer kulaklarını
kesiyorlar. Yani “Bu vahşi bir Kürddür. Güvenme, yaklaşma, ilişki kurma,
uzak dur, baskı uygula, açlıktan ölse de yiyecek verme, dost olma, sıcak
davranma, sürekli dışla, aşağıla, Türkçe konuşmayı öğret, zorla,
kendisine yabancılaştır, bunun için gerekli zemini hazırla. Mecbur et.
Seçeneksiz bırak.“
Birer kulağını kestiği koçgirili aile mensuplarını yine rahat bırakmıyor. Koçgirili
Kürd Alevi çocuk için de şart koşuyorlar; “Sağ kalmak istiyorsa, Kürdçe
konuşmayacak. Düzenli olarak camiye gelecek. Hocanın denetiminde
Kur'an okumayı öğrenecek. İslamın şartlarına göre yaşayacak.“
Yani esir dil, yön değiştirecek. Siyah derili, derisini yüzecek, ya da öfeleye öfeleye
beyazlatacak! Beyaz derili olmak için ne gerekiyorsa kabul edip yapacak. Siyah
olduğu halde ben siyah değilimki, ben senden önce beyazdım diyecek.
Kürd, Kürd olduğunu unutacak. Çoban, hizmetkar olduğu köydekilerin konuştuğu
dili öğrenecek ve konuşacak. Muhamedileşecek. Arap çöllerindeki Muhamed'in
getirdiği şartları Koçgiri'de benimseyecek, Kürdün toprağına, Kürdlüğüne yabancı
bir dinin inananı, uygulayanı olacak. Osmanlı paşaları da isteklerine kavuşacaklar.
Bu insanların yüzlerine haykırılan; “Açlıktan ölmek istemiyorsanız, aynen
amerika
kıtasındaki
çiftliklere
götürülen
çalışacaksınız. Bu da yetmez, devletin istediği gibi döneceksiniz, dönme
olacaksınız.
Ziyaretlerinizi,
Xızırınızı,
ibadetlerinizi kısa bir süre de terk edip bizim gibi ibadet edeceksizin.“
Oğul bu zulüm degilde nedir? Başka bir ismi, izahatı var mı? İnsanlarımız sağ
kalabilmek için kendilerine dayatılanları kabul ettiler. Çocuklarımız camiler de
hocalar tarafından eğitildiler. Zaman için de dillerini de inançlarınıda unuttular ve
döndüler. Oğul, Osmanlı paşalarının şiddet kullanarak kendi yollarına, özlerine
düşman ettikleri, dönderdikleri, osmanlının dönmeleri, her türlü şiddeti kullanarak
bizim insanlarımızı da dönderdiler. Sürerek, kırarak, döndererek bizleri hep
azaltılar.
Ne oldu biliyor musun?
Kerasous'dan (Giresun), Karahisar-ı Şarki'den bir heyet Koçgiri'ye geldi. Ben
bizzat bu heyeti karşılayan Kürdler için de yer aldım. Bu insanlar Mustafa Kemal'in
özel görevlendirmesi, alay düzenlemesi ve emriyle Koçgiri'ye gelen, yakan, yıkan,
çalan, öldüren, tecavüz eden, kadın ve kızlarımızı kaçıran bu çetelerle ortak bir
yanları, dayanışmaları, ilişkileri olmadığını açıkladılar.
“Biz Topal Osman ve denetimindeki güçlerin yaptıklarını onaylamıyoruz,
benimsemiyoruz, kabul etmiyoruz, utanıyoruz. Kendisini desteklemedik.
Topal Osman ve denetimindeki çeteler de yöremizin insanları oldukları
için zorlanıyoruz. Biz ne T.Osman'ın düşünce, fikir, iş ortağıyız, ne de
yapılanlardan dolayı sorumluyuz.
Topal Osman bir merkeze bağlı olarak çalışıyor. Bir yerden emir alıyor.
Topal Osman, Mustafa Kemal'in denetiminde kendisinden istenilen
memleketlerde
çetecilik
yapıyor.
yöneticilerinden biri olduğu Teşkilad-ı Mahsusa'nın memleketimizdeki
özel adamlarından biridir. M.Kemal'i temsilen, onun adına sizlere zarar
verdi, acı çektirdi, insanlarınızı öldürdü. Bizler istediğimiz için değil.
Gerçegi bilmenizi istiyoruz, her iki halk arasında barışı sağlamak
istiyoruz. Bunun için siz Kürdlerle görüşme kararı aldık. Barışı sağlamak,
dostluğu temin etmek için eğer kabul ederseniz kendi kız çocuklarımızı
sizlere verecegiz.“
Bazı ailelerimiz bu heyet mensuplarının önerilerini kabul ettiler. Getirilen kız
çocuklarını evlatları olarak kabul ettiler, evlendirdiler. Ben bu gelinlerin isimlerini
açıklamayacağım. Rahatsız olmalarını istemiyorum. Geçmişlerinin bilinmesini
istemiyorlar.
Tohum ekemediğin yerde doyabilir misin? Mecburen, istemeye, istemeye
köyümüzden ayrıldık. Gönüllü sürgün yolculuğuna çıktık. Ben yeniden Estanbol'a
döndüm. Tersaneden nefret ediyordum. Orada sürekli asker vardı. Asker
denetiminde çalışılıyordu. Asker görmemek için oraya gitmedim. Akrabalarım
orada çalıştırılıyorlardı ve Hasköy çevresindeki gecekondularda yaşıyorlardı. Ben
gecekondulara gider ve kendilerini ziyaret ederdim.
İnşaatlarında çalıştığım ve bizim durumumuzu bilen bazı Estanbollu Ermeni, Rum
inşaatçılar geçmişimizi biliyorlardı ve sempatiyle yaklaşıyorlardı, yardım
ediyorlardı. Taksim'de, Şişli'de birlikte gezerken “ Temir ileri de buralar çok
değer kazanır. Gel burada sana yer verlim.“ dediklerinde, herkes kendi
toprağına yakışır. Huzuru toprağında, insanları arasında bulur. Buralar bize ait
değil, bize vatan olmaz. Ben buraları ne yapacağım? Köyüm bana yeter, der ve
red ederdim.
Bomantı semtin de bira fabrikası vardı. Taksim, Şişli tümüyle boştu. Her tarafı dut
ağaçları, yeşillik süslerdi. Balkanlardan zorla göçertilen ve buralara yerleştirilen
Arnavutlar ise bu semtler de pırasa ve soğan ekerlerdi.
Ben gurbette yaşayabilecek bir insan değilim. Hep köyümü özlerdim. Estabnol'da
bir süre çalışıp, para biriktirdim. Bir çift öküz ve bir kaç keçi satın alabileceğime
inandım. Bir heybe de tohum satın aldım. Koçgiri ye doğru yola çıktım. Gidip
Qers'dan (Kars) dana satın aldım. Getirdim ve epey uğraştıktan, eğittikten sonra
çifte koşabildim.
Evler yakılmış, yıkılmıştı. Geride kalanlar ise dağlarda, mağaralarda saklanıp, sağ
kalabilmiş olan insanlarımız, komşularımız tarafından alınmıştı. Almaya
mecburdular. Açıkta kalamazlardı. Kendi evlerini onarmak, yapmak zorundaydılar.
Yarı yanmış, yıkılmış evlerin camlarını, kapılarını, merteklerini kullanmışlardı. Ben
köye dönünce gidip ev ustalarını bulup, götürdüm. Dumanlı ormanlarında ağaçları
kesip, kütükleri köye taşıdık ve ev yaptık. Evlenememiştim de, bekardım. Ev
yaptıktan sonra evlenebildim.
İlk eşim kendi köyümüzden, Koçgiri'dendi. 2 oğlum, iki kızım oldu. Bir oğlum ve
bir kızım hastalıktan dolayı öldüler. Bir süre sonra eşim de öldü. Bir yanda yiyecek
yok, bir yan da hastalıklar ve doktor, ilaç yok. O şartlar da güçlü olan can sağ
kalabiliyordu.
İkinci eşim Çıragedig'dendi. Çocuğumuz olmadı. Kıtlığın güçsüz bıraktığı bedeni
yaşama savaşını kaybetti. O da öldü. Üçüncü kez de o köyden evlendim. Son
bayan dan 5 çocuğum oldu. Oğullarımı evlendirdim. Nüfusumuz arttı. Amcan
Estanbol'a gitti, çalışmaya başladı ve köye dönmedi.
Sayğı törenin de ayağa kalkmayanlarımıza ne yapıldı, biliyor musun?
Haliç tersanesinde asker zoru, denetimi altında çalışan insanlarımız sürekli şiddetle
yüz yüze kalıyorlardı. Mıstoy Kûr yani Mustafa Kemal öldüğünde tersane de de
sayğı duruşu yapıyorlar. Yakınımız olan Mıço ayağa kalkmıyor. Sayğı duruşunda
bulunmuyor. Tören bittikten sonra yüzbaşı kendisine yöneliyor ve “ Ulan Mıço
niye sayğı duruşunda bulunmadın? “ sorusunu soruyor.
Mıço son derece dobra, sözünü esirgemeyen biriydi ve geçmişin acısı içine işlemiş
olarak;“ Biz onun sağlığında çok çektik. Kendisinden bir türlü
kurtulamadık. İşi gücü bizi esir etmek, sürmek, öldürmek, elimizde olanı
almaktı.
Nihayet geberdi. Ölümüylede mi bize azab çektirecek? Ben onun sağını
da, ölüsünü de sikeyim. Koçgiriyi, Dêrsımi, Kürd milletini kırdı, mahvetti.
Kökümüzü köceğimizi kazıdı. İnsanlarımızı kurda, kuşa yedirdi.“
Mıço daha konuşurken yüzbaşı emrindeki askerlere de emir vererek hep birlikde
Mıço'ya doğru saldırıya geçiyorlar ve üzerine çullanıyorlar. Çok kötü şekilde
dövmeye başlıyorlar. Mıço'nun dövülmesini gören diğer yakınımız da dayanamıyor,
müdahale ediyor ve onu kurtarmaya çalışıyor.
“Vurmayın ulan. Öldürdünüz. Niye vuruyorsunuz?“diyerek koşup kendilerini
engellemeye çalışıyor.
Oğul Mıço bu dayak sonucu felç oldu. Kesinlikle hareket edemiyor. Bitkisel
hayatta. Çocukları sürekli kendisinin bütün ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Öbür
yakınımız da yediği dayak sonucu kötürüm, sakat kaldı. Okmeydanındaki bütün
Koçgirililer Mıço'nun yaşadıklarını biliyorlar. Yaşadıklarını bilmeyen de kendisini
gördügünde nedenini soruyor. Bu insanları felç, sakat edenlerden hesap sorabildik
mi? Hayır. Hangi devlet adamı, kurumu, kuruluşu bizi savunurdu? Hiç biri. Adalet
nerede? Paşaların dudaklarının arasında.
Mıço 1970'lerde öldü. Diğeri ise halen sağ. Koçgirililere uygulanan Mustafa Kemal
zulmünün bir semboli gibi sakatlandırılmış haliyle Okmeydanın da ve yaşıyor.
Bizleri Elaziz'den trenlere bindirdiklerinde nereye gideceğimizi bilmiyorduk. Bir
kesim insanımızı da Bursa'ya götürmüşler. Bursa'da ne yaptılar biliyor musun?
Bursadakileri bulundukları yerler de öldürdüler. Bu öldürmelerin tanıkları halen
sağlar.
Bursadakilerden sağ kalanlar etrafa haber saldılar. “Koçgiri'den Prusa'ya
(Bursa) sürülenleri zehirlediler. Öldürdüler.“ Benim büyük amcamın kızı, eşi
ve dört çocuğu da ölenler arasındaydılar. Ölenlerin yakınları gidip iz sürdüler.
Devletin oradaki görevlilerine toplu ölümün nedenini sordular. Verilen cevap Kürd
ve Aleviyle alay eden, aşağılayan çok basit bir kaç cümleden oluşuyordu. Bu
insanlarımızı devlet görevlileri bilerek, isteyerek zehirlediler. Bizler ise hiç bir şey
yapamadık. Devletin oradaki görevlileri yakınlarını arayanlara dediler ki; “Ziraat
görevlileri çeltiği ilaçlamışlar. Cahil Kürdler de gece gidip çeltiği
çalmışlar. Pişirip, yemişler ve zehirlenmişler. Zehirlendikleri için öldüler.“
Oğul devlet, hükümet yalan söyledi. Bir tek cümle doğruydu. “Zehirlendikleri
için öldüler.“ Otopsilerimi yapıldı? Hayır. Yakınlarımızın kimyasal maddelerle
öldürüldüklerini bildiğimiz halde bir şey yapamamanın acısını da ayrıca yaşadık.
Kimi kime şikayet edeceğiz? Acıları unutmadık.
Oğul, oğul Koçgiri insanı arpa ve buğdaydan başka tahıl tanımaz. Çeltik nedir,
bilmez. Koçgiri de çeltik yetişmez ki. Koçgiri Kürdü tanımadığı bir tahılı
toplayacakta, pişirecekte, yiyecekte, zehirlenecek. Onlarca kişi birlikte aynı gece
mi çeltik çaldılar? Çeltik tarlalarının bekçileri yok muydular? Bağlar, tarlalar
bekçiler tarafından korunuyorlardı! Onlarca kişi nasıl oldu da aynı gün öldüler? Ben
çeltiğin pirinç olduğunu yıllar sonra öğrendim.
Özü şu; bu insanlar kendilerine yapılanları, sürgünü kabul etmediler ve geri
dönmek istediler. Devletin Kürdü sürme kararı veren makamı da onları topluca
öldürme emri verdi. Gerçek bu. Mezarlarını dahi göremedik. Topluca çukurlara mı
attılar, açıkta mı bıraktılar, ne yaptılar? Bilmiyoruz. Prusa'ya (Bursa) sürülenlerden
sağ kalabilenlerden dönmeyenler, dönemeyenler oraya yerleştiler.
Bir başka gelişme; dedeleri Koçgirili olan ve tersane de asker denetiminde
çalıştırılan torunlar Kuleli Askeri Lisesi ne alındılar. Orada okuyan çocuklarımız
yüzbaşı olduklarında binbaşı ve daha üst rütbelere yükselebilmeleri için de
önlerine konulan mecburiyeti yerine getirmek zorundaydılar.
Mecburiyet; soyadını değiştirecek. Nüfus kütügünü değiştirecek. Nüfus Koçgiri'den
İstanbul'a, İzmir'e, Ankara'ya.....alınacak. Yani topraklar, kimliklerle olan resmi
bütün bağlar koparılacak. İstenilenleri yerine getirenler askeriye de üst rütbelere
yükselebildiler.
Allah ve Kürd; 1973 veya 74 dü. İstanbul Şişli ye gittik ki bilet alalım ve köye
gideyim. Orada miting yapılıyordu. Karslı bir tanıdık “Ap temir gel dinle.
Necmeddin Erbakan konuşacak. Bakalım ne diyecek?“diyerek beni miting
yerine doğru yönelti. Erbakan konuştu, biz de dinledik. Konuşma bitince bana
döndü ve “Siz ne düşünüyorsunuz? Ne diyorsunuz?“ sorusunu yönelti.
Beni gören kolaylıkla Kürd olduğumu anlar. Bıyıklarım, fizigim, yüz görünümüm.
Erbakan'da Muhamedi olmadığımı çok iyi anlamış ki soruları yönelti.
Ben de kendisini tok bir sesle cevapladım. Sayın Erbakan sizin söyledikleriniz size
mahsus. Allah katında ve islamda yeri olanlar için geçerli. Biz Kürdlerin allahı yok.
Biz allahsızız. Türkiye Cumhuriyeti'nin Allah'ı da Anıtkabirde yatıyor.
“Estegfurla. O ne biçim söz“
Kendisine, eğer biz Kürdlerin de Allahı olsaydı, o kadar zulümü bize reva
görmezdi. Sayın Erbakan siz, biz Kürd-Alevilerin yaşadıklarını yaşadınız mı?
“Siz nerelisiniz?“
Ben Koçgiri Kürdüyüm, dedim. O anda orada bulunan yakınlarım ve diğer insanlar
konuşmamıza tanıktırlar. Okmeydanı'ndaki, Hasköy deki Kürdler halen “Ap Temır
Necmedin Erbakan'a böyle böyle söyledi.“derler.
Oğul bildiğin gibi ben okuma yazma bilmem. Bildiklerimi sözlerimle hepinize
anlatma gereği duyuyorum. Yaşanılanları benim yakınlarım, torunlarım olarak
bilmelisiniz. Nerede bir Koçgirili olsa arar bulur ve görüşürüm. Bağlarımız, yaşam
damarlarımız kopmamalı.
Ben Koçgiri de yapılan sürgünün, zulmun, vahşetin, binlerin ölümlerinin tanığıyım.
Yakınlarımız,
insanlarımız
öldürüldüler,
zehirlendirildiler. Bilmelisiniz. Bizimle ilgili olarak karar verenleri, Kürd vurgununu
yaptıranları, yapanları iyi tanımalısınız. Binlerce insanımızın hesabı sorulmalı.
Suçlular, suçlarıyla birlikte açıklanmalı. Çocuklarınız bizim ibadet, inanç, milli
düşmanlarımızı, katillerimizi gerçek kimlikleriyle, geçmişleriyle, eserleriyle
tanımalılar. Yalanları değil, gerçekleri bilmeliler, öğrenmeliler.
Oğul bizlere yapılanları diğer halklara da anlatın. Giresun heyeti niye Koçgiri'ye
geldi? Bize “Topal Osman'ın Laz olması Lazları sorumlu kılmasın. Biz
işlenen suçlara ortak değiliz.“ dediler. Çizilen sınırlar için de zorla yönetilen
diğer milletler, mahkum edildiklerini bilmeyenler de acınacak durumdalar. Türkçe
konuşmaya mecbur edilen, devletin sınırlarını belirlediği, çizdiği müslümanlığa
göre ibadet yapmaya zorlanan milletlerin çocukları birbirleriyle dost olmalılar,
Kürdlerle dost olmalılar. Dost olmalılar, bu sisteme karşı durmalılarki yalnızca
Kürdler darbe yemesinler. Onlar da darbelerle karşılaştıkça, öldürüldükçe,
sürüldükçe sitemin özelliklerini öğrenmeye, bu sisteme karşı durmaya
başlayacaklar. Mustafa Kemal ve arkadaşları yüzbinlerce insanımızı kırdılar,
sürdüler, dönderdiler. Halen de yalan söylemeye, insanları kandırmaya devam
ediyorlar.
Oğul, zorla Osmanlı Ordusu'na asker yapılan Koçgirililerin durumunu biliyor
musun? O çöllere gönderilen insanlarımız açlıktan dolayı ne yapmışlar biliyor
musun? Sağ kalan Kürd, ölen Kürdü yiyor. Ölen askeri yiyorki ölmesin,
yaşayabilsin.
Riçik köyünden Derwêş, Yemen'de askerdi. Koçgiri bölgesinden Yemen'e
götürülenleri tanıyordu. Konu oldumu da anılarını anlatıyor. O anlattıkça yakınları
oraya asker olarak gönderilen ve geri dönemeyen kadınlarımız hıçkırarak
ağlıyorlar, ağıt yakıyorlar. Osmanlı paşalarının bir marifeti de Yemen çöllerinde
Kürdü, paşaları oldukları imparatorluğu ayakta tutmak, genişletmek için öldürtmek
ve ölüyü de sağ kalan Kürde yedirmek. Osmanlının kumandanları Koçgirili yiğitleri
çöllerde ölüme terk etmişler. Oğul, bu gün kim, kaç kişi gerçekleri biliyor?
Oğul 1921'de bize yapılanlara gelince; Biz kaçan Ermeni ve rumların bizlere
bıraktıkları çocuklarını koruduk. Kaçarlarken çocukları Kilise deresine köprünün
altına bırakmışlardı. Bıraktıkları yeri söylediler. O çocukları alıp, baktık. Daha
sonra gelen yakınlar çocukları sağ salim aldılar.
1921'de ise Haydar Bey onlar karar alıyorlar. İnsanlarımızı kurtarmak için Orçıl
bölgesinden Dêrsim'e doğru yola koyuluyorlar. Bu insanlarımızı Ovacıg'a bırakıp,
dönecekler. Kar, kıyamet. Çeteler, müfrezeler ha bire saldırıyorlar. Orçıl
bölgesindeki Şadi aşireti mensupları kapıları açıp da bu insanlara birer tas sıcak
çorba dahi vermiyorlar. Açlıktan, soğuktan dolayı bitkinleşen insanlarımız adım
atamaz duruma düşüyorlar. Çok sayıda insanımız bu gidiş ve dönüş güzergahında
açlıktan, saldırılardan dolayı ölüyorlar.
Bunun için biz Koçgiri aşireti mensupları Orçıl bölgesindeki Şadi aşireti
mensuplarına kızgınız. Aramız da kin, husumet vardır. Kendilerini her gördüğümde
de, siz insan mısınız? Siz, bizlere bir tas sıcak çorba dahi vermediniz, derim. Şadi
aşireti mensupları arasında Paşo gibi değerli savaşçılarımız da varlarlardı.
Paşo, Xınıs mezrasındandır. Kendisine Paşoy Xınısê denir. 5 mezra; Alibeg, Bozo,
Xınıs, Qırmo, Amadun. Kureşliler de Koçgirililere resmen tavır alıyorlar.
Kureşlilerin hasları yani dede olanları, bayanlar Koçgirililere yardım ediyorlar. Biz
Kureşlileri has ve ham diyerek ikiye ayırırız. Dedelerle, yani haslarla sorun yok.
Hamlarla sorun yaşıyorlar. Şadiler, Kureştirler, Kureşliler, Şadidirler. Her ikisinin
kökü birdir.
Koçgirililer 1921'de ki tavırlarından dolayı bunlara mesafelidirler. Kendilerine yüz
vermeyiz. Kız alıp vermeyiz. Bizim kızlarımız bunlara kaçarlarsa da evlatlıktan red
ederiz. Koçgiri aşiretini milli bir dava da yalnız bırakmak hafife alınacak, af
edilecek bir durum değil. Koçgiri aşiretinden bunlara kocaya kaçan kızın ailesi de
aşiretten dışlanır, ilişkiler kesilir. Bu ailelere yönelik tasvip edilmeyecek cümlelerde
kullanılırdı.
Şadi-Koçgiri çekişmesinde Rifo'nun da payı büyük. Rifo iriyarı, korkusuz, babayiğit
bir Kürddü. Kendisine iyi sopalar yapardı. Sopasız dolaşmazdı. Kim ki Mıstonun
çetelerine, askerlerine yol göstermişse, onları tek tek kışın yakalar ve o soğukta,
dondurucu hava da kilise deresine sokardı. Tümüyle ıslatttıktan sonra da elindeki
sopayla öldüresiye dövmeye başlardı. Kişiyi cezalandırır ve rahatlardı. Yol gösterip
de bilinen kesinlikle Rifo'nun dayağını yemiştir. Rifo Koçgiri köyündendi, Koçgiri
aşiretindendi. 1921 kırımının hem tanığı, hem de mağduruydu. İşlenilen suçları
bildiği için yol gösterenlere de öfkeliydi ve af etmiyordu. Cezalandırmadan rahat
edemezdi. Rifo'nun Şadili yol gösterenleri dövmesi, Şadi aşireti mensuplarının
hoşlarına gitmiyordu, rahatsız oluyorlardı. İki aşiret arasındaki gerilim sürekli
sıcaklığını koruyordu.
Koçgirililer ve Şadi-Kureşliler arasında başlayan gerilim uzun süre devam etti.
Komşu köylerin insanları, kız kaçma, kaçırılmayla gerçekleştirilen evlilikler, ağır
sözler, aynı milletin evlatları arasındaki güvensizlik, sevgisizlik gençlerimizi
rahatsız etti. Orçıl'da Boy beyi denilenlerde Şadi aşiretindendirler. İsmi
türkleştirerek “boy beyi“ demişler.
1938 kırımı sonrasıydı. Tarihini tam hatırlıyamıyorum. Yine bir hoşnutsuzluk oldu.
İki aşiret arasındaki sorunlara, hoşnutsuzluğa, suçlamalara son vermek için ilk
adımlar atıldı. Paşo'nun köyün de çevre köylerden gelecek insanları alabilecek
diğerlerine göre daha büyük bir ev de toplandık. Bu toplantıdan geriye kalan,
unutulmayan anı ise ilginçtir. Evin erkeği bizleri ağırlamak için Refahiye'den alış
veriş yapmıştı. Siyah renk ufaltılmış, kurutulmuş bir avuç bitkiyi eşine veriyor ve
“Bunu da misafirlere sun.“diyor.
Kadın ilk kez bu bitkiyi görüyor. Nasıl yenildiğini de bilmiyor. Kadıncağız “40-50
kişi içerde oturuyor. Ben bu bir avuç bitkiyle nasıl bir yemek yapabilirim? Kim
bunu yiyecek?“diyor ve kendisine göre de bir çözüm buluyor. Bir yumak
tereyağını, yumurtaları ve o bitkiyi karıştırarak pişirmişti ve masanın üstüne
koydu. Erkegin satın aldığı bitki çaymış. Kadın hayatında çay içmemişti. Yenir mi,
içilir mi bilmiyordu. Pratik akıl, yumurtayla birlikte pişirmişti. Biz Koçgir aşireti
mensupları, Şadililere takılmak için bu anı hatırlatırız.
1970'lerde yetişen kuşaklar gerilimlere tümüyle son vermek istediler. 1968 kuşağı
dedikleriniz her iki aşiret arasındaki gerginliği, küslüğü ortadan kaldırabildiler.
Ama geçmiş unutulmuyor. Orçıllıların bizi desteklememeleri, milli tavır almamaları
Mustafa Kemal'in işini kolaylaştırdı. Koçgiri aşireti çok fazla can kaybetti.
İrfo'yla Paşoy Xınıs'e arasındaki sorunu yakınları dahi bilmiyorlar. İrfo niye Paşo'ya
düşman oldu? Niye onu öldürmek istedi? Bildiğim kadarıyla bilen yok. İrfo'da
Koçgiri soykırımı sırasında çetelere, müfrezelere karşı savaşmış. Benim tahminim
özel bir sorun yaşanmış.
Trebizonde'de bir olaydan sonra Paşo'yla, Topal Osman'ın arası açılmış. Paşo,
T.Osman'ı sevmiyor ve tavır alıyor. Koçgiri'de yolları yeniden kesişiyor. Bildiğim
kadarıyla Paşo'da Osmanlı ordusu'nda subaymış. Aylık alıyormuş. Koçgiri harbinde
osmanlı rütbelerini atıp, Kürd milli tavrı alıyor, Kürdler için çarpışıyor. Topal
osman, Refahiye'de Paşo'nun varlığını duyunca geriye kaçmak istiyor. “Ben
onunla savaşamam“diyor.
Oğul, Laz Topal Osman'ı da, Arnavud Nurettin Paşası'da Angora (Ankara)
hükümeti ve bu hükümetin başı Mustafa Kemal tarafından görevlendirildiler,
silahlandırıldılar ve memleketimize gönderildiler. Bunlar emirlerindeki çetelerle,
müfrezelerle hangi memlekete bastılarsa çaldılar, çıptılar, kan döktüler, yakıp,
yıktılar, viraneye çevirdiler.
Bunların televizyonlardaki yalanlarını dinledikçe elimde küfretmekten başka bir şey
gelmiyor. Bu kadar mı yalan söylenir? Gerçekler bu kadar mı ters yüz edilir?
Öldürme, gasp etme, yalan söyleme hüneri bunlara ait. Birinciliği kimse kapamaz.
Yaşlandım. Olur ki ben ölürüm ve göremem ama sizler bu davanın peşini
bırakmayın. Koçgiri'yi çarpışarak değil, masa başında kaleşçe yendiler,
mahvettiler. Hesabı sorulmalı. Bize karşı savaşma kararı verenler, savaş
kurallarına da uymadılar. Esir alınanlarımıza, sivillerimize yapılanları insanlık,
hukuk kabul etmez.
Biz özel günlerimiz, düğünlerimiz için Diyarbekir'e, Van'a gider sınırı aşar ve alış
veriş yapardık. O bölgenin Kürdleriyle ilişkilerimiz çok iyiydi. Misafir edilir,
ağırlanırdık. Paşalar bizleri karşı karşıya getirmek, birbirimize düşman yapmak için
her yolu denediler, deniyorlar.
Oğul, insanlarımız bize yapılanları gizliyorlar, çocuklarına anlatmıyorlar. Anlatmaya
korkuyorlar. Çocukların intikam almaya yöneleceklerinden eminler. Geçmiş
tümüyle gizli tutuluyor. Bizler gizli tutukça da hesap sorulmayacak ve aha bu
televizyonda konuşan yalan makinaları da yalan üretmeye devam edecekler.
Bu gün “Koçgirililer Türkmendirler. Kürdlerin içinde kalarak Kürdçe
öğrenmişler, Kürdleşmişler.“ diyenler, bizi süren, kıran devletin paşalarının
bölgemizdeki tellalları, elleri, ayaklarıdırlar.
Osmanlı ne yaptıysa bizi muhamedileştiremedi. Bu cümleleri kullananlarsa bizi
özümüzden, köklerimizden koparıp türkleştirmek istiyorlar. Koçgirili, Kürd olduğu
için sürüldü, soykırıma ugradı, işçi olarak dünyaya dağıtıldı. Benim çocuklarımın
Almanya'da ne işleri vardı? Kendi devletimiz olsaydı, toprağımız, madenlerimiz,
fabrikalarımız bütün soyumuzu doyurmaya yeter de artardı. Alman devletine
çalışmak zorunda mı kalırdık? Yok, yok. Evlat hasretimi çekerdim? Yok oğul, yok.
Kemah, Kemaliye, Ilıç beyleri var oldukça Mısto'nun evlatları daha bize çok şeyler
yaparlar, çok acılar çektirirler. Koçgiri daha çok zulümler görür. Bu beyler
Angora'nın bölgedeki dilleri, elleri, kollarıdırlar. Bunlar memleketten kovulmalılar,
çıkarılmalılar.
Koçgirililer Şerefxan'ın Şerefnamesini okusunlar. Köklerine doğru uzanacaklar.
Türkmen olmadıklarını, öz be öz Kürd olduklarını, dinsel olarak da kendilerine
“Rojki, rojhebin, şemşıti, roparast“ yani güneşe tapanlar dendiğini
öğrenecekler.
Herkesin yolu, adeti, töresi kendisine. Biz Koçgirililer ne Muhamediyiz, ne arap
Muhamed bizim peygamberimiz, ne de arap Ali Pirimizdir. Bizim kutsadığımız
insanlarımız dualarımızda yer alıyorlar. Bizim değer verdiğimiz insanlar
Kürddürler. Pirlerimiz Kürddürler. Bizden olmayan bize pir, rehber olamaz ve
içimizde de yer alamaz. İnancımızdan, yolumuzdan olmayanlarla evlilik yapmayız.
Anası bizden olmayan çocuk, biz de kabul görmez. Mısaib sahibi olamaz. Mısaiblik
törenine sadece yolumuzdan olanlar katılabilirler. Her erkek çocuğumuz mısaib
sahibi olmak zorundadır. Mecburidir, şarttır.
Kürd, arabı kutsallaştırmaz, arapdan yardım istemez. Bizim Xızır'ımız var. Xızır her
yerde hazırdır. Dara düştüğümüzde Şahi Merdan'dan-yiğitlerin şahından yardım
isteriz. Dualarımız tümüyle kendi dilimizle yapılır. Binlerce yıldır bu böyledir.
Yönümüzü Arabistan'a değil, Güneş'e döneriz. Bundan dolayı Roperest-Güneşi
kutsayanlar olarak adlandırılırız. Azeriler, diğerleri bize « Alavi » derler. Yani ateş
alevini kutsayanlar. Ocaklarımızdaki ateş söndürülmez.
Ismi türkçe Alevilik olan yol İslama dahil olsaydı, biz Muhamedi olsaydık niye
ibadete başlamadan önce elimize alıp öpüp alnımıza dokundurduğumuz sazımız
yasaklandı ? Niye sazlarımız kırıldı, yakıldı ? Niye ibadetimiz yasaklandı ?
Farklıyızki yasaklanıyoruz.
Bizim için ölülerimiz değerlidir. Ölülerimiz için var olan adetlerimiz Muhamedi
inancına sahip olanlarda yoktur. Tümüyle Türk ve Muhamedilerden farklı
olduğumuz için bizi yok etme emirleri verildi, veriliyor.
Mustafa Kemal Aleviymiş de, ailesi Sivas'dan Selanik'e sürülmüşde ! Oğul bu
devleti yönetenlerin en büyük özelliklerinden biri de sürekli yalan söyleme
kabiliyetine sahip olmalarıdır. Çok rahat yalan söylüyorlar ve insanları hep
yönetilmesi gereken sürüler yerine koyuyorlar. Kavallarının sesi hep yalan yayar.
Bölgelere göre propağanda yapıyorlar. Kürd Aleviyi, roparasti Muhamedileştirmek
türkleştirmek için dönemlere göre propağanda yapıyorlar. Sürekli yalan
üretiyorlar.
Mustafa Kemal, Selanik dönmesi. İnanç olarak da yolumuzdan değil. Yüz hatları,
şekliyle tam bir balkan insanı ve kesinlikle Kürd değil. Diyelimki Alevi ve Kürd !
Peki bizler, bizler için sürekli ölüm, sürgün emirleri veren bu kişiyi nasıl kabul
edebiliriz, yüceltebiliriz ? Sürgünlerimizi, 1921'i, 1937-38'i nasıl unutabiliriz ?
Sadece bizi mi kırdı geçirdi. Müslümanlaşan Kürdlere yaptıkları da ortada ! Ağrı'da,
Muş'da, Van'da, Mardin'de, Bingöl'de, Hekkari'de askerlik yapanlar tanık
olduklarını anlattıklarında aynı zulmün oralarda da yapıldığını anlıyorsun,
dayanamıyorsun, dinleyemiyorsun.
Erzincan'da, Koçgiri'de Muhamedileşmiş(sunni, şafii) Kürdler de vardı. Bunlar
Koçgiri kırımı sırasında Kürd milli tavrını aldılar. Bizlerle birlikte hareket ettiler.
1921 öncesi de aramızda hiç bir husumet yaşamazdık. Bu insanlarımız bazı
nedenlerden dolayı Muhamedileşmiş olsalarda gelip bizim cemlerimizi-cıvatlarımızı
izlerlerdi. Çok büyük haz da alırlardı.
Oğul, 1940'larda Refahiye yeniden inşaa edildi. Çok sayıda yabancıyı getirip
merkeze yerleştirdiler. Bunların dükkanları vardı. Biz Kürdler alışverişe topluca ve
silahlı olarak gitmek, topluca kışlık ihtiyaçlarımızı satın almak zorundaydık. Niye
mi ? Çünkü bizler bu kişilerin saldırılarına maruz kalıyorduk. Yaralanmalar,
öldürmeler oldu. En yakın alış veriş yapılacak yer de burasıydı. Buraya
yerleştirilenlerle hep problem yaşadık.
Buraya yerleştirilenler ; « Kürdler geldiler » der ve bize satış yapmazlardı. Çok
derin bir ayrımcılık vardı. Biz, gaz, şeker, tuz ihtiyacı için giderdik. Her esnafa da
gidemezdik. Devlet, seçme adamları getirip yerleştirmişti. Bu seçme adamlar
bizleri bizden tanıma gibi bir zahmete de katlanmıyorlardı. İyi komşu olma dertleri
de yoktu. Devletin bakışıyla bize bakıyorlar, devletin diliyle bize yaklaşıyorlardı.
Sürekli rahatsız ediyorlardı.
Refahiye ilk Kürd meclisinin açıldığı yerdi. İlk kez Kürd bayrağı Bekolara çekilmişti.
Devlet de buna göre yabancıları getirip merkeze yerleştirdi. Getirdiklerini de bize
karşı saldırıya hazır hale getirdiler. Geçmiş de Muhamedi ve Alevi inancında Kürd
varken bu gün konuşulan dil de, millet de bizden çok farklı. Kürdlerin merkezi,
merkez konaklama yeri olduğu gibi Kürd olmayanlara verildi ve gittikçe tutucu,
bağnaz hale getirildi. Oğul Mustafa Kemal ve adamları Koçgiri'ye, Dêrsim'e askeri
seferler düzenlerlerken sürekli şu kelimeleri kullandılar ; « temsil/dönderme,
asimile etme, tenkil/cezalandırma, te'dip/hizaya getirme, taqtil/öldürme,
tehcir/göçertme, temdin/medenileştirme, tasfiye-yok etme, etkisizleştirme. »
Bu kelimelerin içlerini boş bırakmadılar. Bizleri kırdılar, sürdüler ve topraklarımıza
da bize düşmanlaştırdıkları insanları getirip yerleştirdiler. Bizleri birbirimizle
dövüştürmek, güçten düşürmek istediler. Başarılılarda. Bundan dolayı paramızla
alış veriş yapamıyorduk, saldırılara maruz kalıp yaralanıyorduk, ölüyorduk. Sadece
Refahiye merkez mi, Liç (Ilıç), Quruçay (Kuruçay) ve diğer yerlerde aynı
durumdalar.
Kürd hangi inançtan olursa olsun fark etmiyor. Bölge bölge yıllara göre yok etme
proğramları hazırlayıp Kürdlere saldırdılar. Mustafa Kemal arkadaşlarıyla birlikte
durmadı hep sürdü, kırdı. Katil, katiller benim yakınlarımda olsalar red etmem,
açıklamam, yargılatmam, suçlarına göre cezalandırmam gerekir.
Oğul bizim inancımıza göre insan kutsaldır. Masum-ı paklara dokunulamaz. Mısto
ise bizim masum-ı paklarımızı, çocuklarımızı tekmeleten, anaların kucaklarından
alıp yerlere fırlatan, kurda kuşa yediren bir paşadır.
Mustafa Kemal'in Koçgiri-Dêrsimlilere karşı fazladan bir husumeti yoktuysa insan
evlatlık bile almış olsa kendi çocuğunu katil yapabilir mi? Hiç mi pilot yoktu da
kendi kızına toprağımızı, insanlarımızı bombalattı, boğdurtu, öldürtü. Kızını özel
olarak görevlendirmesi Dêrsim toprağına, insanına, kadınına olan kinini,
düşmanlığını ıspatlamaya yetmiyormu? Yetiyor da tabi ki anlayabilene.
Mısto'yu kadın hakları savunucusu yaptılar. Ya bizimkiler insan, kadın değiller
miydiler ? Sürgün yolunda, sürgün yerlerinde kadınlarımıza yapılanlar haksızlık
değil miydi ? Koçgiri'de çetelerin, askerin ortasında el atılan, tümüyle soyulan,
sırtına binilen, vucudu acımasızca ellenilen, aç bırakılan, her türlü işkence yapılan,
öldürülen, kadın değil miydi ? Hangi cinsiyetti ? Kadındı, Kürd kadınıydı ! O Koçgiri
kızı, gelini, kadını ki kendisini, onurunu korumak için Kızılırmaga atlamayı,
boğulmayı tercih etti.
Oğul hangi kadın hakları ? Kadının hakları verildi mi, alındı mı ? Askerin botlarının
bastığı toprakta hak, hukuk mu kalır ? Hikaye anlatıyorlar. Saflar, inanmaya
ihtiyacı olanlarda, isteyenlerde inanıyorlar.
İşyerlerinde mecburen duvarlara asılan İsmet İnönü, Mustafa Kemal, Fevzi
Çakmak posterleri bizleri kıranların, Koçgiri'de, Dêrsim'de kadınlarımızın
onurlarıyla
oynayanların,
kadınlarımızı
yasaklayanların resimleri olarak anlatılmalı. »
[/center][/b]

yazinin tumu icin bu linke tiklayiniz > [url=http://docs.google.com/fileview?id=0B3HsnRVv_9EfY2FkMmNlMGItMmJlNy00MmZjLTgwNTItMjMxN2Y2NGUwZGZl&hl=en]SEVÉ EVÍN ÇÍÇEK[/url]

Neuen Kommentar schreiben

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.