Sevgili Ömer Uluç, Günaydın! Yapı Kredi'deki son sergini cuma günü gezerken içim hem acıdı, hem yaşama sevinciyle doldu.
Renkler ve çizgiler öyleydi.
Bir ömür boyu verdiğin kavga yansımıştı resimlerine, ’sağ el, sol el desenleri'ne...
Hiç bitmiyor o kavga!
Karanlığa karşı kimi küfretmekle yetiniyor, kimileri de senin gibi bir mum yakıyor.
Kimileri, Bejan Matur'un deyişiyle, bu hayatta suyu zehirlemek için yaşıyor, kimileri de senin gibi hayatı daha yaşanır, daha tahammül edilebilir hale getirmek için...
Çizgilerini renklerini seyrederken, göz ucuyla da sevgili Vivet'le seni izledim.
Hayatı düşündüm.
Ne çabuk geçiyor.
İstanbul'da, Paris'te, New York'da birlikte dağıttığımız geceler de bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti gitti.
Hatırladın mı, Chelsea Oteli'nden ve hemen dibindeki bardan başlayan o yağmurlu New York gecesini?.. Ben sana Leonard Cohen'den söz etmiş, sen de bana o otelde intihar eden sanatçıları, duvarlarda asılı resimleri anlatmıştın.
Hatıralar yine dipsiz bir kuyu gibi... İyi ki yakalanmış, kaçırılmamış o anlar...
Yoksa çok sıkıcı olurdu hayat. Güzel anılar olmasa, iyice çekilmez olurdu.
Kavgayla geçiyor hayat.
Hem tutunmak, ayakta kalmak, hem de daha iyiyi, daha güzeli, daha hakçayı yakalamak için kavgayla geçiyor.
Hiç bitmiyor sevgili Ömer.
Ömür boyu hem kendi kendinle kavga ediyorsun, hem dünyanın halleriyle.
Sanki üstüne vazife...
Hep bir şeylerle didişmek, hep arı kovanlarına elini sokmak ya da sorgulamak, mevcut olanla yetinmemek... Hiç bitmeyen, insanı hep kovalayan o kaygılar... Ve bir karanlıktan gelip bir karanlığa doğru giderken ölüme karşı yaşamın içinde verilen kavgalar...
Sergide bunları düşündüm.
Ve ’suyu zehirleyenleri!“
Bejan Matur yazıyordu geçen günkü yazısında, acıları kanatmak isteyenleri... Bu ülkede acıları kanatmayı siyaset sananları yazıyordu.
* * *
“Meclis'in kürsüsünden millet adına konuştuğunu söyleyen biri, geçmiş acıları deşerek, Dersim'de ağlayan analardan, vazgeçilmeyen mücadeleden söz ediyor.
Evet, o zaman da ağladılar.
Ve bugün ağlayanlar, o acıların tortuları... Sen Cumhuriyet kurulurken onca anayı ağlattığın ve dönüp bakmadığın için bugün hâlâ kan akıyor.
Soframızda hâlâ acı bir tat.
Birbirimize varamayışımız, aynı dili konuşmayışımız geçmişte yaşatılan acılardan.
Tıpkı geçmişteki gibi.
Şık tayyörlerin, zarif şapkaların Cumhuriyet'i bir kan uykusunda ’yerlileri' boğarken hedef ileri medeniyetti.
Hâlâ öyle.
Barıştan söz edenleri ’gerici' olmakla suçluyorlar.
İlerici efendiler, Seyit Rıza'nın başından bir şafak vakti aldıkları görkemli sarığını bir konfeksiyon şapkaya değişirken de ileriydiler.
Seyit Rıza haysiyetini örtecek bir örtü dışında bir şey istemedi onlardan; ’Başım açık ölüme gitmeyeceğim.' dedi. ’Oğlumu asacaksanız, benden sonra asın.' Oğlunun ölümünü görmek istemeyen yaşlı, mağrur bir babanın son dileğiydi.
Onu bile duymadılar.
Evet Dersim'de çok analar ağladı.
Susmuş değiller.
Ağlıyorlar hâlâ.
Acıları devam ediyor.
Ve memleketin Meclis'inde adı halkla, Cumhuriyet'le anılan parti, halkın ve cumhurun acılarını kanatmayı bir siyaset biliyor.
Boğmak istedikleri Türkiye'nin geleceği, Türklerin ve Kürtlerin kan olmayan geleceği...“(Bejan Matur, Zaman, 13 Kasım 09).
* * *
Sevgili Ömer Uluç,
Renklerini, çizgilerini, desenlerini, resimlerini seviyoruz.
Hem de çok.
Seviyoruz, çünkü onlar kanla yoğrulmayan bir hayatı savunuyor.
Suyu zehirleyenlerden yana olmadıkları için seviyoruz o renkleri.
Çünkü o renkler, halkın acılarını siyaset sananlardan yana hiç olmadı...
Acıların acıları, ölümlerin ölümleri çağırmadığı bir Türkiye ve dünya halleri için sana ve Vivet'e iyi pazarlar diliyorum.
Milliyet Gazetesi
Acıların acıları, ölümlerin ölümleri çağırmadığı renkler!