Skip to main content
Submitted by Anonymous (not verified) on 15 November 2009

1993'teki ateşkesin perde arkasını anlatan Karadağı iki dönemi kıyasladı, ’Şimdiki açılım daha önemli, daha kapsamlı. Asker de karşı gözükmüyor. O zaman yanlız Talabani ve Özal'ın çabaları vardı. Hükümetin bu kadar inisiyatifi yoktu' dedi

Kamran Karadağı, ilk bakışta sevimli tonton bir Ortadoğulu. Ancak ağzını açıp anlatmaya başlayınca hemen anlıyorsunuz ki, karşınızdaki sadece emekli bir gazeteci değil: Ortadoğu'nun karakutularından biri...
Karadağı ile yıllar önce Londra'da tanıştığımda, Ortadoğu'nun en önemi gazetesi olan El-Hayat'ta yazıyordu. Kuzey Iraklı bir Kürttü. Türkiye'de tanınmasının nedeni, 1993'de Celal Talabani'yle birlikte Turgut Özal adına Suriye'ye gitmiş ve Abdullah Öcalan'ı ateşkese ikna etmiş olmasıydı. Bu yüzden Ankara'da hatırı sayılır dostları vardı.
Ardından bir gün New York'ta bir konferansta rastladığımda, beni kenara çekip “Aslı sana önemli bir şey söyleyeceğim ama yarında kadar gazetene haber verme. Şemdin Sakık yakalandı“ dedi. Parmaksız Zeki'nin yakalandığı ertesi gün açıklandı.
Karadağı aynı zamanda Talabani'nin “beyninin yarısı.“ Yakın zamana kadar Irak cumhurbaşkanı'nın özel kalemi olarak görev yapan Iraklı gazeteci, geçen hafta İstanbul'da Milliyet'in sorularını yanıtladı.

Ateşkes böyle sağlandı
1993'de PKK ateşkesinin perde arkası nasıl gelişti, Şam'da Öcalan'la görüşmek için Şam'a gittiniz...
Bu aslında Mam Celal'ın (Talabani) çabasıydı. Cumhurbaşkanı Özal tarafından İstanbul'da kabul edilmişti. Birlikte Şam'a gittik, görüştük. Apo ikna oldu. Ben de El Hayat adına Öcalan'la röportaj yaptım. Ertesi gün Lübnan'da bir basın toplantısı düzenleyip 21 gün ateşkes ilan etti. Ankara'da Özal'la görüştüğümüzde gülerek “Bu adam neden 21 gün dedi? Neden 20 ya da 30 değil?“ diye sordu. Talabani “Kim bilir“ dedi. Özal, Apo için “Deli bu“ derdi. O süreçte 3 kez görüştüm Öcalan'la.
O zaman sizi doğrudan Özal göndermiş...
Tam değil. Daha ziyade diplomatik bir dille böyle bir ateşkesin iyi olacağını, olursa itiraz etmeyeceğini söyledi. nazik bir konuydu. Tam Nevruz öncesiydi ve PKK ilk kez ateşkes ilan ediyordu. Talabani'nin talebiyle ikinci kez 21 gün daha uzattı. Ama sonra o 33 askerin öldürülmesi trajedisi yaşandı. Ve süreç bitti.

33 askerin şehit edilmesi
Hâlâ tartışılır, 33 askerin öldürülmesi emrinin kimin verdiği. Hapisteki Şemdin Sakık da, Öcalan da birbirlerini suçluyor...
Bilemiyorum. Olay olduğunda Londra'da gazetedeydim. Bize gelen bilgi Öcalan'ın bilmediği yönündeydi. Şam'ı aradım Cuma'yla (Cemil Bayık) konuştum. Bunun çok kötü bir durum olduğunu, açıklanamaz olduğunu söyledim.
Şu anda hapisteki PKK liderinin tutumu...
Öcalan'la o süreçte 3 kez görüştüm. Kibirli ve kendine hayrandı. Talabani'yle görüşmemizden sonra ertesi gün röportaj için gittiğimde, bütün Türk gazeteleri önündeki masadaydı. Çok mutluydu çünkü tüm gazetelerin birinci sayfasındaydı. Oysa bütün başlıklarda “Katil Öcalan“ diyordu ama olsun, onun için gazetede çıkmış olmak yine de iyidi. Heyecanlıydı (Karadağı ertesi günkü basın toplantısında ne giyeceğini sormuş, ardından peşmerge kıyafeti yerine takım giymesinin daha doğru olacağını söylemiş). Cemil Bayık ve birkaç kişi daha yanındaydı.
Öcalan Türkçe daha rahat konuşuyordu. Röportajı Türkçe yaptık. Hep bana Sovyetler'de ne olup bittiğini soruyordu. Hâlâ Sovyetler'in çöktüğüne tam inanmıyor, emin olmak istiyordu. Ben de dayanamayıp sordum, “Şam'dan dünyayı nasıl takip ediyorsunuz?“ diye. “Her gece yatmadan TRT Radyo Ankara dinlerim“ dedi. Dünyayı oradan takip ediyordu.

Talabani çok çabaladı
O zamanla şimdiki süreç arasındaki farkı nasıl görüyorsunuz?
O zaman ortada Türk hükümetinin daha geniş anlamda Kürt sorununu çözmek için köklü bir insiyatifi yoktu. Kimse de PKK'yla konuşmayı düşünmüyordu. Şimdi ise her şeyden önce PKK dışında bir açılım paketi var. Farklı bir hükümet politikası var. Ayrıca asker de karşı gözükmüyor.
Bu süreçte de Celal Talabani'nin büyük ağırlığı oldu. Tam olarak PKK'nın silah bırakması için Türkiye ve örgüt arasında köprü o mu?
Yardımcı oluyor. Ben Bağdat'tayken (Talabani'nin özel kalemi) bir şeyle yapabilme için çok çabaladı. PKK'yla özel kanalları var. Bildiğim kadarıyla dağdaki PKK liderleriyle doğrudan görüşmedi. Ancak mektuplar yolladı onlar da aracılarla cevap verdiler. Artık silahlı mücadele döneminin kapandığını, politikalarını değiştirmeleri gerektiğini, Türkiye'ye daha esnek olmaları gerektiğini söyledi.
PKK'da üç başlı yapı var
Peki ikna etti mi?
Önemli bir rol oynadığı kesin. Bu iş hâlâ çok zor. PKK çok zor bir örgüt. Gerçekte tek liderlik yok. Kandil; Avrupa ve Öcalan olarak üç başlı bir yapı var. Bunlar arasında en güçlüsü Öcalan. Dediği sonunda oluyor.
Öcalan doğrudan muhatap alınmasa da sanki pazarlık yapıyormuş gibi konuşuyor...
Masada olmamasına rağmen pazarlık yapıyor. hâlâ ipler elinde. Öcalan'la pazarlık yapıp yapmama Türkiye'nin kararı. Resmi olarak kimseyle pazarlık yapmıyoruz deniyor. Ama karar vermeleri lazım pazarlık olacak mıolmayacak mı; olacaksa kiminle olucak. Bu sorular net değil.
Ama arada devletin bazı kurumlarıyla örgüt arasında gerektiğinde gizli kanallar olduğu söyleniyor.
Hükümet, Kürt inisiyatifinde demokratik adımlar attıkça PKK meselesinin kendiliğinden çözülebileceğini, PKK'nın izole olacağını düşünüyor. Acaba bu yeterli mi?

Kamran Karadağı, Turgut Özal'ın Öcalan için ’Bu adam deli' dediğini söyledi.

Habur'daki görüntüler tam bir provokasyon
Habur görüntüleri bir çuval inciri berbat etti sanırım....
PKK'nın yaptığı çok aptalca bir şeydi. Tam bir provokasyon. Hasssa bir dönemden geçiyoruz ve hükümet tüm muhalefete rağmen positif bir şeyler yapmaya çalıştı. Ama PKK provoke etti. Biz Iraklı Kürtler bile Bağdat'a karşı hiçbir zaman böyle muzaffer bir eda takınmadık.
Belli ki örgütün temel hedefi ille de Öcalan'ın ileride hapisten çıkması. Kendisi ileride Mandela statüsüne kavuşma hayali içinde...
Tamamen farklı kişiler, farklı durumlar. Orada siyah çoğunluk üzerinde gerçek bir baskı vardı. Türkiye'deki durum bu değil.
Maalesef Öcalan ve PKK liderliği uzun zamandır dünyada olan bitenden kopuk kendi gezegeninde yaşıyor. Dünyada olanları kavrayamıyorlar. 1960'ların gözlüğüyle bakıyor. Dünyanın değiştiğini kavrayamıyor.

Kamran Karadağı ile “açılım“ sürecini ve geçmişteki çabaları konuştuk.

PKK, IRAKLI KÜRTLER İÇİN DE BİR SORUN
Kuzey Iraklı Kürtler PKK'yı dağdan indirme sürecinde Türkiye'nin ortağı haline geldiler...
PKK, Türkiye için olduğu kadar Irak'taki Kürt liderliği için de bir sorun. Öcalan, Iraklı Kürt liderleri geri ve feodal olduğunu iddia ediyor. Iraklı Kürtler ise kendilerini PKK'ya yakın hissetmiyorlar. O yüzden şimdi çözümün bir parçası olmaları, biraz da kendi çıkarlarını düşünmelerinden. Bundan sonra da bu değişmez. Ahmet Davutoğlu'nun Erbil gezisinden sonra Iraklı Kürtlerle Türkiye arasındaki bu ilişki güçlenerek gelişecek. Kürtler PKK'yla savaşmazlar, ancak PKK üzerinde daha büyük baskı kuracaklar. Iraklı Kürtler açısından Türkiye ile ittifak kurmak, PKK'yla olmaktan çok daha iyi. Bu yüzden de PKK sorununda çözümün bir parçası olacaklar.

نەناسراو (not verified)

Sun, 11/15/2009 - 11:35

Sevgili Ömer Uluç, Günaydın! Yapı Kredi'deki son sergini cuma günü gezerken içim hem acıdı, hem yaşama sevinciyle doldu. Renkler ve çizgiler öyleydi. Bir ömür boyu verdiğin kavga yansımıştı resimlerine, ’sağ el, sol el desenleri'ne... Hiç bitmiyor o kavga! Karanlığa karşı kimi küfretmekle yetiniyor, kimileri de senin gibi bir mum yakıyor. Kimileri, Bejan Matur'un deyişiyle, bu hayatta suyu zehirlemek için yaşıyor, kimileri de senin gibi hayatı daha yaşanır, daha tahammül edilebilir hale getirmek için... Çizgilerini renklerini seyrederken, göz ucuyla da sevgili Vivet'le seni izledim. Hayatı düşündüm. Ne çabuk geçiyor. İstanbul'da, Paris'te, New York'da birlikte dağıttığımız geceler de bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti gitti. Hatırladın mı, Chelsea Oteli'nden ve hemen dibindeki bardan başlayan o yağmurlu New York gecesini?.. Ben sana Leonard Cohen'den söz etmiş, sen de bana o otelde intihar eden sanatçıları, duvarlarda asılı resimleri anlatmıştın. Hatıralar yine dipsiz bir kuyu gibi... İyi ki yakalanmış, kaçırılmamış o anlar... Yoksa çok sıkıcı olurdu hayat. Güzel anılar olmasa, iyice çekilmez olurdu. Kavgayla geçiyor hayat. Hem tutunmak, ayakta kalmak, hem de daha iyiyi, daha güzeli, daha hakçayı yakalamak için kavgayla geçiyor. Hiç bitmiyor sevgili Ömer. Ömür boyu hem kendi kendinle kavga ediyorsun, hem dünyanın halleriyle. Sanki üstüne vazife... Hep bir şeylerle didişmek, hep arı kovanlarına elini sokmak ya da sorgulamak, mevcut olanla yetinmemek... Hiç bitmeyen, insanı hep kovalayan o kaygılar... Ve bir karanlıktan gelip bir karanlığa doğru giderken ölüme karşı yaşamın içinde verilen kavgalar... Sergide bunları düşündüm. Ve ’suyu zehirleyenleri!“ Bejan Matur yazıyordu geçen günkü yazısında, acıları kanatmak isteyenleri... Bu ülkede acıları kanatmayı siyaset sananları yazıyordu. * * * “Meclis'in kürsüsünden millet adına konuştuğunu söyleyen biri, geçmiş acıları deşerek, Dersim'de ağlayan analardan, vazgeçilmeyen mücadeleden söz ediyor. Evet, o zaman da ağladılar. Ve bugün ağlayanlar, o acıların tortuları... Sen Cumhuriyet kurulurken onca anayı ağlattığın ve dönüp bakmadığın için bugün hâlâ kan akıyor. Soframızda hâlâ acı bir tat. Birbirimize varamayışımız, aynı dili konuşmayışımız geçmişte yaşatılan acılardan. Tıpkı geçmişteki gibi. Şık tayyörlerin, zarif şapkaların Cumhuriyet'i bir kan uykusunda ’yerlileri' boğarken hedef ileri medeniyetti. Hâlâ öyle. Barıştan söz edenleri ’gerici' olmakla suçluyorlar. İlerici efendiler, Seyit Rıza'nın başından bir şafak vakti aldıkları görkemli sarığını bir konfeksiyon şapkaya değişirken de ileriydiler. Seyit Rıza haysiyetini örtecek bir örtü dışında bir şey istemedi onlardan; ’Başım açık ölüme gitmeyeceğim.' dedi. ’Oğlumu asacaksanız, benden sonra asın.' Oğlunun ölümünü görmek istemeyen yaşlı, mağrur bir babanın son dileğiydi. Onu bile duymadılar. Evet Dersim'de çok analar ağladı. Susmuş değiller. Ağlıyorlar hâlâ. Acıları devam ediyor. Ve memleketin Meclis'inde adı halkla, Cumhuriyet'le anılan parti, halkın ve cumhurun acılarını kanatmayı bir siyaset biliyor. Boğmak istedikleri Türkiye'nin geleceği, Türklerin ve Kürtlerin kan olmayan geleceği...“(Bejan Matur, Zaman, 13 Kasım 09). * * * Sevgili Ömer Uluç, Renklerini, çizgilerini, desenlerini, resimlerini seviyoruz. Hem de çok. Seviyoruz, çünkü onlar kanla yoğrulmayan bir hayatı savunuyor. Suyu zehirleyenlerden yana olmadıkları için seviyoruz o renkleri. Çünkü o renkler, halkın acılarını siyaset sananlardan yana hiç olmadı... Acıların acıları, ölümlerin ölümleri çağırmadığı bir Türkiye ve dünya halleri için sana ve Vivet'e iyi pazarlar diliyorum. Milliyet Gazetesi

Rizgarî Online/ 1937 Dersim jenosidinde ailelerinden zorla alınıp "evlatlık" verilen 100'ün üstünde kız çocuğunun izlerini süren Nezahat ve Kazım Gündoğan çifti 10 kadar isme ulaşarak bu trajik olayın belgeselini çekti. Gündoğan çifti ulaştığı isimleri 70 yıl sonra gerçek aileleriyle buluşturarak acı bir gerçeği gün yüzüne çıkardı. Onur Öymen'in, "Kürt meselesinin çözümü" için 1937'de Türk devletinin Dersim'de uyguladıgı yok etme politikasını örnek göstermesinin yankıları sürerken, Nezahat ve Kazım Gündoğan, Dersim jenosidinin bilinmeyen detaylarını ve kayıp kızların öyküsünü Yeni Şafak gazetesine anlattı.Ilgili söyleşiyi olduğu gibi aktarıyoruz... Dersim operasyonları sırasında evlatlık adı altında ailelerinden koparılan çocuklar, Dersim olaylarının yeni ortaya çıkan bir boyutu. Belgesel çalışmanız nasıl başladı? Nezahat Gündoğan: Şimdiye kadar Dersim olaylarıyla ilgili herkes kendi cephesinden bir şeyler söyledi. Ancak çocuklar, yaşlılar ve kadınlar neler yaşadı? Bu sorunun cesaretle savunulmadığını ve yanıtlanamadığını düşündüğümüz için bu soruyu biz sorduk. Aldığımız yanıt böyle kapsamlı bir projenin ortaya çıkmasını sağladı. Dersim'de birçok ailede 1937-38 olaylarında kaybolan kız çocukları var. Biz bu araştırma ve bir belgesel film çalışması yaparak bu konunun farklı boyutlarla konuşulmasına katkı sunmaya çalıştık. Dersimli kayıp kızlar konusu bir takım belgelerle gündeme getirilmedi. Biz yıllar sonra birbirini bulan 1930'ların Dersimli kızları şimdinin yaşlı teyzelerinin tanıklıklarını kaydederek bazı sonuçlara vardık. Şimdi bu araştırmayı bir belgesel ve bir kitap olarak kamuoyuna sunacağız. İSYAN YOK AMAÇ ASİMİLASYONDU Operasyonlara katılan subaylar Dersimli kızları neden evlatlık olarak almış? Kazım Gündoğan: Öncelikle bir noktanın altını önemle çizmek isterim. Yıllarca “ Dersim isyanı“ denildi. Biz merak ettik. Nasıl bir isyan, kim örgütlemiş ve ne olmuş? Araştırdık. Ortada isyan diye bir şey yok. N. Fazıl Kısakürek'in dediği gibi orada “ bir katliam ve bir kırım“ yaşanmış. Dersim meselesine resmi tarih tezinin dışında bakmayı başarabilen herkes bu gerçekliği görecektir. Biz bunu yaptık ve hiç bilinmeyen bir yanını ortaya çıkardık. Evlatlıklar ve kayıp çocuklar meselesi ilk kez bizim yaptığımız görüntülü-sözlü tarih çalışmasıyla gündeme gelen bir konu. Bu çocuklar o dönemde operasyonlara katılan rütbeli askerler tarafından münferit bir şekilde alınmamış. Bir devlet politikası var . Devlet uygulamaya 1936 yılında silah toplayarak başlıyor. Bu çok önemli. Dersimliler birkaç aşiret hariç ellerindeki silahları teslim ediyor. “ İsyan“ düşünen veya örgütleyen herhangi bir güç elindeki silahı verir mi? İşte bu katliam ve sürgün politikası içinde çocukların durumu başlı başına ele alınıyor. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın dönemin Milli Eğitim Bakanı'na yazdığı bir mektup var. Diyor ki; çocukların yatılı bölge okullarında toplanarak “Türk kültürüne ve kimliğine kazandırılması için çalışmalar yapılmalı.“ HER SUBAY BİR-İKİ ÇOCUK ALMIŞ Bu çocuklar çatışmalarda ailelerini kaybeden, ortada kalan çocuklar mı? Kazım Gündoğan: Ailelerini kaybedenler de var kaybetmeyenler de. Zorla alınıp götürülen çocuklar var. Değişik bölgelerden aileler gelip devlete teslim oluyor. Kendilerini ve çocuklarını kayıt altına alıyorlar. Bazı bölgelerde teslim olanları da İhsan Sabri Çağlayangil'in deyimiyle “ yediden yetmişe “ kırıyorlar. Anne babaları batıda Türk köylerine sürgüne gönderirken çocuklarına el koyuyorlar. Yaptığımız araştırmada her subayın bir ya da iki çocuk aldığını tespit ettik. Dersimli kayıplar ya da onların çocukları arasında kamuoyunda tanınan isimler var mı? Nezahat Gündoğan: Bu kişiler doğal olarak bugün kamuoyunda bilinen kişilerin annesi babası olabilir. Böyle olanlar var ancak biz açıklamak istemiyoruz. Onlar kendileri açıklasın ve bu karanlık sayfanın aydınlatılmasında katkıda bulunsunlar. Utanması gerekenler onlar değil. Bu insanları böyle zulümlere maruz bırakanlar utanmalıdır. Mesela Dersimli yetimlerin çocukları arasında tanınmış Türkçüler var. Yetimlerin çocukları özellikle çok milliyetçi bir ortamda yetişiyor. Bazıları yaşadıkları sosyal statünün değişmesinden çok korkuyorlar. Bu nedenlerden ötürü bir kısmı bizimle görüşmeyi, bir kısmı da röportaj vermeyi kabul etmedi. Bunlar daha çok “asker ailesi“ olarak yaşamını sürdürenler. Kazım Gündoğan: Bu çocukların evlenmesi/ evlendirilmesi de önemli bir konu. Evlenme çağına gelenler de subaylar tarafından kendi yakınlarıyla evlendiriliyor. Subay çocukları ya da eşraf çocuklarıyla evlendiriyorlar. O DÖNEMDE NAZIM DA DAHİL AYDINLAR SINIFTA KALDI Peki o dönemin aydınları olaya nasıl tepki veriyor? Nezahat Gündoğan: O dönemin aydınları Nazım'dan tutalım da birçok aydın Dersim'de gerici bir ayaklanma olduğunu, cumhuriyet ordusunun da gidip bastırdığını düşünüyor. Ama olayları olduğu gibi gözler önüne seren isimler de var. Örneğin Necip Fazıl Kısakürek. Kazım Gündoğan: Said-i Nursi'nin öğrencisi olan Hulusi Yayhagil de yaşananları anlatırken "1938'de bizi Dersim isyanını bastırmaya gönderdiler. Bize verilen tek emir vardı; imha" diyor. Dersim meselesinin bütün yönleriyle ortaya çıkması için bu kaynakların değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Tunceli'de yüzlerce kayıp var O dönemde operasyona katılan subaylar tarafından zorla evlatlık olarak alınan kaç çocuk var? Kazım Gündoğan: Biz bu araştırmayı derinleştirdikçe sayının 100'lerce olduğunu gördük. Çünkü bölgede birçok ailede bir kayıp öyküsü var, bir evlatlık öyküsü var. Siz belgeselde kaç Dersim evlatlığına ulaştınız? Kazım Gündoğan:Adları, kimlikleri belli 60 -70 kişi var. Alilerini bulan bizim tespit ettiğimiz 35-40 civarında kişi mevcut. Bunlardan bir kısmıyla çekimler yaptık. Buluşma sağladınız mı? Belgeselde bu anlarının da görüntüleri olacak mı? Kazım Gündoğan: Elbette. İlk defa belgelenmiş oldu. Nezahat Gündoğan: Bu görüntüleri izlerken o süreçte kızların alınmasındaki mantığının sonuçlarını da görüyorsunuz. Çünkü buluşan kardeşlerin arasındaki farklılıklar asimilasyonun belgesi. Bu çocukların statüsü nedir? Evlatlık mı, yanaşma mı? Nezahat Gündoğan: Evlatlık kavramı nedir bunun üzerinde durmak lazım. Bu kızların evlerde hizmetinden yararlanılıyor. Hukuksal olarak hiçbir haktan yararlandırılmıyor, nüfusa ve mirasa dâhil edilmiyorlar. Yanlarına alan subaylar tarafından nüfusa geçirilmemiş. Onlara kendi soyadlarını vermemişler. Soyadı nasıl verilmemiş? Nezahat Gündoğan: Diyelim alan subay Malatya'da görevli. Orada herhangi bir ailenin üzerine kaydetmiş. Herhalde o kadar yetkileri varmış. En önemlisi de bu çocukların hiçbiri okutulmuyor. Savaş artığı muamelesi yapılıyor. Buluşmalar nasıl gerçekleşmiş, kim kimi bulmuş? Kazım Gündoğan: Aileler de arıyor, çocukların bir kısmı da aramaya başlıyor. 65 yıl sonra ailesini bulan ve filme de konu olan bir teyze uzun yıllar gizliyor kendini. Çocuklarından, hatta eşinden bile gizliyor. Sonra yaşlanınca çocuklarına söylüyor. Çocukları yapıyor arama çalışmalarını. Nezahat Gündoğan: Bizim belgeselde iki amcakızının öyküsü var. Ailesi o dönemde bu kızları çok arıyor. Genelkurmay'a dilekçeler yazılıyor. Dilekçeye verilen cevapta kızların İstanbul da Yarbay Münip Yılmaztürk'ün nezaretinde olduğu söyleniyor. Bu durum çocukların kayıtlı olduğunu gösteriyor. İstense hepsi bulunur. Murat Bardakçı elindeki belgeleri açıklasın Siz kayıp kızların anılarına dayanarak tarihteki önemli bir konuyu gündeme getiriyorsunuz. Bu konuyla ilgili belgeler nasıl ortaya konabilir? Kazım Gündoğan: Dersim'de yaşananların anlaşılması için Genelkurmay'ın arşivlerini açması gerekiyor. Şükrü Kaya'nın o dönemde ne yaptığı, Fevzi Çakmak'ın rolünün ne olduğu biliniyor. Bunu açıklamaları gerekiyor.O süreçte görev yapmış pek çok subay var hala yaşıyor. Onların çocukları var. Mesela Muhsin Batur, Cevdet Sunay o dönemde önemli rol oynadı. Murat Bardakçı'nın dedesi Cemal Bardakçı 1935 öncesi orada vali olarak bulunuyordu. Şunu da belirtmek lazım Cemal Bardakçı o dönemde bölgede halk tarafından sevilen bir isim.Diğerleri gibi değerlendirilmiyor.Bunların elinde belgeler var. O belgelerin Murat Bardakçı'da olması ihtimal dâhilinde. Yani tek kaynak devletin arşivleri de değil. Onur Öymen'in Dersim açıklamasına tepki Tunceli Dernekleri Federasyonu üyeleri, CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'in 'Dersim olayları' ile ilgili açıklamasına tepki gösterdi. Konak Meydanı'nda toplanan Tunceli Dernekleri Federasyonuna bağlı çeşitli derneklerin temsilcileri, CHP ve Onur Öymen aleyhine slogan attı.İzmir Dersim Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı Kemal Mutlu, grup adına burada yaptığı açıklamada, TBMM Genel Kurulu'nda 'Demokratik Açılıma' karşı görüşlerini açıklayan Onur Öymen'in,'Dersim katliamında yaşanan olayları meşru göstermesi, utanç verici' dedi. Mutlu, "Katliamları meşru bir zemine oturtma çabası insanlık dışıdır" diye konuştu. Kenan Evren doğru söylemiyor Kenan Evren'in eşi Sekine Evren'in Dersim evlatlığı olduğu söylenir hep. Nezahat Gündoğan:Aslında bunu açıklaması gerekenler Kenan Evren'in kızları. Kenan Evren devlet katılığıyla açıklama yapmaktan imtina edebilir ama çocukları çok önemli bir rol oynuyor.Annelerinin hatıralarına saygılı davranıp bunu sır olmaktan çıkarabilirler.Kenan Evren, eşinin Manisa nüfusuna kayıtlı olduğunu söylemişti. Bu neyi değiştirir ki. Bir subayın devlet gibi görüldüğü koşularda herkesi her yere istediğiniz gibi kaydedebilirsiniz. Zaten bu çocuklar o dönemde rastgele ailelerin üzerine kaydedilmiş. Defalarca isimleri,soy isimleri değiştirilmiş. Necip Fazıl katliamı anlatıyor Kazım Gündoğan:Dersim katliamı konusunda o katliam sürecini bizzat yaşamış olan Hacı İbrahim Hulusi Yayhagil var. Saidi Nursi'nin öğrencisi. “Son Şahitler Bediüzaman Said-i Nursi Anlatıyor“ adlı bir kitabı var.O kadar objektif bir biçimde anlatıyor ki yaşananları. Sonra Necip Fazıl Kısa Kürek o dönemi çok objektif bir biçimde anlatıyor. Necip Fazıl o dönemde bu ülkenin vicdanı olabilen tek insan.Nazım Hikmetler şunlar bunlar susarken o dönemin aydınları Kemalizm'in etkisindeyken, Necip Fazıl, “Orada bir politika uygulanıyor. Türk egemenliği güçlendirilmek isteniyor.Merkeziyetçilik egemen kılınıyor.Katliamların nedeni budur“ diyebiliyor.Son Devrin Din Mazlumları adlı kitabında bunları kapsamlı bir şekilde ortaya koyuyor. 'İnsanlık ayıbıdır' Onur Öymen'e tepki gösteren Tunceli Dernekleri Federasyonu üyeleri bu açıklamayı 'insanlık ayıbı' olarak gördüklerini belirttiler. Öte yandan Diyarbakır'da de 43 sivil toplum kuruluşu da bir basın toplantısı düzenleyerek Öymen'e tepki gösterdi."

Anonymous (not verified)

Sun, 11/15/2009 - 14:30

Herkes, nasıl olup da Dersimli Kemal Kılıçdaroğlu'nun Onur Öymen'in Dersim Katliamı'nı savunan sözlerini alkışladığına şaşırıyor. Aslında sorulması gereken daha temel bir soru var: Dersimli Kemal Kılıçdaroğlu'nun CHP'de ne işi var? Sadece Kılıçdaroğlu mu? Dersimliler, Aleviler ortada 1937-38 gibi bir katliam varken nasıl bu kadar CHP'li ve Atatürkçü olabildiler? Cevaplardan ilki şu: 37-38 Dersim konusunda hayatlarını kolaylaştıracak sahte bir tarih üretip ona inanarak. Bu alternatif tarihin temelinde Atatürk'ü bu işten temiz çıkarmak var. Son dönemde yapılan tarih çalışmaları ve politik havanın değişmesiyle ikna ediciliği azalsa da özellikle bir kuşak şuna inandırıldı: Atatürk'ün Dersim'de olan bitenden haberi yoktu. Zaten çok hastaydı, ona sormadan yaptılar. Seyit Rıza'yı da o Elazığ'a gelmeden çabucak astılar. O, duysa asılmasına izin vermezdi. Peki, kim yaptı bu katliamı? Bu alternatif tarihe göre 1937'nin ekim ayında İnönü ile arası açılınca Atatürk'ün başbakanlığa getirdiği Celal Bayar. Sağcıların başı Bayar, dönemin Genelkurmay Başkanı ’gerici' Fevzi Çakmak. Birkaç da general. İşte bu kadar. Atatürk hastaydı, bilmiyordu. İnönü zaten görevde değildi. Böylece Dersim Katliamı da ihtiyaca binaen klasik sağ-sol, laik-gerici ikiliği içine oturtulmuş oldu. Halbuki yeni kurulan ulus-devlet otoritesine girmemek için direnen Dersim'i Türkiye Cumhuriyeti topraklarına katmakta kararlı olan Atatürk, başından sonuna kadar olan bitenin merkezindeydi. Daha 1936'da TBMM açılışında yaptığı konuşmada Dersim meselesi için “Bu korkunç çıbanı tümüyle temizleyip koparmaktan, kökünden kesip temizlemekten“ ve bunun “her ne pahasına olursa olsun yapılması gerektiğinden“ bahsetmişti. Dersimlilerin üstüne uçaklarla “Teslim olmazsanız cumhuriyetin kahredici ordusu tarafından mahvedileceksiniz“ bildirileri atıldığı 4 Mayıs 1937 günü Dersim'in kaderini belirleyen Bakanlar Kurulu toplantısına Atatürk başkanlık etti. Atatürk bazı manevraları bizzat izledi. Operasyonu harita başından bizzat takip etti. Çatışmalarda devlete yardım eden kişileri tanıyacak kadar olan biten hakkında saat saat malumat sahibiydi. Atatürk o dönemde hasta yatağında da değildi. Seyit Rıza ve adamlarının asılmasının ardından hem de yanına Dersim'i bombaladığı için gazetelerin manşetlerinden inmeyen manevi kızı Sabiha Gökçen'i alarak Elazığ'a, Dersim'e gitti, köprü açtı. Ve başta Sabiha Gökçen olmak üzere Tunç Eli denilen operasyona katılan askerlere madalya taktı. “Atatürk'e ibadetten“ söz edecek kadar sıkı bir Atatürkçü olarak yaşamış ve ölmüş Celal Bayar'ın bir röportajında söylediği gibi “Atatürk ’Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim'i' dedi“ ve Dersim vuruldu. Peki, Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşamaya devam etmeyi düşünen bir Alevi için bu hakikat ’faydalı bir hakikat' miydi? Değildi. Peki, Dersim meselesiyle ilgili okuyan, çalışmalar yapan, bizzat İhsan Sabri Çağlayangil'in ağzından olan biteni duyan Kılıçdaroğlu ve 1937-38 ile ilgili bunca kitap ve belge ortaya çıkmasına rağmen Aleviler kendi sahte tarihlerinden niye vazgeçmedi ve sıkı Atatürkçü ve CHP'li olarak kaldı? Çünkü başka çareleri yoktu. Onları çaresiz bırakan CHP çizgisinin karşısındaki sağcı-Sünni siyasetin Alevilere bakış açısıydı. Bir katliamı bile unutturacak önyargılar, aşağılanmalar, adam yerine konulmamalar... O kadar ki “Son Devrin Din Mazlumları“nda Necip Fazıl'ın bile “tarihte bir benzeri gösterilemez“ diyerek katliamın ayrıntılarını anlatmasına rağmen CHP'li Onur Öymen sahip çıkıncaya kadar Türkiye'deki dindarlar Dersim'de olan bitenle pek ilgilenmedi. Dersim Katliamı Kerbala'yı unutturmadı. Yavuz'u unutturmadı. İğrenç Kızılbaş hikâyelerini, “kuyruklu Alevi“ hakaretlerini unutturmadı. İşte AKP hükümeti Alevi açılımıyla tarihin bu yüküne karşı mesafe almaya çalışıyor. Yani AKP, Dersimli Kılıçdaroğlu'nu CHP'li yapan koşulları ortadan kaldırmadan Alevilere açılmış sayılmaz. Taraf Gazetesi

Add new comment

Plain text

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.