Skip to main content
Submitted by Anonymous (not verified) on 16 February 2008

Başbakan Erdoğan, Almanya'da Türk liseleri, Türk üniversiteleri açılmasını istedi ve "Asimilasyon insanlığa karşı suçtur!" dedi. Almanlar çok kızdı. Olabilir. Ben de düşündüm, ben neyim diye. Asimile Türk müyüm? Yoksa entegre Türk mü? Dedem Çerkez-Kabardey, Anneannem Gürcü. Büyükbabam Midilli adasından, Babaannem Yunan Makedonyası Serez'den geliyor. Ama benim ne Çerkezlikle, ne Gürcülükle, ne de Makedonlukla ilgim kalmış. O zaman asimile miyim? Yoksa entegre mi? Galiba asimileyim. Çünkü köklerime ilişkin hiçbir şey bilmiyorum. Ne adetlerinden, ne dillerinden haberim var. Okullarda böyle şeyler öğretilmedi bana...Ahmet Türk aklıma geldi.
Soyadı Türk ama kendisi Kürt.
Hem de Kürt oğlu Kürt!
Asimile mi, entegre mi?
Dalga mı geçiyorsun?..
Baksana, Kürtçe soyadı koymasına bile izin verilmemiş...
Devletimiz çok kararlı gitmiş Kürtler konusunda. Doğan çocuklara Kürtçe isim koydurmadığı gibi köylerin, kasabaların, dağların, taşların Kürtçe isimlerini bile Türkçeye değiştirmiş...
Kamuya açık yerlerde Kürtçe konuşulmasını yasaklamış 1920'lerden itibaren... (12 Eylül askeri yönetimi 1983'de giderayak bu yasağı yenilemişti)
Hatta Kürt yok, Türk var demiş devletimiz yıllar yılı...
Dilini, kültürünü, kısacası Kürt kimliğini olduğu gibi yok saymış...
Kürt var diyeni de, Kürdistan diyeni de, sadece bu kelimeyi söyledi, yazdı diye hapse atmış devletimiz...
(Üstelik böylelerini daha 1990'larda Terörle Mücadele Yasası uyarınca terörist muamelesi yaparak içeri tıkmıştı.)
Kısacası bu ülkede:
Kürtçe öğretilmesi yasaklanmış.
Kürtçe radyo yasaklanmış.
Kürtçe televizyon yasaklanmış.
Kürtçe yayın yasaklanmış.
Bu yasakların bugün bile pratikte şöyle ya da böyle sürdürülmek istendiği dikkati çekiyor.
Yasalar birçok şeye cevaz veriyor gözükse de, uygulamada işler hâlâ pek öyle yürümüyor.
Şimdi Ahmet Türk'e sorsak:
Asimile misin?..
Yoksa entegre mi?..
Bilemiyorum, Almanlar gibi Ahmet Türk de kızabilir böyle bir soruya. "Git kardeşim sabah sabah başımdan" diyebilir.
Ama şu günlerde böyle bir sorunun en iyi muhatabı herhalde Tayyip Erdoğan'dır.
Sayın Başbakan,
Ahmet Türk asimile mi?
Yoksa entegre Kürt mü?
Soru şöyle de sorulabilir:
Sayın Başbakan,
Gürcüler, Çerkezler ya da Ahmet Türk gibi Kürt oğlu Kürtler asimile mi, yoksa entegre mi edildiler?
Yanıtınız ilgi çekici olabilir.
Asimilasyonun insanlık suçu olduğu konusundaki görüşünüze katılıyorum. Özellikle 18 ve 19. yüzyıllardan başlayarak neredeyse bütün ulus-devletler milliyetçilik adına bu suçu bol bol işlediler. Bu açıdan fazla istisna olduğunu da sanmıyorum.
Bakın, daha birkaç gün önce Avustralya'nın İşçi Partili yeni Başbakanı Kevin Rud, parlamento kürsüsüne çıktı ve ülkesinin yerli halkı Aborjinler'den özür diledi.
Neden mi?
Çünkü Avustralya'da devlet bir yüzyıl boyunca Aborjinlere karşı acımasız bir asimilasyon siyaseti izlemişti. O kadar ki, Aborjin çocuklar zorla ailelerinden kopartılıp, kendi köklerini yok sayan bir eğitim politikasına tabi kılınmışlardı.
Evet Sayın Başbakan,
Size katılıyorum, asimilasyon insanlığa karşı bir suç...
Şimdi soruyorum size:
Türkiye'de Kürtler asimile mi?
Entegre mi?

Kaynak: Milliyet Gazetesi/16 Şubat 2008

Anonymous (not verified)

Sun, 02/17/2008 - 11:38

“İnsanlık Suçuna“ dur demek de bir “İnsanlık Görevidir“ Evet, asimilasyon bir insanlık suçudur ve bu, Kürdlere karşı 85 yıldır uygulanmaktadır. Bu nedenle kimin tarafından uygulanırsa uygulansın, asimilasyon politikalarına karşı olmak ve direnmek de bir insanlık görevidir . Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Tayip Erdoğan'ın Almanya ziyareti sırasında orada yaşayan Türklere hitaben yaptığı “ asimilasyon bir insanlık suçudur“ ve Partisini grup toplantısında “her halde hiç kimse kimseden ana dilini unutmasını, ana dilini öğrenmemesini isteme hakkına sahip değildir. Bunu anlamamakta direniyorlar, niye direniyorsunuz, bundan niye korkuyorsunuz, bundan daha tabii ne olabilir“ mealindeki sözlerine karşılık, daha bir ay önce Diyarbakır ziyareti sırasında, kendisine bu yöndeki Kürd talebini dile getiren Baro Başkanına “ bekara karı boşamak kolaydır, Kürdçe anadilde eğitim talebin karşılanmasının mümkün olmadığını, başkalarının da bu yönde talepte bulunacağı“ yönünde sarf ettiği sözleri unutmuş, Alman devletinin yabancı işçiler için öngördüğü uyum ve entegrasyon politikalarını asimilasyon olarak değerlendirmekle, Almanya'ya ekonomik nedenlerle 40-50 yıl önce göçmüş Türkleri, -uluslararası hukukta dilsel ve dinsel azınlık ile yerli halklar tanımlarını bir tarafa bırakarak- azınlık veya yerleşik bir halkmış gibi, bu politikaya karşı direnmeye çağırmaktadır. Asimilasyon Ahlaksızca Bir Tutumdur . Asimilasyon, sözlük tanımıyla “ bir toplumdaki etnik veya kültürel ayrılıkların egemen kültür içerisinde eritilmesi sürecidir .“ Daha büyük bir kültürel etkileşime giren ya da bu kültüre katılan gruplar( göçmenler) giderek kendi kültürel zenginliklerini yitirir ve katıldıkları toplumun bir parçası olurlar. Ancak unutulmamalı terim hiçbir zaman ırksal veya biyolojik bir tam kaynaşmayı içermez. Asimilasyon politikası ise; bir halkın sistematik olarak dilsel, dinsel ve tüm kültürel değerlerinin tamamen yok edilmesine dayalı politik ve siyasi hedefleri olan bir süreçtir . Eğer asimilasyon, bir politika olarak benimsenmiş ve uygulanıyorsa; bu, bir insanlık suçudur. Çünkü asimilasyon; insanı kendisi olmaktan çıkarmak, özünü boşaltmaktır. Kişinin insan olmaktan kaynaklanan tüm değerlerini yok ederek, geçmişle bağını koparmak, onun yerine ona ait olmayan başka bir şeyle doldurmaktır. Asimilasyon, hiçbir zaman kendiliğinden ve gönüllü olarak gerçekleşmez, açık, gizli, red ve inkara dayalı tüm argümanlar devreye sokularak gerçekleştirilir. Bu da o olguyu önce görmemezlikten gelerek işlenir, daha sonra red ve inkarla muhatabın önce bilinci iğfal edilerek bulanıklaştırılır, çarptırılarak temelsiz kılınır ve boşlukta bırakılır, daha sonra boşluk hedeflenen politikanın gereği başka bir şeyle doldurulur. Bu nedenle asimilasyon ahlaksızca bir tutumdur Asimilasyon Anadolu'yu Renksiz ve Kokusuz Bir Bahçeye Çevirmiştir. Anadolu'daki tarihi sosyal ve kültürel yapı, egemen siyasal hedefler çerçevesinde incelendiğinde; etnik, dilsel, dinsel ve diğer kültürel farklılıkların zamanla bu özelliklerini yitirerek büyük ölçekte Türk- İslam yapısı içerisinde eritildiğini görmek mümkündür. Özellikle Ermeni, Yahudi ve Rumlar ile Keldani ve Süryaniler açısından incelendiğinde, Osmanlılardan beri yaşanan dinsel azınlık psikolojisi ile hukuki ve fiili uygulamaların yarattığı bir sonuç olarak, asimilasyonun azınlık mensupları üzerinde etkili olduğu, buna karşı direnenlerin de sonunda göçtürme veya mübadele adı altında yapılan kimi uygulamalarla mallarından mülklerinden ve her şeyden önemlisi vatan olarak bildikleri topraklardan göçtürülmeleriyle sonuçlanmış, bu gün için sayıları sınırlı bir düzeye indirilerek etkinlikleri yok edilmiştir. Bir diğer kesim ise, özellikle Osmanlı - Rus Savaşları, Balkan Savaşı, 1.Paylaşım Savaşı gibi nedenleriyle Anadolu'ya göçmüş Çerkez, Laz Abaza, Boşnak, Arnavut, Hırvat vb. Müslüman unsurların Anadolu'da edindikleri ve benimsedikleri Türk kimliğidir. Bu kimliğin ne kadar gönüllü ya da gönülsüz benimsendiği bir tarafa bırakılırsa, asimilasyonun bu dilsel farklılıklar açısından büyük ölçüde gerçekleştiğini söylemek abartı sayılmaz. Yerleşik Bir Halk Olarak Kürdler. Kürtlerin konumu bu her iki gruptan ayrı ne bir azınlık ne de bir göçmen sorunu olup, kendi toprakları üzerinde binlerce yıldan beri yaşayan yerleşik bir halk sorunudur. Başbakanın kendi deyimiyle “Büyük devletler de hata yapabilir, önemli olan bunu kabul etmektir“.(2005 Diyarbakır konuşması) sözünden hareketle Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren asimilasyon politikalarının kısa tarihsel bir kronolojisini yapalım. Bilindiği gibi dil ve kültür, iç içe olan kavramlardır, dil, sadece bireyin ve o bireyin toplumla ifadesi ve iletişim aracı olmaktan öteye, kültürünün bir ifadesi olarak değerlendirmek gerekir. Anadil ise, bireyin doğumdan itibaren içinde yaşadığı aile ve toplumla birlikte öğrendiği ilk dildir. Anadil, sonradan öğrenilen bir dilden öte, insanın bilinçaltına inen, kimliğinin, kişiliğinin temel taşını oluşturan, onu toplumun diğer bireyleriyle ilişkilendiren en güçlü bağdır. Dilin etnik topluluğun en önemli öğesi olduğu bilinen bir gerçektir. Kendini anadili ile ifade etmenin insan doğası ve kişiliğiyle ne kadar uyumlu bulunduğu, bunun yerine yabancı bir dilin ikame edilmesinin, direkt olarak o insan veya etnik topluluğun kodları ile oynamak anlamına geldiği, bu andan itibaren de topluluğun artık ne kendisi ne de başka bir şey olabildiği bilimsel bir gerçektir. Bu nedenledir ki, denildiği gibi asimilasyon, bir insanlık suçudur. Birinci Meclis döneminde; belki sürece ilişkin bir politika olarak, belki de Anadolu realitesine dayalı bir söylem olarak Mustafa Kemal “ Meclisi analizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Laz değildir, fakat hepsinden oluşan İslami unsurlardır“ (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri 3 Temmuz 1920 C:1 S:73) Keza Eskişehir basın Toplantısında “ ...Dolayısıyla başlı başına bir Kürdlük tassavur etmektense, bizim anayasa gereğince zaten bir tür yerel özerklik oluşacaktır. O halde hangi ilin halkı Kürd ise onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edecektir.(TBMM Gizli Celse Zabıtları C.3 S:564) Bu söz ve demeçlere bakıldığında Lozan Anlaşması ve Cumhuriyetin ilanı ile 1924 Anayasası sürecine kadar politik olarak göreceli de olsa kaba bir inkar ve red anlayışının olmadığı söylenebilir. Ancak bu süreçten sonra ve 1924 Anayasası sistemiyle durum tamamen değişmiştir. 1930'lardan sonra da katı, ırkçı bir söylem ile açık gizli tüm asimilasyon araçları devreye sokulmuştur. Bu politikanın en önemli unsurunun dil ve ona bağlı gelişen ulusal aidiyet duygusu yok edilmesi olduğu bilinmektedir. Kürdlerin büyük bir kısmı; vatanları, iktisadi yaşamı ve nispeten siyasi birlikleri parçalanmadan önce, ülkelerinde kimi dilsel ve dinsel azınlıklarla birlikte, içişlerinde otonom, ancak bazı konularda Osmanlı otoritesine bağlı yaşayan büyük bir halk topluluğuydu. Ancak 1.Paylaşım Savaşı ve öncesi, gerek siyasal örgütlülüklerinin düzeyi, gerekse kendi içlerinde ulusal birlik sorununu çözememiş olmaları yanı sıra, en önemlisi de İttihak -Terakki yönetimi ve anlayışı içerisindeki Osmanlı yönetimi ile Kemalist hareketin İngiliz ve Fransız güçleriyle uzlaşma ve ittifakları sonucu bırakın siyasal kimliğinin kabulü, doğal ve insani hakları olan etnik kimliklerinin reddedildiği, vatanlarının bölünerek farklı devletlerin denetimine bırakıldığı bir tarihsel süreçle yüz yüze bırakılmışlardır. Lozan Anlaşması ve Türkiye Cumhuriyetinin ilanıyla kendilerini bu siyasal sürecin dışında gören Kürd halkının, ulusal varlığı, dili ve kültürel değerleri için yaptığı tüm girişimler acımasızca ve şiddetle bastırılmış, bırakın varlığının tanınması, bin yıllardır bir sosyal ve toplumsal realite olan varlığı dahi, acımasız asimilasyon politikalarıyla yüz yüze kalmıştır. Öncelikle Kürdler'in ayrı etnik bir varlık olmadığı, asalında onların da Turani bir kavim yani Türk oldukları, dillerinin de karşılaştıkları halklardan etkilenerek, bu gün için konuşulan yapay bir diyaleğe dönüştüğü, bunun da bir dil olmadığı tezi çerçevesinde asimilasyonun temel öğesi olan red ve inkarla işe başlanmıştır.Yine 1930'lardan itibaren yeni bir dil, tarih ve kültür projesi çerçevesinde, Güneş Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi ile Anadolu'nun tarihsel, toplumsal kültürel zenginliğini, tek dil, tek kültür tarzında yoğun ve acımasız bir asimilasyon politikasına tabi tutular. Bu politikanın uygulanması, Anadolu'daki Müslüman halklar açısından nispeten kolay olmuştur.Çünkü, Anadolu'nun bu yeni Türk kimliği onlara askeri ve sivil bürokrasi içerisinde ve iktisadi yaşamda büyük fırsatlar sunmuştur. Zaten bu halkların Osmanlı yönetimi içerisindeki pozisyonları da onların Cumhuriyet yönetimiyle uzlaşmalarını ve asimilasyon politikalarının uygulanmasını kendileri açısından kolay kılmıştır. Müslüman olmayan azınlıklar ise, gerek Balkan Savaşları ve 1. Paylaşım Savaşı dönemi ile katliam, göçtürme ve mübadele adı altında, gerekse Varlık Vergisi ile 6-7 Eylül olayları sonucunda marjinal bir sayı ve alana hapsedilmiş Anadolu'daki varlıklarına büyük ölçüde son verilmiş, İstanbul'da kendilerine Lozan Anlaşması ile tanınan sözde haklar ile varlıkları ve yoklukları tartışılır hale sokulmuştur. Hak İhlallerine Karşı Direnmek Sorun Olarak Algılanmıştır. Cumhuriyet projesinin önünde sorunlar büyük ölçüde halledilirken, Kürdler varlıklarına yönelik bu hukuk ihlallerine karşı direnmiş, bu nedenle Cumhuriyet projesinin önünde bir engel ve sorun olarak algılanmışlardır. Kürdlerin sayısal varlıkları, geniş bir coğrafyaya yerleşik oluşları, Türkiye toplumuyla tarihsel bağları ve büyük ölçüde aynı dini inançta olmaları, asimilasyon politikasının kendine özgü biçimde yürütülmesini beraberinde getirmiştir. Bu nedenle Müslüman olmayan diğer azınlıklar için uygulanan toplu kıyım, göçtürme politikaları yerine, sürece yayılmış, zaman zaman açık, zaman zaman gizli ve zaman zaman da şiddete dayalı politikalar devreye sokulmuştur. Coğrafyalarından koparılarak, Anadolu içlerine dağıtılmak suretiyle, dillerinin yok edilmesi ile diğer tüm kültürel değerlerin ve varlığının da yok edileceğinin hesabı yapılmıştır. Bu yöndeki fiili uygulamalar yanında, yasal ve hukuki düzenlemeler de devreye sokulmuştur. Eğitim ve Öğretime İlişkin Anayasal ve Yasal Düzenlemelerin Amacı Asimilasyonu Gerçekleştirmektir. 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile asimilasyoncu eğitim ve öğretimin temeli atılmıştır. Çünkü bu yolla Kürd dilinin eğitim dili olarak kullanıldığı medreselerdeki eğitime son verilmiş ve Kürd dilinin varlığı ve gelişimi büyük bir darbe yemiştir . Yine bu politikanın bir ayağı olarak Şark Islahat Planı'ın hazırlanmış ve bu Planın 14. maddesi ile de bu anlayış ve hedef açıkça vurgulanmıştır. Bu maddeye göre “ Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Bitlis, Muş, Varto, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişgezek, Ovacık, Adıyaman, Besni, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kazalarında hükümet ve belediyelerinde, dairelerinde ve diğer kuruluşlarında, okullarında, çarşı pazarlarında Türkçeden başka dil kullananlar , hükümet ve belediyenin emirlerine aykırılıkla suçlanarak cezalandırılmalıdır. Aynı yasanın 17. maddesi “ Fırat'ın batısındaki illerin batı bölümlerinde dağınık biçimde yerleşmiş Kürdlerin, Kürdçe konuşmaları mutlaka yasaklanacaktır ve kız okullarına önem verilerek, kadınların Türkçe konuşmaları sağlanacaktır“. Buradaki temel hedef, özellikle geniş bir coğrafyaya bağlı ve yerleşik yaşayan Kürd halkının varlığını asimilasyon politikalarıyla yok etmektir. 1934 yılında uygulamaya konulan “ Mecburi İskan Kanunu ile, dil ve kültür öğesinin coğrafyaya bağlı olarak gelişen ve devam eden özelliği göz önünde bulundurularak, çeşitli nedenlerle Kürd nüfusunu zorunlu ve “gönüllü“ olarak Batı Anadolu'ya göçtürmek, boşaltılan yerlere Türk göçmenler yerleştirilmek suretiyle de asimilasyonu bir başka veçhiyle Kürd coğrafyasında da sürdürmektir. Yine Yatılı Bölge Okulları projesi ile “ Brovny“ usulüyle ( yabancı ırklara mensup çocukların ilkokulda asimile edilerek İngiliz ulusunun savunucusu ve bir bireyi haline getirme anlayışı) Kürd çocukları açısından asimilasyonu derinleştirmek hedefi güdülmüştür. Kürdçe konuşmayı yasaklayan, çocukları ailelerinden soyutlayan, askeri bir disiplinle devşirme geleneğinin bir uzantısı olarak devreye sokulan eğitim politikaları bu körpe beyinlerin içini boşaltmak ve onları kişiliksizleştirme hedefine yönelik olmuştur. Anayasanın gerek başlangıç bölümüyle ve gerekse diğer maddelerdeki tanımlarla Any.M:3 “ Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir , Any. M: 66 “ Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk'tür“ Any.M:42: “ Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez“ gibi düzenlemelerin sosyal gerçekliğe ve bilime aykırı olduğu gibi, ancak Türk kimliği ile vatandaş olunabileceği, Kürd, Laz, Çerkez Arap vb. kimlikle vatandaş olunamayacağı yönündeki yaklaşım olup, ırkçı ve asimilasyonist politikalarının ifadesidir. On binlerce köy ve yerleşim yerinin adlarının değiştirilmesi, kişi adları ve soyadlarına kadar yapılan düzenlemeler, AB sürecinde dahi Kürd dilinin medya dili olarak kullanılmasına getirilen kısıtlamalar, düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda dile getirilen engeller ve yargılamalar, bu politikanın acımasız biçimde devam ettiğini göstermektedir. Halkların kaderlerini tayin hakkı ile dil, kültür hakları açısından düzenlenmiş bulunan ve Türkiye'nin de imzaladığı kimi evrensel insan hakları metinlerine göz attığımızda, Türkiye uygulaması bu metinler karşısında paradoksal bir çerçeve çizmektedir Birleşmiş Milletler Şartı'nın 1 ve 55 maddeleri ( Türkiye 26 Haziran 1945 te 51 ülke ile birlikte imzalamıştır) Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi'nin 1 ve 2. maddeleri (Türkiye 23 Mart 1950 de onaylamıştır) Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslar arası Sözleşmesi'nin 1.maddesi ( Kendi Kaderini Tayin Hakkı) 2, 4, 24 .( Çocukların Hakları), 25, 26 ve 27 .(Azınlıkların Korunması) maddeleri. (16 Aralık 1966'da kabul edilen bu Sözleşmeyi, Türkiye 04.06.2003 tarihinde onaylayarak Sözleşmenin 1. maddesine beyan belirtmiş, 27. maddesi için de çekince koymuştur. Bu çekincede Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Anlaşması ve Eklerinin ilgili hükümlerine ve usullerine göre uygulama hakkını saklı tutacağını ifade etmiştir) BM Ekonomik ve Sosyal Haklar Sözleşmesi'nin 2, 13 . (Eğitim Hakkı) ve 15.maddeleri . (16.12.1966 tarihinde Newyork'ta imzalanan bu Sözleşmeyi Türkiye 04.06.2003 tarihinde onaylamıştır. Türkiye sözleşmenin uygulanması konusunda 3 beyan ileri sürmüş ve Sözleşme'nin 13.maddesi'ne( Eğitim Hakkı ) şu çekinceyi koymuştur. “Türkiye Cumhuriyeti, Sözleşmenin 13. maddesinin 3 ve 4. paragrafı hükümlerini Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 3.14. ve 42.maddeleri çerçevesinde uygulama hakkını saklı tutar.) Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin 2, 7, 17. (kitle iletişim araçlarından yararlanma ve bilgi edinme) 29. (eğitim hakkı) 30. (dil, din ve kültürel farklılıklara dayalı haklardan yararlanma) “ 20.11.1989 tarihinde kabul edilen bu Sözleşme'yi Türkiye 09.12.1994 tarihinde onaylamıştır. Türkiye Cumhuriyeti Sözleşme'nin 17, 29 ve 30. madde hükümlerini TC Anayasası ve 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Anlaşması Hükümlerine ve ruhuna uygun olarak yorumlama hakkını saklı tutarak çekince koymuştur.) Birleşmiş Milletler Her Türlü Irksal Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (21. 12.1965 tarihinde imzalanan bu Sözleşme'yi Türkiye 03.04.2002 tarihinde Sözleşmenin 22. maddesine çekince koyarak onaylamıştır. UNESCO Eğitimde Ayrımcılığa Karşı Uluslar arası Sözleşme (14 Aralık 1960 tarihinde Paris'te imzalanan bu Sözleşme'ye Türkiye henüz taraf değildir.) UNESCO Soyut Kültürel Mirasın Korunmasına Dair Sözleşme (Paris, 17 Ekim 2003. Türkiye henüz onaylamamıştır) Uluslar arası Azınlıklar Çerçeve Sözleşmesi ( Strazburg, Şubat 1999) ve Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı( Avrupa Konseyi Üye Devletlerin imzaladığı bu her iki Sözleşme'ye Türkiye taraf değildir.) Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi ve ek Protokolleri, BM Evrensel İnsan Hakları Bildirisi, Ulusal veya Etnik, Dinsel veya Dilsel Azınlıklara Mensup Olan Kişilerin Haklarına Dair Bildiri vb... İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar Zamanaşımına Uğramaz İnsan kişiliğinin temelini oluşturan, kimlik, dil ve kültür öğeler; kişiyi toplumun diğer bireyleriyle ilişkilendiren en güçlü bağdır. Bu nedenle de uluslararası insan hakları hukukunda ve belgelerinde; dil ve kültür haklarının gelişimine, ana dilin kullanımı ve eğitimine ilişkin evrensel normları belirleme çabası, devletlere ciddi yükümlülükler yüklemektedir . Yukarıda belirtildiği gibi, Türkiye'nin taraf olduğu ve çekince koyduğu Sözleşmeler ile, taraf olmadığı kimi sözleşmelerle devlet uygulamasına bakıldığı zaman, Türkiye Lozan anlaşması ile belirlenen azınlıkların - ki bu dinsel azılıklar olarak Rum, Ermeni ve Yahudileri ifade etmekte, Keldaniler ile Süryaniler gibi diğer dinsel azınlıkları kapsamamaktadır- dışında dilsel, dinsel ve diğer kültürel farklılıkları kabul etmediği, özellikle Lozan Anlaşmasını referans göstermek suretiyle, bu yöndeki sözleşme hükümlerini yorumlama hakkını saklı tutuğu ve çekince koymak suretiyle imzaladığı görülmektedir.(Aslında Lozan Anlaşmasının “Azınlıkların Korunması“ başlığı altında, sadeca Müslüman olmayan Türk vatandaşlarını değil, özellikle 39/4. Madde Türkiye'de yaşayan tüm yurttaşlara ve Türkçeden başka dil konuşan Türk uyruklulara haklar sağlamaktadır. Ancak bu yeterince işlenememektedir. Tüm bu çekincelerin ve kaygıların altında yatan, Cumhuriyetin ilanıyla Anadolu'daki çeşitli dilseli, dinsel ve kültürel çoğulculuğa biçilen; tek dil, tek din ve tek kültüre dayalı bir cumhuriyet modelidir . Bu hedefi büyük oranda gerçekleştirmiş bulunan Cumhuriyet projesinin önündeki tek engel, her şeye rağmen tamamen asimile edilemeyen Kürdler oluşturmaktadır. Bunun altında yatan temel etken Kürdler'in Anadolu açısından bir kültürel farklılık, dilsel bir çeşitlilik olmaktan öte, ülkesi ve halkı ile oluşturduğu yaşam birlikteliğinin getirdiği yerleşik ve kalıcı tarihsel kültürel değerlere sahip olmasıdır. Ancak bütün bu varlığına ve direnme geleneğine rağmen, çeşitli nedenlerle dağıtılma ve dağılma sürecini yaşayan Kürdler'in, asimilasyonun pençeleri arasında sıkıştırıldığını, kendi coğrafyasında da hızla dil öğesini yitirerek asimilasyona uğradığını görmek gerekir. Red ve inkara yönelik politika karşısında, kendi kurumlarını yaratamadan, ana dilde eğitim hakkını kazanmadan, yaygın eğitim ve öğretim ile medya bombardımanı altındaki Kürd çocuklarının, dillerini ve kültürlerini ne kadar koruyabilecekleri konusu, beraberinde ciddi endişeleri getirmektedir, Kürdlerin, asimilasyon politikalarına karşı vicdan ve onurlarının en büyük silahı olduklarını bilmesi gerekirken, öncellikle anadilde eğitim hakkını güncelleştirmek, mücadelenin temel öncellikleri arasına almak, Türkiye'yi, imzaladığı veya çekince koyduğu sözleşmeleri uygulanması yönünde zorlamak gerekir. Gerek ülke içerisinde, gerekse uluslar arası alanda diplomatik çabalar ve bilimsel çalışmalar ile eylemlikler içerisinde olmak gerekmektedir. Bilinmelidir ki; dilin yok olması, düşüncenin yok olması demektir. Düşüncenin yok olması, o toplumun tüm değerlerinin, duygularının; sözlü, yazılı dilsel tüm öğelerin, tanımların, coğrafyanın, üretim ve üretim araçlarına bağlı tüm değerlerin, geçmişin ve geleceğin yok edilmesidir. Ahlaksızlıktır. Vicdansızlıktır. Cinayettir, üstelik bir topluma karşı işlendiği için bir çeşit soykırımdır. Soykırımsa suçları n suçudur, zamanaşımıyla ortadan kalkmaz. Diyarbakır- 16.02.2008 Fahri KARAKOYUNLU [email protected]

“Türk milliyetçiliği çağdaştır“, “Türk milliyetçiliği ırkçı değildir, barışçıdır, beynelmileldir“, “Türk milliyetçiliği ilericidir, anti-sömürgecidir, anti-emperyalisttir“, “Atatürk milliyetçiliği çağdaştır, ilericidir, açık, demokratik bir milliyetçiliktir“, “Atatürk milliyetçiliği hümanisttir, evrenseldir“. Türk milliyetçiliği böyle anlatılmaktadır. Kendisine yüklenen bu niteliklerden dolayı Türk milliyetçiliği övülmektedir. Bu, aslında, Kürtlere karşı, Kürt sorununa karşı geliştirilen bir söylemdir. Türk milliyetçiliğiyle ilgili olarak Türk resmi ideolojisini bu şekilde dile getirmek mümkündür. Resmi ideolojinin bu görüşü, genel olarak Türk düşüncesi tarafından da kabul görmektedir. Daha doğrusu Türk düşüncesi, bu görüşler doğrultusunda şekillenmiştir, gelişmiştir. Bu arada bazı emniyet müdürlerinin söylemi de dikkat çekicidir. Hrant Dink cinayetinde, Trabzon'da rahiplere saldırıda, Samsun'da Rahip Santoro'nun öldürülmesinde, Malatya'da misyonerlerin boğazları kesilerek öldürülmesinde, olayı gazetecilere anlatırlarken, “milliyetçi duygularla hareket etmişler...“ demektedirler. Bu, milliyetçilik anlayışıyla suçlular hakkında sempati toplamaya çalışmak, cinayetlerin ağırlığını hafifletmek anlamına gelmektedir. Türk milliyetçiliğinin övülmesine paralel olarak, Kürtlerde gelişen milliyetçi hareketler de, “ırkçıdır“, “ayrılıkçıdır“, “gericidir“, “etnikçidir“ vs. denerek kötülenmektedir. “Kürt milliyetçiliği etnik bir milliyetçiliktir.“ “Kürt milliyetçiliği gerici, kapalı bir milliyetçiliktir.“ “Kürt milliyetçiliği ilkel bir milliyetçiliktir.“ “Kürt milliyetçiliği emperyalizm işbirlikçisi bir milliyetçiliktir.“... Türk düşüncesinin, Kürtlere ve Kürtlerdeki milliyetçi gelişmelere karşı düşüncesi genel olarak budur. Daha çok kültür üzerinde, bu arada Kürt kültürü üzerinde çalışan Gürdal Aksoy, Nostradamus'un Kürdistan Kehaneti, Kürtler Üzerine Yazılar, (Komal Yayınevi, İstanbul 2007) kitabında, bu konudaki ikili kavramlara da yer vermektedir. Araştırmacı yazar Gürdal Aksoy, “Türk Milliyetçiliği Üzerine...“ başlıklı yazısında, Türk araştırmacıların, Kemalist Türk milliyetçiliğini pozitif, Kürt milliyetçiliğini ise negatif olarak değerlendirdiğini vurgulamaktadır. (s.38-50) Türk yazarları, basın mensupları, üniversite öğretim üyeleri, sivil toplum örgütleri çalışanları, siyasal partiler, hukukçular vs. genel olarak Türk milliyetçiliğiyle övünürler. “Türk milliyetçiliği ilericidir, çağdaştır, hümanisttir, Türk milliyetçiliğinde etnik milliyetçilik yoktur.“ vs. denerek Türk milliyetçiliği övülmektedir. Kürtler ise milliyetçi olmadıklarını, enternasyonalist olduklarını söylemektedirler. Kürtler, milliyetçi tutumlar, duygular ve düşünceler gündeme geldiği zaman, “önemli olan insanlıktır, önemli olan kardeşliktir“ diyerek milliyetçi duygulardan ve düşüncelerden ne kadar uzak durduklarını anlatmaya, ima etmeye çalışırlar. Resmi ideolojinin bilgilerini, yaşanan gerçeklere, fiili duruma uyguladığımız zaman, durumun hiç de böyle olmadığı görülmektedir. Kürtler ve Kürtçe, inkar ve imha edilen, asimilasyona tabi tutulan toplumsal ve dilsel kategorilerdir. Bu çerçevede Kürt dili yasaklanmış, Kürtçe insan isimleri, köy, belde, dağ isimleri Türkçe isimlerle değiştirilmiştir. Yasaklanmış olan bir dili savunmak, dile, kültüre uygulanan baskıları geriletmek için, dili kültürü gün ışığına çıkarmak için mücadele etmek, aslında insani bir süreçtir. Yani bu mücadele aslında, insan olmanın, insanlığı savunmanın bir gereğidir. Ama, bu süreci bir yönüyle de milliyetçi bir gelişme olarak değerlendirmek de mümkündür. Çünkü, insani bir gereklilik olan, adınızı, kimliğinizi, dilinizi, kültürünüzü savunuyorsunuz. Bu doğal girişiminiz devlet tarafından engelleniyor, baskı altında tutuluyor, idari ve cezai yaptırımlarla karşılanıyor. İşte sorun bu baskı mekanizmasının işlemesiyle birlikte, siyasal bir alana kaymış olmaktadır. O zaman bunu Kürtlerde gelişen milliyetçi bir hareket olarak değerlendirmek mümkündür. Türk milliyetçiliğinin ilerici, çağdaş olduğu vurgulanmaktadır. Kürtlere baskı uygulayan, Kürt halkını, Kürt dilini ve kültürünü ezmeye çalışan, dili, kültürü yok etmeye çalışan bir milliyetçilik, ezen bir milliyetçilik, nasıl ilerici olabilir? Türk milliyetçiliğiyle ilgili söylemler, şüphesiz, Kürtler/Kürdistan sorunu dikkate alınarak geliştirilmektedir. Fakat Türk siyasal hayatı, Türk siyasal kültürü, Kürtleri tanımamaktadır, inkar etmektedir. Hukuken ve siyasal olarak Kürt, Kürtçe, Kürdistan tanınmadığı için, “Türk milliyetçiliği ırkçı değildir, saldırgan değildir, asimilasyoncu değildir, dışlayıcı değildir...“ gibi şeyler söylenebilmektedir. Kürtler analize katıldığı zaman ise, bu düşünceler şüphesiz çürümektedir. Zaten düşün yasakları, Kürtlere, Kürt sorununa karşı geliştirilmektedir. Düşün yasaklarının, resmi ideolojinin eleştirilerine engel olmak gibi bir işlevi vardır. Türk milliyetçiliğinin ilerici, açık, çağdaş bir milliyetçilik, Kürt milliyetçiliğinin, kapalı, gerici bir milliyetçilik olduğu söylenmektedir. Türk anayasası, “Türk Devleti'ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türktür“ demektedir. Türk siyasal kültürü, kendini Türk hisseden herkes Türk'tür demektedir. Bu, açık milliyetçiliğin delili olarak gösterilmektedir. Bu, hoşgörü içeren bir anlayış olarak sunulmaktadır. Halbuki, gerek Türk anayasına göre, gerek Türk siyasal kültürüne göre, herkes Türk olmaya mecburdur. Örneğin, “Türk değilim, Kürdüm, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarımı istiyorum“ dediğiniz andan itibaren, birçok idari ve cezai yaptırımla karşılaşıyorsunuz. Açık milliyetçilik, aynı zamanda, Türk olmayanları asimile etme, Türk'e benzetme, Türkleştirme hedefi ortaya koyan bir milliyetçiliktir. Çağdaşlık, ilericilik bu sürecin neresindedir? Kürt milliyetçiliğinin kapalı bir milliyetçilik olduğu söylenebilir fakat bu pozitif bir yöndür. Çünkü Kürtlerin hiç kimseyi, örneğin, Türkleri, Arapları, Farsları, Ermenileri, Asurileri Kürde benzetmek, Kürtleştirmek gibi bir niyeti ve amacı yoktur. Halbuki asimilasyon politikalarından ve uygulamalarından dolayı, Türk milliyetçiliğinin etnik bir milliyetçilik olduğu söylenebilir. “Bulgaristan'daki soydaşlarımız, Kafkasya'daki soydaşlarımız, Orta Asya'daki soydaşlarımız, Kerkük'deki soydaşlarımız, Batı Trakya'daki soydaşlarımız, Kosova'daki, Makedonya'daki soydaşlarımız“ ifadeleri, etnik milliyetçiliğin göstergeleridir. Devlet ve hükümet yetkilileri, Güney Kürdistan'da, Kürtlere karşı duygular ve düşünceler geliştirirken, örneğin, Kerkük referandumunu önlemeye çalışırken, Kerkük'deki soydaşlarımız Türkmenlerin haklarını her zaman koruyacağız, bu işin her zaman takipçisi olacağız“ demektedir. Bütün bunlar Kürtlerin bilincine çarpıyor mu, nasıl çarpıyor? Dili yasaklanmış, adı değiştirilmiş, köyünün, beldesinin, dağlarının isimleri değiştirilmiş Kürt'ün, ülkesinin, coğrafyasının adını bile söyleyemeyen bir Kürt'ün, anadilini konuşamayan bir Kürdün, anadilini yazamayan, okuyamayan bir Kürdün, “ben milliyetçi değilim, enternasyonalistim, biz milliyetçi değiliz, enternasyonalistiz...“ demesini nasıl değerlendirmek gerekir? Bu, kendi yakıcı gerçekliklerinden kaçış değil mi? Bunun için de bazı evrensel kavramlar perde yapılmıyor mu? Bu ruhsal ve zihinsel gelişmede bir sakatlık yok mu? Gürdal Aksoy, yukarıda sözü edilen kitabında, “kendine has bir Kürt düşüncesi, bir Kürt mantalitesi var mıdır?“ sorusunu sormakta ve bu soruya makul cevaplar aramaktadır. (s. 6, 54-55, 157) Gürdal Aksoy, Kürtlerde, somut şeyler hakkında düşünmeye dayanan, taklitçi olan bir düşüncenin varolduğunu dile getirmektedir. Bunun dikkate değer bir saptama olduğunu düşünüyorum. Bu genel olarak doğru bir saptamadır. İstisnalar olabilir. Kürt aydınlarının taklitçi olmalarının önemli bir nedeni kanımca Türkçe konuşuyor olmalarıdır, düşüncelerini, duygularını Türkçe olarak dile getirmeleridir. Dil sadece bir iletişim aracı olarak algılanamaz. Egemenlik sistemi de dil aracılığıyla kişilere, kurumlara, kitlelere empoze edilir. Hangi dille konuşuyorsanız o dilin siyasal kültürüne, o dilin siyasal sistemine, o dilin ürettiği kavramlarla, o dilin kurup geliştirdiği egemenlik anlayışına göre düşünürsünüz. Bu şuur altında gelişen bir durumdur. Türk dilinin siyasal terminolojisinin, Türk siyasal kültürünün ise Kürt karşıtı bir terminoloji, Kürt karşıtı bir kültür olduğu açıktır. Bundan önce, “Asimilasyon“ başlıklı bir yazı yayınlanmıştı. (Esmer, Şubat 2008, Sayı: 37) Bu yazıda dile getirilen düşüncelerin, yukarıda belirtilen düşüncelerle birlikte ele alınmasında yarar vardır. Devlet, Türkçe öğrettiği insanları, kendi anadilini değil de Türkçe konuşan insanları asimile ettiğini düşünüyor. Bu irdelenmesi gereken bir süreçtir... Taklitçi düşünce şu şekilde dile getirilebilir: Sömürge kavramını ele alalım. Kürdistan'ın sömürge olduğu söyleniyor. Halbuki, sömürgenin sınırları olur. Örneğin Afrika, 1885 de, Büyük Britanya, Fransa, İtalya, Belçika, İspanya, Portekiz gibi devletler tarafından paylaşılmış ve sömürgeleştirilmiştir. Büyük Britanya'ya, Fransa'ya, İtalya'ya, İspanya'ya, Portekiz'e bağlı sömürge ülkeler vardır. Sınırları belirlenmiş ülkeler... Öte yandan sömürgeler, sonsuza kadar sömürge kalacak değildir. Sömürgeler, ekonomik bakımdan geliştikçe, idari bakımdan kendilerini yönetebilir bir hale geldikçe, emperyal ve sömürgeci devletler, onlara, bağımsızlıklarını verecektir. Birinci Dünya Savaşın'dan sonra, 1919 Paris Konferansı'nda ve Milletler Cemiyeti döneminde, sömürgeler böyle kurulmuştur. Bu bakımdan, sömürge bir statüdür. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, 1960'larda, Afrika'daki bütün sömürgeler, anayasal görüşmeler sonrasında bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Afrika'da, silahlı mücadeleler sonunda bağımsızlık kazanan dört devlet vardır. Fransız sömürgesi Cezayir, Portekiz sömürgeleri Gine Bisseau, Mozambik, Angola... Yukarıda dile getirilen bu nitelikler Kürdistan için hiç geçerli değildir. Kürtlerin, Kürdistan'ın bir statüsü yoktur. Sınır yoktur, çizilmemiştir. Kürt adı, Kürdistan adı da yoktur. Kürtlerin, Kürdistan'ın sonsuza kadar böyle kalması istenmektedir. Bu bakımdan Kürdistan sömürge bile değildir. Kürt araştırmacıların bu ilişkileri yeniden değerlendirmelerinde yarar vardır. Kürtler ve ülkeleri, Birinci Dünya savaşı sürecinde ve Anadolu'da, Mustafa Kemal liderliğinde gelişen Kuvayı Milliye hareketi sürecinde bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Dönemin emperyal güçleri Büyük Britanya'nın ve Fransa'nın bu mücadele sürecindeki rolleri çok büyüktür. Bu çok açık bir olgudur. Fakat Türk siyasal düşüncesi, Türk siyasal tarihi, Türk siyasal kültürü bu olguya hiç dikkat çekmez. Bu sürecin üzerini kapatmaya çalışır. Kürtlerin başına getirilen bu felaketi karanlıkta bırakmaya gayret eder. Ama emperyal güçlerce, Anadolu'nun paylaşılma projelerine yoğun bir vurgu yapar, bunları öne çıkarır. Aslında emperyal güçler bu projeleri hiç gerçekleştirmemiştir. Bunu gerçekleştirmek için bir çaba da yoktur. Ama bu, durmadan öne çıkarılan, anlatılan bir durumdur. Bu projelere karşı durmadan analizler geliştirilmektedir. Kürtlerin ve Kürdistan'ın, emperyal güçlerce Ortadoğu'daki işbirlikçilerince, bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması ise bir gerçektir. Bu çok somut, çok açık bir bilgidir. Bu zaten Ortadoğu coğrafyasında açıkça görülmektedir. Bunu gerçekleştirmek için, 1920'lerde, emperyal devletler ve Ortadoğu'daki işbirlikçilerinin çok yoğun bir mücadele geliştirdikleri de bilinmektedir. Güney Kürdistan'da Şeyh Mahmut Berzenci'nin mücadelesini bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Günümüzde, Kürt milliyetçiliği gündeme geldiği zaman, Kürtler dilleriyle, kültürleriyle ilgilenmeye, gasbedilmiş değerlerine sahip çıkmaya başladıkları zaman, “her türlü milliyetçilik kötüdür“ şeklinde bir anlayış de geliştirilmektedir. Bunun, Kürtlere karşı, Kürt sorununa karşı geliştirilen bir anlayış olduğu besbellidir. Örneğin Arap milliyetçiliğinin, Fars milliyetçiliğinin, Türk milliyetçiliğinin kötü olduğu söylenmemektedir, sadece Kürt milliyetçiliğinin kötü olduğu söylenmektedir. Bu görüşü daha kabul edilebilir kılmak için de, “her türlü milliyetçilik kötüdür ezen milliyetçilik de kötüdür, ezilen milliyetçilik de kötüdür...“ denmektedir. Bunun devletçi bir görüş olduğu, devleti gözeten bir görüş olduğu açıktır. Bu, zalimle mazlumu, cellatla kurbanı, kasap ile koyunu aynı kefeye koymak anlamına gelmektedir. Bu gelişmenin de Kürt düşüncesiyle ilgili olduğu kanısındayım. Yukarıda, araştırmacı Gürdal Aksoy'un, sözü edilen kitabında, “kendine has bir Kürt düşüncesi var mıdır?“ diye sorduğunu belirtmiştim. Somut şeylere ilişkin ve taklitçi bir düşünceden söz ettiğini de belirtmiştim. “Her türlü milliyetçilik kötüdür“ görüşünün Kürt aydınları tarafından tepkilerle, sorularla karşılanmaması dikkate değer bir durumdur. Tarık Ziya Ekinci'nin, “Kürtleri Kürt ve Türk Milliyetçiliğinden Koruma Hayırhahlığı“ (www.gelawej.org 31 Ocak 2008) yazısı elbette çok yerinde bir tepkidir. Fakat böylesine haksız bir görüşün, Kürtlerin gözünün içine baka baka söylenmesi, söylenebilmesi, Kürt muhalefetinin nasıl küçümsendiğini de göstermektedir. Bu tür görüşlerin sık sık dile getirilebilmesi, Kürt muhalefetinin cılızlığına da işaret etmektedir. Türk ırkçılığı, Türk milliyetçiliği elbette kötüdür. Çünkü, örneğin, Kürtleri diliyle tarihiyle yok etmek istiyor. Bu anlayışa karşı yaşam mücadelesi veren, sistematik baskı altındaki milli değerlerini gün yüzüne çıkarmaya çalışan Kürtlerdeki milli gelişme neden kötü olsun? Ezen ve ezilen, mazlum ile zalim, koyun ile kasap nasıl aynı kategori altında değerlendirilebilir? Kürt aydınlarının, siyaset adamlarının bu anlayışa karşı ciddi bir tepki göstermemesi, bu anlayışa şu veya bu şekilde inanır olmaları, hatta, yer yer bunun propagandasını yapmaları ilgiyle, ibretle izlenmesi gereken bir durumdur. Neşe Düzel'in, Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün'le yaptığı bir röportaj var. Bu röportajda Prof. Öğün, “Milliyetçilik Kürtlerin afyonudur“ diyor. (Radikal, 15 Mayıs 2006) Prof. Süleyman Seyfi Öğün, baskı altındaki diline ve kültürüne sahip çıkan, bu konudaki baskıları geriletmek için mücadele eden Kürtleri bu kavramla anlatıyor. Ama, Kürt dilini yasaklayan, dili, kültürü baskı altında tutan devlete karşı, Türk milliyetçiliğine, ırkçılığına karşı böyle bir tanımlama yapması söz konusu değildir. Kürtler, örneğin, “Bir Kürt Dünyaya Bedeldir“ mi demiş, “Kürt Öğün, Çalış, Güven“ mi demiş? “Ne Mutlu Kürdüm Diyene“ diyen bir Kürt var mı? “Yüksel Kürt, Yüksekliğin Senin İçin Hududu Yoktur“ diyen Kürtler var mı? Bu sloganları yaşama geçirmek için, örneğin Kürtleri bu sloganlar çerçevesi içinde yönetmek isteyen, bunun için mücadele edenler var mı? Bütün bunlar, devletin, Kürtlere karşı, Kürt/Kürdistan sorununa karşı geliştirdiği politikaların hiç kavranılmadığını, bunları anlamak kavramak için çaba da harcanmadığını, sadece, devlet yanlısı duygularla ve düşüncelerle, ezbere bir şekilde Kürtlerin eleştirildiğini, suçlandığını gösterir... Prof. Süleymen Seyfi Öğün, “eğer Kürtler ’ben Kürdüm' derlerse, birileri de kalkıp ’ben de Türküm' diyecektir“ demektedir. Cumhuriyet'ten bu tarafa böyle denmiyor mu? “Kürt diye bir kavim yoktur, herkes Türk'tür, Kürtçe diye bir dil yoktur, Kürtçe denen dil Türkçe'nin bir şivesidir...“ sözleri her zaman söylenmiyor muydu? Pazarda Kürtçe konuşunlardan kelime başı para cezaları alınmıyor muydu? “Bu memlekette sadece öztürklerin milli hakları vardır, kendilerine Kürt diyenlerin ise tek bir hakları vardır, Türklere hizmetçi olma hakkı...“ sözlerini nasıl değerlendirmek gerekir? “Milliyetçilik Kürtlerin afyonudur“ diyen Prof. Öğün'ün, Kürtlere hizmetçi olmayı dayatan bu devlet yetkililerini nasıl değerlendiriyor acaba? Prof. Öğün, bu zulme karşı mücadele edenleri “afyonlanmış“ kabul ediyor. Bu ortam hakkında, bu ortamı yaratanlar hakkında bir eleştirisi, bir analizi var mı? Yazının Kürtçesi: Têgihîştinên Neteweperweriyê Yazarın diğer yazıları

Malumun ilamı olan yukarıdaki sözler TC Başbakanı Erdoğan'a ait. Allah, önünü arkasını düşünmeden konuşmayı adet haline getiren ve böyle yapmakla çok iyi eden Erdoğan'ı, bir kez daha söyletti. TC Başbakanı, aynı kelimeleri olmasa da aynı anlama gelen şeyleri Almanya'da yaptığı bir konuşmada dile getirdi. Almanya'da yaşayan ve azımsanmayacak bir oranda bu ülke vatandaşı olan Türklerden, asimilasyona karşı çıkmalarını isteyen Erdoğan, asimilasyonun bir insanlık suçu olduğunu söylüyor. Ve TC Başbakanı, bu söylemiyle kuruluşundan itibaren TC devletinin insanlık suçu işlediğini ve işlemeye devam ettiğini, istemeden de olsa itiraf ediyor.. Oysa, Kürdistan yurtsever hareketi, demokrat ve barışsever Türk örgütleri, yıllarca bu gerçeği dile getirdiler; dile getirdikleri için de baskı ve takibe uğradılar, hapishanelerde ve mahkeme kapılarında süründüler.. Hayır, gerçeği dile getirdiği için Erdoğan'ın da baskı görmesini, mahkeme kapılarında perişan olmasını istemiyorum; amacım, Türkiye'de gelenek haline gelen çifte standartta vurgu yapmaktı.. Gün ışığına çıkartılıp yayınlanan belgeler ve yapılan araştırmalar, Türk devletinin ta başından itibaren Kürtlerin asimilasyonu için her yola başvurduğunu gösteriyor. Örneğin Şeyh Said önderliğindeki 1925 Kürt Direnişi'nden sonra hazırlanan Şark Islahat Planı'nın başta gelen amaçlarından birisi, Kürtlerin asimilasyonu idi. Biliyoruz ki, Şark Islahat Planı, hazırlandığı günden itibaren Türk devletinin Kürtlere yönelik politikaların temel taşlarından birisi oldu. Tüm hükümetlerin, başta eğitim olmak üzere kültür ve sosyal alanlara ilişkin programlarının yönlendiricisi Şart Islahat Planıydı. Kürt sorununa ilişkin olarak hazırlanan öteki tüm gizli raporlar, ya Şark Islahat Planı'nın çevresinde dolaştılar ya da onun kopyası olmaktan öteye gidemediler. Son günlerde basına iki rapor daha yansıdı. Bunlardan birisi, Atatürk'ün emriyle Kuzey Kürdistan'ı gezen İsmet İnönü'nün hazırladığı rapordu. Ötekisi ise Ecevit'in arşivinde bulundu. Hani, şu 27 Mayıs Darbesi ile iktidara el koyan Cemal Gürsel ve silah arkadaşlarının (“İnkılap Hükümeti“ demek daha doğru mu olur yoksa?), “Bölgenin, kendilerini Kürt sananlar lehindeki nüfus strüktürünü Türk lehine çevirmek“ için, "bölgenin nüfus strüktürünü değiştirme ve asimilasyon bakımından" yapılabilecekleri tespit etmek amacıyla Devlet Planlama Teşkilatı'na (DPT) hazırlattığı ve Kurmay Albay Haşim Tosun imzasıyla, uygulanması amacıyla hükümete sunulduğu için “Tosun Paşa Raporu“ olarak da bilinen rapordan bahsediyorum.Bu konuda bilinen en son plan ise Abdullah Öcalan'ın yakalanmasından sonra hazırlandı ve “Doğu ve Güneydoğu Eylem Planı (DGEP)“ adını taşıyor. DGEP'de yer alan bir madde şöyle: “Eğitimde onarım: Yatılı bölge okullarının güçlendirilmesi, kadınlara okuma-yazma öğretilmesi, TRT'nin eğitici ve öğretici yayınlarının artırılması.“ “Kadınların öğretilecek okuma-yazmanın Türkçe olacağını, bilmem söylemeye gerek var mı? Kuzey Kürdistan'da, kız çocuklarına yönelik “Baba Beni Okula Gönder“ kampanyasının aynı döneme rastlaması da tesadüf olmasa gerek.. Şart Islahat Planı'nın temel alınarak hazırlanan tüm planların temel amaçlarından birisi, TC Başbakanı Erdoğan'ın, “insanlık suçu“ olarak nitelediği asimilasyondu. Yatılı Bölge Okulları'nın açılması, Kürtçe konuşmanın yasaklanması, konuşanlardan ceza alınması, Kürtçe köy, şehir, dağ vadi isimlerinin değiştirilmesi, Kürt kültürü ve yayıncılığı üzerindeki baskılar ve benzerleri, söz konusu planların hayata geçirilmesi içindi. Ve bu politika bugün de devam ediyor. Bugün, Kürtçe çıkan gazete ve dergi ve kitapların başına gelenler, hepimizin malumu. Kürt dili ve kültürünün korunması, gelişip serpilmesi için kurulan legal kurum ve kuruluşların önüne çıkartılan engeller de.. AB Uyum Paketleri uyarınca çıkartılan yasalara dayanarak Kürtçe eğitim isteyen üniversite öğrencilerinin başına gelenler, pişmiş tavuğun başına gelmedi. AB prensipleri çerçevesinde “Çok dilli belediyecilik“ yapmak isteyen ve bu amaçla belediye hizmetlerinde Kürtçe'yi de kullanan Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirtaş'ın İçişleri Bakanlığı tarafından görevden alınması ve Türk yargı sisteminin de uygulamayı onaylaması, demokrasi, sivil toplum, insan hakları, hukukun üstünlüğü, halkın iradesine saygı gibi çağdaş değerlere uymaz ama, Şart Islahat Planı'nın bir parçası olduğuna kuşku yok. “Kürt sorununda açılım yapma“ söylemleri eşliğinde Diyarbakır'ı ziyaret eden, “Kürtçe eğitim“ talebini, “bekara karı boşamak kolaydır. Kürtlere bu hakkı verirsek Lazlar, Çerkezler, Gürcü ve ötekiler de isterler“ diyerek reddeden Erdoğan'ın bu tavrı da söz konusu plan ve projeler gereğidir. Ayrıca Erdoğan'ın da resmi ideoloji bağımlısı olduğunu ortaya koymaktadır. O'nun, insanlık suçu olarak nitelendirdiği asimilasyon politikalarını hayata geçirdiğini göstermektedir. Kürtlerin asimilasyonunu mubah görev ve evlilerin boşanma zorluklarından bahseden Erdoğan, Almanya Başbakanı Merkel ile yaptığı toplantıda, Türk diliyle eğitim yapan lise ve üniversitelerin açılmasını öneriyor. TC Başbakanı'nın bu önerisi Almanya'da değişik tepkilere neden oldu. Hükümet kanadından gelen mesajlar, onların bu öneriye sıcak bakmadığını gösteriyor. Oysa bu düpedüz çifte standarttır. Çünkü bu ülkede bir milyonu aşkın Türk yaşıyor. Almanya'da İtalyan Üniversiteleri, İngilizce eğitim veren üniversiteler ile Fransızca eğitimin yapıldığı liseler bulunuyor. Ayrıca Türkçe dersleri veriliyor; bazı eyaletlerde Türkçe yabancı dil olarak kabul ediliyor. Bu durumda Türkçe eğitim yapan lise ve üniversitelerin kurulmasının ne gibi sakıncaları olur ki?. Ama çifte standarttı gelenek haline getiren Türk yöneticilerin, bu çifte standarttan rahatsız olmaya hakları yok. Aksine sevinmeleri lazım. Ya Merkel “Ülkemizde, Kürtler, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyol ve Portekizliler de yaşıyor. Ya onlar da kendi dilleriyle üniversite ve lise isterlerse ne yaparız, onlara da mı vereceğiz“ diye sorsaydı!.. Allah korusun, ya Merkel “Türkçe eğitim yapılan lise ve üniversitelerin kurulması talebi kadar, Kürtçe eğitim yapılanların kurulması talebi de meşrudur“ deseydi..

Serokwezîrê tirk Recep Tayîp Erdogan çend roj berê ji bo Konferansa Ewlekarîyê ya NATOyê hat Almanyayê. Rêxistina AKPyîyên Almanyayê û Konsolosxaneya tirk ya Kolnê ji bo Erdogan şov bike, civînek li salona herî mezin ya Kolnê ji bo wî li darxist. Erdogan di axavtina xwe de li ser întegrasyon û asimîlasyonê raswetîye û got; ’gelê tirk gelek dostanî û toleransê ye, diçe ku bi xwe re bextewarî û heskirinê dibe.'' Helbet yê dîroka tirkan nas dike dizane ku ev gotin ji serî heta binî derew in. Tirk di temamê dîroka xwe de çûne ku, welatê wan dager kirine, millet ji xwe re kirine kole, çûne ku şîn û êş bi xwe re birine, esaret û dujminantî bi xwe re birine. Sebeb ev e ku ew bi xwe dibêjin ’ji trik pê ve dostê tirk nîne' . Sebeb ev e ku bi sedhezaran leşkerên osmanî dema ji Erebîstan û Afrîkayê vekişîyan ji tîna, bi dehhezarên dinê dema ji Balkanê vekişîyan ji biçîn û sermayê mirin. Bêguman ev encama siyaseta wan ya hov e û ji bo vê yekê heger em hevkarî û dostanîya wan ya sexte ya li hemberî kurdan bi farsi û qismek erban re, hesab nekin, li herêmê bi rastî jî dostê wan nîne. Erdogan di hevdîtina bi serokwezîra alman Angela Merkel re de, ji rewşa gencên tirk yên li Almanyayê dijîn gazin kir û got; divê Xwendegeh û Zanîngehên bi tirkî ders didin vebin da ku gencên tirk qenctir bixwînin. Tê zanîn ku li her bajar û bajarokê Almanyayê yên ku 100-150 zarokên tirk lê dijîn, dersê zimanê tirkî hene û mesrefên dersdaran jî ji alîyê dewleta alman tê dayîn. Gelo dema Erdogan behsa xwendgeh û Zanîngehên tirkî kir qe 7-8 milyon zarokê kurdên Kurdistana Bakur hat bîra wî? Heger piçek ûjdan hebûya dê bihata bîra wî, lê ûjdan li ku? Gelo Erdoganê ji bo 400-500 hezar zarokên tirk yên li Almanyayê weka penaber dijîn, doza xwendegehên bi zimanê tirk û ji bo zarokên tirk kir, bibîra xwe nayîne ku dewleta wî li 7-8 milyon zarokên kurd ku ji bav û kalan û bi kêmayî 1000 sal berîya bav û kalên wî li ser vê xakê dijîn, ev mafê serek e yê mafê mirovan qedexe kirîye. Gelo ma nayê bîra wî dema li Amedê jê re hate gotin; ’me mafê perwerdê bi zimanê kurdî divê', çi çavsorî kir û got; ’lê îjar ku laz, arnavût û çerkez jî rabin vî mafî bixwazin'. Helbet nemumkin e ku Erdogan jî nizanibe li Almanyayê, tirkî û kurdî jî tê de bi gelek zimanên cihê dersa zimanê zikmakî tê dayîn. Dive ku Erdogan nizanibe ku tenê li bajarê Kolnê ji 167 gel û neteweyên cuda biyanî dijîn. Yên şertên dersa zimanê zikmakî tînin cîh jî dewleta alman vê xizmetê dide wan û heta vê rojê jî almanekî ji bo vê yekê diltengî nekirîye. Serokwezîrê tirk di axavtina xwe ya li Kolnê de ji tirkan xwest ku ew xwedî li ziman û kultura xwe derkevin, adet û şêweya jiyana xwe wek tirkekî berdewam bikin. Erdogan siyaset û hewldanên dewleta alman yên ji bo întegrasyona civaka tirk bi civaka alman re jî wek asimîlasyonê binav kir û got; asimîlasyon sucek mirovatîyê ye. Erdogan bi van gotinên li xwe miqur hat ku ew wek dewleta tirk naxwazin civaka tirk ya li Almanyayê entegreyî civaka alman bibe û ev civak her dibin kontrola dewleta tirk de be û ji dêvla dewleta lê dijîn, nanê xwe lê qezenc dikin, îtîatkarê dewleta tirk be. Bêguman asimîlayon sucê mirovatîyê ye, lê dema Erdogan vê rastîyê dibêje jî durûtîyê dike. Ma ne ev dewleta tirk e ku li Tirkîyê bi dehan gel û kêmnetew asimîle kir, ji binî de ji holê rakir? Ma ne ev dewlete ku ev 83 sal in, ji bo kurdan asimîle bike, ji serokwezîr û muşawiran, general û paşeyan şandeyan dişîne Kurdistanê, rapor û planan bi wan dide amadekirin, bi sedan kampanyayan li der dixe? Ji alîyekî texsîrnekirina bi temamê hêza xwe asimîlekirina kurdan û kêmneteweyên li Tirkîyê dijîn, ji alîyê din gotina; asimîlasyon sucê mirovatîyê ye, durûtî ye Erdogan !. Bêşik ev ne durûtîya te ya yekê ye, em te jî dewleta te jî nas dikin, lê te bi vê helwesta xwe kir ku alman jî te/we nas bikin. Maskeya ber rûyê te/we ket. Neyta dilê we da der.

Milliyetçilik Algılamaları Peyamaazadi Akt: Gönderen: İsmail Beşikçi (IP Kaydedildi) Tarih: 17 February, 2008 11:08 “Türk milliyetçiliği çağdaştır“, “Türk milliyetçiliği ırkçı değildir, barışçıdır, beynelmileldir“, “Türk milliyetçiliği ilericidir, anti-sömürgecidir, anti-emperyalisttir“, “Atatürk milliyetçiliği çağdaştır, ilericidir, açık, demokratik bir milliyetçiliktir“, “Atatürk milliyetçiliği hümanisttir, evrenseldir“. Türk milliyetçiliği böyle anlatılmaktadır. Kendisine yüklenen bu niteliklerden dolayı Türk milliyetçiliği övülmektedir. Bu, aslında, Kürtlere karşı, Kürt sorununa karşı geliştirilen bir söylemdir. Türk milliyetçiliğiyle ilgili olarak Türk resmi ideolojisini bu şekilde dile getirmek mümkündür. Resmi ideolojinin bu görüşü, genel olarak Türk düşüncesi tarafından da kabul görmektedir. Daha doğrusu Türk düşüncesi, bu görüşler doğrultusunda şekillenmiştir, gelişmiştir. Bu arada bazı emniyet müdürlerinin söylemi de dikkat çekicidir. Hrant Dink cinayetinde, Trabzon'da rahiplere saldırıda, Samsun'da Rahip Santoro'nun öldürülmesinde, Malatya'da misyonerlerin boğazları kesilerek öldürülmesinde, olayı gazetecilere anlatırlarken, “milliyetçi duygularla hareket etmişler...“ demektedirler. Bu, milliyetçilik anlayışıyla suçlular hakkında sempati toplamaya çalışmak, cinayetlerin ağırlığını hafifletmek anlamına gelmektedir. Türk milliyetçiliğinin övülmesine paralel olarak, Kürtlerde gelişen milliyetçi hareketler de, “ırkçıdır“, “ayrılıkçıdır“, “gericidir“, “etnikçidir“ vs. denerek kötülenmektedir. “Kürt milliyetçiliği etnik bir milliyetçiliktir.“ “Kürt milliyetçiliği gerici, kapalı bir milliyetçiliktir.“ “Kürt milliyetçiliği ilkel bir milliyetçiliktir.“ “Kürt milliyetçiliği emperyalizm işbirlikçisi bir milliyetçiliktir.“... Türk düşüncesinin, Kürtlere ve Kürtlerdeki milliyetçi gelişmelere karşı düşüncesi genel olarak budur. Daha çok kültür üzerinde, bu arada Kürt kültürü üzerinde çalışan Gürdal Aksoy, Nostradamus'un Kürdistan Kehaneti, Kürtler Üzerine Yazılar, (Komal Yayınevi, İstanbul 2007) kitabında, bu konudaki ikili kavramlara da yer vermektedir. Araştırmacı yazar Gürdal Aksoy, “Türk Milliyetçiliği Üzerine...“ başlıklı yazısında, Türk araştırmacıların, Kemalist Türk milliyetçiliğini pozitif, Kürt milliyetçiliğini ise negatif olarak değerlendirdiğini vurgulamaktadır. (s.38-50) Türk yazarları, basın mensupları, üniversite öğretim üyeleri, sivil toplum örgütleri çalışanları, siyasal partiler, hukukçular vs. genel olarak Türk milliyetçiliğiyle övünürler. “Türk milliyetçiliği ilericidir, çağdaştır, hümanisttir, Türk milliyetçiliğinde etnik milliyetçilik yoktur.“ vs. denerek Türk milliyetçiliği övülmektedir. Kürtler ise milliyetçi olmadıklarını, enternasyonalist olduklarını söylemektedirler. Kürtler, milliyetçi tutumlar, duygular ve düşünceler gündeme geldiği zaman, “önemli olan insanlıktır, önemli olan kardeşliktir“ diyerek milliyetçi duygulardan ve düşüncelerden ne kadar uzak durduklarını anlatmaya, ima etmeye çalışırlar. Resmi ideolojinin bilgilerini, yaşanan gerçeklere, fiili duruma uyguladığımız zaman, durumun hiç de böyle olmadığı görülmektedir. Kürtler ve Kürtçe, inkar ve imha edilen, asimilasyona tabi tutulan toplumsal ve dilsel kategorilerdir. Bu çerçevede Kürt dili yasaklanmış, Kürtçe insan isimleri, köy, belde, dağ isimleri Türkçe isimlerle değiştirilmiştir. Yasaklanmış olan bir dili savunmak, dile, kültüre uygulanan baskıları geriletmek için, dili kültürü gün ışığına çıkarmak için mücadele etmek, aslında insani bir süreçtir. Yani bu mücadele aslında, insan olmanın, insanlığı savunmanın bir gereğidir. Ama, bu süreci bir yönüyle de milliyetçi bir gelişme olarak değerlendirmek de mümkündür. Çünkü, insani bir gereklilik olan, adınızı, kimliğinizi, dilinizi, kültürünüzü savunuyorsunuz. Bu doğal girişiminiz devlet tarafından engelleniyor, baskı altında tutuluyor, idari ve cezai yaptırımlarla karşılanıyor. İşte sorun bu baskı mekanizmasının işlemesiyle birlikte, siyasal bir alana kaymış olmaktadır. O zaman bunu Kürtlerde gelişen milliyetçi bir hareket olarak değerlendirmek mümkündür. Türk milliyetçiliğinin ilerici, çağdaş olduğu vurgulanmaktadır. Kürtlere baskı uygulayan, Kürt halkını, Kürt dilini ve kültürünü ezmeye çalışan, dili, kültürü yok etmeye çalışan bir milliyetçilik, ezen bir milliyetçilik, nasıl ilerici olabilir? Türk milliyetçiliğiyle ilgili söylemler, şüphesiz, Kürtler/Kürdistan sorunu dikkate alınarak geliştirilmektedir. Fakat Türk siyasal hayatı, Türk siyasal kültürü, Kürtleri tanımamaktadır, inkar etmektedir. Hukuken ve siyasal olarak Kürt, Kürtçe, Kürdistan tanınmadığı için, “Türk milliyetçiliği ırkçı değildir, saldırgan değildir, asimilasyoncu değildir, dışlayıcı değildir...“ gibi şeyler söylenebilmektedir. Kürtler analize katıldığı zaman ise, bu düşünceler şüphesiz çürümektedir. Zaten düşün yasakları, Kürtlere, Kürt sorununa karşı geliştirilmektedir. Düşün yasaklarının, resmi ideolojinin eleştirilerine engel olmak gibi bir işlevi vardır. Türk milliyetçiliğinin ilerici, açık, çağdaş bir milliyetçilik, Kürt milliyetçiliğinin, kapalı, gerici bir milliyetçilik olduğu söylenmektedir. Türk anayasası, “Türk Devleti'ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türktür“ demektedir. Türk siyasal kültürü, kendini Türk hisseden herkes Türk'tür demektedir. Bu, açık milliyetçiliğin delili olarak gösterilmektedir. Bu, hoşgörü içeren bir anlayış olarak sunulmaktadır. Halbuki, gerek Türk anayasına göre, gerek Türk siyasal kültürüne göre, herkes Türk olmaya mecburdur. Örneğin, “Türk değilim, Kürdüm, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarımı istiyorum“ dediğiniz andan itibaren, birçok idari ve cezai yaptırımla karşılaşıyorsunuz. Açık milliyetçilik, aynı zamanda, Türk olmayanları asimile etme, Türk'e benzetme, Türkleştirme hedefi ortaya koyan bir milliyetçiliktir. Çağdaşlık, ilericilik bu sürecin neresindedir? Kürt milliyetçiliğinin kapalı bir milliyetçilik olduğu söylenebilir fakat bu pozitif bir yöndür. Çünkü Kürtlerin hiç kimseyi, örneğin, Türkleri, Arapları, Farsları, Ermenileri, Asurileri Kürde benzetmek, Kürtleştirmek gibi bir niyeti ve amacı yoktur. Halbuki asimilasyon politikalarından ve uygulamalarından dolayı, Türk milliyetçiliğinin etnik bir milliyetçilik olduğu söylenebilir. “Bulgaristan'daki soydaşlarımız, Kafkasya'daki soydaşlarımız, Orta Asya'daki soydaşlarımız, Kerkük'deki soydaşlarımız, Batı Trakya'daki soydaşlarımız, Kosova'daki, Makedonya'daki soydaşlarımız“ ifadeleri, etnik milliyetçiliğin göstergeleridir. Devlet ve hükümet yetkilileri, Güney Kürdistan'da, Kürtlere karşı duygular ve düşünceler geliştirirken, örneğin, Kerkük referandumunu önlemeye çalışırken, Kerkük'deki soydaşlarımız Türkmenlerin haklarını her zaman koruyacağız, bu işin her zaman takipçisi olacağız“ demektedir. Bütün bunlar Kürtlerin bilincine çarpıyor mu, nasıl çarpıyor? Dili yasaklanmış, adı değiştirilmiş, köyünün, beldesinin, dağlarının isimleri değiştirilmiş Kürt'ün, ülkesinin, coğrafyasının adını bile söyleyemeyen bir Kürt'ün, anadilini konuşamayan bir Kürdün, anadilini yazamayan, okuyamayan bir Kürdün, “ben milliyetçi değilim, enternasyonalistim, biz milliyetçi değiliz, enternasyonalistiz...“ demesini nasıl değerlendirmek gerekir? Bu, kendi yakıcı gerçekliklerinden kaçış değil mi? Bunun için de bazı evrensel kavramlar perde yapılmıyor mu? Bu ruhsal ve zihinsel gelişmede bir sakatlık yok mu? Gürdal Aksoy, yukarıda sözü edilen kitabında, “kendine has bir Kürt düşüncesi, bir Kürt mantalitesi var mıdır?“ sorusunu sormakta ve bu soruya makul cevaplar aramaktadır. (s. 6, 54-55, 157) Gürdal Aksoy, Kürtlerde, somut şeyler hakkında düşünmeye dayanan, taklitçi olan bir düşüncenin varolduğunu dile getirmektedir. Bunun dikkate değer bir saptama olduğunu düşünüyorum. Bu genel olarak doğru bir saptamadır. İstisnalar olabilir. Kürt aydınlarının taklitçi olmalarının önemli bir nedeni kanımca Türkçe konuşuyor olmalarıdır, düşüncelerini, duygularını Türkçe olarak dile getirmeleridir. Dil sadece bir iletişim aracı olarak algılanamaz. Egemenlik sistemi de dil aracılığıyla kişilere, kurumlara, kitlelere empoze edilir. Hangi dille konuşuyorsanız o dilin siyasal kültürüne, o dilin siyasal sistemine, o dilin ürettiği kavramlarla, o dilin kurup geliştirdiği egemenlik anlayışına göre düşünürsünüz. Bu şuur altında gelişen bir durumdur. Türk dilinin siyasal terminolojisinin, Türk siyasal kültürünün ise Kürt karşıtı bir terminoloji, Kürt karşıtı bir kültür olduğu açıktır. Bundan önce, “Asimilasyon“ başlıklı bir yazı yayınlanmıştı. (Esmer, Şubat 2008, Sayı: 37) Bu yazıda dile getirilen düşüncelerin, yukarıda belirtilen düşüncelerle birlikte ele alınmasında yarar vardır. Devlet, Türkçe öğrettiği insanları, kendi anadilini değil de Türkçe konuşan insanları asimile ettiğini düşünüyor. Bu irdelenmesi gereken bir süreçtir... Taklitçi düşünce şu şekilde dile getirilebilir: Sömürge kavramını ele alalım. Kürdistan'ın sömürge olduğu söyleniyor. Halbuki, sömürgenin sınırları olur. Örneğin Afrika, 1885 de, Büyük Britanya, Fransa, İtalya, Belçika, İspanya, Portekiz gibi devletler tarafından paylaşılmış ve sömürgeleştirilmiştir. Büyük Britanya'ya, Fransa'ya, İtalya'ya, İspanya'ya, Portekiz'e bağlı sömürge ülkeler vardır. Sınırları belirlenmiş ülkeler... Öte yandan sömürgeler, sonsuza kadar sömürge kalacak değildir. Sömürgeler, ekonomik bakımdan geliştikçe, idari bakımdan kendilerini yönetebilir bir hale geldikçe, emperyal ve sömürgeci devletler, onlara, bağımsızlıklarını verecektir. Birinci Dünya Savaşın'dan sonra, 1919 Paris Konferansı'nda ve Milletler Cemiyeti döneminde, sömürgeler böyle kurulmuştur. Bu bakımdan, sömürge bir statüdür. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, 1960'larda, Afrika'daki bütün sömürgeler, anayasal görüşmeler sonrasında bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Afrika'da, silahlı mücadeleler sonunda bağımsızlık kazanan dört devlet vardır. Fransız sömürgesi Cezayir, Portekiz sömürgeleri Gine Bisseau, Mozambik, Angola... Yukarıda dile getirilen bu nitelikler Kürdistan için hiç geçerli değildir. Kürtlerin, Kürdistan'ın bir statüsü yoktur. Sınır yoktur, çizilmemiştir. Kürt adı, Kürdistan adı da yoktur. Kürtlerin, Kürdistan'ın sonsuza kadar böyle kalması istenmektedir. Bu bakımdan Kürdistan sömürge bile değildir. Kürt araştırmacıların bu ilişkileri yeniden değerlendirmelerinde yarar vardır. Kürtler ve ülkeleri, Birinci Dünya savaşı sürecinde ve Anadolu'da, Mustafa Kemal liderliğinde gelişen Kuvayı Milliye hareketi sürecinde bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Dönemin emperyal güçleri Büyük Britanya'nın ve Fransa'nın bu mücadele sürecindeki rolleri çok büyüktür. Bu çok açık bir olgudur. Fakat Türk siyasal düşüncesi, Türk siyasal tarihi, Türk siyasal kültürü bu olguya hiç dikkat çekmez. Bu sürecin üzerini kapatmaya çalışır. Kürtlerin başına getirilen bu felaketi karanlıkta bırakmaya gayret eder. Ama emperyal güçlerce, Anadolu'nun paylaşılma projelerine yoğun bir vurgu yapar, bunları öne çıkarır. Aslında emperyal güçler bu projeleri hiç gerçekleştirmemiştir. Bunu gerçekleştirmek için bir çaba da yoktur. Ama bu, durmadan öne çıkarılan, anlatılan bir durumdur. Bu projelere karşı durmadan analizler geliştirilmektedir. Kürtlerin ve Kürdistan'ın, emperyal güçlerce Ortadoğu'daki işbirlikçilerince, bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması ise bir gerçektir. Bu çok somut, çok açık bir bilgidir. Bu zaten Ortadoğu coğrafyasında açıkça görülmektedir. Bunu gerçekleştirmek için, 1920'lerde, emperyal devletler ve Ortadoğu'daki işbirlikçilerinin çok yoğun bir mücadele geliştirdikleri de bilinmektedir. Güney Kürdistan'da Şeyh Mahmut Berzenci'nin mücadelesini bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Günümüzde, Kürt milliyetçiliği gündeme geldiği zaman, Kürtler dilleriyle, kültürleriyle ilgilenmeye, gasbedilmiş değerlerine sahip çıkmaya başladıkları zaman, “her türlü milliyetçilik kötüdür“ şeklinde bir anlayış de geliştirilmektedir. Bunun, Kürtlere karşı, Kürt sorununa karşı geliştirilen bir anlayış olduğu besbellidir. Örneğin Arap milliyetçiliğinin, Fars milliyetçiliğinin, Türk milliyetçiliğinin kötü olduğu söylenmemektedir, sadece Kürt milliyetçiliğinin kötü olduğu söylenmektedir. Bu görüşü daha kabul edilebilir kılmak için de, “her türlü milliyetçilik kötüdür ezen milliyetçilik de kötüdür, ezilen milliyetçilik de kötüdür...“ denmektedir. Bunun devletçi bir görüş olduğu, devleti gözeten bir görüş olduğu açıktır. Bu, zalimle mazlumu, cellatla kurbanı, kasap ile koyunu aynı kefeye koymak anlamına gelmektedir. Bu gelişmenin de Kürt düşüncesiyle ilgili olduğu kanısındayım. Yukarıda, araştırmacı Gürdal Aksoy'un, sözü edilen kitabında, “kendine has bir Kürt düşüncesi var mıdır?“ diye sorduğunu belirtmiştim. Somut şeylere ilişkin ve taklitçi bir düşünceden söz ettiğini de belirtmiştim. “Her türlü milliyetçilik kötüdür“ görüşünün Kürt aydınları tarafından tepkilerle, sorularla karşılanmaması dikkate değer bir durumdur. Tarık Ziya Ekinci'nin, “Kürtleri Kürt ve Türk Milliyetçiliğinden Koruma Hayırhahlığı“ (www.gelawej.org 31 Ocak 2008) yazısı elbette çok yerinde bir tepkidir. Fakat böylesine haksız bir görüşün, Kürtlerin gözünün içine baka baka söylenmesi, söylenebilmesi, Kürt muhalefetinin nasıl küçümsendiğini de göstermektedir. Bu tür görüşlerin sık sık dile getirilebilmesi, Kürt muhalefetinin cılızlığına da işaret etmektedir. Türk ırkçılığı, Türk milliyetçiliği elbette kötüdür. Çünkü, örneğin, Kürtleri diliyle tarihiyle yok etmek istiyor. Bu anlayışa karşı yaşam mücadelesi veren, sistematik baskı altındaki milli değerlerini gün yüzüne çıkarmaya çalışan Kürtlerdeki milli gelişme neden kötü olsun? Ezen ve ezilen, mazlum ile zalim, koyun ile kasap nasıl aynı kategori altında değerlendirilebilir? Kürt aydınlarının, siyaset adamlarının bu anlayışa karşı ciddi bir tepki göstermemesi, bu anlayışa şu veya bu şekilde inanır olmaları, hatta, yer yer bunun propagandasını yapmaları ilgiyle, ibretle izlenmesi gereken bir durumdur. Neşe Düzel'in, Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün'le yaptığı bir röportaj var. Bu röportajda Prof. Öğün, “Milliyetçilik Kürtlerin afyonudur“ diyor. (Radikal, 15 Mayıs 2006) Prof. Süleyman Seyfi Öğün, baskı altındaki diline ve kültürüne sahip çıkan, bu konudaki baskıları geriletmek için mücadele eden Kürtleri bu kavramla anlatıyor. Ama, Kürt dilini yasaklayan, dili, kültürü baskı altında tutan devlete karşı, Türk milliyetçiliğine, ırkçılığına karşı böyle bir tanımlama yapması söz konusu değildir. Kürtler, örneğin, “Bir Kürt Dünyaya Bedeldir“ mi demiş, “Kürt Öğün, Çalış, Güven“ mi demiş? “Ne Mutlu Kürdüm Diyene“ diyen bir Kürt var mı? “Yüksel Kürt, Yüksekliğin Senin İçin Hududu Yoktur“ diyen Kürtler var mı? Bu sloganları yaşama geçirmek için, örneğin Kürtleri bu sloganlar çerçevesi içinde yönetmek isteyen, bunun için mücadele edenler var mı? Bütün bunlar, devletin, Kürtlere karşı, Kürt/Kürdistan sorununa karşı geliştirdiği politikaların hiç kavranılmadığını, bunları anlamak kavramak için çaba da harcanmadığını, sadece, devlet yanlısı duygularla ve düşüncelerle, ezbere bir şekilde Kürtlerin eleştirildiğini, suçlandığını gösterir... Prof. Süleymen Seyfi Öğün, “eğer Kürtler ’ben Kürdüm' derlerse, birileri de kalkıp ’ben de Türküm' diyecektir“ demektedir. Cumhuriyet'ten bu tarafa böyle denmiyor mu? “Kürt diye bir kavim yoktur, herkes Türk'tür, Kürtçe diye bir dil yoktur, Kürtçe denen dil Türkçe'nin bir şivesidir...“ sözleri her zaman söylenmiyor muydu? Pazarda Kürtçe konuşunlardan kelime başı para cezaları alınmıyor muydu? “Bu memlekette sadece öztürklerin milli hakları vardır, kendilerine Kürt diyenlerin ise tek bir hakları vardır, Türklere hizmetçi olma hakkı...“ sözlerini nasıl değerlendirmek gerekir? “Milliyetçilik Kürtlerin afyonudur“ diyen Prof. Öğün'ün, Kürtlere hizmetçi olmayı dayatan bu devlet yetkililerini nasıl değerlendiriyor acaba? Prof. Öğün, bu zulme karşı mücadele edenleri “afyonlanmış“ kabul ediyor. Bu ortam hakkında, bu ortamı yaratanlar hakkında bir eleştirisi, bir analizi var mı?

Add new comment

Plain text

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.