Vicdanı Buharlaşan Toplum / Cemil Gündoğan
Faysal Dunlayıcı, ya da kendine uygun bulduğu adıyla Kani Yılmaz öldürüldü.
Tepkilere bakıyorum ve tuhaf bir şey görüyorum: Ne cinayeti açıkça destekleyen var orta yerde, ne de doğru dürüst lanetleyen.
Cinayeti azmettirenlerin ve işleyenlerin suskunluklarını anlamak kolay. Yaptıklarının insanlık suçu olduğunu biliyorlar, ve ömürlerinin sonuna kadar mücrim ve kısık sesli yaşayacaklar. Garip olan bu tür cinayetlere karşı olması gerekenlerin sessizliği.
“Suskunluğu da nerden çıkarıyorsun, gözat Kürt İnternet sayfalarına, tepkileri göreceksin“ diyenler çıkabilir. Böyle bir soru karşısında boynu bükük kalmamak için cinayeti duyduğumdan beri fırsat buldukça Kürt İnternet sayfalarını dolaşıyorum. Ama ne toplu bir tepki görebiliyorum, ne de böyle bir tepkiyi örgütleme gayreti. PSK çevresinin bildirileriyle Hüseyin Kaytan ve Selim Çürükkaya gibi birkaç kişinin yazdıkarı hariç tutulursa, geriye kalan, tek tek kişilerin genellikle de takma isimler altında yazdığı kaçamak satırlardan ibaret. Hikmet Fidan cinayetini hatırlayınız ve bir kıyaslama yapınız. Durumu anlarsınız.
Sizce de tuhaf değil mi?
***
Tuhaflık bir maraz belirtisi olabilir. Burdaki tuhaflığın neyin belirtisi olduğu sorusunun cevabı, en az Kani Yılmaz cinayeti kadar önemli görünüyor. Ve bu soru iki gündür rüyalarıma kadar giriyor. Hep aynı soruyla uyanıyorum: peki sen neden yazmıyorsun?
Evet gerçekten, ben neden yazmıyorum?
Sanırım bu soruyu yüzlerce insan sordu kendi kendine son iki günde.
Cevaplar gibi, cevapların dışa vuruş biçimleri de farklıydı muhakkak ki. Çürükkaya bir özeleştiriyle dışarı vurdu kendi iç hesaplaşmasını örneğin. H. Kaytan, bir ağıdı tiradlaştırarak tarihe havale etmeyi yeğledi. Bazıları, takma isimlerle önüne gelene küfretmeyi tercih ediyorlar, büyük çoğunluksa sessiz kalmayı. Bana gelince, iç didişmelerim habire marazın nedenleri üzerine düşünmeye sevk ediyor beni.
***
Sebep, acaba Kani'nin kişiliğinde mi yatıyor?
Birkaç kısa sohbetimiz dışında şahsen fazla tanımıyorum Kani Yılmaz'ı. Ama bir “tip“ olarak kendisini imkanlarım elverdiğince izlemeye çalıştım. Çünkü birçok yüzü olan PKK'nin bana en uzak olan yüzlerinden birini temsil ettiğini düşünürdüm. Onu izlemek, bu nedenle, benim için bir “iş“ti.
İşimi hakkıyla yapıp yapmadığımla ilgili hükmü, ilerde, yani daha elverişli koşullar oluştuğunda PKK üzerine yapılacak bilimsel çalışmalar verecektir. Şu anda bana düşen, bu izlemelerimden geriye kalan verileri, musalla taşının soğuğunda duygusallıklarından olabildiğince arındırarak özetlemekten ibaret. Bunu denemek, yıllarını Kürt davasına vermiş bir insana karşı son görevin ve dürüstlüğün gereği.
Bilirim, “ölünün ardından kötü konuşulmaz“ derler. Derler ama, yukarda anılan suskunluğun ardındaki nedenlerden biri de bu deyişle yaşanan gerçek arasındaki gerilim olduğundan, geriye çekilebileceğimiz bir yer kalmıyor. Bugüne pek uygun düşmese de, gerçeğin acı yanlarını sunmak bir mecburiyet oluyor.
***
Kişiliğinden başlayalım isterseniz.
Benim izlediğim kadarıyla Kani Yılmaz, Abdullah Öcalan'a çok benzerdi. En azından cezaevine düştükten sonraki yaşantısı itibarıyla. O zamana kadar nasıl bir militandı bilmiyorum; ama Diyarbakır Cezaevinde Esat Oktay Yıldıran'ın şiddetiyle tanıştığında, Yüzbaşı'nın gücünde tanrısını buldu. İtirafçılaştığını arkadaşlarından duyduk. Cezaevinden dışarı çıktığında 1990'ların güçlü rüzgarı onu Bekaa'ya savurdu. Yeni tanrısı Öcalan olmuştu; çünkü güç Öcalan'ın elindeydi. Ardından gönderildiği Avrupa'da, demokrasilerin karanlık dehlizlerindeki güç odaklarını tanıdı, ve PKK politikasını bunlara uyarlamanın PKK içindeki kekeme yandaşlığını yaptı. Hakkında her gün bir başka devletin ajanı olduğuyla ilgili dedikodular yapılmasının altında yatan nedenlerden biri de herhalde bu eğilimiydi. Son olarak Güney Kürdistan'a gitti (ya da götürüldü). Ve orda güç ABD'nin eline geçer geçmez hiç tereddüt etmeden yüzünü yeni ilaha döndü....
Abdullah Öcalan'ın hayat eğrisini izleyin, aşağı yukarı benzer bir gelişim çizgisi görürsünüz. Fark şurdadır ki, Öcalan, bu çizgiyi, hareketin tartışılmaz önderi pozisyonunda yürütmüş ve bunun bütün avantajlarını kullanmışken, Kani, itirafçılıktan komutanlığa terfi ettirilmiş olmanın topallığıyla yürümeye çalışmıştır.
Buradaki topallık, Kani Yılmaz'ın kader çizgilerinden birini oluşturdu denilebilir. Sadece kendisindeki bir iç zaaf unsuru olarak değil, PKK içinde ve dışında kendisine karşı büyüyen hınç birikintilerinin nedeni olarak da.
Peki, trajik katlinde bu birikintilerin etkisi var mıdır?
Henüz kanıtlanmış bir şey yok. En azından bugün itibarıyla. Ama şu kadarını biliyoruz ki, içerde hıncın hedefi haline gelmek, özellikle Öcalan yakalandıktan sonra, Kani'yi, bir tür “mazlum“ pozisyonuna itti.
Cezaevinde itirafçı olan birinin, direnmiş insanların tepesine komutan yapılması, ancak bu tecavüzü mümkün kılabilecek bir dış destek varsa mümkün olabilirdi. Desteği sağlayan da Öcalan'dı; ve bunu cezaevlerinde direnerek saygınlık kazanmış kadroları hiçleştirme politikası gereğince yapıyordu.
Bu, Öcalan'da ve PKK'de hayli oturmuş bir yönetim mekanizmasıdır: Lider dışında kimse temiz kalmamalıdır. Bu noktada Kani Yılmaz, liderin daha parlak görünebilmesi için Lider'in çevresini siyahlaştırmakla görevli fonksiyonerlerden biriydi. Bunu yapmak için mutlaka birilerini karalaması da gerekmiyordu. Eski bir itirafçının direnmişlerin üstünde bir konuma terfi ettirilmiş olması bizzat bu işlevi yerine getiriyordu. Lider yakalanır yakalanmaz, en çok bildiği ve en çok yararlı olabileceği alan olan Avrupa'dan alel acele Güney Kürdistan'a çekilmesinde, bir zamanlar onun dolayımıyla haksızlığa uğratılanların veya kendini öyle hissedenlerin intikam isteklerinin de etkisi olsa gerek..
Kani, muhtemelen bu durumu anlamıştı, ve yeni döneme “mazlum“ pozisyona çekilerek cevap vermeyi denedi. Belki de yeni durumu, Başkan Baba'nın operasyonlarının marifetiyle değil de, bu kez gerçekten kendi emekleri ve yetenekleriyle (ki PKK'nin yetenekli kadrolarından biri olduğuna kuşku duymuyorum) bir şeyler inşa etmenin vesilesi olarak alıyordu. Bunu test edebilecek durumda değilim. Benim Kani'yi izlemelerimin bundan sonraki bölümlerinde, bu mazlum pozisyonunun, onu, deyim yerindeyse biraz daha “alçak tondan konuşmaya“, biraz daha “mülayimleşmeye“, ya da moda jargonun yanlış tassarrufu sonucu anlamı çarpılan bir deyimle söylersek, biraz daha “demokratlaşmaya“ götürdüğüne dair -tereddütlerle karışık- izlenimler vardır.
Peki, Kani'nin katledilmiş olması, bir zamanlar onun “gadrine uğramış“, ya da kendilerini öyle hissetmiş “mazlum“ların intikam hırsıyla ilgili bir olay mıdır?
Keşke mesele bu kadar basit olsaydı.
Kani, yukarda çizilen kişilik çizgileriyle gayet barışık biçimde, PKK'de bazen olumlu, bazen de olumsuz yönden sorun teşkil etmiş olan iki politikanın PKK çekirdeğindeki destekçilerinden birisiydi. Bu politikalardan birincisi, PKK'yi, Kürt hareketine 1990'lardaki kitlesel yükselişten sonra teşrif eden orta-üst tabaka Kürtlerin tassarrufuna açmaktı; ikincisi, PKK'yi Batılı devletlerin doğrultusuna sokmaktı. Kani Yılmaz, bu tercihlerini, ancak PKK'den ayrıldıktan sonra dolaylı yollara başvurmadan seslendirebildi. Tarihin garip tecellisi şudur ki, musalla taşındayken Kani'ye destek jestlerini esirgemekte pek kasıntılı davrananların bir bölümü, yıllardır Kürt hareketini aynı doğrultulara sokmak için çırpınan insanlardan oluşmaktadır. Buradaki garabet bir yana, Kani'nin bu tercihlerinin onun trajik sonu üzerinde etkide bulunduğunu düşünmemize yol açan veriler eksik değildir.
Türk devletinin, PKK'nin bölünmesi veya PKK'den ayrılmalar konusundaki tutumu, PKK'lilerin veya onların yeminli muhaliflerinin sandıkları veya göstermek istedikleri gibi değişmez değildir, koşullarla belirlenir. Devlet, daha doğrusu devletin ipleri elinde bulunduran merkez eğilimi, bu yönlü gelişmelere bazen sevinir, bazen kaygı duyar, bazen de alarm zilleri çalar. Bir kural olarak, PKK bölünürse iyidir diye düşünür, örneğin. Ama PKK'den ayrılmalar bir kontrol problemi yaratacaksa sevinç, yerini soru işaretlerine bırakır. Ayrılıp ayrı örgüt kuranlar devlet karşıtı mücadeleye devam ederlerse, durum kaygı vericidir. Ayrılanlar başka güçlerle, başka devletlerle veya gizli servislerle ilişki kurarlarsa, veya alternatif yollar açmaya çalışırlarsa devlet alarm zilleri çalar.
İlginçtir, benzer koşullarla karşılaştığında alarm sinyalleri veren bir başkası da Abdullah Öcalan'dır (onun sebepleri de kendi cephesinden izah gerektiriyor). Öcalan'la Türk devletinin bu konudaki benzerlikleri, Kani'nin ölümüne çözümü zor bir gölge olarak düşmüştür. Öcalan'la gerçekleştirilen bir avukat görüşmesinin ardından kendisiyle ilgili yapılan açıklamaları öğrendikten sonra, hakkında PKK tarafından ölüm kararı alınmış olduğunu kamuoyuna ilan eden Kani Yılmaz, belki de bu dilin sırrına vakıf olarak konuşuyordu.
Biz bu dilin kodlarını henüz tümüyle bilmiyoruz. Kani, ve onun bu kodları bildiği varsayılabilecek arkadaşları da konuyla ilgili fazla bir şey söylemediler. Bildiğimiz şudur ki, Kani Yılmaz, PKK'den ayrılanları, Türk terminolojisindeki meşhur “yabancı güçler“le buluşturabilecek kanallardan biri olacağı yolunda görüntü veriyordu. Mümkündür ki böyle bir görüntünün değişik kesimlerde tetiklediği alarm durumlarının ürünü olarak oluşmuş bir ortak sipariş, veya devletin alarmından bir “vazife çıkarma“ tutumu, daha yukarda sözünü ettiğimiz hınç birikintileriyle buluşarak cinayetin yolunu döşemiş olsun.
***
Bu son cümle, nihayetinde sesli bir düşünüşten ibarettir. Verilerini de esas olarak Kani'nin, ve katledildikten sonra arkadaşlarının yaptığı açıklamalardan almaktadır. Ama gerçek her ne ise uzun süre gizli kalmayacaktır. Olayın Türkiye, PKK ve varsa Güney Kürdistan ayakları açığa çıkacaktır. Genel olarak Ortadoğu'da, daha spesifik olarak Türkiye'de ve PKK'de her şeyin hızlı bir çözülme ve yeniden şekillenme içinde bulunduğu bugünkü süreçte böylesi operasyonların sonsuza kadar gizli kalması zor görünüyor.
İçimiz bundan yana rahat olsa da bu durum, yazının başında sözünü ettiğimiz sorudan yana bir rahatlık sağlamaya yetmiyor. Çünkü soru hâlâ orta yerde duruyor: İnsanlar neden bu cinayete karşı ciddi bir tavır geliştir(e)miyorlar?
Kani'nin yukarda özetlediğimeye çalıştığımız portresindeki negatif noktalardan ötürü mü? Onlar ki her okur tarafından, muhtemelen kızgınlıkla, kısaltıp uzatılan bir liste oluştururlar. Sahiden bu nedenle mi tepki vermiyor insanlar?
Kabul etmeliyiz ki bunun belli bir etkisi var. Şu yazının yazılışına dair kişisel öykü bile bunun bir kanıtı sayılabilir. Ama bütün sorun bundan mı ibaret? İşte rüyalarımda beni kovalayan asıl yılan bu.
***
Kendimizi kandırmayalım! Öykünün tamamı bundan ibaret değil. Sessizliğin birçok nedeni var. Bunların tümü üzerinde durmak belki geniş bir inceleme yazısı gerektirir. Ama bir tanesi var ki artık anılması ertelenemez bir hal aldı: Kürtlerin toplum olarak vicdanı buharlaşıyor son yıllarda. Kani Yılmaz, patlatılan bir bombadan, ya da politik bir şahsiyet olarak taşıdığı zaaflardan ziyade bu çürümenin kurbanıdır. Bir toplumun aydınları, ruhlarını PKK'den ya da şimdilerde şişmiş cepleriyle Güneylilerden gelecek teşviklere ve ödüllere endekslemişlerse, veya reel politiğin gereklerini kutsamak dışında iş yapmayan ruhsuz aynalara dönüşmüşlerse, o toplumun vicdanı ve onuru ayakta kalamaz.
***
Kani katledildi. Onu geri getirmeye kimsenin gücü yetmez. Fakat onun bu toplum için tasarladıklarını yapmaya aday insanlar her zaman çıkacaktır ve bu anlamda Kani'nin yeri doldurulacaktır. Bunu tahmin etmek zor değil. Hele Kani'nin talip olduğu politik çizginin şimdilerde hayli revaçta olduğu düşünülürse. Burda bir tereddüt yok. Fakat Kani Yılmaz'ın katline sessiz kalırsak, toplumun zaten can çekişmekte olan vicdanını da yok ederiz ki, asıl cinayet o zaman işlenmiş olur.
Dün, güzel insanlar güzel atlara binip çekip gittiklerinde buna sevinenler, bugün, sinizmin ruhları esir almış egemenliğini görünce, umarım o günkü seraplaşma ile bugünkü vicdansızlık arasındaki doğrudan ilişki üzerine bir lahza düşünürler. Ve yine umarım Kani'in katillerini toplum olarak mahkum etmek suretiyle hem vicdanımızı korur, hem de onurumuzu çiğnetmemiş oluruz. Böyle bir tutum, Kürt toplumunu, bir kısmı katil adayları, diğerleri kurban adaylarından ibaret bir sürüye dönüştürmeyi amaçlayan canilere veya bunu tek kurtuluş politikası zanneden yüreksiz muhterislere karşı yegâne teminatımız olacaktır.
Cemil Gündoğan
15-02-2006/Stockholm
Vicdani Burharlasan Toplum/Cemil Gündoğan