Direkt zum Inhalt
Submitted by Anonymous (nicht überprüft) on 17 April 2011

Kürt ulusal hareketi, hararetli bir biçimde Türk seçimlerini tartışıyor ve bu tartışmada biribirini de kırıp döküyor. Aslında ”Altı da üstü ”de ”Türk” olan seçimlerin, Kürt ulusal hareketinde bu kadar hararet yaratması normal değildir. Zira, yaklaşık yüzyılldır ölümüne süren bir ulusal mücadeleye rağmen, Türk egemenlik sisteminin resmiyetinde henüz Kürtler yoktur. Bu durumda Kürtlerin, hiç olmazsa Kürt ulsal hareketinin ”Alın sandıklarınızı başınıza çalın!” demesi gerekmez miydi? İsrail seçimlerinin işgal altındaki Filistin topraklarında bu kadar hararet yaratmasını düşünebiliyor musunuz? Bu fark, Kürtlerle Filistinlilerin tarihsel, sosyal , ekonomik süreç ve koşulları arasındaki farkların yanısıra, esas olarak israil sistemi ile Türk egemenlik sistemi arasındaki farktan da kaynaklanmaktadır. Hangi sistem daha kötü, daha ırkçıdır? Hangi sistem ki, bir diğer milletin temel haklarını, kültürünü, dilini, hayallerini, sembollerini, davranışlarını ve tüm değersel varlıklarını daha bir anormalleştirmişse; açıktır ki, o daha bir kötüdür, daha bir ırkçıdır. Türk egemenlik sistemi , yüzyıla yakındır sadece herşeyi ile biz Kürtleri böylesine anormalize etmekle kalmamış; sentetik olarak oluşturduğu Türk toplumunu ve zihniyetini de anormalleştirmiştir.

Bu yazımda, Türk seçimlerinin Kürtler bakımından anlamını, Kürt ulusal hareketinde yarattığı hararetin nedenlerini ve niteliğini tartışarak, ulusal mücadelenin bu gününün ve geleceğinin çıkarları açısından konuyu irdelemeye çalışacağım. Buna ek olarak da halen Genel başkan yardımcısı olduğum HAK-PAR’ın seçim politikasını ve bu çerçevedeki ittifak arayışlarını değerlendireceğim.

*****

Bilindiği gibi, normal koşullarda, bir devlette genel seçimler, belirlenen dönem içinde, devleti hangi siyasi iktidarın/iktidar koalisyonunun yöneteceğini belirlemek için yapılır. Türk egemenlik sisteminde ise, Kürtlerin, Türkiye genelinde veya kendi ülkelerinde iktidar veya iktidar ortağı olmaları zaten mümkün olmadığı gibi, yakın zamana kadar seçimleri kazanan Türk Siyasi partileri de hükümet olur ama iktidar olamazlardı. İktidar, daima, başta Ordu olmak üzere, Kemalist bürokrasinin elit bir kesimi idi. AK Parti hükümetleri, son yıllarda Batılı güçlerin de konjonktürel desteğini alıp sistemi görece demokratikleştirerek bu durumu, önemli oranda değiştirmeyi başarmış bulunuyorlar.

Gerek Kürt ulusal hareketinin mücadelesi ve gerekse Türkiye’deki söz konusu görece demokratikleşme, Kürt ulusal sorununun konuşulup tartılışmasında, fiili bazı iyileşmelere neden olmuşsa da, henüz Kürtlerin sistemdeki resmi konumunda bir değişim söz konusu olmamıştır. Zaten özünde siyasal bir sorun olması nedeniyle de Kürt ulusal sorununun demokratikleşme ile çözülmesi değil, çözümünün kolaylaşması beklenmelidir. Kaldı ki, bırakalım Türk egemenlik sistemini, Türkiye’de demokratikleşmenin öncülüğünü yapmakta olan AK Parti Hükümetleri de, demokratikleşmeyle, Kürt ulusal sorununun çözümünü kolaylaştırmayı değil, günümüzde gelişemn iletilişim teknikleriylr daha bir hızlanan asimalsyon ve entegrasyon yoluyla marjinalize edip bitirmeyi amaçlıyorlar. Çoğu Türk solcusunun, aydının ve demokratının da kafasında genellikle bu vardır.

Nitekim, AK Parti’nin Kürdistan’da belirlediği adayların genel profilili, oy kaybı riskine rağmen, yukarıdaki stratejiye tamı tamına uygundur. AK Parti, beklentilerin aksine, görece Kürt ulusal sorunu konusunda belli bir duyarlılık gösteren milletvekillerini tasfiye ettiği gibi, böylesi yeni aday adaylarını da ayıklayarak, genellikle Kürdistan’da yaşamayan entegre olmuş Kürt aday adaylarını sıralamaya koymuştur. Bu, sadece AK Parti’nin değil, esasında Türk Devleti’nin temel projesidir.

Demokratikleşme ile ilgili bu niyete rağmen, Kürt ulusal hareketi, objektif olarak sorunun çözümünü kolaylaştıracağı için, bir taraftan Türkiye’nin demokratikleşmesine katkıda bulunmalı, diğer tarftan da esas olarak ulusal bir politik bilinç ve tutumla Kürdistan’da kendi kendisini yönetmeyi amaçlayan siyasal bir çözümün stratejisini benimseyip uygulamalıdır.

Böylesi bir strateji, yaşamın tüm alanlarında Türklerle karışıp kaynaşmayı, ”Kardeşleşmeyi ” , özet olarak Türkiyelileşip sisteme entegre olmayı değil, şu veya bu siyasal statünün gerçek anlamda ”kurucu” bir tarafı olmak için, Türklerle ve dolayısıyla sistemleriyle ayrışmayı gerektirmektedir.

*****

Yazımın şimdiye kadarki bölümüyle Türkiye’deki genel seçimlerin, Kürtlerin değil, esasta Türklerin seçimleri olduğunu özce anlatmaya çalıştım. Türk egemenlik sistemi, sadece seçim kurumu ile değil, diğer tüm kurumlarıyla da ”Türk” olması nedeniyle özellikle genel seçimlerin Kürt ulusal stratejisindeki yerini uzun boylu tartışmayı gereksiz görüyorum. Esasta, Türklerin her kurumu gibi, seçim kurumu da Kürdistan’da gayri meşrudur. Bu sebepledir ki, konumuza uygun düşen iddeal politik tavır, girişte de belirtildiği gibi Kürtlerin bu seçime katılmayıp sandıkları boş göndermeleridir. Ancak bilimin diğer alanlarına göre sosyal ve siyasal alanlar daha karmaşık bir yapıya sahip olduklarından, bu alanlarda ideal ortamlar bulmak/yaratmak ve bunlara uygun ideal tutumlar takınmak her zaman, hatta çoğu zaman mümkün olmamaktadır. Örneğin Türk egemenlik sisteminin yaklaşık yüzyıllık inkâr ve imha politikasına rağmen, Kürt milleti, sözde kendisini kurtarmak isteyen ve bu nedenle de yaklaşık 30 yıldır savaş sürdüren hegemonik siyasi aktörüyle de büyük çapta sisteme entegre olmuş durumdadır. Hegemonik Kürt siyaseti olan PKK ve çevresinin, bırakalım Türk seçimlerinin meşruluğunu, Türk ırkçılığının en önemli sembolleri durumuna getirilen ”Tek devlet, tek millet, tek dil, tek bayrak” anlayışını dahi benimsendiğini açıkça dillendirildiği bilinmektedir.

Gazetelere haberlerine göre, Kürt toplumunda sosyal statüleri, zenginlikleri veya eğitimleriyle ”seçkin” olan 2500’ü aşkın kişi, içinde bulunduğumuz Genel Seçim sürecinde, Türk egemenlik sisteminin Kürdistan’daki belli başlı siyasi ayakları durumundaki AKP, CHP ve MHP’den parlementer olmak için müracaat etmiş durumdadırlar. Bunlara, kendisini Türkiye partisi olarak nitelendiren ve sistemi meşru gören BDP’de parlementer olmak için müracaat eden yüzlerce Kürt politikacısını da ekleyelim. Ve nihayet bu iki kalemdeki adaylara, onların siyasi çevrelerini, akrabalarını, aşiretlerini de ekleyerek, milletimizin içinde bulunduğu politik trajediyi ortaya koyalım.
Zaten normal koşullarda (PKK’nin görece daha bir ulasal politika izlediği 80’li ve 90’lı yıllara bir tarafa bıarkırsak), Kürdistan’da, seçimlere katılmama oranının Türkiye ortalamasına çok yakın olması, Kürt toplumunun ve egemen siyasetinin, yukarıda belirtilen sistem dışı gerçek olgusuna rağmen, sistemle ilgili siyasal algısını ortaya koymaktadır. Kısacası Kürtlerin siyasal ve sosyal seçkinlerinin büyük çoğunluğu, Türk egemenlik sisteminin yüzyıllık sömürgeci, ırkçı uygulamasının en önemli odaklarından biri olan Türk Parlementosu’nda yer almak için hararetli bir yarışma içindedirler. Açıktır ki, bu durumu, Türk egemenlik siteminin yaklaşık yüzyıllık inkâr ve imhaya dayalı siyasal başarısının ve dolayısıyla da Kürt ulusal hareketinin de başarısızlığının hanesine kaydetmek lazım.

Bu trajik duruma, şunu da eklemek lazım: Günümüzde Türk egemenlik sisteminin diğer partileri Kürdistan’da silinip marjinalleştirildiğinden, sistemi neredeyse tek başına AKP temsil etmektedir. Ancak tek başına AKP, Kürdistan genelinde, fiili veya resmi olarak kendisini Kürt partisi gören partilerin aldığı oyların toplamından daha fazla oy almaktadır. Buna karşın Kürt parrtilerine verilen oylarının %95’inden fazlası ise, gövdesiyle olamasa da önderi ve etkin kimi yöneticileriyle sistemin temeline karşı çıkmayan PKK ve çevresinin oylarıdır.

Seçim konusu çerçevesinde, Kürtlerin, Türk egemenlik sistemindeki gerçek olgusu ile Kürt ulusal hareketi dahil, Kürtlerin bu sisteme ve kurumlarına ilişkin algısının genel panaroması budur. Yeni bir halk yaratamayacağımıza ve bu halkın mevcut koşullara ilişkin algısını ve tercihlerini bir anda değiştiremiyeceğimize göre ne yapmalıyız? Türk egemenlik sisteminin Kürtlere ilişkin söz konusu gerçek olgusu, uygulamaları ve niyetleriyle; 30 yıldır savaşan, milyonlarca aktivistiyle her gün ayakta olup ölümüne mücadele eden Kürtlerin sisteme ilişkin bu yanılsamalı çarpık algısını nasıl değiştirebiliriz? Bir taraftan Kürt uluslaşmasının dinamizmini büyük çapta yönetip yönlendiren ama diğer taraftan da adeta putlaştırılan ”önderliği” ve resmi ideolojisiyle uluslaşıp devletleşmeye karşı olan PKK’nin, Kürt ulusal hareketindeki hegemonyasını nasıl ve ne ile etkisizleştirerek veya dönüştürerek, Kürt uluslaşma dinamiğinin enerjisini kendi doğal amacının hizmetine sokacağız? Mevcut Kürt ulusal dinamizmi/hareketi içinde, görece çok ama çok sınırlı gücüne oranla olağanüstü dağınık da olan biz PKK dışındaki Kürtler, yukarıda kısmen belirtilen bu görevlerimizi yapmaya çalışırken, PKK ile ve ona hipnotize olmuş gibi bağlı kitlesiyle nasıl ilişkileneceğiz? Bu trajik durumun oluşmasındaki payımızı nasıl açıklayacağız ve buna uygun nasıl bir politik tutum ve görev stratejisi benimseyeceğiz?

Kürt aydınları, entellektüelleri, akademisyenleri, politik kadroları hele de politik hareketlerin yöneticileri , Türk seçimlerini ve sistemin benzer süreçlerini, kendi asıl ulusal amaç ve perspektifleri doğrultusunda değerlendirip mevcut koşullarda buna uygun uygulanabilir gerçekçi politik çözümler ortaya koymalıdırlar. Zira, eğer toplumsal karşılıkları yoksa, politik doğrular, her zaman akademik veya ideolojik doğrularla örtüşmezler. Seçim örneğimizde, olgusal ve ideolojik olarak boykot en doğru tutum olmasına rağmen, yukarıda belirtilen koşullarda toplumsal karşılığı olmadığı, daha doğrusu mevcut etkili aktörler benimsemediği için, politik olarak etkili ve dolayısıyla da doğru bir öneri olmaz. Teorik olarak aynı dava için mücadele edenlerin ittifağı da, hem akademik hem de ideolojik olarak doğrudur. Teorik olarak böyle olmasına rağmen, aynı dava için mücadele ettiğini iddia eden farklı politik aktörlerin asgari görüşleri çakışmıyorsa veya farklı aktörler yoksa, ittifağın toplumsal karşılığı olmadığı için politik bir öneri olarak da bir önemi olmaz.

Daha fazla uzatmadan, tekrar doğrudan seçim meselesine dönersem… Mevcut koşullarda asıl konumuz olan seçimlere ilişkin bu genel kişisel tavrımın da katkısıyla ideolojik ve politik olarak çok sesli ve çok renkli bir yapıya sahip olan HAK-PAR için bir seçim politikası oluşturduk.Bu politikamızın temeli, federal bir çözüme giden yolda, seçim sürecindeki politik yoğunlaşmayı daha etkin bir mücadele için değerlendirmeye dayanmaktadır. Mevcut güçümüze göre, Türk Parlementosu’na girmemiz sözkonusu olmadığından, belirtilen çerçevede, başta Kürdistan olmak üzere, özel olarak partimizin oylarını ve dolayısıyla genel olarak da Türk partilerine oranla Kürt ulusal hareketinin oylarını artırmak ve bunu genel politik amaçlarımız için değerlendirmekti. Bu doğrultuda, esas olarak kendi başımıza seçimlere katılmak ve seçim süreci boyunca da ittifaklara açık olmaktı.

O arada, Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP), garanti edilecek bir parlamenter kontenjanı karşılığında, seçimde kendilerini desteklememiz ile ilgili önerisini değerlendirerek cevapladık: Olmazsa olmaz koşullarımız, bu ittifağın yazılı olarak kamuoyuna açıklanacak bir protokole dayanan ve sadece Kürt taraflardan oluşan bir seçim ittifakı veya işbirliği olmasıydı. Zira, BDP’nin irili ufaklı marjinal Türk sol guruplarıyla da ittifak çalışmaları yürüttüğünü ve bu çalışmaların başarıyla sonuçlanmakta olduğunu bizzatihi onlardan dinlemiştik. Oysa Partimizin Türkiyelileşmeye karşıt olan birlik ve dayanışma politikasında, esas ve öncelikli olan, Kürt ulusal güçleri ile birlik ve ittifaktır. BDP’nin çok marjinal olan Türk sol güçleri ile ittifağının, Kürt ulusal güçlerinin kendi aralarındaki ittifağın ideolojik ve politik çerçevesini daraltmakla kalmamakta; ulusal kimlik bilincini de bulandırarak Türkiyelileşmeye hizmet etmekteydi.

Bu çerçevede, süreç içinde seçim ve benzeri işbirlikleri başarılı yürütüldüğü oranda, Kürt ulusal hareketinin sinerjisi artacak, tabanı genişleyecek, hareket bir bütün olarak daha güçlenerek, kendi içinde ve dışındaki güveni pekiştirecekti. Böylece partiler arasındaki güven ve işbirliği bilinci ve ortamı artacak, ulusal birlik yolunun da taşları döşenecekti. Bu perspektif ve çerçevede, garantilenecek parlementer sayısı ile seçim bloğunun destekleyeceği diğer adayların paylaşımı, anılan esasın ikincil önemdeki ayrıntılarıydı.

Doğrusu, benim de içinde bulunduğum görüşmeler süresince, ”ayrıntı” diye belirttiğim hususlar hariç, bu perspektifimiz/çerçevemiz genel olarak benimsenmiş görünüyordu. Nitekim, o süre içinde, DTK ve BDP yetkilileri, medyaya yaptıkları açıklamalarda, KADEP ve HAK-PAR ile ”Kürt seçim ittifağı/bloğu” konusunda anlaşma yolunda olduklarını belirttikleri herkesçe biliniyor. Ancak bu görüşmelerin sonuçlandırılması, son haftaya da değil, son güne bırakılarak, sadece ve sadece ”garantilenen parlementer meselesine ve iline” indirgenince, malesef ittifak yolu tıkandı.

Açıktır ki, HAK-PAR’ın , ”Demokratik Özerklik için; Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğu” şiarı ve pankartı ile seçimlere katılacak bir oluşumda yer alması mümkün olmazdı ve nitekim olmadı da. Bu durumda, HAK-PAR, seçime, kendi başına, kendi özgün politikasıyla katılacak ve fakat seçim süreci boyunca da, gelecekte, Kürt ulusal harektinin kendi arasındadaki ilişkilerin normalleşmesine, karşılıklı güvenin, dayanışmanın ve işbirliği anlayışının gelişmesine ve giderek ulusal birlikle taçlanmasına hizmet edebilecek tutum ve fedekarlıklardan kaçınmayacaktır.

16 Nisan 2011

Rizgari Online`den alinmistir.

Neuen Kommentar schreiben

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.