Tasfiye Kıskacındaki Kürt Ulusal Hareketinin Zorlu Dönemeci
Türk egemenlik sisteminin, 80 yılı aşkındır zaman zaman katliamlara kadar varan sistemli uygulamalarla yok etmeye çalıştığı Kürt uluslaşması ve hareketi, bu zor koşullarda gerçekleştirdiği mücadeleler, yarattığı dinamiklerle sistemi, şiddetli bir biçimde değişime zorlamaktadır. Türkiye'de, bölgemizde (özellikle Güney Kürdistan'da) ve Dünyamızdaki değişimlerin yanısıra Türk egemenlik sistemini “açılım“ yapmaya zorlayan en önemli neden, Kuzey Kürdistan'da ulusal kurtuluş mücadelesinin vardığı bu aşamadır.
“Açılım“ Kürt ve Kürtlüğü Tasfiye Etmeyi Amaçlıyor
Türk egemenlik sistemi, sözkonusu “açılım“la Kürt ulusal sorununu çözüyor gibi görünerek, esasen seksen yılı aşkındır yapmak istediği gibi Kürtleri ve Kürtlüğü daha “ince“ ve yeni yöntemler kullanarak yok etmeye çalışmaktadır. “Açılım“ın muhattap ve tarafının, Kürtler ve onların siyasal kurum ve temsilcileri yerine , “millet“ olduğunu iddia etmek, 80 yılı aşkındır sürdürülegelen Kürtleri yok saymanın/etmenin günümüz koşullarına uyarlanan daha kurnaz bir yöntem ve söylemdir. Muhatabı “millet“ olan bir “açılım“ın amacının “Tek millet, tek devlet, tek bayrak“ teranesiyle Türk milleti için bir “milli birlik“ projesi olarak ilan edilmiş olmasında da bu bakımdan bir tutarsızlık ve gariplik yoktur. Zira “açılım“, esasen Kürt ulusal hareketinin tek hegemonik gücü olması nedeniyle PKK ile özdeş gibi görünen/tutulan Kürt ulusal hareketini ve dolayısıyla bir bütün olarak Kürtleri ve Kürtlüğü tasfiye etme projesinin bir parçasıdır. Bu projenin amacına ve şimdiye kadar kullandığı araç ve yöntemlere bakıldığında, “PKK'yi tasfiye etme“den kastın, PKK'yi tamamen ortadan kaldırmak yerine -ki, bu zaten mümkün değildir- O'nu ideolojik, politik ve örgütsel olarak daha bir budayıp ehlileştirerek, Kürt uluslaşmasının tasfiye edilmesinde veya marjinalleştirilmesinde kullanmak olduğu görülmektedir. Tasfiye konseptinde ve söyleminde “terör“le özdeşleştirilmek suretiyle silahlı mücadelenin öne çıkarılması, bir aldatmacadan ibarettir. Aslında Abdullah Öcalan yakalandıktan sonra, zaten bizzatihi kendi çabasıyla PKK'yi ulusal politik bir amacın rotasından büyük çapta saptırarak anılan yolda hayli yol almış bulunmaktadır.
Nitekim sadece devlet'in kimi kurumları (Emniyet, MİT) ve hükümet yöneticileri değil, sözde Kürt meselesinin çözümünden yana olan ilerici, demokrat, liberal Türk aydın ve siyasetçilerinin çoğu da “açılım“ın, PKK'yi, belirtilen anlamda tasfiye etmeyi amaçladığını inkar etmedikleri gibi onaylamaktadırlar da...
PKK'yi Tasfiye Etme Planı Eski ve Çok Ortaklıdır
Bilindiği gibi “PKK'yi tasfiye etme planı“ bir kaç yıllık bir plandır (bu yazının bitiminde, ilki 2007'de yazılan arşiv yazılarımın üç tanesi bu konuyla ilgilidir). Bu planın başlıca ortakları ise, başta ABD olmak üzere, Türk egemenlik sistemiyle Güney Kürdistan'daki Bölgesel Kürt yönetimi dahil, Irak Devleti'dir. Türk egemenlik sistemi, ABD'nin de teşvik ve desteğiyle özellikle son yılda yaptığı bölgesel “açılım“larla bu tasfiye planına başta Suriye, Ermenistan ve İran'ı da katmış bulunmaktadır. Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün “hayırlı fırsat“ olarak nitelendirdiği “fırsat“, Kuzey Kürtleri aleyhine oluşturulan bu talihsiz mutabakttır. Bu mutabakatta, Kürtleri, bırakalım bir millet olarak tanıyıp bunun asgari gereklerini yerine getirmek, azınlık anlamında bir taraf olarak bile tanımak/kabul etmek yoktur. Bu şer mutabakatın, Kuzey Kürtlerine reva gördüğü tek yol, asimilasyon ve entegrasyon yoluyla zaman içinde Türkleşmektir. Kuzey'de, Kürtlere karşı 80 yılı aşkındır uygulanmakta olan fiziksel ve kültürel jenositle, anılan alanlarda, zaten kazanılmış bulunan mevziler, günümüzün globalizm, ve küreselleşme koşullarında hızla gelişen iletişim teknikleri de kullanılarak daha da hızlandırılmış bulunuyor. Türk egemenlik sistemi, daha Turgut Özal döneminde başlatılmaya çalışılan bu stratejk plan uyarınca, Kuzey Kürtlerini, kollektif ulusal haklar yerine, bireysel özgürlükler temelli “anayasal vatandaşlık“ a dayanan bir takım kırıntılarla daha belli bir müddet oyalarak, onların uluslaşma sürecini zayıflatıp kadükleştirmeyi ve böylece Kürt ulusal sorununu bir millet ve toprak meselesi olmaktan çıkarıp marjinal bir soruna dönüştürmeyi amaçlıyor.
Kürt Ulusal Hareketine Düşen Görev
Bu durumda Kürt ulusal hareketine düşen şey, “Ölümlerden ölüm beğenme“yi tartışmak ve beklemek yerine, sistemin, Kürtleri ulus olarak yok etmeyi amaçlayan bu stratejik amacını boşa çıkaracak ulusal stratejik bir politika üretmektir. Herşeyden önce Kürt ulusal hareketi, Türk egemenlik sisteminin “açılım“la atmakta olduğu ve atacağı bazı olumlu adımları, yıllara dayalı mücadelesinin ve ödediği ağır bedellerin bir ürünü olarak görüp buna uygun bir propaganda geliştirmeli ve fakat “açılım“ın bu hakları Kürt ulusal sorunun çözmek için değil, hareketi ve Kürtlüğü bitirmek için “yem“ olarak kullandığını karşı bir politik proje ile deşifre etmeye çalışmalıdır. Kısacası Kürt ulusal hareketi, devletin “açılım“larına kendi “açılım“larıyla cevap vermelidir.
Kürt ulusal hareketi açısından böylesi bir politik “açılm“ın stratejik asgari müştereği açık ve nettir: Kürtler bir millettir ve her miilet gibi kendi ülkesi/toprakları üzerinde kendi kendilerini yöneten bir siyasal statüye kavuşmalıdırlar.
PKK Hegemonyasının Niteliği ve Yarattığı Ulusal Algı
Mevcut koşullarda, Kuzey Kürtleri'nin böylesi bir politik “açılım“ yapabilmesi, olanaksız olmamakla birlikte çok zor görünmektedir. Bu zorluk , Kuzey Kürdistan'daki ulusal hareketin/dinamizmin ezici bir ağırlıkla PKK'nin ve yönettiği örgütlerin, tüm bunların da İmralı'da “rehin“ olan Abdullah Öcalan'ın hegemonyasında olmasından kaynaklanmaktadır. Bu hegemonik zincirin oluşturduğu düğüm, kör olmasa da açılması çok zor olan kompleks bir düğümdür. Herşeyden önce halkın nezdinde/algısında, PKK, Kürt ulusal hareketiyle hatta Kürt ulusuyla özdeş gibi görünmektedir ve bu hareketin/ulusun yaratıcısı, mevcut sürdürücüsü ve dolayısıyla biricik sembolü de Abdullah Öcalan'dır.
Açıktır ki bu algı, birçok yönüyle genel olarak ulus ve ulusal mücadele konusundaki teoriyle bağmaşmadığı gibi, özel olarak da Kürt ulusal harekti ile Kürt uluslaşmasının gerek tarihsel gerekse mevcut gerçeğiyle bağdaşmamaktadır. Bilindiği gibi Kuzey Kürdistan'da, Cumhuriyet sonrası ulusal ayaklanmaların yenilgileri sonrasında bastırılıp belli bir dönem sönümlendirilen Kürt uluslaşma sürecinin günümüzdeki temeli , esasen 1960'lı ve 1970'li yıllarda atılmıştır. 1960'lı yıllar ile 1970'li yılların ilk yarısında zaten henüz PKK yoktur. 1970'li yılların ikinci yarısında ise PKK, esasen kendi dışındaki Kürt ulusal hareketiyle uğraşıp çatışan marjinal bir harekettir. İkincisi, PKK, 1984'te başlattığı silahlı mücadele ile Kürt uluslaşmasını uyarılıp özellikle yatay olarak daha da gelişmesine ve sorunun uluslar arasılaşmasına çok önemli katkılarda bulunmakla beraber, Abdullah Öcalan'ın yakalanmasından sonra izlediği politika ile de uluslaşma ve devletleşmeye (özellikle Abdullah Öcalan'ın görüş ve tutumunda bu çok daha sistemli nettir.) karşı bir politika izlemektedir.
Zamanınızı yukarıdaki algının diğer fahiş yanlışlarını sayıp dökmekle almak yerine, politik mücadele de yanlış da olsa, algının bazen olgunun kendi doğrularından daha önemli roller oynadığı/oynayabileceği ile ilgili gerçeğin altını çizmekle yetineceğim. Zira, genel olarak kitlelerin toplumsal yaşamdaki algılarının temeli, içinde bulundukları ekonomik, sosyal, kültürel, psikolojik vb. koşulların oluşturduğu özgün kavrayışlarıyla toplumsal hiyerarşide bulundukları yerden baktıklarında gördükleri ve yaşadıklarıdır. Özet olarak halk, gördüğüne ve yaşadığına inanmakta, kanaatleri ve algıları buna göre oluşmaktadır. Kuzeyli Kürtler, uluslaşma tarihlerinin arka planında ve günümüzde, ulusal özlem ve projelerini daima kanla bastıran Türk egemenlik sistemine duydukları derin kin öfkeden ötürü, 1984'te bu sisteme karşı başlatılan silahlı mücadeleyi ulusal özlem ve inançları doğrultusunda sempatiyle karşılayarak desteklemiş ve bu nedenle de ağır bedeller ödemişlerdir. 40 Bini aşkın Kürd'ün şehit düşmesine, 4 bin köyün boşaltılması nedeniyle milyonlarca Kürdün evini barkını terk ederek göçmesine neden olan 25 yıllık savaşta , Kürt kitleleri, bu mücadeleleri boyunca PKK dışında elle tutulur gözle görülür anlamda başkaca da bir politik aktör görmüş değildirler. Kısacası, PKK, doğruları ve yanlışlarıyla bu savaşın tek aktörü ve yöneticisidir. Böylesi koşullarda, Kürt kitlelerinin yukarıda anılan türden başka türlü bir algısı olabilir miydi? Bu algı nedeniyle PKK'ye olan inanç, mutlak anlamda lider sultasına dayanan ve despotik ve tekçi bir anlayış ve yapıya sahip olan PKK'nin de özel teşvik ve çabası sayesinde, neredeyse dinsel bir inancın doğmatik bağnazlığına dönüşmüş bulunmaktadır. PKK'ye ve Abdullah Öcalan'a bağlılık, adeta bir dine ve peygamberine bağlılık gibidir. Bu irrasyonalizm, ulusal mücadelenin temel karekterine ve amaçlarına karşı görüşleri dile getirmesine rağmen ( örneğin uluslaşma, devletleşme, Güney Kürdistan'ın devletleşmesi ve Kemalizm konularındaki görüşler), Abdullah Öcalan'a ve şürekasına adeta bir peygamber zırhı sağlamakta ve politik manevra kabiliyetlerini oldukça genişleterek sık sık takkiye yapmalarını olanaklı kılmaktadır.
PKK Dışındaki Kürt Hareketi Ne yapmalıdır?
PKK dışındaki Kürt örgütlerinin ve kadrolarının , PKK ve Abdullah Öcalan hakkında ileri sürdükleri düşünceler ve bu düşüncelere ilişkin yazıların tümü doğru olsa bile, bunlarla söz konusu algıyı/inancı değiştirebilmek artık adeta olanaksızdır. Bunun yerine ulusal kurtuluş mücadelesinde kitlelerin elle tutabileceği, gözle görebileceği işlevsel politik aktörlerle politik mücadelede yer almak gerekir. Aksi halde, bırakalım kitlelerin anılan algı ve inançlarını değiştirmek; onların konuyla ilgili söylenenleri hoşgörüyle karşılamaları, dinlemeleri bile mümkün olmamaktadır, olmayacaktır.
Kendi somut deneyimlerimle biliyorum ki , kitleler, anılan algı ve inançları nedeniyle Kürtçe konuşmak dahil, Kürt ve Kürtlüğe ilişkin her davranışı, sembolü, mücadeleyi, çabayı, kısacası herşeyi PKK ile özdeşleştiriyorlar. “Kürtçülük“ yapıp PKK'li olamadığını söyleyenlere ise kuşkuyla bakıyorlar. Bu duruma örnek olamak üzere şahsen yaşadığım iki olayı sizinle paylaşmak istiyorum.
Diyarbakır'daki bir etkinlikte, Avrupa'dan gelip sözkonusu etkinliğe katılan ve aynı zamanda PKK'ye şu veya bu nedenle karşı görüş ve tutumları ile bilinen 7-8 arkadaş, etkinlik sonrasında sohbet etmek üzere bir çay bahçesine gidip oturmuştuk . Görece daha farklı kıyafet ve donanımız nedeniyle olacak ki, garson, taleplerimizi önce Türkçe almak istemişti. Neredeyse tümümüz, isteklerimizi Kürtçe olarak dile getirince, garson, bizi PKK'li saydığı için olacak ki, ısmarladıklarımızı getirmeden önce, bize, PKK'nin Dağlıca Baskını ile ilgili “Oramar“ marşını dinletmişti.
HAK-PAR'ın yerel seçimlerle ilgili kampanyası esnasındaki esnaf ziyaretlerinde ise, gerek onlarla Kürtçe konuşmamız ve gerekse dağıttığımız bildiri ve broşürlerin Kürt ulusal renklerinden oluşması nedeniyle, ilk dönemde yurtsever esnaflarca DTP'li sanıldığımız için, “Zahmet etmenize gerek yok zaten oylarımızı size vereceğiz“ söylemiyle karşılanmıştık. Kampanyanın sonraki günlerinde, bütün baskı ve provakasyonlara rağmen, HAK-PAR propaganda minibüslerinin sokak sokak dolaşması ve adaylarının yerel televizyonlara çıkması üzerine, HAK-PAR'ın, PKK'nin DTP'sinden farklı bir Kürt partisi olduğu ancak anlaşılabilmişti. Bunun, halkın, oy tercihini etkilemese de, Kürt ulusal hareketinin PKK tarafından temsil edildiği ile ilgili algısını ve inancını belli ölçüde etkilediğini somut ilişki ve gözlemlerimizle saptamıştık.
Abdullah Öcalan'ın Rolünün Pekişmesi Ulusal Tasfiyeyi Güçlendiriyor
Abdullah Öcalan'ın İmralı'daki yeni koşullarını bahane ederek başlattığı son bir aylık süreçte olup bitenlerin (Kürt gençlerinin sivil halka ve esnafa zarar veren şuursuz, molotoflu eylemleri, Türklerin yer yer giriştikleri linç girişimleri, DTP'nin kapatılması, Reşadiye eylemi vb.) tek amaçlı ve tek merkezli olduğunu sanmıyorum. Zira biliniyor ki, birçok iç ve dış güç, Türk egemenlik sisteminin en önemli ve hassas sorunu olan Kürt ulusal sorununu, kendi amaçları açısından kullandı, kullanıyor. Ancak, bir aylık eylemlerin genel sonucuna baktığımızda, bu eylemlerin Kürt ulusal hareketi cenahında, özellikle PKK , DTK ve DTP'nin belli başlı yöneticileri ile bir bütün olarak Kürtlerin ve Kürt ulusal hareketinin imajını, Diyarbakırlıların deyimiyle “pis“ ederek, Abdullah Öcalan'ı sürecin tek hakimi haline getirmiştir. Türk egemenlik sisteminin elinde “rehin“ olan Abdullah Öcalan'ın, Türk egemenlik sistemini var eden ve Kürtlerin kökünü kazımak isteyen Kemalizmle ilgili olumlu, Kürtlerin uluslaşma ve devletleşmesiyle ilgili ise olumsuz görüşleri göz önünde bulundurulduğunda, söz konusu sonucu, Türk egemenlik sisteminin propaganda mekanizmalarının değerlendirip yaydığı gibi Abdullah Öcalan'ın “politik güç ve ustalığı“ yerine, “açılım“ın tasfiye süreci yolunda Türk egemenlik sisteminin politik çabasına ve ustalığına bağlamak çok daha mantıklı ve rasyonel görünüyor. Nitekim, Türkiye'de, içlerinde eski MİT başkanlarının, bazı stratejistlerin, kimi ilerici-demokrat yazar ve analistlerin de bulunduğu önemli bir kesim, konuyla ilgili benzer değerlendirmeler yapmaktadırlar.
Daha önce belirtilen nitelikleriyle Türk egemenlik sisteminin elinde “rehin“ olan birisinin gücünün böylesine pekişmesi, pekiştirilmesi; PKK dahil, Kürt ulusal hareketini tasfiye etme sürecinin önemli bir adımı ve aşamasıdır. Kürt ulusal hareketinin bu tasfiye sürecine karşı birliğini güçlendirip pekiştirerek kendi “açılım“ını gerçekleştirebilmesi için, siyasi atmosfer ve yapısının tüm alanlarında (ideolojik, politik ve örgütsel) hakim kılınan despotik ve tekçi yapıyı aşarak, çok renkli ve çok sesli bir yapıya kavuşması gerekir. Doğası gereği ekonomik, sosyal ve dolayısıyla siyasal alanda çok renkli ve çok sesli olan ulusal güçlerin, serpilip gelişerek azami güçlerini ortaya koymaları/çıkarmaları ancak böylesi bir ortamda daha kolay gerçekleşebilir.
Çok açıktır ki, eğer Hükümet, Kürtler adına “açılım“ politikasının muhatabı olarak DTP'ni seçmiş olsaydı, sözkonusu parti, zaman içinde, Abdullah Öcalan, PKK ve DTK ile ilişkisini daha şahsiyetli, iradeli, insiyatifli bir ilişkiye dönüştürebilir ve böylece Kürt ulusal hareketinin en önemli aktörü haline gelebilirdi. Kapatılan DTP içinde, Parti'yi Abdullah Öcalan'ın ve PKK'nin etkisinden görece daha bağımsız, daha insiyatifli bir yapıya kavuşturmak isteyen kesimler, eğilimler olduğu muhakkaktır. Bu eğilimler BDP'inde de olacaktır. Zaten böylesi büyük kitle partileri için, bunun aksini düşünmek, siyaset bilmine ve sosyolojisine aykırı olurdu. Yine gerek uluslar arası planda, gerek Türkiye'de ve gerekse PKK dışındaki Kürt ulsal hareketi içinde de, DTP'nin, sözkonusu güçlerden görece daha bağımsız davranması için istem ve çabalar olduğu biliniyor.. Ancak Türk egemenlik sisteminin “açılım“ projesi, yukarıda belirtildiği gibi Kürt ulusal sorunun çözmek yerine, Kürt uluslaşmasını ve dolayısıyla Kürt ulusal hareketini, daha da ehlileştirilecek PKK vasıtasıyla çözmeyi amaçladığı için, Kürtlerin aidiyet duygularını ve uluslaşmalarını güçlendirecek bu tür girişim ve gerçeklerden özellikle kaçındığı ve kaçınacağı çok açıktır. Gerçek böyle iken, kimi Türk yetkililerin, son süreçte Abdullah Öcalan'ın gücünü pekiştirmiş olmasının suçunu sadece DTP'ne yüklemeleri, iki yüzlülüğün tipik bir örneğidir.
Ne Yapılmalı?
Neresinden bakılırsa bakılsın, Kürt ulusal hareketi, PKK'nin şahsında ciddi bir tasfiye projesiyle ve tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu tasfiye hareketinin Dünyamızın en etkili gücü olan ABD başkanı tarafından, ABD'nin bölgesel çıkarları ve planlarıyla ilişkilendirilerek bizzatihi dile getirilmesi, konunun Kürt ulusal hareketi ve politikacıları tarafından çok ciddiye alınmasını gerektirmektedir. Konunun ciddiyetini bilen PKK yetkilerinin, bunu kamuoyundan gizlemenin yanısıra üstelik kovboyluk yapmaları büyük bir sorumsuzluktur. Gücü ve etkisi ne kadar sınırlı olursa olsun, kurtuluş mücadelesinin geleceğinin bir parçası olacak olan PKK dışındaki Kürt ulusal hareketi, bu sürecin passif bir seyircisi kalarak, onun kendi yolunda tükenmesini beklemek, hele de bundan kendisi için birşeyler beklemek yerine, bütün gücüyle bu tasfiye hareketine karşı durmalı, tasfiyenin kimler üzerinden nasıl gerçekleştiğini tüm yönleriyle deşirfe etmelidir. Bu görev, başarıyla yapıldığı oranda ya tasfiyenin önüne geçilerek Kürt ulusal hareketindeki despotik ve tekçi hegemonyaya son verilecek ya da gelecekte başlayacak olan yeni bir süreçte görevini yapmış olmanın avantajı kullanılarak yurtsever kitlelerle buluşmanın temeli atılacaktır.
24 Aralık 2009
Sait Aydoğmuş
Rizgari'den