Newroz Bebekleri
Sabahın erken saatleri uykusuzluk ile uyku arasında zaman gidip geliyordu. Çarkurna tarafından olası düşman saldırısı da bekliyoruz… Bu sırada Gernas arkadaş sessizce beni dürtükledi.
-Hoca kalk, düşman uçakları göründü.
“Nalet olsun” diyorum, kendi kendime. “Şimdi sırası mı?.”
Bu öfke ile doğruldum. Düşman önce hava saldırısında bulunur, top atışı ve sonra tank birlikleri ve kara birlikleri ile şehri kuşatır. Şehre daha sonra girerdi. “É artık kurtuluş da kalmadı!” diye düşünürken, çevrede oldukça sessizlik vardı. Bu garip atmosfer düşündüğüm, korkmuş olduğum beklentilere uymuyordu. Son sürat çatı katındaki uçaksavarın yanına koştum.
Al acele dürbünüm ile Savaş Uçağını gözledim. Savaş Uçağı, Amerikan Uçağı idi. Bu görüntü ile sevincimden gözlerimden gözyaşlarım kendiliğinden boşaltmıştı. Hayatımda Emperyalizm hiç bu kadar sevimli görünmemişti. Ölümden dönmüştük. Esirleri güvenlik şemsiyesi altında sevk edecektik.
Birkaç gündür Birleşmiş Milletlerde Irak’ta 36 paralel üstü alanda Kürtleri Koruma bölgesi tartışmaları yapılıyordu. Anlaşılan bu karar BM’de yürürlüğe girmişti. Arkadaşlara bu uçağın ABD uçağı olduğunu söyleyince onlarda sevinmişti. Tekrar eski programıza kaldığımız yerden devam edebilirdik.
Her ne olursa olsun Saddam Güçlerinden halkımız çok zulüm görmüştü. Arkalarında her şeylerini bırakarak, sınır boylarındaki dağlara ölümüne bir kaçışı yaşamışlardı. Geri dönüşlerinde intikam anlayışı ile davranabilirlerdi. Bu atmosfere yakalanmadan esirleri daha güvenilir alanlara taşımalıydık. Ayrıca onların arasından esir sevkiyatı onlara tekrar bir moral verecekti. Arkalarında direnen peşmerge güçlerinin varlığından da haberdar olmuş olacaklardı. Şimdi bu morale da ihtiyaç vardı.
Sevkiyat için harekete geçtik. Toplam 21 kişilik bir güçle komutası tamamı ile bizlerin kontrolünde olan sevkiyata hazırlandık. Tıbbi ihtiyaçlarımızdan Dr. Adil ve Brusk sorumlu idi. Askeri kontrolü Gernas arkadaş yapacaktı. Temsilen gerektiğinde kayıp posizyonlarda bu temsillere yedekleri de belirlemiştik. YNK’lı peşmergeleri de kontrol edecektik. Esirlerin sağ salim taşınması gerekiyordu. Yüz yirmi kilometrelik oldukça sarp, yaklaşık 16 saatlik bir yol bizi bekliyordu. Bu yol yaya tamamlanacaktı. Eldeki araçlar yaklaşık olarak Kaledize bölgesinde bırakılacaktı. Tabi araçların gideceği mesafesi benzine bağlı idi. Üstelik herkes için araç yoktu. Grubun biri Şeref Hocanın, biri benim sorumluluğumda hareket etti.
Esirlere gerekli güvence verildi. Nöbetçiler vasıtası ile olası şikayetlerinin giderileceği ve isteklerinin karşılanacağı belirtildi. Esirlerin herhangi bir taşkınlıkta ya da kaçma girişimine kalkışmamaları için el altından bir yalan uydurularak, bu yalan YNK’lı peşmerge vasıtası ile bir sırmışçasına onlara transfer edildi. Güya kendilerinin esir trampası için güvenilir bir bölgeye sevk edildikleri söylenmişti. -Bu yalan aslında sonunda gerçek olmuştu. Başka sefer gerekirse konuya değiniriz.
Yüz elliye yakın esir kervanı ile yola çıktık, Ranya’nın Kaledize-Dukan yol ayrımına geldiğimizde bir grup peşmerge kuvvetinin siperlerinde çıkarak bizi karşılamak için koşuştuklarını gördük. Bize yaklaştıklarında sevinçleri gözlerinden okunuyordu. Aralarında kışın tanıştığımız YNK’ nın değerli komutanları vardı. Bilgi alış verişinde bulunduk. Ne de olsa bizler daha geriden; cepheye daha yakın bölgeden geliyorduk. Elimizdeki esirler ise onların sevincini artırmıştı. Bize, hep “mivan” ( Misafir) diyen güneyli kardeşlerimiz şu anda bütün iliklerinde bizleri de kendilerinden biri olduğunu tüm ruh haleti ile gösteriyorlardı. Anlaşılan artık “Brayekan aziz” (Değerli kardeşlerimiz) olmuştuk. Ee kader birliğini unutalı, yaşamayalı onca yıl olmuş. Bu 1920 lerdeki parçalanıştan sonra güneyli ve kuzeyli güçlerin arada bir, ara ara yaşanan ufak kader birliklerinden biri idi. Haliyle oldukça içten yaşanıyordu.
Arabaların benzini yeterli değildi. Kaledize’de geri çekilmişlerdi bizler de elimizdeki iki aracı bu arkadaşlara bıraktık. Onlarda yiyeceklerini bizler ile paylaştı. Esirler ile kuru ekmek ve fasulyeden oluşan konserveleri birlikte mideye indirdik. Her birimize bir avuç yiyecek düşmemişti. Fakat herkesin yüzü gülüyordu. Bizler tekrar yola koyulduk.
Esirler çift sıra halinde yürüyüşe geçirildi. Elleri bağlı değildi. Fakat kaçmalarına da imkan yoktu. Araç yolu boyunca öteberide halkın dağlara kaçarken bıraktıkları eşyalar gözüküyordu. Mayınlı arazilere gelmiştik. Yolun dışına çıkmamak gerekiyordu. Bu konuda esirler de uyarıldı. Saddam 1974 sonrası sınıra 40 km içerdeki tüm alanları insansızlaştırmış, yerleşim konutları yıkılmış ve arazilerin çoğu mayınlanmıştı. Özellikle köy, kasaba yerleşim çevrelerindeki bu durumu bölge insanı çok iyi biliyordu.
Yürüyüş esnasında birçok araç da geride akaryakıt yokluğu nedeni ile terk edilmişti. Olası araç hırsızlığına karşı bu araçların sahipleri tarafından yazı bırakılmıştı. Birkaç yazıyı bir YNK’lı peşmergeye okutmuştum. Birinde; “Allah korkun varsa, bu araçtan uzak dur!” Yazılıydı. Diğerinde, nereden temin etmişse; “Dikkat mayın var!” tabelası özellikle üzerine konmuştu. Anlaşılan bizimkiler canlarını ayaklarına, mallarını rüzgara teslim etmişti. Haydi hayırlısı…
Dr Adil esir bir yüzbaşının hareket edemediğini bildirdi. Şans bu ya, tam o sırada önümüzde, üzerinde köylüler bulunan bir traktörün düşmüş olduğu çukurdan kurtulmak için çabalayışını gördük. Ben arkadaşlara yardımcı olmalarını söyledim. Traktörün naylonunu kısa zamanda kurtardık. Hasta yüzbaşı esiri yanıma alıp, Traktör ile götürmeye karar verdim. Görevlerimi Şeref Arkadaşa bıraktım. Dağlık yol başında kendilerini bekleyeceğimi belirttim. Bir peşmergeyi de yanıma alıp, hasta esir yüzbaşı ve ben traktörün naylonuna bindik.
Yolda yaşlı bir teyzenin yaya ilerlediğini gördüm. Traktörü durdurdum. Yaşlı teyzeyi traktörün naylonuna çekerken esir yüzbaşı da bana yardımcı oldu. Kollarımızı uzatıp yaşlı teyzeyi traktörün naylonuna aldık. Teyze traktöre biner binmez onu kolundan çeken Arap esirin elini öpüp,
-Xweda to razı be! ( Allah senden razı olsun!) dedi.
Teyze kendisine uzanan bu elin Saddam’ın bir subayının eli olduğunu bilmiyordu. Çünkü esirimizin apoletlerini sökmüştük. Esirimiz aniden peşmergenin silahının namlusunu tutup, kendi alnına yaslayıp;
-Katli! me de ye dufıle katli! ( Beni öldür, ne olur beni öldür!) Yane mutlip! ( Ben suçluyum!)…
Ben peşmergeye neler olduğunu sordum. O, esirin teyzenin onun elini öpmesinden utandığını, bu neden ile öldürülmek istendiğini söyledi. Ben esire rahat durmasını belirttim. Kendisinin emanet olduğunu, başına gelecek şeylerden mesul kalamayacağımızı belirttim. Biraz,
Soranca’dan Arapçaya biraz İngilizce biraz Arapça konuşarak meramımızı anlattık. Velhasıl esirimizi teskin ettik. Yola devam ettik.
Motorlu araç yolu sona erdi. Traktörü boşalttık. Dağlık alanda binlerce insan dere boylarına sığınmıştı. Yol kenarlarında şarapnel vurulmuş, gaz ile yanmış vücutlarıyla insanlar duruyordu. Bazı yerlerde cenaze merasimi vardı. Yol kenarlarında üzerine siyah-kırmızı bez kumaş parçaları bağlı küçük toprak tümsekleri vardı. Önce bu toprakların mayınlı alanlar olabileceğini düşündüm. Peşmerge, benim anlamsız gözlemimi sezmiş olmalı ki,
-Ewanan goristana pıtıkan a..! (Bunlar bebek mezarları!)
Kara, kışa, yağmura, açlığa ve mikroplara yenik düşmüştü bu küçük can bebeler… Newroz bebekleri bizlere Newroz Devriminin en acı veren kurbanları idi. Bu bebekler dünyayı utandırdı, bu gün yaşanan Güney Kürdistan’daki özgürlüğü bu şehit bebeklerimize borçluyuz…
Kürd özgürlüğü Kürtlerin yiğit savaşçılıkları ile elde edilmemişti. Her gün ölen ölüsü ile dünyaya insanlığı hatırlatan, savaşanları utandıran bu Newroz da doğup, kırkını göremeyen Kürt bebeklerin eseriydi…
Devam edecek…