KADININ BİR ADI OLSUN!
Bugün kendi kendime karar verdim,eşimin yerine bir günlüğüne kadın olmak istiyorum diye fakat eşim hınzırca gülerek: "Gene de sen bir erkeksin!" dedi.
Yirmi birinci yüz yılımızın bu 'modern' çağında,insanlık geldiği aşamayla geçmiş çağların çok ilersinde bir yerde duruyor. Klasik anlamda söylersek,İnsanlık geçmiş tarihi süreçten çok daha 'ileri' bir aşamaya ulaşmıştır. Ama,ne var ki bu görünüm ve biçimde öğledir,fakat kadından yana bakışımız hiçbir zaman değişmemiştir.
Bu olgu tüm yakıcılığıyla üstümüze üstü müze geliyor.Şu ana kadar okuduğum,incelediğim ve araştırdığım kaynakların yazarları nedense hep çoğunluğu kadınlardan oluşmaktadır. Neden bu sorun tek başına kadınları ilgilendirmektedir acaba? Nedeni açıktır; çünkü hayatın tüm alanlarında olduğu gibi burada da erkeklik ideolojisinin kahredici egemenliğini görmekteyiz.
Her gün,gazetelerde,dergilerde,kitaplarda,haber bültenlerinde kadınlara ilişkin binlerce olayın yaşandığını öğreniyoruz. Aile içi şiddet den, cinsel tacize,tecavüzden namus belasına
töre geleneğine yaşanan bir boğuntu mevcuttur. Hele bizim gibi erkeklik ideolojisinin egemen olduğu toplumlarda kadına yönelik şiddet hayatın tüm alanlarında mevcuttur. Kadının sığınacağı bir alan yoktur..Kadının sığınacağı alan da bile erkek egemenliği vardır.Birde buna kapitalist sömürü de eklenince kadın hayatı tümüyle dramları oynamaktadır.
Ben,kadına yönelik ilk şiddeti babamın anneme karşı uygulamasında gördüm! Korkunç bir durumdur bu ve bunun benim üzerimde bıraktığı tahribatı anlatmak çok zordur.
Devletin baskısı altında preslenen babam, kara kolda jandarmanın dayağı,kazada Kaymakamın gazabı,köyde muhtarın devletten yana olan baskısı karşısında zedelenen; incinen gururunu tekrar kazanabilmesi için evde anneme yöneliyordu. Tüm hıncının, ızdırabının ve cinsel arzusunun karşılandığı bir yerdi annemin bedeni.. Yazın tarlada,kışın ahırda ve arkasında bir yığın çocukla ülkemin kadınıydı anam.
"Tarihte, diyor Engels: ilk sınıf karşıtlığı tek evlilikte,erkek ve kadının uzlaşmaz (antagonizma)karşıtlığının gelişmesi ile çakışmakta,ve ilk sınıfsal ezilme kadın cinsinin erkek tarafından ezilmesiyle ortaya çıkmaktadır."
Gazetelerde, dergilerde karşılaştığımız kadına ilişkin haberleri belki bir çoğumuzu ilgilendirmiyordur,çünkü,orada geçen şeylerin bir başka boyutunda kendimiz varız ve bu o kadar önemli değildir,diye düşünürüz. İşte asıl kötülük burada yaşanıyor. Kadın cinsinin kendisinin özgürlüğü veya kurtuluşu onun kendi kaderinin kendisinin tayin etmesini olgusuna sırt çeviriyoruz demektir;kendimize tanıdığımız bir hakkı ona reva gördüğümüz demektir.
Yıllar önce bir dergide M. ERTUNÇ adlı bir öğretmenin yazısını okuduğumda korkunç bir acı duymuştum bir erkek olarak. O yazı,aklımda kaldığı kadarıyla şöyleydi: "... Önümde gazete den bir tümce var çarpıyor gözüme; bir parti sloganı 'Oy vermeyin arıya teslim olmuş karıya' Arabistan da zina etmiş bir kadınımda ölümcül taşlar yağıyor üstüme,Orta Çağ Avrupa'sında cadıyım da alevler yiyor etimi,bir yaşam boyu. Gözüme çarpıyor evet. Dolu gibi yağıyor. Olasımı çarpmaması? Kim olduğumu soramadım hiç kendime,kimim diyemedim hiç. (Yeni Aşama Dergisi)
Bu bir kadının çığlığı değil,hayır! Bu tüm kadınların çığlığıdır binlerce yıldır yankılanıp duran ve gene acımasızca boğulup duran kadınların çığlığı. Ya Kürdistan da kadın olmanın dayanılmaz ağırlığı nasıldır? Kürdistan'da kadın nasıl anlatılır ? Aile içi şiddetten sömürgeci devlet terörüne kadar yaşayan Kürt kadınları nasıl anlatılır,acaba?
Bu gün, bu sekiz Mart'ın anlamını bilenlerimiz ellerinde kırmızı güllerle gidecekler, sevgililerine,eşlerine ve annelerine..
Ve," Sekiz Mart kadınlar günün kutlu olsun!" diyecekler..Ya sonra ? Evet.. ya sonra ?
Féminin kelime anlamıyla Fransızca dan türediği şekliyle dişiliktir.Ve bunun günlük literatürü kadıncılıktır. Neden kadıncılık ?
Bu bir cins olan insan türümüdür?
Öyleyse neden; modern sınıf savaşımının günümüze kadar olan zincirin halkalarının bir biri ardına kopmasında yatan şeyin, insanlığın bir bütün olarak kendi insanal varlığı içinde bulunduğu (kötü) koşullarından çıkarak iyiye ve daha güzele koşut için olmadık bir eziyete girerken bu eziyetin en ağır yükünü kadınlar omuzlamak zorunda bırakılmıştır?
Toplumların tarihsel gelişme sürecini inceleyen toplumbilimcileri her nedense bu ard arda gelişen ve durmadan alt-üst oluşumunu yaşayan tarihsel sürecin en küçük gözeneğinde
bile KADINA yer vermemiştir.. Yani,tüm bu alt üst oluşların en asıl kahramanı erkekler olmuştur,ne ilginç!
Ne yazık ki,"... bilim tarafsız değildir,diyor Michel ANDREE: bilimin taraflı olmasına toplumsal bakımdan olduğu gibi cinsiyete göre' de tabakalaşmış toplumlarda gelişmesine yol açar. İktidarın erkeklere ait,dolaysıyla eril olduğu bir dünyada tarih bilim,önceleri yalnız güçlülerle ilgilendikten sonra,işçilerin ve köylülerin geçmişteki durumlarına ilgi göstermeye başlamıştır,ama,bu güne kadar kadınların tarihi hep göz ardı edilmiştir." (FEMİNİZM sf 19.Michel ANDREE)
Nasıl olurda bilim kendi haklılığını tüm meşaketlere rağmen sürdürürken,insanlığın ortaya çıkışından bu yana gelişen kadın cinsinin varlığını yadısayabilmiştir? Yoka bilimde tanrı gibi erkekleştirilmiş miydi?
Her şeye iki kere ikinin dört ettiği ezberimsiyle kalıplaşmış teorilerle bakmak onu anlamamaktır. Her şey ama her şey (mekanikleşmiş mantığın dışında) kendi karşıtıyla vardır ve bu karşıtlık bir bütünü meydana getirmektedir.
Özel mülkiyet tek taraflı olarak doğmamıştır.Hayır! Yoksulluk ve zenginlik karşıt şeylerdir ve aynı zamanda bir bütünü meydana getirirler. Aynı şekilde İnsanlığın üremesi de
iki karşıt cinsin birlikte var olmasıyla mümkün olmuştur. Öyleyse bu iki karşıtlık kendi doğal şekliyle aynı ve ortak hakka' da sahiptirler.Birinin diğeri üzerinde hak sahibi olması bu ortaklığı tek yanlı olarak ister istemez bozar.Yani,kelimenin tam anlamıyla , birinin özgürlüğü diğerinin tutsaklığına yol açar.
Birde işin bir başka boyutuna kısa değinip geçelim.(bunun tartışmasını en geniş anlamda kendi içimde saklı tutuyorum) İnsanlığın evrensel savaşımını yürüten dünya sosyalist hareketi' de bu olgu karşısında pek dişe dokunur bir ilerleme kaydetmemiştir.Teorik bağlamda çok şey söylenmesine rağmen pratik olarak kapitalist sistemin kadına yönelik politikasını pek aşamamıştır.
Buna bariz bir örnek verelim.
17 Ekim Sovyet Devriminin aka binden sonra Sovyet hükümetinin birinci kabinesinden Kamu Yardım Halk Komiseri olan A.KOLLONTAİ daha sonra 1920'de İşçilerin örgütlenmesi için partinin kadın sorumlusu olarak görev yaptığı kısa bir süre içinde tarihte eşi görülmemiş bir gayretle kadınların ve çocukların haklarını savunarak yerine getirmeye çalıştı.
Ne var ki 1924'den sonra görevinden uzaklaştırıldığı yetmediği gibi o konuda çıkardığı kararnamelerde bir biri ardınca o dönemin iktidarınca geri alındı. (saygıyla anıyorum,iyi bir yoldaştı. Ve onun kişiliği, kadınlık ruhu Stalinist bürokrasi tarafından rencide edilmiştir.Örneğin Onun giydiği dantelli kırmızı iç çamaşırları kamuoyunda tehşir edilerek susturulması sağlanmış ve ardından İsveç'e diplomat olarak gönderilmiştir.) 1926 sonrası ailenin sosyalizmin bir temeli olarak (tıpkı kapitalizmde olduğu gibi)esas alındı ve o günden bu tarafa 'sosyalist' devrimini (ki bana göre küçük-burjuva devrimidir.)yapmış tüm ülkelerde kadınların konumu Kapitalist ülkelerdeki kadınların sahip olduğu haklarla aynı düzeye getirildi.
Bilmiyorum bu sekiz Mart kadınlar günü anam için ne teşkil eder?
Dünyada ve Kürdistan'daki kadınların sekiz Mart kadınlar günü kutlu olsun!
Kadınların özgürlüğü benimde özgürlüğümün garantisidir ve kadınların özgürleşmeye doğru attıkları ilk adım onların özgür olmalarının da bilincidir.
KADIN'IN BİR ADI OLSUN - 1
Sabah uyandığında bir insanın ( genelde )yaptığı ilk şey radyoyu açmasıdır.Haberleri dinler,hava durumunu öğrenir, şarkılar halayı geçer. Duyduğu seslerin yoğunluğu kadınlara ayıt seslerdir..kulağa hoş gelir.
Yolda yürürken,arabaya binerken,büroya giderken,fabrikada çalışırken,bakkaldan alışveriş yaparken,çarşıda dolaşırken, sinema ve tiyatroya giderken,duvarlarda ki afişlere bakarken hep o kadınları görüyoruz. Aslında görülmek istenmeyen kadınlar hayatın tüm gözeneklerinde duruyor.Durmak zorunda,çünkü bir cinsten öteye bir insandır.
Evet,etten kemikten bir insan. Bizi doğuran kendi annemiz de bir kadın,ama, gene de şu kadar hakkı olmayan bir kadın. Nerede,nasıl ve kimde hakkı var? Varsa bu hakkı kim verdi onlara ? Kadın mı,kim o ? "Saçı uzun aklı kısadır." "Üstünde sopayı karnında sıpayı eksik etmeyeceksin." "Kızını dövmeyen dizini döver." "Kadın milletine güven olmaz." "Kadın cinsi kedi gibidir, biraz okşadın mı başlar senin yüzünü tırmalamaya." " Kaşıkçıdır ve adı Kör oğludur." "Ulandır." "Oğlumun anasıdır." " Senin gelinindir." Hele Avrupa'da ise,"Benim madame dır." "Kadın Orospudur, Orospu kadındır." Siyasal çalışma alanında,"Bacı"dır. Tüm bunlar günümüz kapitalist düzenin kültürel olarak kadın üzerinde erkek egemenliğinin ideolojik yaptırımlarıdır.
Kadının ilk defa, anaerkil toplumunun kolektif ve insan al yaşamından erkek egemen toplumun ilk evresi olan dolaysıyla da eril olan ataerkil topluma geçişte erkeğin özel mülkiyetine girmesiyle başlayan kadının kadın olma konumu yadsınarak tarihi burada kayıp olur.
Kadının erkeğin özel mülkiyetine girmesiyle başlayan yadsınması bilimin de tek taraflı olmasıyla kadının tarihi yazılmadı. Evet,yazılmadı,çünkü tanrının varlığına değin dünya da var olan her şeyde erkek ideolojisinin katiliği hüküm sürmektedir. İlk başta toplum egemenlerinin tarihini yazmaya başlayan bilim süreçte sınıflar arası çatışmaya da el attı,atmasına,fakat tek taraflı olarak hareket ettiği için kadının tarihine ilişkin hiç bir şey olmadı. Ne zaman ki kadınlar; kendilerinin insan olma bilincine varıp ta kendi bağımsız gelişimlerine yönelik mücadeleye atıldılar işte o zaman kadına yönelik toplumun bakışı da açık bir biçimde kendini açığa vurdu!
Bu açığa vurulan bakışın asıl yapısı,kadının kişiliğine ve onun sosyal konumuna yönelik egemen erkek ideolojisinin diktatör ’yal durumuydu.Mümkün mertebede kadın baskılandırılmalı diye düşünüldü ve bu baskı aile içi durumdan toplumun tüm gözeneklerine kadar yayıldı.
Kapitalizm doğası gereği insanın insana yabancılaşmasını yaratırken,kadına daha bir acımasız davranmıştır. Onun,bir cins olarak ezilmesinin yanına bir de sınıfsal ezilmeyi de getirince kadının çifte bir sömürü ağı içinde debelenmesi sağlanmış oldu.
Kadın çifte sömürü ağı içinde debelenmesi bir sınıf olarak sömürülmesiyle birlikte birde cins olarak derin bir kuşatmaya alınması onun hem kendine hem de topluma yabancılaşması da derinleştirilmiş oldu. Kadının erkekler tarafından 'sevilme' duygusu ona sahip olma ve onu kendinin mülkü edinmesinin bir yansısı olarak vardır.
Tarihsel olarak, özel mülkiyet tutkusu ve ideolojik yaptırımı; ilkin kadının eve kapatılmasıyla başlamıştır ve günümüzde de devam etmektedir.(İlerde bu konu üzerinde duracağım.)
Günümüz kapitalist sistemi,kendinin toplumsal varlığının ikamesini sağlıklı olarak (tek ve yegane kurumu )aile kurumu aracılığıyla sürdürmeye çalışmasıdır.Ona göre bu kurum toplumun bir bütün olarak gelecek nesillerin kapitalizmin gereksinmelerine göre uygun ve aynı zamanda da tüketime yönelik bir öğe olmasıdır.
Bu kurumun asıl direği kadın olarak gösterilir.Çünkü,Kadın bir taraftan sınıf olarak sömürülürken,o bir taraftan tüketim sektörünün baş kahramanı olarak iteklenir ve dolaysıyla toplumun 'üstünde' ona bir yer açılır.Giyim kuşamından,lüks tüketimin kozmetik sanayisine kadar uzanan bir yol çıkar kadının karşısına! Lüks olarak üretilen teknik cihazlar insanın yararına ve onların kolaylığı esas alınınca; erkeğin bu lüks cihazların kullanımı kadınlardan yana bilinçli olarak elinden alınınca,ister istemez kadının burada kölece eve bağlanması hesaplanır. Bu teknik cihazlar(tv.Çamaşır makinesi,bulaşık makinesi,elektrik süpürgesi,tost makinesi,ütü vs. vb.)kadınla erkek arasında ki bağı zayıflatmıştır, onların arasında ki ortaklığı zedelemiştir. Doğal olarak bu zedelenmenin ortasında doğan çocukta bir yığın sarsıntılar yaratmaktadır.
Kadın dışarıdaki zamanı sadece çalıştığı iş saatiyle birlikte alışveriş yaptığı süredir ve evdeki zamanı ise sadece onun uyuyabildiği zamandır. Kadın,sürekli olarak toplumsal ve sosyal gelişmenin dışına itilir. Günlük yaşantısından bir kesit ele aldığımızda çok korkunç bir durumla karşılaşırız. Sabah kahvaltısının hazırlanmasıyla başlayan günlük yaşamı akşam yatana kadar olan zaman sürecinde kendisine ayıracak bir saati bile olmaz! Çocukların bakımı,akşamdan kalan bulaşıklar,çamaşır,ütü,alışveriş ve akşam kocası için hazırlık vs.
Tüm bunlar günlük yaşantımızın içinde gördüğümüz ve kendimizin yaşamadığı(erkekler olarak)ancak başkalarının yaşadığı şeylerdir.
KADIN'IN BİR ADI OLSUN - 2-
Kadının bir adı olsun derken;kadının kendi iradesi dışında ona bahşedilen tüm sıfatlara karşı durarak,erkek egemen ideolojine ve dolaysıyla toplumun değer yargılarına karşı bir eleştiri sunmak zorundayız.Çünkü,erkek egemen ideolojisi hiçbir hak-hukuk gözetmeksizin kadın üzerinde kendi egemenlik tahakkümünü kurarken kendisinin istediği ve gene kendisinin belirlediği statü içinde vardır kadın!
Kadın, toplumsal gelişmenin alt-üst oluşu içinde kendi tarihinden (yazılı tarihinden) yoksun olarak vardır. Ve bu varlığı sürekli çelişkiler yumağı içinde çok dramatik olarak durmaktadır. Bunu tartışırken göreceğiz ki hiçte kolay değildir kadının bulunduğu yer ve ona bahşedilen hak(lar).
Sürekli kendi kendisiyle çelişen toplumsal yapının ve egemenlerin kadına bakışı aslında içinde yer aldığımız toplumların kendi çelişkisidir,ve bu çelişkinin çözümü,korkarım çok yıllar alacaktır.
Başta,gelişen üretimin akıl almaz hızından dolayı emek gücüne olan gereksinmesi kadını bir yanıyla üretime koşarken diğer yanıyla onu umutsuzluğun ve yalnızlığın kör kuyusuna iterek sermayenin ekonomik prangasıyla onu her yanıyla kuşatmaktadır.Bu kuşatma özellikle iki cephede kendini göstermektedir: Birincisi,kadının hem fabrika da (gözle görülen) bir üretici olarak üretime katılmasının yanında birde (gözle görülmeyen) evin ve erkeğinin hizmetine koşuldu. Bu gözle görülmeyen çalışmanın kanıksanmasının en büyük etkeni kadının kendi başına olarak yaşama şansının elinden alınmasının 'bilimsel' olarak biyolojik yapısı olmuştur.
Hem bir taraftan kadını dışarıdaki üretimin, yani sanayinin bir, bir parçası olarak üretici konumuyla onu kendine yabancılaştırırken,öbür taraftan da üretime yabancılaştırıp,ucuz iş gücünden dolayı sömürü ağı içinde makinenin ve sokağın bir parçası halinde yabancılaştırıldı! "..zanaatçılara değin toplum sisteminde de aile bir bütün olarak üretici birimdi ve bağlantıları çalışma üzerine kurulmuştu. Ne zaman ki aile yavaş, yavaş üretim birimi olmaktan tüketim birimi olmaya dönüşüyor ve birikmiş sermayenin gardiyanı oluyor," (A.KOLLANTAİ: Marksizm ve cinsel devrim sf,253) Işte o zaman kadının zayıf olduğunu,kendi başına hiç bir şey yapamayacağını ve kendisini koruyamayacağından ötürü mutlaka aile denen bu kuruma,dolaysıyla da erkeye bağımlılaşması gerektiği yolunda propagandası yapılmaktadır. Ki,Lenin'in değimiyle:Ev işi, bir kadının yapabileceği en üretken olmayan,en barbarca ve en zahmetli iştir.Küçültücüdür ve kadının gelişmesini sağlayacak hiç bir yönü yoktur.( Leninden aktaran Lee COMER.Evlilik mahkumları)
Kapitalizm doğası gereği insanı kendisine yabancılaştırılmasını onu üretim ilişkilerin gelişimi içinde yarattı.Bundan doğan yabancılaşma toplumun tüm gözeneklerinde kendini açığa vurdu.Bu yabancılaşmanın etkinlik kazanmasının diğer bir yanında yukarda dediğim gibi 'bilimsel' bir açıklaması olan biyolojik durumdur. Bu,biyolojik durum ilk başta kadının üretimden soyutlanmasının nedeni olarak gösterildi ve büyük oranda da başarıldı.Ancak ne var ki bu açıklamanın kendisi bile pratik içinde kendi kendisiyle kocaman bir zıtlık meydana getirdi.Bu da kadının zorunlu olarak üretim faaliyetine katılmasıyla oldu.Örneğin ikinci dünya savaşında ABD'de erkeklerin savaşta olmasından kaynaklanan bir boşlukta toplum kadınlarının üretimin bütün alanlarında yer alarak bu biyolojik(fiziki zayıflık) açıklamayı tersyüz etti.
Toplum kendisiyle çelişik olarak yaşamaya devam ediyor ve bu çelişiği kadından yana hep sermayenin yararına,egemenlerin çıkarına uygun olarak sürdürüyor. örneğin: Doğal ekonominin olduğu dönemlerde aile bir ekonomik hücre olmasına karşın kapitalizmde tüketici bir olma özelliğine büründürüldü.Bu aynı zamanda kadının yeteneğinin ve bilincinin de körelmesini beraberinde getirmiştir. Eve kapatılan kadının üretme yeteneğini engelleyen en büyük faktörlerden biride teknik cihazlar olmuştur. Kadının şampuanı nasıl kullanacağı bile tarif edilmektedir.
Kadın hayatın her alanında toplumun ona dayattığı görevleriyle yaşamaktadır.Günün gelişimini sağlıklı olarak izleme olanağı yoktur,ve olmasının da beklemek çok yanlıştır. Fabrikasında,bürosunda,bakansında,okulunda çalıştığı süre içinde kafası,beyni o anki işlerle kuşatılması yetmiyor,hayır!İşten çıkıp bir an önce eve gitmesi gerekiyor, çünkü onu bekleyen işler durmaktadır. Böylesine yoğun bir koşuşturma içinde olan kadının gene de eşi
çocuğu,anne-babanın isteklerini yerine getirmesi için zamanı vardır; fakat kendisine ayıracağı hiç bir zamanı yoktur.Çünkü,ideal bir kadın olması istenmektedir ondan! Çocuğunu bakımı çoğunlukla kadının omuzun dadır ve dolaysıyla iyi bir anne olması ve örnek olması istenmektedir ondan."Dışarıda biriktirilen kızgınlıkların,öfkelerin boşaltılacağı, çalışanların beslenip giydirildikleri,cinsel gereksinmelerin düzenli bir biçimde giderildiği bir yer." (Gülnur SAVRAN:Evlilik mahkumları ön sözünde) Olan kadının ideal bir eş olarak,kocanın asık suratı ve canının sıkıntısıyla birlikte yorgunluğunun giderilmesinde gösterdiği tüm meşakatı hiç yakınmaksızın çekmesi istenir.
Gelelim kadının sınıfsal yanıyla bireysel olarak nasıl sömürüldüğüne. Zorunlu olarak proletaryanın sermayesi kendi iş gücüdür ve dolaysıyla da maddi güvencesi kendi çalışmasına bağlıdır.Bu zorunluluk onun sanayinin bir parçası olmasından ileri gelmektedir.Sanayi-ye eşi ve çocuğuyla bir bütün olarak bağımlılaştırılmıştır.Bu bağımlılaşma özellikle sermayenin ihtiyacı olan üretim alanlarına göredir.Doğal olarak sermaye ucuz işgücü sömürüsünü esas aldığı için kadını aile ocağı olan evinden koparmaktadır.
Burada her ne kadar kadın aile ocağı denen kurumdan koparılıyorsa da,bu kopuşta bile özgür değildir.Aksine ikili bir sömürünün boyunduruğuna koşulmaktadır. Görülen bir diğer şeyde: Fabrikada kadının efendisi iş veren,ev de ise erkeğidir. Çifte bağımlılık altında olan kadının hemen, hemen hiç kurtuluş şansı yoktur. Her ne kadar,kadının üretime katılmasıyla erkek karşısında bir parça da olsa bağımlılık zincirini çözerken,diğer yanda sermayenin ekonomik ablukası altına girmesinden de kurtulamıyor. Kendinin bilincine varmamış kadın için bu ablukadan çıkışın tek yolu ve sözde esas 'kurtuluşu' evlilik olarak ona sunulmasıdır.
Evlilikle birlikte doğan ," aileyi,burjuva toplumunun temelini oluşturan ekonomik birimi sağlamlaştırmak için,aile üyeleri arasında bir gönül anlaşmasının gerekliliği bilincinde olan yükselen burjuvazinin devrimci ideologları,yeni bir aşk ahlakı ideali yaratılar:Biri tensel diğeri ruhsal iki temel öğeyi birleştiren aşk."( A.KOLLANTAİ.Adı geçen eser.sf,252 ) Kadını mülk edinilmesi yolunda ona sunulan en iyi aldatma yoludur.Ona sunulan evlilik bu aşk aldatmasıyla mümkün olmaktadır ve böylece,kapitalizm ondan evdeki çalışması yüzünden ücret almasına karşı olduğu gibi aynı zamanda onun aileden kopmasına da karşıdır. Kadını aileye bağımlılığını getiren şeyin en büyük etkenlerinden biriside varolan baskı ve aşırı sömürünün olmasıdır. Onun aileye bağımlılaştıran temel gözden ırak tutulmaya çalışılmaktadır.Bunun en iyi yolu da aşk tasviridir. Kapitalizmde aşk yasal bir evliliğin köle prangasına koşulmasıdır.
Oysaki, cinsler arasında ki aşk ;arkadaş kadın ve arkadaş erkek olarak bir oyun olması gerekirken bu toplumun başından ayağına kadar nüfuz etmiş devlet ve din ideolojisinin bir sentezi olan yasaklamalar zincirinde günah ve yasadışı ilan edilmektedir. Sanayinin artan işgücü ihtiyacı zorunlu olarak kadını kendisine bağımlı kılarken aynı zamanda,öbür taraftan da ekonomik yetmezlikle karşı karşıya bırakarak erkeğine bağımlılaşma esasını da güçlendirmektedir.Biliyor ki,kadın erkeği karşısında ekonomik bağımsızlığını kazandığı ve dolaysıyla tek başına yaşama atılma isteği kendini tedirgin etmektedir. Toplumun bireyden topluma gereken katkıyı çekip alması,aile aracılığıyla sağlanabileceği düşünüldüğü içindir ki kadının aile zincirini koparmasına mümkün olduğunca musama göstermemektedir.Bunun için mümkün olan her araca baş vuran burjuvazi,resmi devlet aracılığıyla Kürtaj yasasını zorlaştırmaya, boşanmayı zorlaştırmaya,kontrol hapının kullanılmasına karşı hareket etmektedir. Ki,bunlar yasallaşsa bile bu sefer ekonomik problemi yaratmaktadır.
Çünkü, kadının özgürleşmeye doğru ilk adımı;Kürtajın yasallaşması,doğum kontrolünün parasız olması,boşanmanın kolaylaştırılmasıyla mümkündür ve dolaysıyla kadının bu özgürlüğü aile kurumunun dağılmasına yönelik bir adım olduğundan burjuvaziyi iliğine kadar titretmektedir.Çünkü toplumun denetlenmesi ve aynı zamanda üretilen ürünlerin tüketimi hep bu aile kurumu aracılığıyla sağlandığı için buna karşı elinden gelen tüm araçları kullanmaktan bir an bile geri durmuyor.
Haklı olarak Lee COMER şöyle demektedir: Kendilerini ahlaki selametimizin koruyucusu ilan edenlerin yüksekten bakışlarında yansıyan tüm bu muhafazakar tekerlemelerin ardında, ailenin istikrarının bozulacağı korkusu yatmaktadır.Yerinde bir korkudur bu. Gerçekten aileyi tehdit eden her şey toplumu tehdit eder.Çünkü aile,savunucularının dediği gibi,toplumun temel direğidir. Aileyi sarsmak,sorgulamak,tahlil etmek ve ona saldırmak,kişisel ilişkilerin ve kuşaklar arası sorunların boşlukta yer aldığını görmek demektir. Ailenin çürümüşlünü ,yozlaşmışlığını ve işlevlerini açığa çıkardığımız da, aslında toplumumuzun üzerine bina edildiği çürümüşlüğü ve yozluğu açığa çıkarıyoruz demektir.( Lee Comer,age.)