Ana içeriğe atla
Submitted by Anonymous (doğrulanmadı) on 16 September 2008

Yıl 1966: Urfa'dan Ankara'ya diğer üniversite öğrencilerinden farklı olarak Tapu ve Kadastro öğrenimi için bir genç, Türkiye Cumhuriyeti'nin ana karargahına teşrif eder. Ankara'da ilk etkilendiği yer; Ulus'taki Atatürk'ün dev heykeli olur. Bu genç yıllarca namazını kılarken bile kendisiyle bir hesaplaşma içinde olur. Aşırı sağ çevrelerin verdiği milliyetçi ve dinci konferanslarını takip eden bu genci diğer öğrencilerden ayıran bir özelik daha vardır: Daha çok insiyatif sahibi olmak !.. Ve o yıllarda sola karşı hem politik bilinci yetkin unsurları yetiştirmek hem de militan devşirmek amacıyla kurulan ve MİT'in havuz oluşumlarından biri olan, Komünizmle Mücadele Dernekleri'nin müdavimi olur. Bu derneğin üyelerini ideolojik temelde eğiten Refik Korkut ve Necip Fazıl Kısakürek'in konferanslarını takip eder ve büyük ilgi duyar. Bu genç farkında mıydı bilinmez, ama girip çıktığı yer herkesin kolay girip fakat çok zor çıkacağı merkezlerden biriydi.

Aynı genç, 30 Mart 1972'de Kızıldere'de meydana gelen çatışmada vurulan Mahir Çayan ve arkadaşlarının militarist odaklar tarafından öldürülmelerini protesto amacıyla, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde düzenlenen boykota katıldığı ve bildiri dağıttığı gerekçesiyle polis tarafından yakalanır. Mamak Askeri Cezaevi'nde yedi ay kalır. Tutuklandığı zamandan beri hiç bir taşkınlık eseri göstermeyen, kendi halinde olan bu esmer genç, bir subayın nezaretinde hücresinden alınarak komutanlığa götürülür!.. İşte o günlerin ünlü savcısı Baki Tuğ'un “devlet sırrı“ diye sakladığı olayların başlangıcı, bu gencin yeniden sorguya neden götürüldüğüyle ilgilidir. Uzun yıllar boyunca milletini seven dini bütün bir müslüman olarak MİT tarafından fişlenmesinin hesabını, ancak solcu olarak yakalandığı 1972 yılında kime ve nasıl verdiğini bir muammaya dönüştüren bu genç, Abdullah Öcalan'dan başkası değildir. Bu bilgileri 1989 yılında dava arkadaşı Doğu Perinçek ile yaptığı röportajda bizzat Öcalan'ın kendisi veriyordu.

Temel işlevi Kürdistan'daki politik güçlerin destabilize edilmesi, ekonomik ve toplumsal alt yapısı kurulmuş siyasi bir oluşumun kurulmasını sabote etmek olan PKK konseptinin, Kürdistan'a nasıl ve hangi güç odaklarının yönlendirmesiyle pratiğe uygulandığının açıklığa kavuşturulması için, 1970'li yıllarda dünya koşullarının da tetiklemesi ile ivme kazanan Türkiye ve Kürdistan devrimci demokratik mücadelesinin gelişimi ve sekteye uğratılmasının tarihine kısaca değinmenin yararlı olacağı kanısındayım. Yakın tarihimize kısaca göz atmanın aynı zamanda bu sürecin bir sonucu olarak da, ulusal demokratik mücadelemizin tıkanmış sorunlarının çözümüne yönelik ipuçlarını sunacağına olan inancımın da altını çizmekte yarar görüyorum.

Kürdistan ulusal demokratik mücadelesinin rayından saptırılarak başka kanallara yönlendirilmesinin etkili bir aracı olarak, Kuzey Kürdistan'da sınanarak göreceli bir başarı da sağlayan ve öz ittibariyle Kürdleri sömürgeci devletlere entegre etme projesinden başka bir şey olmayan PKK konseptinin, aynı zamanda da diğer sömürgeci egemenlere cazip geldiği ve Kürdistan'ın diğer parçalarında uygulanabilir olduğunun zemininin de, yine PKK tarafından döşenmekte olduğunu görmemenin düşkünlüğü yaşanmaktadır.

Bundan dolayıdır ki, Abdullah Öcalan ve yönlendirdiği örgütlerin, Kürdistan'ın her dört parçasında da üstlenmiş olduğu uğursuz rolü kavramak gerekir. Bunun için de yakın tarihimizin tanıklığına gereksinim olduğu büyük önem arz etmektedir. Bu bağlamda Abdullah Öcalan'ın hangi koşulların ürünü olduğunu, aynı zamanda da onun, değişim ve dönüşüm sürecini yakın tarihimizin tanıklığına baş vurup, buna kendi pratik yaşam deneyimlerimi de katarak irdelemeye çalışacağım.

Yıl 1968: Fransa'dan başlayarak tüm dünya gençliğini heyecanlandıran 68 dünya gençlik haraketi, doğal olarak Türkiye ve Kürdistan gençliğini de kapsamı alanına aldı. Gençlik haraketini kök salmadan boğma veya düzen içerisine çekmek amacıyla, gençler militarist güçler tarafından hazırlanan provakasyon içerisine çekilerek, hem darbenin zeminini oluşturma gerekçesi yapıldılar hem de gençliğin önder kadroları deyim yerinde ise, 12 Mart 1971 darbecileri tarafından adeta biçildiler! Kıyımdan geçirilen kadroların büyük bir kesiminin de Kürd gençlerinden seçilmesi elbette bir raslantı olamazdı. Anılan dönemde Abdullah Öcalan çok silik bir tip ve sağa sola savrulan bir kişiliğe sahip olduğu da bizzat kendisi tarafından defalarca dile getirilmiştir.

12 Mart darbesiyle sersemleyen devrimci demokratik gençlik, kısa bir süre içinde toparlanma sürecine girdi. Bilindiği gibi Türk ve Kürd devrimci/yurtsever kadrolar arasındaki tartışmaların temelini ulusal sorun ve örgütlenme gibi ana konular oluşturuyordu. İşte bu anlaşamamazlık konularına güvensizlik unsuru da eklenince, Kürd kadrolar statükocu Türk solu ile yollarını ayırır. Bu yol ayrımını ideolojik ve politik olarak saflaşma dönemi olarak değerlendirebilirsek eğer, Kürdlerin ulusal kanallara yöneldiği süreç olması açısından tarihi bir öneme sahiptir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan itibaren kendi egemenlik alanında politik boşluğa yer bırakmayacak kadar ince bir stratejiyi, değişik siyasi görüşler arasında hep izlediğini biraz tarihi bilgisi olan herkes bilir. Bu stratejiye uygunluğu açısından yakın tarihimizde, Türkiye ve Kürdistan devrimci demokratik haraketlerini, kendi dinamikleri üzerine oturtmaya çalışan kadrolara karşı uyguladığı imha politikası ve aynı zamanda da Abdullah Öcalan pratiğiyle bir tezat oluşturması açısından iki olayı anımsatmakta yarar görüyorum.

Birincisi: Türk sol haraketi içinde o güne kadar Kemalizm'in bir versiyonundan başka bir anlam taşımayan sınıf savaşı kavramına karşı çıkmakla kalmayan, aynı zamanda da Kürd sorununu ele alış tarzı itibariyle de geleneksel sol yapılardan kesin bir kopuşu temsil eden İbrahim Kaypakkaya'dır. Düşmana ser verip sır vermeyen Kaypakkaya, Diyarbakır zindanında işkence ile öldürüldü.

İkinci örnek ise, Dr. Şıvan (Sait Kırmızıtoprak) olayıdır. Kürd haraketini kendi dinamikleri üzerine oturtmaya çalışan Dr.Şıvan, sömürgeci istihbarat örgütlerinin yönlendirmesi ve kimi Kürdlerin de piyon olarak kulanıldığı çok yönlü bir komplo sonucu, Güney Kürdistan'da iki arkadaşı ile birlikte soydaşları tarafından öldürüldüler.

Andığım bu iki önder kadronun ortadan kaldırılmasından kısa bir süre sonra Abdullah Öcalan, bırakın Türk solu içinde Kürd sorununu tartışmayı, “Bağımsız, Demokratik, Sosyalist ve Birleşik Kürdistan“ için, ajan provakatörlerin içinde kılına bile dokunulmadan çalışabilmekteydi! Öyleyse; gizli odaklar neden Öcalan'a farklı, İbrahim Kaypakkaya ve Dr.Şıvan'a farklı yaklaşıyorlardı. Uğursuz PKK sürecine dahil olanlardan, bunu sorgulayacak sağduyulu kimse çıkmadı mı? Elbette çıktı. Fakat PKK'nin tüm süreçlerinde olduğu gibi Öcalan ve tayfası tarafından birer birer ortadan kaldırıldılar.

Süreci iyi kavrayan sömürgeci militarist egemen güçler, Kürdistan'da politik boşluğa yer bırakmamak veya kontrolde götürmenin bir aracı olarak, 1930'lu yıllarda Mustafa Kemal'in Türk soluna uyguladığı paravan örgütlerin oluşturulması yöntemini, Kürdistan'da da gündemine koydu. İşte, Abdullah Öcalan bu sürecin bir ürünüdür. 1972 yılında sorgusu sıkıyönetim mahkemesi askeri savcısı Baki Tuğ tarafından yapılan ve yedi ay tutuklu kaldıktan sonra gizli ellerce salıverilmesi sağlanan Öcalan'ın, sağ kulvardan sol kulvara transfer edildiği dönemdir. Bu süreç tüm aktörleriyle birlikte kavranmadan, PKK konseptinin kapsam ve yoğunluğu da tam anlamıyla kavranamaz diye düşünüyorum.

Devlet tarafından salıverilen Öcalan; daha sonra Pilot Necati Kaya ve Kesire Yıldırım ile takviye edilerek aktifleştirilir. Öcalan bu ikili ile beraber Kürd ulusal demokratik mücadelesinin dinamiklerini parçalamak ve Kürd ulusal sorununu rayından saptırmanın bir aracı olarak, Özel Harp Dairesi'nin konseptini pratiğe uygular. Dikkat edilirse, Öcalan-devlet ikilisi tarihimizde bir kasırga gibi esip geçen yukarda adları anılan bu ikili hakkında hep umursamaz ve önemsemez davranmışlardır. Her ne hikmetse, Pilot'da Kürd katili “Yeşil“ kod adlı Mahmut Yıldırım gibi sırra kadem bastı!. Kesire Öcalan -Yıldırım ise görevini layıkıyla tamamlayarak, Abdullah Öcalan tarafından sağlama alındı. Binlerle ifade edilen Kürd kadrolarını katletmekte hiç bir sakınca görmeyen Öcalan, Pilot ve Kesire ikilisini hep korumuştur. Mehmetçik basının apoletli keşif kolları da Pilot ve Kesire konusunda, hep üç maymunları oynadı. Bunu hayıra yormanın şayet başka amaç taşımıyorsa, siyasi körlükten başka bir açıklaması yoktur.

1974 yılından itibaren askeri darbenin yaralarını sarmaya çalışan devrimci-demokrat Kürd gençliği, Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi'nın araçlarını yaratmak için gecesini gündüzüne katıyordu. İşte bu doğal gelişmeyi sabote etmenin bir aracı olarak tetikçi bir oluşumun yaratılması gerekiyordu. Pilot'un kefili olan Ağrı'lı Abdurahman Polat'ın “Ya örgüt kurulur ya da altı ayda hepiniz imha olursunuz“ demesi ile temelleri Ankara'da atılan PKK'nin, 1978 yılında Diyarbakır'ın Fis köyünde kurulduğu ilanı yapılır.

PKK daha grup aşamasından itibaren çıkış amaçları ile paralellik arz eden, Kürdistan'daki tüm grup ve örgütleri düşman gören bir stratejiyi temel aldı. İstisnasız tüm ulusalcı Kürd örgütlerine saldırarak toplumumuzu terörize etme ve örgütleri deşifre etmede sömürgeci güç odaklarına katkı sundu. Kürd toplumunun bileşenlerini parçalamayı amaç edinerek işe başlayan bu grup, parti ilanından sonra da bu faşist teoriyi programlaştırdı. PKK'nin içinde veya dışında yetişmiş halkımızın değerli kadroları hedef alınarak yok edildiler.

PKK'de gerçekten insiyatif sahibi olabileceklerin tasfiyesine, 1977 yılında Antep'te öldürülen Hakkı Karer ile başlamış ve derinliğine sistemleştirerek günümüze dek sürdürmüştür. PKK'in ortaya çıkışı ile birlikte önce kendi sağına ve soluna saldırarak Kürd toplumunun iç dinamiklerini “Bağımsız, Birleşik, demokratik ve Sosyalist Kürdistan“ adına paramparça ettiğini görmemek mümkün mü?

Türkiye belirlediği stratejiye uygun olarak, Kürd sorununu PKK ile PKK'yi de terörle özdeşleştirerek, bir ulus sorunu olarak, Kürd Sorunu'nun içini boşaltmış ve tek çözüm alternatifi olarak “Türkiyelileşmeyi“ halkımıza dayatmıştır. Devletin PKK ve türevlerine sunduğu lojistik ve pisikolojik destekten dolayı da bir örgüt halkımıza tek alternatif olarak sunulmaktadır. Devletin sağladığı bu desteğin neden ve niçinlerini, Mustafa Kemal pratiği ve devletin 36 yıldır uygulamaya koyduğu Öcalan ve PKK konseptinin tarihi geçmişinde aramak gerekiyor.

Türkiye, muhalefet ve iktidarın görünmez organlar tarafından yönlendirildiği ender ülkelerden biridir. Kürdistan'ın bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış olmasının en büyük handikapı, bu sürecin yaşamın tüm alanlarında kendini yeniden üretiyor olmasıdır. Kürdlerin en büyük yanılgısı da Türkiye'nin kendi egemenlik alanında politik boşluğa yer bırakmayacak kadar ince bir stratejiyi değişik siyasi oluşumlar arasında hep izlediğidir. Kürdlerin, PKK'yi devletin bu stratejisinin Kürdistan'a uyarlanmış şekli olduğunu kavrayamaması veya geç kavraması bir talihsizliktir. Mustafa Kemal tarafından kurulan TKP, (Mustafa Suphi TKP'si değil) yine onun görevlendirdiği Fethi Okyar'ın kurduğu Serbest Cumhuriyet Fırkası (1930) bilinen iki örnektir. Bu iki örneğe, üçüncü bir örnek olarak PKK'yi de eklemek gerekmektedir. İmralı sürecinde, Avukat görüşmeleri adı altında kamuoyuna yansıyan ihanet belgeleri ile başka aracı ve araçlar devreye sokularak PKK şefine sağlanan iletişim kolaylığı, Abdullah Öcalan'ın yine militarist odaklar tarafından kollanıp korunduğunu göstermiyor mu? Devlet iradesini, izlenen Öcalan ve PKK pratiği içinde görmemek mümkün mü ?

1977 yılında Türkiye'de faşist MHP tetikçilerini devreye koyan militarist odaklar, Kürdistan'da da PKK'yi aktifleştirerek kitleleri terörize etti. Özel Harp Dairesi'nin yönlendirmesi ve aynı zamanda da koruması altında, MHP ve PKK tarafından tam hızla yaşama geçirilen terör olayları, 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesinin gerekçesi olarak Türk ve Kürd halklarına yutturuldu. Ancak; 1979 yılında Kürdistan'ın hemen hemen tüm illerinde sıkıyönetim olmasına rağmen terör olayları militarist odaklar tarafından önlenemez! tam aksine yaygınlaştırılır. Öcalan'da somutlaşan Apoculuk, Kürdistan'da terör estirmektedir. Türkiye yazılı ve görsel medyasında hergün haber konusu olan Abdullah Öcalan'nın, kimlere güvenerek Dıyarbakır, Urfa ve Mardin illerinde cirit attığı düşündürücü değil midir ? Gelmekte olan askeri darbede bir kazaya uğramaması için de Öcalan, gizli eller tarafından Suriye'ye transfer edilir. Türkiye'de MHP ve Kürdistan'daki yansıması PKK tarafından terörize edilen Kürd toplumunda, 12 Eylül 1980 Faşist askeri darbesinin kabul görmesi doğal sayılmalıdır.

Askeri faşist darbeden hemen bir gün sonra yani, 13 Eylül günü Türkiye ve Kürdistan'daki terör olayları kılıçla kesilmiş gibi durur. Bu terör ortamının yaratılmasında ve bitirilmesinde darbeyi yapan militarist iradeyi görmemek mümkün mü ?.

12 Eylül 1980 Kürd ulusal Demokratik Mücadelesi'nin kırılma tarihidir.

Türkiye'de MHP ve Kürdistan'da da PKK'nin, 12 Eylül darbesine nasıl lojistik ve pisikolojik destek sağladıkları tüm yönleriyle açığa çıkmış olmasına rağmen, kamuoyunun hala duyarsızlık gösterdiği görülmektedir. Dünya kendi darbecilerini yargıladı. Türkiye ise, demokrasi ve insan hakları konusunda olduğu gibi darbecilerini yargılama noktasında da çağdaş dünyadaki uygulamalarla çelişiyor. Bu gerçeklik hala Türkiye'de politik iradenin militarist güçlerin vesayetinde olduğunun ikrarından başka bir şey değildir. Sadece PKK konusunda değil, 12 Eylül faşist darbesinin olgunlaşması için yıllarca nasıl hazırlık yapıldığı ile ilgili de toplumumuza tarihsel unutkanlık önerilmekte veya dayatılmaktadır.

1 Mayıs 1977'de taksim meydan'ında 37 insanın yaşamına mal olan provakasyon ile adeta 12 Eylül 1980 darbesinin koşullarını yaratmak ve halklarımız lehine gelişen devrimci demokratik süreci sekteye uğratmak amacı ile daha o zamandan itibaren Genelkurmay'da planlanmış olduğu ve terör olaylarının da bizzat darbeyi yapan militarist güç tarafından planlandığı artık bir sır olmadığı olgusu tarihe doğru not edilmiştir.

1972 -1980 süreci ve 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesinin zeminini hazırlayan araçlar kavranmadan, “Derin Devlet“ denilen! - benim de Genelkurmay Karargahı olarak okuduğum – olgu ile Abdullah Öcalan arasındaki ilişki kapsamı ve devlet ile yapılan danışıklı savaş da anlaşılamaz diye düşünüyorum. Bu kirli savaş, Kürdistan'ın demografik yapısını bozmuş ve devletin seksen yılda başaramadığı asimilasyon sürecini PKK kanalıyla çok tehlikeli düzeylere tırmandırmıştır. PKK olgusu hem ülke zemininde, hemde uluslararası alanda sömürgeci militarist egemenlere büyük avantajlar sağladığı yadsınamaz bir gerçekliktir.

Ankara'dan günümüze kadar Öcalan ile birlikte haraket eden, PKK'nin yöneticileri olan ve “Ankara Grubu“ olarak anılan Cemil Bayık, Ali Haydar Kaytan, Duran Kalkan ve Mustafa Karasu gibi müritlerin uygulamalarına bakıldığında bile, asimilasyonun bilinçlice yapıldığının farkına varmamak mümkün mü? 30 yılı aşkın Kürdistan'da yaşayan bu tipler, Kürdistan'ın her dört parçasında da Türkçeyi mutlak egemen dil haline getirmişlerdir. Her ne hikmetse bunlar iki kelime Kürdçe öğrenmiyorlar. Bu onların geri zekalı oldukları anlamına gelmemelidir!. Kürdleri asimile etmek için bilinçli uygulanan sinsi bir politikadır. PKK içindeki yurtsever gençlerin ve halkımızın bu asimilasyoncu politikayı bile sorguluyabilme yetisini yitirmiş olması, aynı zamanda PKK vebasının halkımız üzerindeki psikolojik baskı ve bellek kaybının düzeyini göstermek için yeterlidir.

PKK'de İmralı sürecinin tetiklediği çözülme sürecinin başlamasından sonra, değişik gerekçelerle PKK'den ayrılanların iddia ettikleri gibi, Öcalan'ın İmralı sürecinde devlet güdümüne girdiği tezi doğru değildir. Aksine, Öcalan ve PKK'si daha grup aşamasında devletin kolları arasında büyümüş ve büyütülmüştür. PKK'den farklı nedenlerden dolayı ayrılanların bu Kürdkıran faşist örgütün kuruluşunu sorgulaması gerekmektedir. PKK'nin kuruluşunu sorgulayamayanlar, bu süreci de kavramada güçlük çekerler. PWD-K'nin de sıkıntı ve çözümsüzlüğünün temelini bu yanlış değerlendirmede aramak gerekir.

Abdullah Öcalan'ın yıllarca arkadaşlarından bile sakladığı sırrını, iradesi dışında yıllar sonra açığa çıkan kirli ilişkilerini gizleyebilmek amacıyla, değişik ortamlarda Mit'in parası ve ilişkilerini kulanarak bu günlere geldiğini defalarca söylemesi, boşuna sarf edilmiş sözler olarak yorumlanmamalıdır. Pilot Necati ve Kesire Yıldırım ile olan organik bağının olduğu sinyalini alan tüm basın mensuplarının sorularına aynı doğrultuda yanıt vermesi ve arkadaşlarının ajanlığını onaylarken doğruyu söylemesine rağmen, kendisinin bu ajan takımı arasından olmadığını ispatlamak güdüsü ile halkımıza yalan söylüyor.

Dış politika alanında Türkiye'nin en iyi diplomatlarından biri olan Şükrü Elekdağ, daha Öcalan Suriye'de iken; “çözüm için Apo'yu Suriye“nin elinden kurtarmak gerekir“ diyordu. Öcalan Türkiye'ye getirildikten sonra da 14 Haziran 1999 Milliyet gazetesine verdiği söyleşide ise, “Bu tarihi olayın, Türk güvenlik güçlerinin PKK terörüyle mücadelede kazandıkları başarı ile birlikte değerlendirilmesi halinde, Kürd sorununun demokrasi ve üniter devlet çerçevesinde çözümü için Türkiye'nin emsalsiz bir fırsat elde ettiğine“ vurgu yapıyordu!. Genelkurmay eski sekreteri Sabri Yirmibeşoğlu'nun ise, “Milli birliği ve bütünlüğü sağlamak için bu savaşı boşuna mı verdik. Asılmaması gerekiyorsa halkımız bunu anlar“ diyordu. Bu demeçlere; Genelkurmayın dar bir çevreye verdiği brifingten sonra da Emin Çölaşan gibi statükocu yalakaların ve bir bütün olarak da apoletli Türk Medyası'nın, İmralı süreci ile paralellik arz eden değişim ve dönüşümü, Öcalan-devlet bilmecesini çözmek için çok önemli ipuçları içerdiğini düşünüyorum.

1996 yılında Abdullah Öcalan'ın, Mahir Sayın ile yapmış olduğu ve “Erkeği Öldürmek“ diye isimlendirdiği röportajında, “ .... Ben PKK'de amansız yaşadım. Onların iddiası neydi sonuna kadar bilir misin? Bu Özal'ın katledilmesine kadar. Şimdi aslında adamlar; verebilirim; Ersever, JİTEM sorumlusu biliyorsun, diyor ki öldürüldüğünde iki ajan Star televizyonuna çıktı. “Yukarıdan bize gelen emir şuydu“ diyor “ Apo'yu sağ isteriz“ şimdi siz bunu nasıl anlayacaksınız, izleyenler bilir. Örgütü ele geçirmek istiyorlar. Ele geçirmek için benim sağ olmam gerekiyor. Benim tıpkı onları kulanarak örgütü geliştirmem gibi, onlarında beni kulanarak PKK'yi ele geçirmeleri gerekir....“ diyor. Burada, devletin Öcalan'nın yaşamasına çok büyük değer verdiği doğrudur. Fakat “Benim tıpkı onları kullanarak örgütü geliştirmem gibi, onlarında beni kullanarak PKK'yi ele geçirmeleri gerekir....“ söylemi doğruyu yansıtmadığı gibi, Uğur Mumcu'nun tesbit ettiği ve yaşamına mal olan Öcalan-devlet ilişkisini perdeleme iç güdüsüyle söylenmiş sözlerdir.

MİT ile ilişkileri söz konusu olunca, Öcalan'ın ileri sürdüğü argümanların Kürdçe açıklaması şöyledir: PKK kurulmadan önce, izleme adına; kurulduktan sonra kontrol adına; Suriye'ye geçtikten sonra, dağılıp kontroldan çıkma korkusu adına; Öcalan'ın sağ bırakılması ve PKK üzerindeki mutlak hakimiyetinin sürdürülmesi devlet tarafından temel bir politika olarak hep devam ettirilmiştir. İmralı süreci adına da bu dokunulmazlık devam ettirilmektedir. Devlet tarafından Abdullah Öcalan'a böylesi yakın ilgi ve lojistik desteğin nedenlerini, Öcalan'ın 1970'lere dayanan ve MİT'in bir havuz kuruluşu olan, Komünizmle Mücadele Dernekleri'ndeki faliyetlerinde aramak gerekir diye düşünüyorum.

PKK'nin kuruluş aşamasında da Öcalan; Pilot Necati Kaya, Kesire Yıldırım ve daha niceleri tarafından takviye edilmiştir. Devletin yönlendirilmesiyle Öcalan'a 1987'lerde lojistik ve psikolojik destek sağlaması amacıyla 1989-1991 tarihlerinde, Doğu Perinçek tarafından takviye yapıldı. Öcalan ile görüşmelerinden dolayı da kendisine yöneltilen suçlamalara karşı, Perinçek “Apo ile yakınlaşmam bir devlet göreviydi. Kardeşlik çözümünü savunduğum için bu görevi kabul ettim. Bu gizli bir görevdi. Genelkurmayın konudan haberi var.“ diyecekti. 1992 yılından sonra da imralı sürecini hazırlamak için de aynı güç tarafından Yalçın Küçük ile takviye edilmiştir. Kürdistan'da uygulanan devlet konseptinin en etkin aktörü Abdullah Öcalan'dır. Öcalan ve PKK'sini doğru değerlendirmek, sürece müdahele etmenin zemin ve araçlarını yaratmak için yürütülen çalışmaların da doğru tesbiti ile doğrudan orantılıdır.

PKK'nin sadece Pilot Necati ve Kesire Yıldırım kanalıyla kontrol edildiği ve bu mekanizmanın onlarla sınırlı olduğunu sanmak bir yanılgıdır. Pilot zamanında PKK'de yapılan uygulamaların, Pilot'un devre dışı bırakıldığı iddia edilen dönemden sonra da değişime uğramadan uygulanması, iddia edildiği gibi Pilot'un, PKK haraketi içinde en etkin ajan konumunda olmadığının belgesidir. Bu tür dezenformasyonlar, en etkin kişinin Öcalan olduğu gerçeğini gizlemek için sinsice seçilmiş argümanlardır.

Bilindiği gibi 1999 yılında kendisine tahsis edilen İmralı karargahında, Türkiye adalet sisteminde olağan olmayan jet hızıyla bir yargılama komedisi yaşandı. Otuz yılı aşkın bir süreçte, iç infazlar ile birlikte binlerle ifade edilen Kürd kadroların yok edilmesinde en ufak bir sakınca görmeyen ve kendisi için Kürdler üzerinde tanrısal bir hegemonya kuran Öcalan'ın, dünya medyasına yansıyan görüntü ve söylemleriyle nasıl cüceleştiğine tanıklık ettik. 1980-84 yıllarındaki vahşet dönemini Diyarbakır zindanında yaşayıp, akıl almaz işkence metotlarına yenik düşen bazı Kürd gençlerini ihanet ile suçlayan bu şef; kendisine bir fiske dahi vurulmadan PKK'nin tüm ilişkilerini düşmana veriyordu. Dünya; Öcalan pratiğinde örgütünü böyle ele veren itirafçı bir lidere ve birbirleriyle savaşan güçlerin de aynı karargahtan yönetilmesine ilk kez tanıklık etti.

Mustafa Kemal'in 1923 yılında Kürd sorununa ilişkin çözüm önerisi olarak 1987 yılında Doğu Perinçek'in 2000'e Doğru dergisinde gizli eller tarafından yayınlanan ve İmralı sürecinde Öcalan tarafından yeniden keşfediliyormuş gibi yapılan sıradan bir konuşması, Türk Tarih Kurumu tarafından bir devlet güvencesi olarak 70 yıl saklanmıştır. 70 yıl saklandıktan sonra piyasaya sürülen bu konuşma, Öcalan'a Kürd ulusal sorunu'nu Kemalizm ile harmanlayarak halkımıza kurtuluşun tek alternatifi olarak sunma kolaylığını sağlamayı amaçladığından kuşku duyulmamalıdır. İmralı sürecinde ifadesini bulan “Demokratik Cumhuriyet- Demokratik Konfederalizm“ gibi Kürdleri sömürgecilere entegre etmekten başka hiç bir anlam ifade etmeyen, ama aynı zamanda da halkımızda kafa karışıklığına neden olan ve Ortadoğu koşullarında hiç bir geçerliliği olmayan teorilerin sahibi Öcalan değildir! Tersine, Mustafa Kemal'in Kürd sorununun çözümü ile ilgili bir konuşmasını 70 yıl sakladıktan sonra pıyasaya süren güçtür.

1970'li yıllarda başlayarak yetiştirilen ve temelleri döşenen asimilasyon-entegre projelerinin bir numaralı uygulayıcısı konumunda olan Öcalan ve tarikatı, Kürd ulusal sorununu Kemalizm ile harmanlayarak halkımıza kurtuluş olarak sunmaya devam ediyor. Kemalist Türk solunun, Kürd sorununu ele alış tarzı itibariyle, Kürdlerin gelenekçi Türk solundan kesin bir kopuşu yaşadığı 1970'li yıllara dönüşü ifade eden bu ihanet projesine; ne yazık ki sosyal ve politik yaşamımızın handikapı olan alternatifsizlikten dolayı da bir karşı duruşu sergileyemiyoruz.

Kürdistan'ı sömürgeleştiren devletler çıkarlarını sürdürebilme yolunun aralarındaki kısmi çelişkileri bir kenara bırakıp, Kürdistan'ın sömürge statüsünün devamı için bir emniyet supabı olan işbirliği mekanizmasını hep işletmişlerdir. Türkiye'de sınanarak göreceli bir başarı sağladığına inanılan PKK konsepti; yukarıda değindiğim bu işbirliği güdüsü ile diğer sömürgeci ülkelere de bir örnek teşkil ettiği ve ihraç edildiği görülmektedir.

İmralı süreci ile Kürd sorununu Kemalizm ile harmanlayarak halkımızı siyasi olarak aldattığı daha da bir netlik kazanan Öcalan'ın; Kürdistan'ın diğer parçalarındaki halkımızı da sömürgecilere entegre etme projesinin birer araçları olan; Irak'ta: Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi (PÇDK), İran'da: Kürdistan Özgür Yaşam Partisi (PJAK), Suriye'de: Demokratik Birlik Partisi (PYD) ve Türkiye'de: Kürdistan Demokratik Halk Birliği (YDK) gibi kontra örgütler kurdurttuğu bilinmektedir. Bu kontra örgütlerin bir tek amacı vardır: Kürd Ulusal Sorunu'nun içini başaltarak sömürgeci devletlere entegrasyonunu sağlamaktır. Dikkat edilirse, PKK Kuzey Kürdistan'daki ulusal mücadelemizi boşa çıkartmak için uyguladığı faşist pratiği, Kürdistan'ın diğer parçalarında da çoktan uygulamaya koymuştur. Örnek olması açısından; Doğu Kürdistan'dan Sipan Rojhılat, Suriye Kürdlerinden Kemal Şahin, Türkiye Kürdlerinden Hikmet Fidan ve Kani Yılmaz gibi kendilerinden ayrılan bu tür kadroları yok etmeleri, insana “biz bu filmi daha önce izlemiştik“ dedirtecek türden değil midir ? PKK'nin bu tür siyasi cinayetleri devam edecektir. Bundan kuşku duyulmamalıdır. PKK'nin Güney Kürdistan'da konuşlanmış olması, Türkiye'nin bir mevzisi olarak algılanmalı ve buna göre tavır geliştirilmelidir. Yani PKK ve türevlerini Türkiye'nin Ortadoğu ve özellikle de Kürdistan'daki politikasının hayata geçirilmesinin araçlarından birisi olarak değerlendirmek, aynı zamanda Kürd ulusal demokratik mücadelesinin tıkanmış sorunlarının da çözümüne yönelik ipuçlarını sunacaktır.

Dalkavukluğu yaşam biçimi olarak seçmişleri rahatsız etse bile, tarihe karşı sorumluluğun bir gereği olarak, bir gerçeğin daha altını çizmenin gerekliliğine inanıyorum. PKK'nin 80'li yılların ilk yarısında Suriye'den Kürdistan'ın stratejik bölgelerine taşınmasında, Güney Kürdistan'lı partilerin sorumluluğu çok büyüktür. Güney Kürdistan Siyasi İradesi'nin, PKK ile ilişkileri dün olduğu gibi, bugün de ulusal vizyon ile örtüşmeyen ve pragmatist bir politikadır.

Güney Kürdistan siyasi iradesinin sömürgeci egemenler ile geçmişten kaynaklanan yanlış ve yukarıda çerçevesini belirttiğim nedenlere dayanan ilişkiler sistematiğinin bir sonucu olarak, PKK ile ilgili politik söylem ve pratik yaklaşımlarından alınan sinyaller objektif olarak değerlendirilirse, Güney Kürdistan Siyasi İradesi'nin PKK ve türevleri ile daha kapsamlı ilişkiler içine gireceğinin ipuçları rahatlıkla tesbit edilebilir. Umarım gelişmeler beni yanıltır.

Tüm olumsuzluklara rağmen bu süreci halkımızın lehine çevirmenin olanağı vardır. Bu da; halkımızın Güney Kürdistan'daki kazanımlarına ulusal bütünlüğümüzün bir güvencesi olarak sahip çıkmanın yanısıra, Güney'in ulusumuzu ilgilendiren yanlış politikalarına karşı dik bir duruş sergileyebilmektir. Keza, temel görevimizin de Türkiye'nin PKK konseptinin egemenliğinin devamına hizmet eden politikaları ile alternatifsiz bırakılmak istenen Kuzey Kürdistan'lı halkımızın kendi ulusal-siyasal birlik alternatifini yaratması için gerekli politik perspektifleri ve örgütsel adımları ortaya koymakta somutlaştığını düşünüyorum.

Abdulah Öcalan'ın 1 Eylül 1998 tek taraflı ateşkes kararından sonra, Türkiye'nin PKK'den istemleri olarak Genelkurmay-Öcalan arasındaki gizli yazışmaları ve bu yazışmalarla üst üste çakışan PKK'deki strateji değişikliğinin, PKK tarafından iddia edildiği gibi uluslararası bir komplo teorisi ile basite indirgenen bir senaryo ile açıklanamıyacağına ilişkin önemli bir belge teşkil etmesi açısından, Hasan Yıldız'ın (Muhatapsız Savaş Muhatapsız Barış) çalışmasından olduğu gibi aşağıya aktarmanın yararlı olacağına inanıyorum.

Devlet önerisi: “Parti kendi siyasal duruşunu gözden geçirmelidir.“( 15 Ağustos 1998 tarihli mektub )

Öcalan: Yeniden yapılanmalıyız, aksi takdirde bu şartlarda yürüyemem, parti başkanlığını bırakırım temasını işlemeğe başladı. İmralı sürecinde de PKK'nin politik hattının temelden değişmesi için oldukça yoğun öneriler sundu. ( Roma'da bulunduğu sırada)

PKK VII. Kongre kararı: “ Yeni Parti stratejisinin temel mücadele biçimi, demokratik siyasi mücadele olarak kabul edildi.“

Devlet önerisi: “ Devleti dönüştürmek için muhaliflere yani PKK'ye düşen görevler vardır. Bu görevlerinizi yerine getirmelisiniz.“ ( 15 Ağustos 1998 tarihli mektub )

Öcalan: Devletin demokratik dönüşümünde söz sahibiyiz. Demokratik dönüşümün en temel gerekçesi bizim kimlik sorunumuz, barış sorunumuzdur. HADEP'teki aşırılıkları karşılıklı ilişkilerle ele alıp düzeltebiliriz. ( 16 Eylül tarihli genelkurmaya gönderilen mektub )

“ PKK demokratik çözümün anahtarıdır. Yasal demokratik siyasi çalışmanın her alanda artan önemine göre doğru bir tarzın tutturulması giderek önem kazanıyor.“ ( 5 Eylül 1999 tarihli İmralı bildirisi )

PKK VII. Kongre kararı: “Yasal ve siyasi güvencelerin yaratılması durumunda, sürecin olumlu yönde gelişmesine peralel olarak, uygun bir plan temelinde tüm güçlerini Demokratik Cumhuriyet'e katmayı öngörür.“

Devlet önerisi: “Ateşkes devletin demokratikleştirilmesi ve bunun sonucu olarak sizin silahlarınızı bırakmanız gibi reel bir durumun ifadesi değilse, değişik bir ifadeyle sizce doğru bulunuyorsa yarından itibaren ateşkesi bozabilir ve operasyonları gerekçe gösterip, doğru bulduğunuz tavrınızdan vazgeçmenin başka gerekçelerini de ifade edebilirsiniz.“(15 Eylül 1998 tarihli mektub )

Öcalan: “ Her an yeniden çatışmalar olabilir havasına kesin son vermek gerekir. Az da olsa savunmaya da dayansa, çatışmaların zorladığını belirtmeliyim. Ayrıca demeçlerde silahlı çatışmaya da, barışa da söylemi iyi değildir.“ ( 15 Eylül 1999 tarihli İmralı mektubu )

PKK VII. Kongre kararı: “ Silahlı örgütü olan ARGK'nin Türkiye'nin demokratik dönüşümü ve Kürd sorununun çözümüne bağlı olan varlığı, Halk Savunma Gücü biçiminde düzenlendi.“

Devlet önerisi: “ Kürd kimliğinin tanınmasını silahlı mücadele nedeni olarak izah etmek anlaşılır bir durum değildir. “ ( Ekim 1998 gönderilen son mektub )

“ Siyasi gücünüzle kıyaslanamıyacak olan askeri gücünüzü sürekli tehdit olarak öne sürmeniz size güvence sağlamaz. Siyasi güvenceniz, siyasal gücünüzdedir.“ ( 3 Ekim 1998 tarihli mektub )

Öcalan: Silahlı mücadelenin terk edilerek, silahlı grupların sınırların gerisine çekilmesini önerdi ve PKK'nin demokratik devletle birleşmesi gerektiğini bu süreç içinde ifade etti.

PKK VII. Kongre kararı: “Silahlı mücadelenin bırakılması resmi olarak kabul edildi.“

Devlet önerisi: “ Ağustos mektubu stratejik bir anahtardır. Siyasal çözümün güvencesi siyasal cevap ve barışta ısrardır.“ ( 3 Ekim 1998 tarihli mektub )

Öcalan: Suriye'yi tehditle başgösteren çatışma ortamı, Roma krizi, Nairobi komplosu ve idam kararı ile ters orantılı olarak Öcalan, 1 Eylül 1998'de ilan ettiği Ateşkes'i bozmadı. Ateşkes'in içeriği her aşamada yumuşatıldı. PKK Başkanlık Konseyi'ni de buna ikna etti.

PKK VII. Kongre kararı: Kongre, Öcalan'ı oybirliğiyle yeniden genel başkan seçerken, onun çizdiği değişim stratejisini tamamıyla kabul etti.

Devlet önerisi: “ Türkiye iç barışı aynı zamanda Ortadoğu iç barışıdır. Tarihin en zor ama aynı zamanda en kolay öğesi TÜRKİYELİLEŞMEKTİR.“ ( 3 Ekim 1998 tarihli mektub )

Öcalan: Misak-i Milli ve Türkiyelileşme kavramlarına ilişkin söylemler çerçevesinde görüşlerini yoğunlaştıran Öcalan, “ Demokratik Türkiye Platformu “ adı altında biraraya gelen çeşitli sol çevrelerle birlikte HADEP'in yerine tüm Türkiye'yi kucaklayan yeni bir kitle partisi kurma çalışmalarının ideolojik zeminini hazırladı.

Devlet önerisi: “ Roma Konferansı Türkiyelileşme duruşuna hizmet etmemiştir.“( 3 Ekim 1999 tarihli mektub ) ve “ bir yandan devletin bütünlüğü içinde denilirken, öte yandan diğer devletlerle ilişki kurmanın izahı mümkün müdür ? “ ( Ekim 1998 gönderilen son mektub )

Mahkeme Başkanı Turgut Okyay: “ Barışa katkıda bulunmak istiyorsan,sözde sürgündeki Kürd Parlemento'suna bir mesajın olacak mı? “

Öcalan: “ Bu konu çok önemlidir. Sorduğunuz için teşekkür ediyorum. Bu parlemento ulusal kongra adı altında bütün Kürdleri bağrında toplamak isteyen bir kuruluşa dönüşmüş. Beni de onursal başkanı seçmişler. Türkiye ile, demokratik cumhuriyet ile kalıcı bir barış ve kardeşlik ortamı istiyoruz. Türkiye ile düşmanlık temelinde bir yaklaşım göstermesinler. Dostlukla yaklaşsınlar. Kürdlerin geleceğinin Türkiye'de olduğunu bilsinler.“ ( 7 Haziran, Kanal D ve ATV haber programları )

PKK Başkanlık Konseyi Kararı: Sürgündeki Kürd Parlementosu, PKK temsilcisinin önerisi üzerine, 26 Eylül 1999 tarihinde son toplantısını yaparak kapatıldı. Hiçbir devlet arabuluculuk rolüne soyundurulmadı.

Devlet önerisi: “ Türkiye'yi kuzey Irak'tan dolayı Ortadoğulaştırmak en başta Kürdlerin zarar göreceği bir durumdur. Çünkü Ortadoğulaşan bir ülke iktidar ve hukuk kefiline dönüşen bir ülkedir. İktidar kefili kürdlerin tercihi olmamalıdır.“ ( Ekim 1998 gönderilen son mektubu )

PKK VII. Kongre kararı: “ PKK Kürd halkının yaşadığı Irak, İran ve Suriye'de de mevcut sınırlar dahilinde bir demokratik çözümü esas alır.“

Öcalan ve PKK: Bu süreç içinde PKK Başkanlık Konseyi'nden, Sürgündeki Kürd Parlementosu'na veya PKK yanlısı basından gelen, İmralı sürecine aykırı sesler dikkate alınmadı. Ancak bu seslerin sürece uygun hale getirilmesi için Öcalan'ın ikazları gerekli oldu ve sonuçta istenen elde edildi.

Öcalan: “ Sonuçta Türkiye oradaki ( Güney Kürdistan ) varlığımızı kendisi için bir tehlike değil, bir gövence olarak görmelidir. Yani oradaki Kürd çözümü ve Irak'taki demokratik gelişme bunda yeriniz bir güvencedir.“ (1 Ağustos 1999 tarihli PKK Başkanlık Konseyi'ne yönelik İmralı mektubu )

İşte! Tek başına Öcalan-Genelkurmay arasındaki bu diyalog ve bunun bir sonucu olarak PKK'nin stratejik dönüşüm kararları, Kürd ulusal sorununun neden ve nasıl Türkiyelileşme düzeyine çekildiğinin de belgesidir.

Özet olarak, Türkiye'nin değişik siyasi yelpazeler arasında politik boşluğa yer bırakmayan bir stratejiyi izlemesinin bir ürünü olan Öcalan ve PKK'si, Cumhuriyet'in kuruluş yıllarından itibaren kazandığı deneyimin Kürdistan'a uyarlanmış bir versiyonudur. Öcalan Kenya'dan İmralı adasına taşınırken, PKK tarafından uydurulan komplo teorileri gerçeği yansıtmıyor. Öcalan 1998 yılından itibaren Genelkurmay ile yaptığı gizli yazışmalar ile İmralı sürecinin zeminini hazırlamanın bir gereği olarak, PKK içerisinde planlanan konsepte uymayacaklarından kuşkulandığı tüm kadroları değişik komplolarla yok etti. Böylece Suriye'nin elinden kurtarılıp Türkiye'ye gelmesinin yolu açılmış oldu. Apo'nun İtalya'da kalmamakta ısrarlı olmasının üzerinde ayrıca kafa yormak gerektiğini düşünüyorum. İmralı'da Öcalan'ın itiraflarıyla ortaya konan senaryolarla birlikte düşünüldüğünde, bunun, Cumhuriyet'ten bu yana Kürd direnişlerinin hep dış kaynaklı olduğuna ilişkin Türkiye savını kanıtlamaya yönelik bir planın parçası olabileceği hiç mi akla gelmiyor?

Abdullah Öcalan ve PKK'si gelişen Kürd ulusal demokratik mücadelesinin rayından saptırılıp Kürdistan'daki politik güçlerin destabilize edilmesi, ekonomik ve toplumsal alt yapısı kurulmuş siyasi bir oluşumun kurulmasını sabote etmenin ve Kürdleri Türkiye Cumhuriyeti'ne entegre etme projesinin bir aracı olarak devletin lojistik ve psikolojik katkılarıyla güçlendirilerek, Kürd ulusal dinamikleri üzerine oturtulmuş bir KÜRDKIRAN haraketidir.

Bu konuyu, Öcalan İmralı'ya taşındıktan sonra hangi suçlardan dolayı yargılanması gerektiği ile ilgili olarak yapılan polemiklerde; Türkiye ve Kürdistan'da hiç kimsenin cesaret edemediği gerçeği dile getiren, The Times'in yorumu ile noktalamak istiyorum.

“ PKK lideri, binlerce insanın ölümünden, geniş kitlelerin yıldırılmasından ve soydaşları olan milyonlarca Kürd'ün siyasi açıdan kandırılmasından sorumlu merhametsiz bir teröristtir. Öcalan, 35 binden fazla insanın hayatına mal olan, Güneydoğu Türkiye'nin büyük bir bölümünü mahveden ve Kürdlerin özerkliğini yıllarca engelleyen ordu misillemelerine yol açan terör faşist dairesinden sorumlu olan 14 yıllık bir gerilla savaşı yürütmek suçuyla yargılanabilecektir.“

The Times'in bu yorumu, Öcalan ve PKK'si hakında herkesi yeniden düşünmeye davet eden tarihi bir belgedir. Umarım halkımız tarafından karşılığını bulur.

21 Mart 2006

Stockholm

suleymanakkoyun@hotmaıl.com

sayin alan bu yaziyi mutlaka okudugunu tahmin ediyorum,sayin akkoyunlu hocanin mart 2006 da yazdigi bir makaledir. günümüzdede bazi seylerin net olarak anlasilma si icin bence cok iyi bir tahlil. kürd milletinin bagimsizliklarinin engellenmesi icin düsmanlarimiz tarafindan 30 sene kendisiyle savasacak bir örgütün nasil kuruldugunu,kurulurken de en fanatik baigimsizlikci maskesi kullandirilip gercek bagimsizlikcilari nasil bertaraf ettiginin göstergesidir bu yazi. bence bu yazi tek basina bir cok seyi acikliyor. hani hep örgütlenmemiz gerek,alternatif olmamiz gerek diyoruzya? iste bu yazida bunun zorluklarininda neler olabilecegi aciklaniyor. neyse sizinde bu yazi hakkindaki görüslerinizi merak ediyorum,bence kek berwartonun yazisida bu yaziyi tamamliyor,anlatmak istedigim örgütlenmenin kuridtandaki zorluklari coktur. saygilar

Sevgili Nanxwer Kardesime! PKK ve Öcalan benim icin tarih oldular. Bizim yapacagimiz tek sey bu tarihten ögrenmek, ders cikarmak olmali, onlari hergün gündemde tutmak olmamalidir. Simdi DTP ve KCK denilen basi Tirk, gövdesi Kürd partiler vardir ve biz bu partileri begenmiyorsak eger o zaman alternatif partiler, örgütler kurmaliyiz diye düsünüyorum. Dahasi benim düsündügüm BAGIMSIZLIGI ve DEVLETLESMEYI HEDEFINE KOYACAK ve sadece bunu hedefine koyacak bütün Kürdleri bagrinda toplayan, bagimsizligi bizzat seferber eden bir olusum,organizasyon ya da bir örgüte ihtiyac vardir. TEVKURD örnegin güzel bir örnektir. Kürdler bir cok seyi söylüyorlar ama is yapmaya geldiler mi beceremiyorlar. Kürdistan'in düsmanlar tarafindan isgal olmasinda elbette düsman suclu ama bir o kadarda bizde sucluyuz. PKK, KDP, YNK istedigini ve yapabildigini yapiyor ama biz ne yapiyoruz? Biz onlari hergün elestiriyor, yakiniyoruz, iste bu olmamali diyorum. Tabii elestiri olacak ama ondan cok bizim kendimizin ne yapacagi önemlidir. PKK'ye veya Kürd örgüt ve partilerine karsi harcayacagimiz enerjiyi birlestirip düsmana karsi harcarsak dahada basarili olacagimizi düsünüyorum. Selam ve sevgiler

Bence sayin Süleyman Akkoyun'un bu tesbitlerine kafa yormak ve biraz da ciddi değerlendirmek gerekir. Onun Nasname'den uzun söredir izliyorum. öyle bol keseden atan birine benzemiyor. Sanki tarih onun gibi düşünenleri haklı çıkarma tirendine girdi. Demek ki, sorun Öcalan ile sınırlı değil, çok kapsamlı ve kürdü yok etmeyi amaçlayan bir proje. PKK iyidir, Öcalan değiştirdi ve adım adım teslimiyete götürüyor tezini ayakları biraz havada kalıyor gibi geliyor bana. Bence PKK kuruluşundan başlayıp sorgulamak en akıllı yol olur. sevgilr saygılar

Yeni Yorum yaz

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.