Eski PKK'li arkadaşlardan bazıları, Selahattin Erdem'in yazısına ağır bir karşılık vermediğimiz ve İsmail Beşikçi-PKK tartışmasında PKK'ye daha ağır eleştiriler yöneltmediğimiz için bizi korkaklık ve kimi zaman da hem nalına hem mıhına vurmakla itham ettiler. Bu mesajların büyük kısmının ben ve Yaşar Kaya'ya yönelik olduğunu anlayacak kadar yazı dünyasını tanırız.
Ne yapalım, annemiz bizi kendileri gibi cesur doğurmamış.
Esasında ben zaten bir PKK korkağıyım. Bu korkaklığım yirmi senedir sürer. O kadar korkağım ki, PKK nereye çağırsa giderim.
Yirmi senedir, ayrılan veya yerinde kalan PKK kadrolarının önünde suçlu bir çocuk gibi mahcup durdum hep. Kani Yılmaz'ın Avrupa sorumlusu olduğu zamanlarda Newroz gecelerinden dışarı atıldığımda, usul usul çıkıp giderdim. Standalardan yerlere atılan kitaplarımı toplamaktan hiç üşenmezdim. Gönül alıcı tek lafını duymak için festival çadırlarının önünde beni görmesi için beklediğim Gani Yılmaz'ın iğneleyici laflarıyla döndüğüm evimde ürkek ve üzüntülü geceler geçirdiğim doğrudur.
Bir zamanların Avrupa PKK'sinin etkin kadrolarından olan ve şimdi PKK'ye ağır suçlamalar yöneltmediğimiz için bizi eleştiren bir arkadaşın yarı dostça yarı cidden sırtıma indirdiği tokatın acısını hiç unutamadım.
“Ne haber muhalif yazar! PKK'ye inceden inceye yükleniyorsun! Gözümüzden kaçtığını sanma!“
Dedim ya, kalanların ve gidenlerin sert ve ters bakışları altında korkak olmuş bir yazarım ben.
O kadar korkağım ki, ölüm tehdidi ile çağırılan yerlere bile beynimi dağıttırmak için özellikle koşardım.
Demek ki, korkaklık kimilerinin soyundan geliyor.
Ben bu hikayenin buraya varacağını biliyordum. Bizim gibi “ara yerde“ duranların ne dün şansı vardı, ne de bugün. Dün bu arkadaşlarımızın gözünde “PKK'yi sinsice eleştiren muhalifler“, bugün de PKK'yi yeterince eleştirmeyen “korkaklar“ olacağımız kesindi.
Dedim ya benim gibiler, kalanların ve ayrılanların sindirdiği korkak kişileriz. Ben şahsen öyleyim. Dün, PKK karşıtı olmadığımızı kanıtlamak zorunda kaldığımız arkadaşlara bugün PKK karşıtlığımızı kanıtlamak zorunda kalmamız ironik bir Kürt yazgısıdır.
Halbuki ben, 5-10-20 sene dağlarda veya çeşitli mücadele alanlarında kalmış eski bir PKK'li gördüğüm zaman elimi yana indirmeden veya önümü kapatmadan konuşamıyorum. Fakat bu arkadaşların üslubu acımasız. Şimdiki üsluplarını ters çevirdiniz mi PKK'deyken sağı solu ürküten üsluplarının aynısı ile karşılaşıyorsunuz. Neden? Niye böyle?
Kalanlar ve ayrılanlar geçmişte iyi-kötü yıllarca yol arkadaşlığı yaptılar. Güzel veya çekilmez günler geçirdiler... Bugün geriye dönüp baktıklarında onaylamadıkları bir çok davranışın her düzeyde ortaklığını yaptılar... Ortada bir başarı, başarısızlık veya hatalar zinciri varsa, bu zinciri birlikte tuttular... Zaten bundan dolayı ayrılmış halleriyle bile Türk devletinin eline geçtiklerinde, geçmiş pratiklerinden dolayı çoğu ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezasına çarptırılacak.
Yani ayrılmış olmak bir insanı geçmiş düşünce ve pratik ortaklığından hemen kurtramıyor.
İnsan bazen kendisini yenik ve başarısız sayabilmelidir. Başarılıysa, başarılarıyla övünebilmeli.
Bu durum, bir çoğumuzun on yıllarını verdiği Türk zindanlarındaki psikolojiye ne çok benziyor. Türk zindanlarındaki solcu ve Kürt tutsaklar yıllarca bireysel hatalarını tartıştılar. İşkence mağduru yaralı halleriyle polis karşısındaki tavırlarını ele aldılar. Kim önce yakalandı veya kimlerin ismini verdiği üzerinde durdular yıllarca. Uzun yıllara dayalı bu tartışmalar en inanmış insanın yüreğinde bile giderilmez yaralar açtı... Kırılmalar yaşandı. Adı ihbarcıya çıkarılmış nice genç, tahliye olur olmaz kendini kanıtlamak ve üstüne atılmış iftiralardan kurtulmak için çatışmaların ortasına gitti ve ilk vuruşmada düşüp kaldı. Böyle onlarca insan tanıdım.
Ama halk çocuklarının zindanlarda canını çıkaran nice ağabey de, tahliye olur olmaz risksiz alanlara doğru köşeyi kırıp gitti... Sahi 12 Eylül tartışma ve suçlamalarından geri ne kaldı? Ne kurtarıldı?
Şimdi de benzer bir durum Kürtlerde yaşanıyor. Gerçeği ortaya çıkarma adına, muhaliflik adına, ortak olunan bir dönemin tüm olumsuzlukları geride kalanların veya bir kenarda duranların üstüne yıkılıyor...
Savaşta ve siyasette başarısız olmuş veya koşullardan dolayı istediğini elde edememiş bir çok askeri ve siyasi komutan, bu ezikliğin, bu başarısızlığın, geçmiş ortak hataların acısını birkaç anı- makaleyle çıkaracağını sanıyor...
Fakat hayat öyle gitmiyor. Yazı alanı siyasi ve askeri komutanlıktan daha acımasızdır. Askeri komutanlıkta bazen bir mermi sektirebilirsin. Bir görev alanından ötekisine gidebilirsin. Bazen bir arkadaşının ayağını kaydırabilirsin, bazen bir suça ortaklık da yapabilirsin. Ve bunların üstünü örtebilme olanağı var. Fakat açık alan yazıda cümleleri fazla sektirme şansın yoktur. Otuz sene, yüz sene sonra bile yazdıkların bir ibret belgesi olarak karşına çıkarılır.
Ben bu yazıyı kesinlikle birilerini ikna etmek için yazmıyorum. Kürt dünyası, yazılanlara önem ve değer veremeyecek kadar birbiri hakkında keskinleşmiş. Bir çok çevre kalıplaşmış yargı ve önyargılarıyla bu hayatı sürdürüp götürecek. Kendi yargılarına uymayan herkesi, kim varsa korkaklık veya başka şeylerle suçlayacak...
Fakat bir süre sonra bunlar da dinecek. Karşıtlık zemini ortadan kalktı mı bu tartışmalardan geriye yıpranmış bireylerden başka bir şey kalmayacak.
Bir arkadaşımız Beşikçi tartışmalarında “hem nalına hem mıhına vurduğumu“söylüyor. Evet aynen öyle yapıyorum. Nal çakılacaksa çiviye, çivi çakılacaksa nala ihtiyaç vardır. Naldan destek alınmadıkça atın ayağına çivi çakmak mümkün değildir. Hele sona doğru, çivi tam gömülsün ve tam otursun diye hem nala, hem çiviye vurulur.
Bir arkadaşımız da Beşikçi tartışmalarında, “Ne şiş yansın, ne kebap“ taktiği güttüğümüzü söylüyor. Doğrudur, tamamen öyle yapıyorum. Şiş yanmışsa kebap da yanmış demektir ve o kebap artık kimsenin işine yaramaz. Şişi ve kebabı yakmamak önemli bir meziyettir. Türk sisteminin üç kuruşluk geçerliliği olmayan kavramlarıyla birbirimize yüklenmenin de lüzumu yoktur. HPG sitesinde İsmail Beşikçi'yi eleştiren arkadaş, “Beşikçi'nin çizmeyi aştığını“ söylüyordu.
Nereden buluyorlar bu lafları?
Dedim ya, ben hem nalına hem mıhına vuranlardanım. Bu bilinçli bir tercihtir. Beşikçi'yi savunmaya çalışırken PKK'lileri kırmamaya özen gösteririm. Aynı şey ayrılan arkadaşlar için de geçerlidir. Ayrılanlar hakkında katı düşünen bir PKK'li ile karşılaştığımda: On veya yirmi sene mücadelenin her alanında bulunmuş Kürt direnişclilerine saygı gösterilmesi gerektiğini söylerim. Beşikçi'nin, Kürtler arası kan davasına ve gerilime ortak edilmesinden duyduğum rahatsızlığı açıkça belirtirim.
Böyle davranmakla Kürt dünyasının korkağı ve aynı zamanda durum idare edeni olduğumu kabul ediyorum. Beşikçi, PKK ve hem de PKK'den ayrılmış olanların haklarını savunmanın Kürt dünyasında nasıl zor bir iş olduğunu biliyorum.
Yanlışlara karşı çıkan üslubumun kimseyi tatmin etmediğinin farkındayım. Dün de tatmin etmiyordu bugünde. Durmadan değişen kılıçların sallandığı, yazılı siyasal şiddetin gaza getirdiği başarısız Kürt bireyini benim bir iki yumuşak eleştirim mi tatmin edecek?
Bazen Yaşar Ağabey ile telefonda sohbet ederiz. Ona söylediklerimi burada tekrar etmek istiyorum. Otuz yıllık mücadelenin sonuçları bu kadardır. PKK, tercihini netleştirmiştir. Demokratik Cumhuriyet içinde, Özerk bir Kürdistan bölgesi istiyor. Ayrı bir Kürt devleti istemediklerini defalarca açıkladılar. Bu saatten sonra kendi yüksek beklentilerimi PKK'nin üstüne yıkmam. Ancak PKK kendi çözümünü tek seçenek olarak dayatırsa buna karşı çıkarım. PKK taleplerini yetersiz bulduğum yerde, daha yüksek talepleri olan ve bunun gereklerini yerine getirenleri teşvik ederim.
Ne zamandır DTP'liler için de şu kavramı kullanıyorum:
“Can güvenliklerine dikkat etmeleri ve sağlıklarını korumaları dışında hiçbir beklentimin olmadığı parti...“
PKK karşıtı Kürt hareketleri için de şunu söylüyorum: Otuz yıldır Kürt halkını, Öcalan ve PKK karşıtlığıyla uyuttular. Birilerinin zaafları üzerinden siyaset yapmanın Kürtlere hiçbir şey kazandırmadığını otuz yıllık mücadele tarihi bize çok net kanıtladı.
PKK karşıtlığıyla yatıp kalkan talebi yüksek arkadaşlarımızın tümüne Birleşmiş Milletler Cizre şehrinin yönetimini verse, neyin ne olduğu altı ay sonra gidip Cizre'nin haline bakılarak anlaşılır. Eğer Cizre açık hava hastanesine dönüşmemişse, nüfusunun üçte ikisinin bir şekilde göçertmiş olacağı kesindir
Peki geriye ne kaldı?
Yaşar Kaya ve Kürdistan-Post'taki diğer yazar arkadaşlarla konuşurken şunları da söylüyorum: Bu otuz yıllık dönem Kürtler açısından bazı kazanımlarla kapanmalı. Elimizden geldikçe PKK'nin bu süreci kapatmasına yardımcı olmalıyız. Kürt ulusun için dağlara çıkmış bizim insanlarımız dağlardan şeref ve onurlarıyla inmedikçe bu süreç kapatılmış sayılmaz. Başka tür daha ağır sorunlar çıkar ortaya.
Bu yazdıklarımın, her birinin mücadelesine, geçmişine ve cesaretine hayranlık duyduğum bu arkadaşları tatmin etmeyeceğini biliyorum. Fakat eğer kararlılarsa, Kürdistan'ın bağımsızlığı ve özgürlüğü yolunda mücadele azimlerine denk düşecek şeyler verebilirim. Eğer Türk sömürgeciliğinin Kürt halkı suratındaki kirli tırnaklarını söküp atmada kararlı bir oluşum, mücadele gücü veya parti kurarlarsa kalemimi ve olanaklarımı bu arkadaşların hizmetine sunmaya hazırım... Gerçekten bunu yapmak isterim. Bu yeterli değilse, eğer kabul ederlerse, fiziki varlığımı da onların Kürdistan'daki sömürgeciliği ve onun iş birlikçi kurumlarını çökertecek oluşumlarına armağan etmek isterim.
İlk bağımsızlık ve kurtuluş eylemini benim korkak cesedim üzerinden ilan edebilirler...
Bir kez olsun cesaretimize inansınlar. Biz onların cesaretine inanıyoruz.
Eğer bunlar olmayacaksa, herkes zaman içinde bir kenara çekilecekse, yazılıp çizilenler birer mücadele anısı olarak kalacaksa bırakalım herkes kendi çapında ve vicdanında yazarlık, gazetecilik, siyasetçilik veya gerillacılık yapsın... Birbirini rencide etmeden yapsın bunları...
Belki böylece bu süreçten Kürt davasını daha ileri mevzilere taşıyacak yıpranmamış beş-on kişi kurtarabiliriz...
Hek;bu guzel yaziya ne diyecek.