Kürt beyliklerinin ortadan kaldırılmasıyla Kürdistan’da oluşan siyasal bir boşluk, 1850’li yıllardan itibaren şeyhler tarafından doldurulacaktır. Şeyh Übeydullah’la başlayan çıkış, Şeyh Abdulselam Barzani ve Şeyh Mahmut Benzerci ile sürüp gidecektir. Artık şeyhler Kürt siyasal mücadelesinin aktörleri arasında ön planda yer alacaklardır. Şeyhlerin Kürdistan toplumunda giderek güç olmaya başlamaları, sadece otorite boşluğunun bir sonucu değil, giderek Sünni-İslam eksenine kayan İmparatorluğun genel politikasıyla da ilgilidir.II. Abdülhamit, Tanzimat’la başlayan “batılılaşma” çabalarını rafa kaldıracak, Osmanlılıktan Ümmete kayan yeni bir rota izleyecektir. Dolaysıyla Tanzimat süreci ile kırgın duran kesimlere yönelir ve merkezileşme çabalarını elden bırakmadan yeni ilişki ağları yaratmaya çalışır. Abdülhamit, Osmanlılık kavramının artık İmparatorluğu yönetmede öneminin kalmadığını farkındadır.Balkanların gidici olması, Gayri-Müslim halklardaki güçlü ulusal direniş; hesapların İmparatorluk bünyesindeki Müslüman halklara çevrilmesine neden olur. Bunların başında Kürtler vardır.
19 yy. ikinci yarısında, halklar baharı olarak tarihe geçen; her ulusun kendi devletini kurmaya yönelmesi ve kendi tarihsel geçmişini araması çok uluslu imparatorlukları içten içe çökertmeye başlamıştı. İspanya halkının mutlak monarşiye karşı 1820’lerde başlayan mücadelesi, 1821 Yunan bağımsızlık savaşı izledi. 1831 yılında başlayan İtalyan bağımsızlık hareketi ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun oluşturduğu ulusların kendi ulusal devletlerini oluşturma peşine düşmeleri, Osmanlının genel gidişatını değiştirecektir
Ayrıca reform hareketinin başladığı 1808(II.Mahmut)’den II.Abdülhamid’in iktidara gelişine kadar geçen fırtınalı dönemde; Sırbistan(1815), Yunanistan(1829), Karadağ(1852), Romanya(1862) bağımsızlıklarını kazandılar. Ermeni Ulusal Anayasası(1862 yılında) Sultan tarafından tasdik edilir. Kelimenin tam anlamıyla Kürtler reform sürecinde ezilerek bir tarafa atılır. Osmanlı için çıban başı olan beyler darağacına veya kökleriyle sökülerek Kürdistan’ın dışına gönderilmişlerdir.
Osmanlı,reform sonrası dönemde şeyhleri İslamın temsilcileri olarak görür ve güçlenmelerine destekler ve buna başlı olarak Kürtler de Suni-İslam ekseninde bir tarikatın yayılmasına yardımcı olur.
Bu bağlamda, Nakşibendi(Mevlana Halid 1770-1820) Tarikatının Kürdistan’a dinamik bir güce dönüştürmesinin altında, Osmanlı merkezi yönetimi tarafından desteklenmesi gelmektedir. Zira Osmanlı, Nakşibendi Tarikatıyla Şia mezhebinin, büyük çoğunluğu İmparatorluk bünyesinde yaşayan İslam toplumu içindeki etkisini kırmak ister. Daha önceleri Kadiri Tarikatına mensup Kürt şeyh aileleri, Mevlana Halid’in halifeleri olacaktır. Bunların başında Şemzinan Şeyhleri(Şeyh Übeydullah), Barzan Şeyhleri gelir. Garo Sasuni, Osmanlı’nın yeni tutumuna dikkat çeker ve şeyhliğin Kürdistan’da dini nüfuza ilaveten siyasi bir güce dönüştüğüne vurgu yapar. Sasuni şunları söyler:
“Bedir Han hareketinin düşüşüne kadar dini nüfuza sahip olan Şeyhler, bu nüfuzlarını güçlü aşiret reislerinin silahlı güçlerine yardımcı olarak kullanırlardı. Şeyhlik, Emirlik ve Aşiret reisleriyle yarış içinde değillerdi, fakat 1848 olaylarından sonra Kürtler, kaybetmiş oldukları askeri ve siyasi güç yerine, tek bir aşiret idaresi sınırlarını aşan dini kozu ortaya çıkarma becerikliliğini gösterdiler.
Şeyhler Osmanlı idaresinin baskılarından nispeten uzaktılar. Osmanlı idaresi onları İslamlığın birer memurları olarak kabul ediyor ve bu dini memuriyet onlara kendi nüfuzlarını büyük Kürt kitleleri üstüne yayarak, yavaş yavaş büyük beylerin yerini alma yolunda kolaylıklar sağlıyordu. Küçüklü büyüklü aşiret reisleri şeyhlere bağlanıyor, onların emirlerine uyuyor ve onların dini nüfuzlarından faydalanarak, kendi idarelerindeki Kürtler üstünde idarelerini güçlendiriyorlardı.”[1]
II.Abdülhamit’le başlayan yeni dönemde Şeyh Übeydullah, Saraya yakın ilişkiler geliştirir. Şeyh Übeydullah topladığı kuvvetlerle 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşına dahil olur. Gerçi vaat ettiği sayıda kuvvet toplayamamıştır; ancak topladığı kuvvetlerle Osmanlı ordusunun yanında yer almıştır. Şeyh Übeydullah ve Şeyh Celalettin komutasında savaşa giren Kürtler kesin bir yenilgiye uğradılar ve geri dönmek zorunda kaldılar. Garo Sasuni’ye göre geri döndüklerinde Şeyh Celalettin Van Valisi tarafından zehirlenerek öldürülür ve Şeyh Übeydullah ise Sultan emriyle Hacca gönderilir. Şeyh Übeydullah ile Sultan arasındaki yakınlaşma başlamadan bitmiştir. Şeyh Übeydullah gittiği Mekke’den geri döndüğünde Osmanlı’ya karşı ayaklanma hazırlıklarına başlayacaktır.
Kürt-Ermeni İlişkilerinde Yeni Dönem
Kürt beyliklerinin ortadan kaldırılmasının bir başka sonucu da Ermeniler de yarattığı memnuniyettir. Ermenilere göre Osmanlı’ya bağlı olsalar da fiilen Kürt beylerinin otoritesi altındaydılar ve ikili otorite özellikle Kürt beylerinin fiili otoritesinden ziyadesiyle rahatsızdırlar. Reform hareketleriyle başlayan merkezileşme çabaları Ermeniler tarafından desteklenir. 1862 yılında Sultan tarafından tasdik edilen Ermeni Ulusal Anayasası ile sıcak ilişkiler kurulmuştur. Artık Ermeniler İmparatorluğun en sadık ulusal topluluğuna adaydır. Bunları aktarmamızın nedeni, 1860-1890 dönemi anlaşılmadan, 1890-1920 döneminde meydana gelen olayların sağlıklı analizini yapmak olanaklı olmayacaktır. Zira 1890’larda başlayan olayların alt yapısı, 1860-1890 arasındaki dönemde atılmıştır. Kürtler dışlanırken, Ermenilere gösterilen ilgi klasik bir Osmanlı hilesidir. Ancak bu hile ileriki dönemlerde Ermeniler aleyhinde tatbik edilerek, kanlı senaryo pratik sahada icra edilir. Kürtlerde Ermenilere karşı “kin ve nefret” 1860-1890 döneminde doruğa çıkacak iç içe yaşayan iki halkın ilişkilerinin “gerginleştirilmesine” özen gösterilecektir. Garo Sasuni’de bu hususa özellikle vurgu yapar ve şunları söyler:
“Bütün bu dönem esnasında Ermeniler, Osmanlı devletinin en sadık unsuru olarak kabul edilirlerdi. Ermenilerin kendileri de uğradıkları haksızlıklara rağmen Osmanlı taraftarı olmuşlardı ve onlar, “Tanzimat”, “Hattı Hümayün” ve Osmanlı idaresinin Ermeni eyaletlerindeki keyfi idareye son vermek yönünde almış oldukları güçlü tedbirler sayesinde durumlarının temelden iyileşmesinin beklemekteydiler.
Osmanlı idaresinin yapacağı şey, Ermeni-Kürt ilişkilerini daha da gerginleştirerek hakimiyetini oralarda daha da sabitleştirmekti. Osmanlılar yavaş yavaş bu amaçlarına varıyorlardı. İlk dönemlerde Ermenileri himayelerine aldılar ve onlara geçici bir rahatlık sağladılar. Fakat ne zaman ki Ermeniler bu özgürlük atmosferi içinde sınırsız ve dizgine gelmez ümitler beslediler, o zaman Osmanlılar tekrar Kürtleri Ermenilere karşı çıkarttılar. Ancak Kürtler de eskiden sahip oldukları bağımsızca yaşama olanağını elde etme yollarını da iyice kapatarak.”[2]
İki halk arasındaki ilişkilerin giderek kopmasına yol açan gelişme 1878 Berlin Analaşmasıdır. Ermenileri koruduğu idea edilen anlaşma tam anlamıyla bir tuzaktır. Anlaşmanın 16 ve 61 maddeleri Rus ordusunun boşattığı bölgelerdeki Ermenilerin, Kürtlerden ve Çerkezlerden korunması görevini Osmanlı devletine vermiştir. Anlaşmaya göre Ermeniler mağdur, Kürtler ve yanlarına Çerkezler de katılarak saldırgan, Osmanlı devleti de mazlumu koruyandır. Berlin Anlaşmasının 16. Maddesine göre:
“Rus ordusunun işgal etmiş olduğu fakat yakın bir gelecekte Osmanlı devletine geri verilmesine karar verilen bölgelerde Rus ordusunun çekilmesi halinde, oralardaki karışıklıklara ve iki devletin dostane ilişkilerine zarar verecek çelişkilerin doğabilmesine karşı Bab-ı Ali, Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde yöresel ihtiyaçlar için kaçınılmaz olan reformların artık hiç geciktirmeksizin uygulanmasını ve Kürtler ile Çerkezlerin karşısında Ermenilerin emniyeti için kefillik görevini üstüne almayı kabul eder.”
Kuzu kurda teslim edilmiştir. Anlaşmanın bu haliyle çıkmasında şüphesiz Osmanlı delegasyonunun rolü çok büyüktür. Ancak bir başka etken de Ermeni politikacıların öngörüsüzlüğüdür. İç içe yaşayan ve sorunları aynı olan iki halktan birini görmemek veya küçümsemek, Osmanlının arayıp da bulamadığı fırsatları sağalmıştır. Anlaşmayla kendisine Ermenilerin korunması sorumluluğu verilen Osmanlı, Kürtlerin kırgınlıklarını da dikkate alarak kışkırtma faaliyetlerine girişir. Bu noktada Sultan II.Abdülhamit, Hamidiye Alayları ve Aşiret Mektepleri projesini uygulamaya geçirir. Proje, özellikle Kemalist yazarların tanımlamaya çalıştığı gibi basit bir “Koruculuk Sistemi” değildir. Suni-İslam eksenli yeni Osmanlı politikasının önemli saç ayaklarından birisidir. Kürdistan’da Nakşibendi Tarikatının güçlendirilmesi, Şeyhliğin ön plana çıkarılması ve Hamidiye Alayları birbirini tamamlayan politikalardır.
Kürt Ulusçuluğun Filizlenmesi, Aşiret Mektebi ve Hamidiye Alayları
Araştırmacılar Kürt milliyetçiliğinin tarihini Kürt şair Ahmedé Xani’ye kadar götürürler. Ancak yaşadığı dönemde bırakınız Kürt milliyetçiliği, milliyetçiliğin doğup ve tüm dünyaya yayıldığı Avrupa’da bir olgu olarak henüz oluşmamıştı. Xani’nin yaşadığı dönem Kürdistan topraklarının “Kasr-ı Şirin Anlaşması”yla Osmanlı ve Fars devletleri arasında paylaşıldığı dönemdir. Xani’ye göre istila altında olmalarının yegane sebebi, Kürtlerin kendi birliklerini sağlamamalarıdır. Xani, mevcut geleneksel yapıya karşı tepkisini ifade eder. Başka bir ifade ile Xani, beylik sistemine karşı değildir; beylerin bir araya gelip birlik yaratamamalarına tepki gösterir. Oysa modern anlamda milliyetçilik, yalnız iktidar ilişkilerinin düzenlenmesi değil, ondan önce toplumsal bütüne dair bir değişimi ifade eder.
Buradan hareketle ulus-birey temelinde yeni bir toplumsal örgütlenme fikrinden ziyade, somut duruma itiraz söz konusudur. Kürt milliyetçiliği bir olgu olarak karşımıza 1800’li yıllarda çıkar. Heci Qadir Koyi(1817-1897), geleneksel ve dini sınıfları eleştirerek, ulusun birliğini ön plana çıkaran bir anlayışı tartışmaya açmıştır. Koyi’ye göre ulusun birliği, beylerin birliği değildir. Tam tersine birey-ulus temelinde yeni bir toplumsal örgütlenmeden bahseder. Izady göre, “Avrupa türü milliyetçilik bu dönemde ilk defa Heci Qadir Koyi’nin eserlerinde sahneye çıktı. Ortadoğu’nun temel dili haline gelen Fransızcanın aksine, Kürt dilinin laik bir eğitim yapacak tam bağımsız bir Pan- Kürt devleti kurulması çağrısında bulundu. Bir çok eğitimli Kürt için bile tuhaf düşünceler gibi görünüyordu. Ancak Koyi yalnızca bir ilk ti ve 20.yy. başına gelindiğinde onun gibi düşünen çok sayıda kişi ortaya çıkacaktı.”[3]
Kürt milliyetçiliğinin ilk filizlendiği alan ise doğal olarak İmparatorluğun başkenti İstanbul olacaktır.
Kürt şehirleri Kürt milliyetçiliğinin motor merkezleri olamadılar. Zira Kürt şehirlerinde ticaret ağırlıklı olarak Kürt olamayan(Yahudi, Ermeni vs) elindeydi. Dolaysıyla kapitalizm ile at başı giden milliyetçiliğin ilk filizlendiği alanlar Kürt şehirleri olmayacaktır. Bu gelişme Kürt milliyetçiliğinin prematüre doğmasının sebeplerin birisidir. Örneğin 1870 yılında Diyarbakır’ın nüfusu 19000’dir. Bu nüfusun 11500 Kürt olmadığı düşünülürse, şehirdeki Kürt nüfusu oranı ortaya çıkar. Diyarbakır bu dönemde ticaret şehridir. Bir-iki aileyi ayrı tutarsanız, ticaret Kürt olamayan nüfusun elindedir. Bölgedeki belli-başlı şehir merkezleri aynı durumdadır.
Kürt milliyetçiliği daha çok, yerinden yurdundan kopartılıp imparatorluğun başkentine yerleştirilen Kürt ailelerin çocukları, kırsaldan gelen Kürt aşiret reislerinin okuyan çocukları arasında gelişmeye başlamıştır. Bunların başında Bedirxan ailesinin mensupları ve Şemzinan şeyhlerinin çocukları gelir. Ancak bunlar yalnızca İstanbul’a yerleştirilmekle kalmadılar, devletin önemli mevzilerinde görevlendirildiler. Bu nedenle İttihat-ı Terakki ile Sultan II. Abdülhamit çekişmesinde zaman zaman taraf oldular. Birçoğu Osmanlı son dönemine damgasını vuran ve Cumhuriyetin kuruluş felsefesini şekillendiren İttihat-ı Terakki örgütlenmesi içinde yer aldılar. Bunu en iyi ifade edenlerin başında Bedirxan Bey’in torunu Kamuran Bedirxan yapar. 1975 yılında Paris’te Chris Kutchers’le yaptığı söyleşide şunları söyler:
“Çoğunun bir ayağı Kürt kampında, diğer ayağı Osmanlı-Müslüman klanındaydı. Bakan olmak istiyorlardı.”[4]
Kamuran Bedirxan’ın eksik bıraktığı bir diyer ayak ise İttihat-ı Terakki ayağıdır. Başta Dr. Abdullah Cevdet ve İsak Sukuti olmak üzere bir çok Kürt aydını İttihat-ı Terakki örgütlenmesi içinde yer aldılar. İttihat-ı Terakki çok ciddi analiz edilmesi gereken örgütlerin başında gelir. Zira İttihat-ı Terakki, Osmanlı son dönemlerinde vukuu bulan olayların planlayıcısı ve pratisyenidir.(Ermeni, Kürt ve Pontus katliamları) Aynı zamanda Anadolu’nun Türkleştirilmesi projesinin fikir babası İttihat-ı Terakkidir. İttihat-ı Terakki, tarihe 31 Mart Ayaklanması olarak geçen 1908 darbesinin mimarı, resmi ve derin devlet projelerinin sahibi; muhalifler arasına sızarak onları yönetme ve hatta muhalifler adına örgütler kurma, yönetme(Türkiye Kominist Partisi örneğinde olduğu gibi) bir dizi gayrı-meşru faaliyetin hem fikir babası hem de uygulayıcısı oldular. Hans Lukas Hieser, İttihat-ı Terakki’nin bu özelliğine dikkat çeker ve şunları söyler:
“Ancak pozitivist yönelimli İttihadı-Terakki Partisi’nin Jön Türk vatanseverleri ne İslam geleneğini ne de liberal yeniden yapılanmanın peşindeydiler, aksine üniter bir devlet fikri ile ayrıcalıklı bir suni Türk milliyetçiliğine yaklaşıyorlardı. Misyon çevrelerinde beslenen umutların aksine Abdülhamit’in dost ve düşman anlayışını aynen kabul ettiler. 1913’ten beri diktatörlükle idare edilen tek parti rejimi, Rusya’ya saldırarak Almanya’nın yanında Dünya Savaşı’na girmiş oldu.”[5]
Bu dönem anlaşılmadan, özellikle İttihat-ı Terakki örgütü iyi analiz edilmeden, bugün olup-bitenleri yerli yerine oturmak olanaklı değildir. İcazetli Kürt siyasetinin, yüz yıllık tarihsel arka planı olduğu; tarihsel süreç içerisinde zenginleşerek günümüze kadar geldiğini, Kürtlere karşı tezgahlanan harp oyunlarının Kürtlerin toplumsal dokusunu hedeflediğini; Kürtlerdeki siyasi, ahlaki, kültürel çürümenin bunun bir sonucu olduğunu aşikardır.
Kürt görünüp Türk yaşayanların neden revaçta olduklarını, “Kürt Siyasetinde” nasıl kalıcı hale geldiklerini bireysel yeteneklerinde değil, ilişkilerinde aramak gerektiği geriye dönüp baktığımızda daha iyi anlamış oluruz. DTK Eş Başkanı Aysel Tuğluk’un 26.05. 2007 tarihli Radikal Gazetesinin ekindeki yazısında:
“Kurtarıcı motif, tarihsel imge Mustafa Kemal ve onun tarihsel eylemliliğinin büyüklüğü kendisini gösterdi ve gösterecek. O bir mucizedir, ölümsüzdür.”
Yine eski Diyarbakır Baro Başkanının Ergenekon sanığı İlhan Cihaner’i savunmak için yazdığı makaleden sonra nasıl jet hızıyla CHP Genel Başkan Yardımcılığına yükseldiğini hepimiz yaşayarak görmedik mi?
Buna benzer sayısız örnekleri bir çırpıda sıralamak mümkün. Önemli olan sayı değil, altı çizilmesi gereken bu anlayışların giderek Kürt toplumunda kanıksandığı ve hatta “itibar”, “beceri”, “siyaset bilirlik” olarak telaki edilen bir zeminin toplumsal mühendislikle örülmüş olmasıdır.
Bugün yaşananlar ister istemez şu soruyu sormamızı gerektiriyor. Dün yaşananlar bugün daha katmerli biçimde yaşanıyorsa tarihi konuşmanın, tarih üzerine kafa yormanın gereksiz bir enerji kaybının ötesinde “aptalca” bir uğraş olarak karşımızda durmuyor mu? Zira insanlar tarihi geçmişten ders çıkarmak, yaşananları bir daha yaşamamak için öğrenirler. . Devam edecek…
Saygılarımla
17.02.2012
[1] Garo Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri ve Ermeni-Kürt İlişkileri, Orfeus Yayınevi,Stockholm-1986, s:86
[2] A.G.E, s:86-89
3-Mehrdad R. İzady, Kürtler, Doz Yayınları, Birinci Baskı, Ağustos-2004, s:122
[4]Chris Kutschera, Kürt Ulusal Hareketi, Avesta Yayınları-2001,s:40
[5]Hans Lukas Hieser, Iskalanmış Barış, İletişim Yayınları, 2.Baskı, 2005-İstanbul, s:26