R. L. Aydın: Kürt Karşıtlığı ve Nedenleri Üzerine
Türkiye Cumhuriyeti devlet politikası ekseninde hareket edenler; derin ilişkilere sahip siviller, Türkçüler, bir kısım akademisyenler, analistler, köşe yazarları, devletin gizli servisleriyle işbirliği içinde kimi sol ve dinci örgütçüler vs. özellikle ABD'nin Mart 2003 Irak hareketinden sonra, her fırsatta Kürtlere emperyalizme karşı mücadeleyi hatırlatmakta ve bu yönde onları manipüle etmeğe çalışmaktalar. Öte yandan beş yüz yıldır Kürtlere yönelik silahlı mücadele yürüten, bu konuda büyük deneyime sahip devletin silahlı güçleri ve devlet diplomasisi de yine bu tarihten beri PKK faaliyetlerini bahane gösterip ısrarla ABD'den PKK'ya yönelik silahlı bir müdahalede bulunmasını istemekteler.
Bundan Türklerin ısrarla Kürtlerle Amerikalıları karşı karşıya getirmeye, onları çatıştırmaya, en azından her iki taraf arasında karşılıklı bir sempatinin, bir yakınlaşmanın, aralarında olumlu bir işbirliğnin gelişmemesine çalıştığını anlıyoruz. Eğer mümkünse Kürtlerde Amerikan düşmanlığı tohumlarını ekip yeşerterek, tıpkı 1920'lerde Şeyh Mahmud hareketinde yaptıkları gibi, Kürtleri günümüzün en güçlü ve hükümran devleti nezdinde sevimsizleştirmeye ve böylece en azından ABD'nin Kürtlere yönelik geleneksel politikasının devam etmesini, bu da olmazsa, Amerikalıların bu bölgede kaldığı sürece Kürtlere herhangi bir getiri sağlanmamasını ummaktalar.
Bu durum, Kürtlerin kimi tarihsel ilişkilerini, örneğin Kürtlerle Batı devletleri arasındaki kimi ilişkilerin, Kürt karşıtı tavırların anlaşılmasında bize birtakım açıklamalar yapma fırsatı vermektedir. Hatırlanacağı gibi İsmail Beşikçi 11-12 Mart 2006 tarihli “Türkiye'nin Kürt Meselesi Konferası“ndaki konuşması'nda ve daha sonra BÎR dergisinin 4. sayısında yayınlanan makalesinde Batılıların Kürtlere olan karşıtlığından söz ederken, özet olarak, 1919 yılı sonlarından 1921 yılı başlarına kadar süren bir zaman diliminde, Büyük Britanya'da Sömürgeler Bakanlığı'nda, Dışişleri ve Hindistan Bakanlıklarında, Savaş ve Hava Bakanlıklarında, kapalı kapılar arkasında Kürtler ve Kürdistan konusunda bir dizi tartışma yapıldığı kanısını dile getiriyor. Bu tartışmaların Bağdat'ta Kahire'de, Yeni Delhi'de, Londra'da, İstanbul'da yapıldığını söylüyor. Ve yine, İngiliz belgelerine bakılırsa Kürtlerin defterinin dürülmesinin bu tartışmalar sonunda kararlaştırıldığının görüleceğini söylüyor. Daha sonra da, Batılıların Kürt karşıtlığının 1915 Ermeni soykırımından dolayı olduğunu sanmadığını, olsa olsa Bedirhan Bey'in, Asuri ve Süryanilere karşı geliştirdiği kırım harekatıyla ilgisi olabileceğini, hatta daha da gerilere gidip Batılıların Kürt karşıtlığının Haçlı Seferleri'ne kadar götürülmesinin mümkün olabileceğini, çünkü Haçlıları Kudüs önlerinde durduranın Selahaddin Eyyubi olduğunun bilindiğini söylüyor.
Kuşkusuz Batılıların, Rusların, 1. Emperyalist Paylaşım savaşı dönemi ve sonrası Kürt karşıtı bir politika izledikleri veya en azından Kürtlere sempati duymadıkları, Kürt meselesine fazla bulaşmadıkları doğrudur. İsmail Beşikçi'nin bu konuya değinmesi, Batılı emperyal devletlerin sürekli olumsuz olan Kürt politikasının tarihsel arkaplandaki nedenlerini irdelemesi, bunu anlamaya çalışması biz Kürtler için son derece değerlidir, önemlidir.
Kürtlerin bugünkü durumundan özellikle Batılı muktedir devletlerin, Rusların ağır bir vebal altında olmadıklarını iddia etmiyorum ama Kürt meselesiyle ilgilenenlerin anlattıklarına bakarak genelde Kürtlerin durumundan tamamen Batı emperyalizminin sorumlu olduğu hissine de kapılmak istemem. Çünkü bu tür yorumlarda pek görülmeyen “Türk etkisi“dir. Batı'da, Ruslarda Kürt karşıtı duyguların Türkler tarafından şekillendirilmiş olduğu üzerine pek düşünülmediğine inanıyorum. Ben bu yazıda biraz bu konuya değineceğim.
20. Yüzyılın başında bütün Kürt karşıtı politikaların temelinde, örneğin, Kürt-Batı ilişkilerinin, Kürt-Rus ilişkilerinin kötü olmasının temelinde Türk etkisi çok açık görülüyor. Söyledikleri ve uygulamaya çalıştıkları şudur: Onlar kendilerini yönetemez, onlar bizimle kader birliği içinde, onlar bizim bir iç sorunumuz, onlar gelişme ve modern uygulamalardan uzak, onlar başıbozuk ve eşkıya... Kürtlere ilgi duyan veya herhangi bir ilişki kurmak isteyen bütün uluslara bunu dayatmışlar. Ve yine, Kürtleri Ruslara karşı, Ermeni ve İngilizlere karşı kışkırtan, Kürtleri bu uluslara karşı savaştıran hep Türk yönetimi olmuştur. Hedef aynıdır: Kürtleri diğer ulusların gözünde kötülemek, yalnızlaştırmak, onları kendine muhtaç ettirmek, böylece tek başına kontrol edip sömürmek...
Batılıların insan haklarına, ulusların haklarına tam olarak riayet etmenin ötesinde maddiyatçı, çıkarcı olabileceklerini söyleyebiliriz fakat onların kan davası güden kinci toplumlar olduklarını söylemek biraz abartılı. Batılılardaki Kürt karşıtlığının temelindeki bir neden olarak Bedirhan Bey'in, Asuri ve Süryanilerle çatışması varsa, unutulmamalı ki bu çatışma da tıpkı 1915 Ermeni sürgünü ve katliamı gibi bir Osmanlı kararıydı ve uygulanma biçimi olarak da bir provakasyondu. Yıllarca birlikte barış içerisinde yaşayan, birbirine muhtaç olan ve birbirlerine saygı duyan Kürtlerle Asuri ve Süyanileri karşı karşıya getiren Osmanlı iradesidir. Batıyla ilişkisi olan bir kitleyi bertaraf ederken kullandıkları maşayı da kızartıp Batılıların eline verdiler; iş bittikten sonra olayı Batı'ya jurnalleyen, Bedirhanileri, yani Kürtleri vahşi, saldırgan ve haksız gösteren, en önemlisi de bu boğazlaşmadan kazanç elde eden yine Türk yönetimidir. Asıl hedefleri ise, Batılıların “Kürdistan Kralı“ diye tanımlamaya başladıkları, sıcak ilgi duydukları Bedirhan Bey'i kötülemek, böylece onu Osmanlı ordusu karşısında desteksiz bırakmaktı. Oysa gelişecek olan bu Batı-Kürt ilişkisinin son derece stratejik olduğu, hem Batı hem de Kürterin çıkarına olduğu ortadaydı; fakat Türk yönetimi de bu durumu önceden görebilecek ve tedbirlerini alabilecek güçteydi...
Bakınız, Diyarbekir, Agirî ve Dêrsim gibi kapsamlı hareketlerde Kürtleri acımasızca ezerken, bir yandan da Sayın Beşikçi'nin dediği gibi, Batı'ya karşı, Sovyetlere karşı, Kürtleri “eşkıya“, “haydut“, “feodalitenin savunucusu“ “modernliğe karşı geri toplumsal ilişkilerin direnci“, “ilerici ve laik devlete karşı irticanın, mürtecilerin savunucuları“ gibi göstermekten de hiç çekinmemişler. Yine, 1850'lerden sonra, 1. Emperyalist Paylaşım savaşı öncesi döneme kadar Kürt-Rus ilişkilerinin geliştiğini, en azından üst düzeyde güçlü temasların olduğunu biliyoruz. Gelişecek olan bu ilişkinin de stratejik yardımlaşmaya dönüşmesinin muhtemel olduğu; Kürdistan'ın Türk boyunduruğundan kurtulmasının büyük bir ihtimal olduğunu varsayabiliriz. Türklerden dolayı aslında iki halkın yakınlaşması, yardımlaşmaları son derece doğal iken onların bunu bir türlü başaramamış olmaları şaşırtıcıdır! Görünen o ki her seferinde devreye girip provakasyonlarla bu ilişkiyi bozmuşlar.
İran devletine başkaldırmış Sımko'nun hiçbir mantıklı neden yok iken kalkıp Süryani patriğine suikast düzenlemesi ve sonuçta Kürt-Rus ilişkilerinin bozulması kimin çıkarınadır? Tıpkı Şeyh Mahmud'ta olduğu gibi Türk yönetiminin kendi hesapları doğrultusunda büyük oranda Acemlere karşı mücadeleye konsantre olmuş Sımko'yla da ilişki kurdukları bilinmektedir. 1. Emperyalist Paylaşım savaşı sürecinde gözünü Kerkük petrollerine dikmiş İngilizlerin Kürtlerle ilgilenmelerini engelleyen, daha sonra da onlarla Kürtleri karşı karşıya getiren, böylece Batılı devletlerin gözünde Kürtleri iflah olmaz bir topluluk olarak gösterenler asıl kimlerdir? Aslında kendi amaçları uğruna Şeyh Mahmud'u kışkırtıp o bölgedeki Kürtlerin İngilizlere karşı mukavemet etmesini, böylece İngilizlere sorun çıkarttıklarından dolayı da gözlerinde çirkinleşerek onların hışmına uğrayıp yok olacaklarını hesapladılar. (Tarihin Türklere cilvesine bakınız ki Şeyh Mahmud'a kötü niyetle önerdikleri hayallerin bugün gerçekleşmiş olmasıdır!)
Bakınız son 30 yıllık PKK sürecinde de yine hep aynı taktik uygulanmıştır; bir yandan Kürtler acımasızca kıyımdan geçirilirken, Kürdistan baştanbaşa harap edilirken yine de çok rahat bir şekilde, hatta mağdur rolüne bile bürünerek, haklı olduklarını, Kürtlerin terörist oldukları, ezilmeleri için birçok devletin kendilerine yardımcı olması gerektiğini dayattılar. Tıpkı geçen yüzyılın başında olduğu gibi, istedikleri Kürt karşıtı havayı yaratabildiklerini ve istedikleri desteği de bulabildiklerini gördük. Azıcık geriye bakalım. 1970-1980'lerde Kürdistan'ın her dört parçasından önemli bir siyasallaşmış/entelektüel Kürt nüfusu, baskılardan kaçarak Batı Avrupa ülkelerine göç etmek zorunda kaldı. Bu ülkelerden İsveç, Kürtlere ilgi duydu, en azından insancıl davrandı. İsveçlilerin Kürtlere olan bu sıcak ve insancıl ilgisinin tersine çevrilmesi, Kürtleri İsveçlilerin gözünde sevimsizleştirmek için karanlık bir el Olof Palme cinayetini devreye koydu! Avrupa'ya göç eden bu ilk kafile, Kürtlerin hesabına olumlu ilişkiler kurabilirdi. Bunun sonuçlarını fark eden birileri bu sabotajla başarılı olamayınca, daha sonra sıradan, dolayısıyla kullanılabilir Kürt kitlelerini Ege kıyılarından gemilere doldurup Avrupa'ya boca etti. Böylece bir yandan Kürdistan boşaltılırken diğer yandan Avrupalılar üzerinde, özellikle de Almanlar üzerinde baskı oluşturarak Avrupa'da Kürtleri sürekli terörize/kriminalize etmeye, onları iflah olmaz lanetli topluluklara dönüştürmeyi istediler. Bunda başarılı olmadıkları da söylenemez. Kuşkusuz birileri hakkında karşı duygular oluşmuşsa, bunlar çeşitli biçimlerde harekete geçecektir. Bu Kürt karşıtı propaganda öylesine güçlü, öylesine sürekli, öylesine çeşitli ve çok boyutlu yapılıyor ki Kürtlük imajını en Kürtçü bireyin nezdinde bile utanılır duruma getirebiliyor; ve tabi ki bu faaliyetten Türklüğün yüceltilmesi gibi bir fayda sağlanılıyor, en azından ulus çıkarları adına böyle oluyor.
Türklerdeki Kürt karşıtı faaliyetleri tam olarak anlayabilmemiz için Kazım Karabekir'in deyimiyle ’şerbetleme'nin yani ’propaganda'nın ne olduğuna, ne gibi sonuçlar doğurduğuna ve Türklerin tarihsel olarak bunu nasıl ve hangi yöntemlerle kullandıklarına bakmamız gerektiğine inanıyorum. Türklerin Kürtlere yönelik emelleri, politikaları ’bilim yöntemi'yle, herkesin görebileceği belgelenebilir ’somut olgular'la birlikte sonuca bakarak açıklamak da yararlı olacaktır. Bazen küçük bir parça, niyetin tamamını açıklamaya yeter. Bir örnek olarak, dünyanın öteki ucundaki bir girişim ve onun seyri, Türk yönetiminin Kürtlere yönelik emellerinin ne boyutta olduğu; Misak-i Milli denilen günümüzün Türkiye sınırlarıyla sınırlı olmadığını gösterebilir. (Japonya'da birkaç Kürdün kültürevi açma girişimine Türk hükümetinin Japon hükümeti nezdinde yürüttüğü faaliyetleri ve bunun engellemesini hatırlayalım!...) İşte, bu politika Türklerde bir varoluş biçimi olarak sürekli ve ısrarla sürdürülüyor.
Peki neden, niçin? Nedeni açık: Uluslararası camiada yalnız kalmış bir halk, feriştah bile olsa tarihin dışında kalmaya, yok olmaya mahkumdur. Eğer bu halk Kürtler ise; onlar kültürel zenginlikleriyle, tek tek yetişmiş beyinleriyle, bir bütün olarak halk yığınlarının emek gücüyle, askeri yetenekleriyle, tüm yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla bin yıldır hep Türklerin payandası, dayanağı olmuşsa, bu halkın ayağa kalkması ve iradesini kullanmak istemesi onlar için bir tehlike olacaktır. Ayrıca Türkler büyük oranda, Kürtleri ötekileştirerek uluslaştılar; şu anda bile, adını dile getirsinler veya getirmesinler, Kürtleri kullanarak ulusal duygularını, heyecanlarını harekete geçiriyorlar; ulusal birliklerini, ordularını, devletlerini güçlendiriyorlar. Kürt tehlikesini bahane ederek Türkiye'de yaşayan diğer halklara ve sınıflara egemenliklerini kabul ettiriyorlar. Böylesi bir nimetten vazgeçmek olur mu? Kaldı ki kendi topraklarında hükümranlık hakkını elde etmiş, kendi kendilerini idare eden Kürd'ün onlara ne faydası olabilir?!
Kuşkusuz Kürtlerin bugünkü durumunu analiz ederken İsmail Beşikçi de antropolojik nedenleri gözardı etmiyor ama bu açıdan ezilenlere (Kürtlere) bakıyor. Türklerin karakteristik özelliklerini de analiz etmek gerekir. Çünkü ulusların karakteristik özellikleri, kimi zaman politik tavırlarında, sosyal ilişkilerinde belirleyicidir. Örneğin, karşısındakine “boyun eğdirtmek“ ya da “bükemediği bileği öpmek“ Türklerde ulusal bir özelliktir. Ve yine Türk halk deyimlerine baktığımızda, “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!“, “Kılıçtan geçirmek!“, “Kılıç artığı!“, “Beynini dağıtmak!“, “Kellesini koparmak!“, “Kazığa oturtmak!“, “Kazık atmak!“, “Yurt edinmek!“, “Vatan tutmak!“, “Yurtluk“ gibi tüyler ürpertici kimi zorba eylemler görürüz. Kürt halk deyimlerinde bu anlamda veya bunlara yakın anlamda deyimlere rastlayamıyoruz veya Türkçe'den Kürtçe'ye çeviri yaptığımızda bunların karşılığını bulamıyoruz. Yine Kürt halkı hiçbir ulusu asimile etmek gibi bir geleneğe sahip değildir, yüzyıllarca kendileri arasında kalmış, hatta bir kısmı Kürtleşmiş olan başka ırktaki insanları Kürtler ısrarla “Bavfile“, “Mitrib“, “Qereçî“, “Ecem“, “Aşûrî“, “Ereb“, “Tirk“, “Tirkman“, “Macir“ vs. aidiyetlerle adlandırmakta iken bunun Türklerdeki karşılığı, bir asimilasyon türü olan “devşirme“dir. Diğer yandan Osmanlı belgelerine bakıldığında, tarih boyunca topraklarına göz koydukları halkların arasına garip, düşkün, muhtaç kılıklarla ama ajan aileler halinde sızdıkları görülecektir. Örneğin, 1697'de Rumeli fethinden hemen sonra yapılan sayımda toplam 1116 haneden oluşan 16.582 ajan Türk nüfusun, daha önce bu yöreye yerleştiği tespit edilmiştir. Fetihten sonra bu ailelere “Evlad-i Fütuhan (Fetih Çocukları)“ ünvanı verilerek, kendileri mal mülk ile taltif edilmişler. Daha dün Kıbrıs Türkleri aynı rolü oynadılar. Şimdi de Kerkûk ve civarındakileri bu yönde harekete geçirmişler!...
Bilindiği gibi 1071'lerde Kürtlerle Türklerin Bizansa karşı birlikte hareket ettikleri söylenilir. Bu birliktelik veya yardımlaşma vefasızlık (bêbextî), dalavere ve baskıya dönüşmüştür. Kürtlerde “Bextê romê tune!“ deyimi, bunu açıkça ifade eder. Bu söz, sonu gelmeyen düzenbazlıkların somut ifadesidir. Öte yandan, İttihad ve Teraki'nin yayın organı “Türk Yurdu“ dergisinde bol bol övdükleri ve faaliyetlerinden gurur duydukları Cengiz Han'ın talancı, yıkıcı, dünyaya korku salan yanı bilinçaltlarındaki özdeşlenmeyi gösterir.
Türkler karşılarına çıkan birçok halkı bertaraf ettiler. Osmanlının ta başından bu yana ’devşirme' politikası sonucu Türkleşen Kürtlerin veya başka milletlerden insanların sayısı bilinmiyor. Ortaya bir araştırma veya tesadüf sonucu çıkanlar da hayret duygumuzu besliyor. (Bir Türk milliyetçisi, en azından Türk vatanperveri olarak gördüğümüz Bülent Ecevit bir Kürt devşirmesidir. Kastamonu'da dedesine ait mezar taşında “Kürdizade ...“ yazıldığı söyleniyor. Sadece Bülent Ecevit değil şu anda katı bir şekilde Türklük mücadelesi yapan, dolayısıyla Kürt karşıtı bir faaliyet içerisinde olan onlarca politik figürü bir anda hatırlayabiliyoruz.) Diğer yandan bazı Kürt veya Türk düşünürler tarihsel olarak Türk-Kürt ilişkilerini “Kader birliği yapmış iki halk“, “Birbirine kız alıp vermiş“, “Etle tırnak gibi“, “Omuz omuza savaşlara katılmış“, “Birbirini tamamlayan kültürler“ türünden olumlu kavramlarla izah etmeye çalışırlar. Bu kavramlar Kürtleri devşirme faaliyetinin gizlenmesi için kullanılırken, diğer taraftan “Bütün kabahat Batı kaynaklı nasyonalizmde; o olmasaydı İttihad ve Teraki ortaya çıkmazdı.“ demekte ve bu nahoş duruma sebebiyet verenlerin Batılılar olduğunu dillerine dolamaktalar. Peki gerçekten böyle mi?
Tarihe baktığımızda Türklerin hiçbir zaman hiçbir halkla doğru bir ilişki kurmadıklarını görürüz. Hiçbir zaman Kürtlere de doğru yaklaşmadıkları, Türklerin bugünkü Kürt politikasının bin yıldır hep aynı olduğu, bu, karşısındakini doğal olmayan yöntemlerle, gayri nizami, etik olmayan müdahalelerle zayıflatma, boyun eğdirme, iradesizleştirme, hizmetine alma politikasının tutarlı bir şekilde devam ettiğini görürüz. Sadece Kürtler değil tarih boyunca musallat oldukları bütün halklar büyük acılar yaşadı. O yüzden buldukları ilk fırsatta hem batıdakiler (Balkan halkları) hem de güneydekiler (Arap ve Berberiler) ayaklandı ve bağımsızlıklarını başka ülkelerin vesayetiyle de olsa almak istedi. Osmanlıdan sonra ise Anadolu, Kürdistan ve Pontus'ta artakalanları yekpare Türkleştirdiler. Örneğin dillerinde “g“ sesi olmayan, fonetikte bu sesi çıkaramayan, Türkleştikleri halde, Türkçe konuşurkan bile hâlâ “g“ sesini “c“ gibi telafüz eden ve fizyonomik yapılarıyla Tüklere asla benzemeyen Karadeniz'in yerleşik halkını (Pontuslar) sistematik müdahalelerle kökünden devşirdiler; onları dilsel-duygusal aidiyetlerinden kopararak, adetlerini, folklorik özelliklerini Türklüğe eklemlediler ve onları günümüzde Türklüğün en ateşli savunucuları haline getirdiler. (Trabzon olaylarını ve her seçimde bu yörelerden milliyetçilere çıkan oyları hatırlayalım!...)
Cermen ırkının saflaştırılması düşüncesiyle kafasını bozmuş Hitler, Yahudi soykırımı ilhamını ve cesaretini Türklerden aldığını söylemişti. Ama Hitler ve yandaşlarının yaptıkları, Alman ulusunun alnında kara bir leke olarak hep kalacaktır. Alman ulusu bu çirkin eylemin utancını yaşamakta ve dünya varolana dek yaşayacaktır. Çünkü gerçekte ulusal bir özellik olarak Almanlarda soykırım eğilimi yoktu. Ondadır ki yüzlerine gözlerine bulaştırdılar. Saddam ve yandaşları bile bu işi yüzlerine gözlerine bulaştırmaktan kurtulamadılar. Hayret verici bir durum ama bütün dünya bir olup, bunu iliklerine kadar hissettikleri halde, bir türlü herhangi bir halkın soykırımını Türklerde ispatlayamamakta, onlara ikrar ettirememekte. Genel olarak Türkler bugün ve tarihte atalarının yaptığı hiçbir eylemden utanç duymamakta aksine ne yapılmışsa meşru görmekte, tümüne gururla sahip çıkmakta, iftihar etmekteler. Örneğin, Türk askerleri kafasını kestikleri bir Kürdün kellesini son derece rahat bir şekilde saçlarından yakalayıp objektife poz verebilirler. Daha sonra, genel olarak bu resimlerle karşılaştıklarında bırakınız bundan utanç duymayı, sıkılmayı veya herhangi bir soruşturma açmayı, aksine bunu normal görmekteler, hatta bundan gurur duymaktalar. (Acaba Çin Seddi onlara neyi ifade ediyor?! Kürtlerin böylesi bir duvarı öremediklerinden onları zaaflı mı saymalıyız?!...)
Doğrusunu söylersek Kürtlerin birbirlerine boyun eğmemesini onlardaki feodal yanlara bağlayarak tam olarak durumlarını açıklayamayız. Karşılaştıkları andan itibaren Türklerin onları rahat bırakmadığını da teslim etmek lazım. Ne zaman kendileri için bir hedef belirlemişlerse Türkler onları başka milletlerle karşı karşıya getirmeyi bilmişler. Sürekli Kürtlerin dikkatini Türklerle diğer halklar arasındaki çekişmeye, çatışmaya çekip kendine tabi ederek, kendi gücüne dayalı bir otorite kurmalarını hep engellemişler. Birey veya topluluk olarak farketmez, iradesizleştirdiği anda da Türkleştirme işine girişmişler. Bugün Erzurum, Erzincan, Sivas, Maraş, Adıyaman, Malatya, Elazığ, Antep ve hatta Urfa ile Muş Kürtlerinden büyük bir kitle, saçma bir şekilde, artık kendilerini Türk sayıyor, günümüzün en ateşli Türkçüleri, Kürtlere kast eden tetikçiler bu kentlerden çıkıyor. (Danıştay'ı basıp üyelerden birini öldürüp üçünü yaralayan Alpaslan Aslan'ın, ülkücü bir Bingöl Kürdü olması ne ironiktir!) Bu durum nasıl oluşuyor? Fars veya Arap etkisi neden böyle bir sonuç yaratmıyor?
Türkler nerede ve ne türde olursa olsun Kürtlerle olan her türlü münasebetlerini “iç sorunum“ diye adlandırmakta, dün de bugün de kimsenin araya girmesine tahammül etmemekte, örneğin, Batılıların hiçbir şekilde Kürt meselesiyle ilgilenmelerini istememekte, bunu hep engellemektedirler. Bakınız Türkler 1. Emperyalist Paylaşım savaşı sürecinde uluslararası ilişkilerinde Batı Kürdistan'ı artık tamamen kendi toprakları olarak görüyorlar. Kürtleri kontrollerinde tutmaktan, onları kontol edebileceklerinden emindirler ama dönemin iki güçlü emperyal devletinin Kürtlerle ilgilenebileceklerini sezince (İngiliz Noel ve Fransız R. Lescot'un faaliyetlerini hatırlayalım), hemen bunu engellemek için, karşılığında istemeyerek Batı Kürdistan'ın büyük güney parçasını İngilizlere, küçük güney parçasını da Fransızlara bırakıyorlar; ama bu rüşveti bir türlü sindirdikleri de söylenemez. Özellikle Güney Kürdistan konusuda hep pişman oldukları ortada! Osmanlı hükümranlığındaki Kürdistan'ın 1. Emperyalist Paylaşım savaşı sürecinde üç parçaya bölünmesi, bugünkü Türkiye-Irak, Türkiye-Suriye sınırının bir Türk teklifi olduğundan ciddi bir şekilde kuşkulanmak gerek. Batılıar tarafından masa başında cedvelle cizilmiş sınırlar hikayesi, özellikle Kürdistan için, bana manipülasyonist bir söylemden öteye gitmiyor. Kemalistlerin, Mosil, Kerkûk, Hewlêr ve Silêmaniye merkezlerini İngilizlere bırakma karşılığında onlardan Kürt karşıtı bir politika izlemelerini şart koymuştu! Öte yandan, her nekadar Batı Osmanlı'ya “Hasta Adam“ muamelesi yapıyorduysa da aslında onlardan çekiniyordu. (Viyana kapılarına dayandıklarından bu yana onların gözünü korkutmuştu.) Daha kaç yıl önce Çanakkale'de Trakya'da yenilmemişler miydi? İstanbul Batılıların elinde iken yine de hemen toparlanıp Yunanlıları denize dökmemişler miydi? Peki, 1925 Şubat'ında Fransızlar demiryolundan Türk askeri sevkiyatına yol verirken İngilizlerle birlikte telaşa kapılıp gerçekten bu hareketin kime yönelik olduğunu heyecanla sormamışlar mıydı? Türk hareketinin Diyarbekir ve civarındaki Kürt tepelemesine yönelik olduğundan kesin olarak emin olduktan sonradır ki rahatlayıp ancak o zaman izin verilmişti! İngilizlerdeki, Fransızlardaki bu telaşlanmanın, bu endişenin ve hatta korkunun kaynağı nedir acaba? Verilen rüşvetin geri alınması korkusu mu?!...
Bütün bunlar bize gösteriror ki Batı'nın Kürt karşıtlığı büyük oranda Türklerin yaptığı bitmez tükenmez manevra ve dezenformasyondan kaynaklıdır! Bunu ta Haçlı Seferleri'ne kadar götürmek bana pek ikna edici gelmiyor. Kuşkusuz Batı, 12. yüzyıl sonlarında, Haçlıları Kudüs önlerinde durduran Selahaddin Eyyubi'nin Kürt komutan olduğunu biliyor. General Allenby'nin, Şam'da, Selahaddin Eyyubi mezarının başına gelerek, “Kalk Selahaddin yine geldik!“ diye haykırmasının da Kürt karşıtlığından kaynaklanmıyor. Bu, 700 yıl önceden Batı'nın kursağında kalmış Doğu seferinin başarılması sonucu bir deşarjdır. Kaldı ki Batı, Haçlılarla savaşan, onları durduranların Arap, Fars, Kürt, Türk vs. Doğulu Müslüman halklar olduklarını çok iyi biliyor, hesaplaştıkları topluluk herhangi bir soy veya etnisite değil, Batı'nın hesaplaşmak istediği topluluk İslam Ümmetidir. Batı literatüründe hakikaten özel olarak Selahaddin Eyyubi ve onun halkına (Kürtler) yönelik olumsuz bir anlayışı besleyen yazınsal bir faaliyeti görebilir miyiz, bilmiyorum. Ama Batının kalkıp bunca Doğulu halkın arasından sadece bir komutanın menşeine takılıp kalacağını, kinlerini sadece onun halkı için bunca yıl besleyeceğini akılcı bulmuyorum.
Öte yandan, İngiliz belgelerinde Batının Kürt karşıtlığının izleri elbette aranmalı, ama kanımca Kemalistlerle İngilizler arasındaki gizli görüşme ve anlaşmalarda, Türklerin İngilizleri Kürtlerle ilgilenmemeleri konusunda nasıl uyardıklarına ve ikna edebildiklerine bakmalıyız! Görünen o ki, Güney vilayetlerini onlara bırakma karşılığında onları nispeten razı etmişler ama yine de rahat değiller, onlara güvenmemekteler. İçerde örgütlü Kürtleri her türlü yöntemi deneyerek yoğun bir şekilde safdışı bırakırkan, diğer bir yandan Batı'yı ikna etme manevraları devam etmekte, örneğin, bazı şahısların tek tek imzası alınarak sözde Kürtler adına habire telgraflar çekilmekte, sonra da tıpkı Bakü'ye gönderdikleri gibi Lozan'a da sahte bir Kürt heyetini gönderiyorlar. Bu siyaset hep aynı şekilde, sürekli tekrarlanarak devam etmektedir. Bundan dolayı diyoruz ki Kürtlerin durumundan sorumlu tarihsel olarak ve hâlâ günümüzde esas olarak Türk etkisidir. Bu etki deşifre edildikçe, geriletildikçe Kürtlerin durumunda istikrarlı bir gelişme görülecektir.
Diğer bir yandan, Araplar, Farslar Kürtlerin varlığını, dillerini, topraklarını ve kültürlerini inkar etmemişler, yasaklayıcı yaklaşmamışlar. Yine de, Kürtlerin Araplarla, Farslarla ilişkileri pek iç açıcı olmayabilir, en azından iyi komşuluk ilişkilerine sahip değiller diyebiliriz. Diyelimki Kürtlerin Ermenilerle de, sorunları olmuş olabilir. Ama adı geçen bu halklar Türklerden kıyaslanmayacak üstünlükte dilsel, sanatsal, edebi, folklorik, kültürel zenginliklere sahip olmalarına rağmen, hiçbir zaman bu halklar karşılıklı olarak birbirlerine devşirme temelinde yaklaşmamışlar. Birbirlerini böylesi aidiyetinden koparan, yabancılaştıran, onur kırıcı, küçük düşürücü muamelelerde bulunmamışlar.
Tarihte ve hâlâ günümüzde Kürt-Fars, Kürt-Arap gerginliğinin kaynağı Türk manevralarıdır; tarih boyunca Farslarla Kürtler arasında barışçıl ortamın oluşmasını engelleyen, günümüzde İran devletinin Kürt bölgesinde artan operasyonları ve yine Irak'ta Saddam sonrası dönemde Kürtlerle Araplar arasındaki gerginliğin sürmesi, bu tür manevraların sonucudur. (Iraklı bazı sünni Arap aşiret liderlerinin, şii liderlerin gayri resmi ve hatta gizli olarak sık sık Türkiye'ye çağrılmalarını, Ankara'da ağırlanmalarını hatırlayalım!...)
Bakınız Azerilerle Türkler aynı ırktandır, biraz yakından baktığımızda benzer özellikleri gösterdiklerini hayretle görürüz. Azerbaycan egemenliği altındaki Laçîn Kürdistan'ın bir parçasıdır; Kalbecer, Qubatî, Zengîlan, Cewanasîn, Şûngîn bölgeleri saf Kürt yerleşim birimleriydi. 1923'te yapılan sayımda, Azerilerin müdahalesine, engeline rağmen yine de bu merkezlerde 40 bin Kürt nüfus tespit edildi. Lenin anlayışı ve rejimi sonucu 1923'te bu bölgeye otonom sütatüsü verildi ve Kızıl Kürdistan kuruldu. Hemen sınırın berisinde, yani Ermenistan topraklarında da onlardan sayıca çok ama çok daha az ve aynı zamanda göç etmiş perişan bir Kürt nüfus yaşıyordu. Sovyet rejimi ise her yerde aynı uygulanıyordu ama Ermenistan'daki Kürtler her yönden geliştikleri halde Azerbaycan (Kızıl Kürdistan) Kürtleri buhar olup uçtular! Peki, şimdi biz bu durumu sadece Kürtlerin zaaflarından kaynaklandığını ya da kalkıp Lenin'in, dahası Sovyetlerin Kürt karşıtı politikasından kaynaklandığını anlatırsak bu yeterli olur mu? C. Bakırov (Bagêrov) Sovyet Azerbaycan'ında Stalin'i avucuna almış Türk ırkçısı bir politikacıdır. Stalîn öldükten sonra, Azerilerin lehine ırkçılık (Türkçülük) yaptığından dolayı yargılandı ve idama mahkum edildi. Ama yıllarca A. Bukşpan ile birlikte Türkiye'de oluşturulan anti-Kürt tezleri elde edip aranje ederek Moskova yönetimine naklediyordular. Tabi ki bu tezlerde Kürtlerin İngiliz emperyalizminin ajanı, gerici, mürteci, eşkıya vs. oldukları habire anlatılıyordu. Türkiye ile sıkı ilişki içerisinde olan bu tür politikacıların, dolayısıyla Azerbaycan yönetiminin Mahabad Kürt Devleti'nin yıkılmasındaki rolü, Sovyetler gibi bir devlette büyük cesaret isteyen, mülteci durumundaki M. Barzani ve silah arkadaşlarına yönelik çirkin davranışları, özgül karakterli Sovyet politikaları mıydı? Öte yandan, 1921'de Bakü'de gerçekleşen Doğu Halkları Kongresi'ne diğer tüm doğu halkları gibi Kürt halkı da çağrılıydı, dolayısıyla yeni Rus (Sovyet) yönetiminin Kürtlere önyargılı davrandığını görmüyoruz. Fakat Kürt-Türk kardeşliği yalanıyla Kemalist hareketin karargahı durumuna getirilen Erzurum'da M. Kemal'in emriyle, özelllikle K. Karabekir'in çabalarıyla gerçek Kürt heyetinin Bakü'ye gitmesi engellenirken gizliden alelacele sahte bir ’Kürdistan Heyeti' oluşturulup gönderilmesi ve bu heyetin güya Kürtleri temsil etmesi çok ilginçtir! Öteden beri Ruslarda Kürt karşıtı duygular Türkler tarafından hep oluşturulmuştu.
Günümüzde Türkler birçok devlete sahiptirler. Bunlardan en güçlüsü Türkiye Cumhuriyeti'dir ve bu devlet uzun vadeli politikalar geliştirmekten de aciz değildir! Özellikle Kürtlere yönelik politikasında (yok etme temelinde) sonuna kadar kararlıdır; bu konuda büyük imkanlara ve bir o kadar da tecrübeye de sahiptir. Kürt karşıtı politik manevralar Türkiye merkezli olarak dünyanın her yerinde çok çeşitli ve çok boyutlu yoğun bir faaliyet olarak hep devam etmektedir. Bin yıldır karşılaştıkları ve bir türlü yok edemedikleri yedi canlı ve habire çoğalan Kürtlerle 500 yıldan fazla bir süredir boğuşmakta olduklarını görmeleri, onları çılgına çevirmekte, bu kızgınlık bir saplantı halinde sürgit devam etmektedir. Günümüzde bu uğurda belki AB projesinden bile vazgeçebilirler!
Sonuç olarak Kürtler bir türlü yok olmadılar, pek olacakları da yok ama Türk yönetimi onları sürekli kendi boyunduruğunda tutmaya, bu mümkün değilse asimile/yok etmeye, geriye kalanlarını da başka ulusların gözünde sevimsizleştirmeye çalışmaktadır hep. Ama günümüzde artık Kürtler kendi başlarına dünya uluslarıyla ilişkiler geliştirebilecek düzeydeler. Öte yandan Amerikalılar Avrupalılara benzememektedir ve bir kere Kürtlerle yanyana geldiler artık.