Ana içeriğe atla
Submitted by Anonymous (doğrulanmadı) on 17 January 2010

Kürt ayaklanmalarinda, Kürt liderler hep ihanete ugradilar. Gecmisde Seyh Said´e ve Seyid Riza´ya yapilan ihanet, bugün Öcalan´a yapilmakdadir. PKK´ye, Gerilla´ya ve sayin Öcalan´a yapilan saldirilari, atilan camurlar, hep bana gecmisdeki Kürt isyanlarini ve liderlerine yapilan ihaneti hatirlatiyor.
Cocuken büyülerimizden isittigim “ Kurd hainî “ sözü hep zoruma gitsede, artik bir Kürt atasözü haline gelen bu söz bir gercegin ifadesidir.
Düsmanin tezgahladigi oyunlarin oyuncusu olanlar, bu oyunlara ayakuyduranlar, uydurmiyanlarida uydurmaya zorlamak icin sabahdan aksama kadar davul calan, davulcularinda mutlaka bir beklentisi vardir. Ihanet.

Biji Kurdistan!
Kahrolsun Ihanet!
Kahrolsun Gönüllü Köy Koruculari!

Sen bazen hatlari karistiriyorsun.Kendi yazdiklarini iyi bir oku ihanet ve ihanete sürükleyeni iyi yargilaman gerek.Yan ihante anam kürt diyerek yapacan yada anam türk diyene bakacan.Arti six SAIT ile Seyit Riza ve Ihsan Nuri Pasayi karistirma senin bu büyük ihanetciyi bu onurlu kürt Önderleri ile kiyaslama lütfen.[code] [/code] hürmetler

bos konusuyorsun ici bos ajitasyon dönemi bitti anlamadinsa bir daha anlatalim daha öncede dedim tartismak mi istiyorsunuz? verili konusalim, daha önce astigim yaziyi göncelestiriyorum. Oku ve sadede gel. Bunlari savunan biri veya birileri mi ihanetci, yoksa bunlar ihanetcimi dedigimiz icin biz mi ihanetciyiz bir tartisalim ha ne dersin? Var mısınız Veriler Üzerinde Tartişmaya Gönderen: Xeyri (IP Kaydedildi) Tarih: 12 January, 2010 18:53 Burada farklı eğilimde katılımcı yazıyor. Doğaldır ki, birçok konuda farklı düşünebiliriz. Amaç Kürd milletinin kurtuluşu konusunda ortak bir payda da buluşmak olmalıdır. Eğer samimi isek. O zaman ivedilikle birbirimizi anlamaya çalışacağız. Yazdıklarımızı baz alacağız. Ortak noktaları tespit edip onları bir kenara bırakacağız. Ayrılıklarımızı gidermeye çalışacağız. Bu yapılırken kişisel kısır tartışmalardan kendimizi uzak tutmalıyız. Buna ek olarak savunduklarımızı mutlak doğru olarak başkasına dayatmaktan kaçınmalıyız. Karşıdaki ne savunuyor ona bakmalıyız. Madem hepimiz Kürdüz. Kürdler, bir millettir diyoruz. Her çağdaş millet gibi Kürdlerinde vazgeçilmez hakları var diyoruz. O zaman ortak bir hedeftede buluşabiliriz demektir. O zaman sorun ne? Sorun karşımızdakinden değil, kendimizden kaynaklanıyor demektir. Ona doğrularımızı anlatamamışız demektir. İşe buradan başlıyalım. Karşımıza almamız gereken Türk sömürgeciliği ve ihanettir. Üstünden anlaşılmayan bu iki konudur. Kişi olarak benim yaklaşımın tüm kurum ve kuruluşlarıyla Türk sistemi düşmandır. Bu düşman gücü biz Kürdlere “kardeş“ olarak sunanlarda isterse Kürd olsunlar bunlarda düşmandır. Literatördeki ismide ihanettir. Şimdi size ihanetçi olarak gördüğüm Öcalan ve onun dümen suyundaki kişilerin bazı belirlemelerini aşağıya alacağım. Okuyun bakalım. Söylediklerinde Kürdler lehine tek bir olumlu ifade bulursanız, yanıldım siz haklısınız diyeceğim. Yok eğer gösteremeseniz lütfen ama lütfen bir daha burada Öcalan ve onun güdümündeki oluşumları bize Kürlerin değerleri olarak satmaktan vazgeçin. Ha bunu bilinçli olarak yapıyorsanız bunun yeri burası olmadığını söylemek zorundayım. Bu işi yapan sayısız platform var. Gidin orada bunu yapın. Öcalan ve müritlerinin dediklerini aşağıya alıyorum. İşte size veri. Bunlar üstünde tartışalım. Ama sizden ricam birbirimize güç, halkın desteği, gerilla, savaş, şehit edebiyatı yapmaktan kaçınalım. ... Abdullah Öcalan; “Misak'ı Milli'nin içerisinde şu anki bilinen Türkiye sınırları değil, Musul-Kerkük ve Suriye'deki Kürtler de dahildir.“ “Misak-ı Milli Kürt Türk birlikteliğini ifade ediyor. Kurtuluş savaşı Türkler ve Kürtlerin ortak savaşıdır.“ “Savaş olursa Kürdistan kopuşa gider. Biz ısrarla barışı savunuyoruz, barışı getirmeyenler sorumlu olur.“ ... Murat Karayılan; "Türkiye'de sorunun çözümünü ordu istemiyor havası yaratılıyor, bu doğru değildir. Çözüm istemeyen, ordudan daha fazla sivil siyaset anlayışıdır.“ ... Osman Baydemir; “Belki de rabbimin bana nasip ettiği bu son konuşmamdır...Ben bir Kürt evladı olarak çıkıp derim ki askere sıkılan kurşun bundan böyle bana sıkılsın.“ ... “Kürt sorununun çözümü“ çerçevesinde Aysel Tuğluk'a; “Toplumsal mutabakatın sağlanması için sizce en çok dikkat edilmesi gereken husus nedir?“ sorusu soruldu. Verilen cevap Apocu cenahın “çözüm“den ne anladıklarının özetidir. “Ölümcül tecridin kaldırılarak Öcalan'ın koşullarında öncelikle ciddi bir rahatlatmaya gidilmesi.“ Evet! Cevap açık ve net. Kürdistan sorunu, Öcalan'ın için de, bulunduğu koşulların iyileştirilmesine indirgenmiş. .... DTP Grup Başkanvekili Selahattin Demirtaş, “Biz DTP olarak askeri operasyonların durması ve çözüm arayışlarına şans tanınması için bir kez daha Başbakan'a açık bir çağrı yapıyoruz; Başbakan'ın anlayabileceği bir şekilde ifade etmek gerekirse Ordunun veya Emniyet'in silah bırakması gibi abes bir çağrı değil bizim yaptığımız, açıkça operasyonların durması çağrısı yapıyoruz. Ölümleri durdurabilmenin başka hiçbir yolu olmadığı için bu çağrımızda ısrarcıyız." "Federasyon, Kürt sorununu için gerçekçi bir çözüm değil. Türkiye etnik bölünmeye uğrar!" ... DTP, “Tek vatan, tek bayrağa itirazımız yok.“, ’Devletin dili' yerine ’Devletin resmi dili' yazılmalı... “Devletin Dili Türkçedir“ ifadesinin “Resmi dil Türkçedir“ olarak değiştirilmeli.“ ... Emine Ayna, “Kürt sorununun çözümünü. Türkiye kavramı olmalı, Türk Milleti değil. Türkiye Ulusu olmalı, Türk Ulusu değil. Türkiyelilik kavramı olmalı, Türk değil. Bunlar değiştiği zaman çözümün yolu açılır.“ ... Orhan Miroğlu, “Âkil adamların dünyanın ihtilaf yaşanan çeşitli bölgelerinde yürüttükleri çalışmalar; ulusal sorunlarda asıl zorluğun devlet olmak isteği ve toprak talebiyle alakalı olduğunu gösteriyor. Mesela Filistin'de, Bask sorununda mesele budur. Oysa Kürt sorunu ne toprak talep etmekle alakalı bir sorundur, ne de devlet talebiyle ilgili bir meseledir. Kürtler toprak da istemiyor, ayrı bir devlet de.“ ... Ahmet Türk; “Irak'ta olsam federasyonu savunurum. Çünkü oradaki Kürtle Arap kaynaşmamış. Ama bizde Kürtle Türk gerçekten bin yıldır birlikte. Biz bu yüzden, Türkiye'de federasyonu savunmuyoruz.“ “Çözüm için ortamı yumuşatmak adına PKK, jest yapabilir ve silahlı militanları sınır dışına çekebilir. Barış çabasının ciddi olduğuna ve pusuya düşürülmeyeceğine inansa bunu yapar.“ "Geçmişte etnisiteyi çok öne çıkaran bir mantığa sahiptim. Ama bugün etnisite üzerinde siyasetin büyük tehlike ve tuzaklarla dolu olduğunu görmeye başladım. Eskiden 'herkesin devleti varken Kürtlerin niye olmasın' diyorduk. Şimdi bunun kolay olmadığını ve böyle bir durumun birlikte dostça yaşayan iki halk arasında büyük düşmanlıklar yaratacağını ve bu halkların geleceğini karartacak bir noktaya götüreceğini düşünüyorum. Etrafımız tuzaklarla dolu. Çek ve Slovaklar gibi değiliz ki. Bence birlikte yaşamanın müthiş yararları var. Kaldı ki dünya küçülürken bu durumun tersini savunmanın yararı yok." “Hiç kimsenin bayrakla, sınırlarla bir sorunu yoktur, olmaz. Ülkenin ortak dili Türkçedir, Türkçe olmaya devam eder. Hatta kendi anadilinde eğitim yapacak olanlar için, Türkçe ortak iletişim dili olarak korunur.“ Sırrı Sakık; “Sürekli bu halka zulüm etmek isteyen siyasetçiler, şiddet ve kandan beslenen siyasi partiler, ne söylerler; Kürtler bölücüdürler. Tam tersine biz bütünleştiriciyiz. Biz Çorlu ile Diyarbakır'ı buluşturmaya yemin ettik. Demokrasiyi ve hukuku onun için istiyoruz. Gittiğim her yerde söylüyorum, bizim bildiğimiz tek şey, Allah tektir. Gerisi insanların kurduğu bir düzendir. Ama biz Başbakan'ın o tekli politikalarına karşıyız. Ama biz Kürtler iki ayrı devlet istemiyoruz. İki ayrı bayrak istemiyoruz. Bu coğrafyada Edirne'den Şırnak'a kadar özgür bir Türkiye istiyoruz.“

Su sunu söylemis, bu bunu söylemis. Bunlari gec. O zaman bende sana sadece Sayin Necirwan Barzani´nin gecenlerde söylediklerini hatirlatayim. Ne demisti Necirwan? Gerillayi Dagdan indirme planini MIT ile birlikte hazirladik. demisdi. Baska, Türke sikilan her kursunu bize sikilmis olarak kabul ederiz. Demisdi.......

Sevgili Xwend Ben şahsım adına PKK de unutmadığım bir cümleyi örnek alırım. Teslimiyet ihanete , direniş zafere götürür ! Ne yazıkki Öcalan yakalandığı gündede mahkemedede en çok eleştirdiği Palulu Kör Sadi ve SeyitAbdulkadiri örnek aldı.Yani teslim oldu. Şéyx Said, Xalıt Beg, Seyit Rıza, Qazi Muhammed ve niceleri esir düştüler ama Teslim olmadılar.Buna özellikle dikkatini çekerim. Ayrıca Şéyx Saide ihanet eden Mehmet Şerif Fırat idi, Xalıt Bege ihanet eden Binbaşı Kaso idi ve Seyit Rıza yada ihanet eden Rayberdi. Şimdi ben Apoyu lider kabul etmiyorum diye banadamı Rayber veya Qaso diyeceksin ? Ha eğer dediklerin gerçekten Kürd önderli iseler-ki önder olduklarından şüphem yoktur- İngiliz ajanı diyende yine Öcalandır.Bazende kullanıldı diyor. Keşke bu kadar cesur olan militanları veya taraftarları kadar cesur olsaydı.O zaman düşmanda saygıyla karşılardı onu ! Düşmanın ağzı açıldığında onun o günkü davranışı bir tokat gibi hep suratımıza indi !!! Selamlar

Aslında PKK yönetimi, ne demokratik cumhuriyet ve nede Abdullah Öcalan'ın özgürlüğü için gerilla savaşı gerekmediğini gayet iyi bilmektedir. Ancak iki cepheden kuşatılan ve tuzağa düşürülen PKK'nın yönetim erki içerisinde, bu çıkmazdan kurtulmayı başarabilecek gerekli iradi yapı kesinlikle yoktur. Bu konuda, daha önce sayısız makale yayınlanmasına karşın, aslında bölük-pörçük değerlendirmelerden ziyade PKK tarihinin yeniden yazılmasına şiddetle ihtiyaç vardır. PWD olarak, başından itibaren böyle bir öneride bulunmuştuk. Şimdi bu öneriyi tekrarlayan ve yeniden gündeme getiren arkadaşlar olmaktadır. Gerekli koşullar oluşur veya hazırlanırsa, buna katkı sunacağımız açıktır. Aradan dört yıl geçti; mevcut durum ve geçmiş tecrübelere dayanarak, ayrılık konularını şimdi çok daha somut olarak ortaya koyabiliriz PKK'nın mevcut yönetimi ile aramızda stratejik her konuda görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Ancak, güncelliğinden dolayı, sadece silahlı mücadele konusunda, neden görüş ayrılığına düştüğümüzü açıklamak istiyorum. Biz silahlı mücadelenin artık miadını doldurduğunu ve Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinden çok Türkiye'de şoven, militarist yapının güçlenmesine neden olduğunu söylüyoruz. Yirmi yıldan daha uzun bir süre dağda kaldıktan sonra bu sonuca varmamızın son derece anlaşılır, haklı ve bilimsel nedenleri vardır. Ancak asıl maksadım, bu temelde bir değerlendirme yapmak değildir. PKK'nın ateşkesten sonra, 2004 yılında, yeniden başlattığı silahlı mücadelenin asıl görünmeyen yüzüne bakmanın daha acil ve çarpıcı olacağını düşünüyorum. PKK ayrılma nedenlerimizi çok farklı bir mecraya çekmek istemektedir. Bizi ihanetle suçladıkları yetmiyormuş gibi, yorgunluğa yorumlayan çok gülünç değerlendirmeler bile yapılmaktadır. Oysa, gerilla savaşının, ’demokratik cumhuriyet' ekseninde yapılacak kısa bir değerlendirmesi bile bizim neden bu savaşa karşı çıktığımızı bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. PKK'nın gerilla savaşını, Kürdistan'ın bağımsızlığı ve Kürt halkının özgürlüğü için geliştirdiğini belirtmeye dahi gerek yoktur. Buna karşılık Abdullah öcalan yakalandıktan sonra bağımsızlık çizgisinden vazgeçerek ’demokratik cumhuriyet' tezini savunmaya başlamıştır. PKK'nın ’demokratik cumhuriyet' tezini benimsemesi, halk savaşı stratejisinden vazgeçtiği anlamına gelmektedir. Demokratik cumhuriyet tezi; gerilla savaşını, sadece geçersiz değil, aynı zamanda gereksiz hale getirmiş bulunmaktadır. çünkü, Türkiye cumhuriyetinin demokratikleştirilmesi için gerilla savaşına ihtiyaç yoktur. Gerilla savaşı ’demokratik cumhuriyet' stratejisinin temel mücadele yöntemi değildir. Benimsediği stratejinin doğal sonucu olarak, daha değişik mücadele yöntemlerini esas alması gereken PKK'nın, gerilla savaşında ısrar etmesi, son derece tutarsız ve çelişkili bir tablo ortaya çıkarmıştır. PKK'nın mevcut pratiğine bakıldığında bırakalım siyasal mücadele yöntemlerine stratejik değer vermesi, tali planda rol biçtiği bile tartışmalıdır. Hedefler programına demokratik cumhuriyet tezini alan PKK'nın siyasal mücadele yöntemlerini bir tarafa bırakarak gerilla savaşında ısrar etmesi, aslında kendi stratejisini inkar etmekten başka bir anlam taşımamaktadır. PKK yönetiminin iki arada, bir derede kalan beynamaz duruşu bu çelişkili yaklaşım tarzından kaynaklanmaktadır. PKK'nın demokratik cumhuriyet adına geliştirdiği pratik, eski mücadele anlayışının utangaç ve karikatürize edilmiş tekrarından başka bir şey değildir. Kürt halkının, PKK'nın, ’demokratik cumhuriyet' adına ısrarla sürdürmek istediği kör savaşı ve bu uğurda şehit düşen binlerce gerillanın döktüğü kanı anlaması mümkün değildir. Zaten bu yüzden, PKK, demokratik cumhuriyet tezine denk düşmeyen bu çelişkili ve kafa karıştıran pratiğini izah etmekte hayli zorlanmaktadır. Nitekim, savaşı yeniden başlatmanın gerekçeleri arasında demokratik cumhuriyet tezinin esamisi bile okunmazken; PKK yönetimi, son derece oportünist bir tavır takınarak, gerilla savaşını, sadece Abdullah öcalan'ın özgürlüğüne indirgemiş bulunmaktadır. Oysa, tarihte kim olursa olsun, peygamberler dahil, hiç kimsenin özgürlüğü için savaş verilmiş değildir. Bir kişinin kurtuluşu için, binlerce insanın ölüme gönderilmesi, özgürlük savaşı değil, insanlık suçudur. Savaşlar ülke, ulus veya sınıfların kurtuluşu için verilir. Bireylerin özgürlüğü ulusal sorunun çözümü ve ülkenin kurtuluşuna bağlı olarak ele alındığı oranda anlam kazanır. Bu konuda PKK atların önüne arabayı alarak sadece Kürt sorununu değil, aynı zamanda uğrunda mücadele verdikleri Abdullah öcalan'ın özgürlüğünü de yokuşa sürmektedir. Aslında PKK yönetimi, ne demokratik cumhuriyet ve nede Abdullah öcalan'ın özgürlüğü için gerilla savaşı gerekmediğini gayet iyi bilmektedir. Ancak iki cepheden kuşatılan ve tuzağa düşürülen PKK'nın yönetim erki içerisinde, bu çıkmazdan kurtulmayı başarabilecek gerekli iradi yapı kesinlikle yoktur. Bu açıdan PKK'nın akıbetinde, kendisini tüketinceye kadar kör dövüşte ısrar etmekten başka bir seçenek görülmemektedir. PKK; mevcut durumda, sadece gah-ı bulunan, ancak karar yetkisi kesinlikle olmayan iradesiz bir yönetime sahiptir. Bu açıdan PKK yönetiminden kişilikli bir duruş istemek, yıllardır bu beklenti içerisinde olan KDP ve YNK'nin yaptığı gibi kendini kandırmaktan başka bir sonuç vermeyecektir. PKK'dan gerilla savaşını sürdürmesini isteyen Kürt halkı değildir. Buna karşılık PKK'dan savaşmasını isteyen bir değil, pek çok güç odağı bulunmaktadır. Amerika, İran, kısmen Suriye ve PDK ile YNK'nin mevcut durumda savaşı durdurmak istediğini söylemek için zaman henüz çok erkendir. Ancak PKK'dan savaşmasını isteyen asıl güç odağı, Amerika veya bölge devletleri değil, Türk devletinin kendisidir. İki bin yılının Ağustos ayında, içerde bulunan tüm gerilla güçlerini Güney Kürdistan sınırına çekme kararı verdiğimizde buna Türk Genel Kurmay Başkanlığı tarafından itiraz edilmiş ve Abdullah öcalan ile yapılan görüşmelerden sonra beş yüz gerillayı kuzeyde bırakmak zorunda kalmıştık. PKK'dan ayrılmamıza neden olan savaş kararı, bizzat kuzeyde kalması Türk ordusu tarafından istenen bu beş yüz kişilik gerilla gücüne karşı geliştirilen operasyonlar gerekçe gösterilerek alınmıştır. üstelik savaş kararına, PKK yapısının karşı iradesine rağmen, Türk ordusunun izni dahilinde kongreye katılan ve Abdullah öcalan adına konuştuğunu söyleyen avukatların dayatmaları sonucunda varılmıştır. PKK yönetimi tarafından farklı izah edilmesine rağmen 2004 yılında alınan savaş kararının gerçek hikayesi budur. Bizim ulusal kurtuluş mücadelesi adına değil, Türk ordusunun dayatmaları sonucu başlatılan bir savaşa ve bu temelde işlenen cinayetlere ortak olmamız mümkün değildir. Başka hiçbir nedenden dolayı değil, en başta Kürt halkının en dinamik gücü olan gerillanın demokratik cumhuriyet uğrunda ölmesini istemediğimiz için ayrılmak zorunda kaldığımızı, bilmem bir kez daha belirtmeye ihtiyaç var mıdır? 16 Kasım 2008 N.TAŞ (Botan Rojhılat) PWD nerin

İhsan ŞENER/ 1 Kasım günü kardeşim Mehmet Cahit ŞENER´in katledişinin 15. Yıl dönümü vesilesiyle bir yazı yazmaya niyetlenmiştim. Yazmayı düşündüğüm noktalar bazı dostların Mehmet Cahit ŞENER hakkında daha önce kaleme almış oldukları yazılara cevap niteliğinde de olacaktı. Bu dostların başında Şükrü Hoca gelmekteydi. Her ne kadar Şükrü Hoca, Şener hakkında en çok yazı yazanların arasında ilk sırayı alsa da, ama; en cok ŞENER hakkında şaibeli durum yaratanlardan birisi olarak da yerini korudu, koruyor. Şükrü, ŞENER´i anlatmak adı altında ŞENER´le hesaplaşan nitelikte yazılar kaleme aldı, almaya devam ediyor. İşin aslına bakarsan esasında hep kendini anlatmaya çalıştı, çalışıyor. Gerçi o da bunu inkâr etmiyor; her fırsatta övünerek hesaplaştığını dile getiriyor. Bu anlatım bir eleştiri mahiyetinde değil daha çok “çamur at izi kalsin“ niteliğindedir. Biz bunları aşağıda tek tek ele alıp kamuoyunu bu konuda aydınlatmaya çalışacağız. Ama, gelin görün ki, biz tam bu noktaları aydınlatıp yerli yerine oturtmaya niyetlenirken, bir talihsizlik mi diyelim, Osman Öcalan`ın Şükrü`ye dönük açık bir mektubu internet ekranlarına yansıması beni bir an için de olsa neredeyse bu yaziyi şimdilik yazmaktan vazgeçirecekti. Bunu öncellikle bir şansızlık olarak algıladıysam da, sonra, bu iki şahıs arasında süren/sürmekte olan yazışmaları bende, önemli bazı olayların tartışılması gerektiği düşüncesine yol açtı. Bu da PKK bünyesinde hak ve hukuk olayıdır. Çünkü, gerek Osman´ın ve gerekse Şükrü´nün yazıları, özü itibariyla hak ve hukuk olaylarına ağırlık vermektedir. İkinci bir şey ise; Osman Öcalan´ın ikinci mektubunda çok iddiali bir duruşla karşımıza çıktığıdır. "Benim ulusal saflarda düşmanım yok dostum ve kardeşim var" demesidir. Osman Öcalan, bu konuda ne kadar dürüst ve sözünün eridir, izleyip göreceğiz. Ne var ki, Osman Öcalan´ın hareket ettiği zemin çürüktür. Osman Öcalan, dürüst olmaya niyetlenmişse, üstünde bulunduğu çürük ve ihanet zeminini deşifre etmelidir. Cünkü, Osman Öcalan, Şükrü Hoca´ya dönük kamuoyuna açık her iki mektubunda da halen A.Öcalan´ın ulusal bir çizgide durduğuna işaret etmektedir. Öcalan ailesinin artık ulusal bir siyaset kurumu işlevini gördüğünü yazmaktadır. Sakın ola ki bu "ulusal kurum"un özü derin devletin sözcülerinden Mehmet Ağar´ın " Yozgat´ı ve Kerkük´ü birleştireceğiz" vizyonun bir ayağı olmasın? Çünkü Öcalan ailesinin ne dün ne de bugün ulusal kurtuluş siyasetinde yer aldığı görülmemiştir. Aksine, basına da yansıdığı için süreci izleyen herkes hatırlar ki, Öcalanların ebeveyinleri oğullarından utanç duyan bir aile profilini çizdiler. Ama Osman Öcalan bu "aile" kavramında annesini, kardeşlerini soyutlayip, abisi A.Öcalan ve kendisini kastediyorsa, o zaman bu iki birey üzerinde durmak gerekiyor. Öncellikle Abdullah Öcalan´dan başlamak gerekir. Abdullah Öcalan´ın örgüt bünyesinde ve "ulusal" siyaset çizgisinde uygulaya geldiği icraatları siyasetle ilgilenenlerin çoğunluğu tarafından biliniyor. Bunun tarihini en güzel Avni Özgürel aydınlattı.Özgürel, Öcalan ile Ankara´daki İzmir Caddesi'nde bulunan MiT´e bağli Fikir Ajansı binasında sık sık karşlaştığını ve sonra Bekaa Vadisinde Öcalan´la yaptığı bir mülakkatta, Öcalan´ın da bunu teyit ettiğini söyledi. Daha sonra MİT emeklisi Mehmet Eymür´e Apo´nun MiT´le ilişkisi sorulduğunda, "teşkilatın ofisboyu olabilir“ şeklindeki cevap da hatırlanmalıdır. Bu karanlık tarihiyle Öcalan´ın nasıl bir ulusal imha politikası izlediği, PKK´ye dayattığı iç ve dış tasfiye yöntemleriyle izlemiş olduğu pratikle açıklanabilir. Bu konuda bir çok değerli Kürt aydını yazıp çizdi. Halen de yazılmaktadır. İmralı sürecinde izlediği çizginin nasıl bir ihanet çizgisi olduğu konusunda Selim Çürükkaya, Av: Medeni AYHAN´in, Av. Zeki Okçuoğlu´nun belgeler ve yazıları önemli bir yer oluşturmaktadır. Ve en önemlisi de kendisinin savunmaları ve basına verdiği beyanlar ortadadır. Herkes bu yazılanlara ulaşabilir. Biz burada bu çok yönlü konuları açmayacağız. Kürt sorunuyla ilgili kararlı düşünce ve tutumu yüzünden neredeyse ömrünün yarısını cezaevinde geçiren İsmail Beşikçi yi bile devlete ihbar eden bir kişinin zerre kadar dürüstlüğü kalmamıştır. Kaldı ki kaf dağının arkasındakiler bile artık bu ihanet çizgisinden haberdardir. Abdullah Öcalan´in ulusal bir çizgi izlemediği bilakis Kemalist lanetsi bir çizgide tarihsel misyonunu oynamak niyetinde olduğunu, olanak verilirse devlete her türlü hizmeti verdiğini/ vereceğini hergün beyan etmesine rağmen Osman nasıl oluyor da hala Kürt halkını aldatmaya çalışıp, abisinin suçlarını aklamaya çalışıyor. Eğer, bu konuda saf ve bilinçsiz değilse -ki değildir- o zaman gerçeklerin diliyle konuşmadığı gün gibi ortadadır. Ne var ki, bu ayan beyan gerçekler karşısında bile Osman Öcalan, abisi Abdullah Öcalan´ın içinde olduğu ihanet politikasına anlayış bekliyor; "...Abdullah Öcalan TC´nin elinde esirdir. Ağır yaptırımlar altında işlevsiz birakılmıştır." (!) demektedir. Ama, her ne hikmetse ne Osman ne de Abdullah bu anlayişi mesela en az Abdullah Öcalan kadar ihanete bulaşmamişsada Şahin Dönmez...ler için dile gitirmediler. Nitekim Şahin Dönmez...lerde en az Abdullah kadar PKK örgütünde sivrilmiş, "önder" konumundaydilar. Ama ne Kürt halki ne de PKK bu şahısların ihanetini asla af etmediler. Hal böyle iken, Osman Öcalan´ın, "...öcalan´larin kiymetini biliniz." demesi, bu halka karşı ikiyüzlülük etmek anlamina gelmiyor mu? HANGİ DEĞERLERE SAYGI GÖSTERİLMELİDİR? Osman Öcalan, "...halkın önderlerine saygi duyulmadan değerlere saygi gösterilmeyeceği bilinmelidir." diyor. İlk mektubunun, son paragrafında ise "...merak edenler konuyu etraflıca ele alarak araştırabilir. Hocanın haklı tarafı varsa payıma düşeni yapmaya hazırım." diye devam ediyor. Her seferinde iyi niyetli bir konuma gelebileceğinin izlenimini vermeye çalişan Osman Öcalan'ın, gerçekler karşısında ne kadar dürüst ve namuslu davranacağını zaman gösterecektir. Ama bizim için önemli olan Kuzey-Batı Kürdistan´da son otuz yılın ulusal kurtuluş mücadelesine damgasını vuran PKK halk hareketinin gerçek önderlerini ve bu önderlerin uğruna bedel ödediği şiarların, Abdullah Öcalan tarafindan nasıl ihanete uğratıldığı, bu soylu tarihin nasıl özünden boşaltıldığını göstermektir. Tartışmasız olarak şu bir gerçek ki, PKK'nin başlattığı halk hareketinin gerçek önderleri, sergilenen mücadelede emek harcayan ve bu uğurda canını feda edenlerdir. Bunların en başında da Haki, Mazlum, Hayri, Kemal gelmektedir. Bu hareketin ideolojik ve politik zeminine öz ve biçim veren bu değerli insanlardır. Bu değerli insanlardan Mazlum Doğan`ın Toplu Yazılar adlı yapıtının 64. sayfasında şöyle demektedir: "...Açıktır ki hareketimizin ulusal bağımsızlığı reddetmesi, bağlı kaldığı programı reddetmesi manasına gelecektir. Bu ise örgütsel varlığının inkarı demektir. Oysa ileride değinildiği gibi, PKK, Kürdistan´da ulusal bağımsızlığın sağlanması demokratik devrimin gerçekleştirilmesi ve sosyalizmin inşası gibi tarihi görevleri yerine getirmek için kurulmuş bir örgüttür, ve amacına ulaşıncaya kadar örgütsel varlığını koruyacaktır. Kısaca PKK´nin ulusal bağımsızlık ilkesinden vaz geçmesi olanaksızdır." Bu politik değerlendirmeler, bugün Abdullah Öcalan´ın eliyle ihanete uğramış ve bu değerlere sırt çevrilmekle kalınmamış, bu değerler toplum nezdinde anlamsızlaştırılmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla bu iki kişi arasında bir kıyaslama yapılırsa Şükrü Gülmüş, bütün fodul, münafık, gammaz ve garez kişiliğine rağmen direnişçi, devrime emek veren ve devrimin cefasını çekenlerin arasında görülmelidir. Oysa, Osman Öcalan, devrimin sefasını yaşayan, kendini pazarlayan harami bir neferdir. Devrim değerlerini soyup, sömüren ve devrime en büyük darbeyi vuran/vurmaya çalışan kişiler arasında görülmelidir. (içinde bulunduğu konumu dürüst bir şekilde deşifre etmediği sürece Osman´ı böyle algılamak gerekir.) Bu bağlamda Osman Öcalan konusuna bir nokta koyup Şükrü Gülmüş e dönelim. Biz Şükrü nün en az, Şener hakkında söylediklerine sadık kalacağını düşündük, bunun için de hep bir gözlemci gibi bekledik. Ne var ki, Şükrü bu iyi niyetli bekleyişimizdeki gibi yapmadı ve çok kurnaz bir biçimde olayları çarpıtmaya yöneldi. Şükrü en az şu sözlerine bağlı kalabilirdi; '' Şu anda ne zaman birbirimizle çatıştık? Nedenleri neydi? Düşünüyorum. Kuşkusuz bunu kendi kendime sessizce çok düşündüm. Ama bu kez yüksek sesle, hem de yazılı olarak düşünmenin zamanıdır.Bunu ortaya koymanın tam da demidir.Ancak, ben onun anısına bir saygı olarak; zaman ve mekan içinde, düşündüklerimi, yanılgılarımı, nedenlerini ve hata ve suçlarımızı, onunkilerini de, benimkileri de ortaya koyacağım. Bu ona olduğu kadar kendime karşı da duyduğum özsaygısı gereğidir. Hemen şunu ilk başta kaydetmeli ve ilan etmeliyim ki; Yıllarca, en zor koşullarda, omuz omuza direndiğimiz bir zamanda, şartlar normalleşince; kedi/köpek gibi birbirimizle hırlaşırdık. Birbirimize hiçde haketmediğimiz sözler sarfederdik. Şu an, gelinen noktada; En çok karşı durduğum ama en çok saygı duyduğum arkadaşım Şener'dir. O, bana da, benim gibilerin bir çoğuna da fark attı. Bize düşen; ÖNÜMÜZÜ İLİKLEYİP SAYGI DURUŞUNA GEÇMEKTİR. '' insan olan birbirinden saygı duruşu değil, dürüst olmayı bekler. Mehmet Cahit ŞENER de bugün hayatta olsaydı, Şükrü arkadaşdan bunu beklerdi. Bunu sadece Şükrü'den değil, cezaevi gerçeğini yaşayan her namuslu insandan da beklerdi. Mehmet Cahit ŞENER'in, ta ayrılık dönemlerinde cezaevi kadrolarına dönük yazılarında da öne aldığı bir kıstası vardı: ''Gerçeklerin diliyle konuşmayan namusuzdur.'' Elbette bu sıralamada öncellik Mustafa Karasu'ya, Muzzafer Ayata'ya, Rıza Altun, Sakine Cansız gibilerine düşüyordu. Ama, onlar gerçekleri ve yanıldıklarını halen cini şişede muhafaza etmeye çalışmaktadırlar. Namuslu olmak, onlarca cezaevi direnişçilerine verdikleri sözlere sahip çıkmak, akıllarının ucundan bile geçmemektedir. Onlar, dünde bugün de militan, devrimci, halkçı bir politikanın yaratıcısı olamadılar. Bu çizgiyi yaratan Hayri, Mazlum ve Kemal'lerin gölgesinde kendilerine uğraş buldular. A.Gramsci nin söyledigi gibi: '' oysa, siyasetteki bir siyasetçi bir yaratıcıdır. Ne yoktan var eder, nede boş hayaller içinde kendine bir uğraş yaratır.'' Ne varki bizim bu eski ''dostlar'', bırakalım siyasetteki yaratıcılıklarını, yeni kuşağa referans olabilecek koskoca bir cezaevı direnişini bile, anlamsız bir biçime getirerek, tarihin tanıkları olarak, tarihi tahrif edip, tarihin ırzına geçtiler, geçmektedirler. Bilinçli ve gönüllü bir seçim de olmazsa, söz konusu kişilerden farklı olarak tarih, Şükrü Arkadaşı muhalif bir çizgiye getirdi. Ama, o da durduğu yerde dürüst davranmayıp, sarf ettiği dürüst olma gerekliliğini göstermeyerek tarihi küçük hesaplarıyla çarpıtmaya çalıştı/çalışıyor. Tarih yazma alanı, her ne kadar öznel bir duruma tekkabül ediyorsa bile, insan olmayı kendine prensip edinen birey, yaşananları olduğu gibi yazma zorunluluğu vardır. Bu bağlamda, Şükrü'nün tahrif ettiği olaylara bir bir, kendisinin yazdığı yazıları referans göstererek ele alalım. Şükrü Gülmüş, daha Batman'daki mücadeleden başlayarak, tarihsel tahrifatını yapıyor. Şükrü Gülmüş her ne kadar Batman'da mücadele içinde yer aldığını söylüyorsa da bu koca bir yalandır. Şükrü Batman'da ismi olan ama hiç bir zaman Batman örgütlülüğü içinde cismi bulunmayan bir kişiydi. Bunun benzeri durum bir kaç başka arkadaş içinde söylenebilinir. Mesela, Salahattin Çelik için de öyle... Hatta PKK geleneğinden olmayan ama böylesi bir durumu olan onlarca devrimci yurtsever insan vardı. KAWA'dan, TKP'den, Kurtuluş'tan DDKD'den vb. Bu arkadaşlar, her ne kadar Batman'lı olsalar bile okul ve iş vesilesiyle başka şehirlerde ikamet etmekte ve devrimci faaliyetlerini belki bu alanda yürütmekteydiler. Şükrü de hemen hemen ağırlıkta Mardin alanında devrimci faaliyetler içinde bulundu. O'nun Batman'a gelişi daha çok ailesiyle ve yanında bulunan küçük bir kardeşiyle annesini ziyaret niteliğini taşıyordu. Ama, Şükrü'nün kardeşi Alaattin Gülmüş, (daha sonra Urfa Cezaevinde uğradığı ağır işkencelerle şehit oldu.) Batman faaliyetlerinde emeği geçen insanlar arasında yeri her zaman saygıyla anılmalıdır. Ama, Şükrü için bu durumu diyemeyiz, çünkü Şükrü nün böylesi bir tarihinin olmadığını Batmanlı eski devrimci ve yurtseverlerin hepsi bilir. Şükrü Batman'ın tarihini anlatırken, anlatış tarzında bile kulaktan dolma bilgiler olduğunu Batman'lı bütün eski devrimciler teslim eder. Garibim, almış olduğu eğitim tarzıyla, Batman, Tarihini nerdeyse kendisi ve Mazlum Doğan arkadaşla başlatacaktır. Oysa, Mazlum Arkadaş, Batman'a gelmeden önce, geniş bir kitleyi kapsayan ve kendilerine Kürdistan'lı Devrimciler diye hitap eden bir grup arkadaş çok çok önceleri Batman Devrimci Halk Kültür derneğinin bünyesinde örgütlenmişlerdi. kaldı ki, Mazlum Arkadaş çok daha sonraları gelip bu grupla tanıştı. Bu 1976 yılıdır. Bu yıl öncesi ve hatta sonrası Şükrü arkadaş örgütsel faaliyet alanında kesinlikle görülmemiştir. Şayet bu yılda Şükrü'nün Batman'a gelmişliği olsa bile, büyük bir olasılıkla okul mezuniyetine denk gelen bir kaç günle sınırlı olabilir.Yoksa, kendisinin uydurduğu gibi bu yıllarda ne eğitim gruplarında bir rolü olmuştur nede uydurduğu ’'Batman'da en ciddi ilk siyasal toplantı; site havuzunun arka ormanlarında yapılanıdır. Mahsum Korkmaz, siyasal şiddeti savunmakla dikkatleri üzerine çeker.'' yer almıştır. Üstelik, böylesi bir toplantının olmuş olması bile kuşkuludur. Bir kere devrimcilerin uğradığı heryerde, hergün ciddi tartışmalar vardı. Üstelik bu dönemin en ciddi tartışma konusu Kürdistan'ın sömürgecilik statüsü kavramları ve ayrı örgütlenme sorunlarıydı. Her ne kadar devrim kapsamında yer alan siyasal şiddet kavramları tartışılıyor olunsa bile bu böyle Şükrü'nün ifade tarzındaki gibi 'ilk ve ciddi siyasal tartışma...' değildi. Bu yönlü ayrıntılı bilgiler M.C.ŞENER'in anısına kaleme alınan eserde ele alacaktır. Şükrü'nün, kendisini, “Mazlum Doğan'ın Batman'da ilk ilişki kurduğu 4 kişiden biri olarak“ saymasını çocuksu bir yalan olarak görüyor olsak bile, M.C.Şener'in tarihi hakkında hiç bir bilgiye sahip değilken ve bu bilgiler konusunda aydınlanmak için kimseye danışmadan, çarpık düşünceler ortaya atmasına elbette cevap hakkımız doğuyor. Şükrü'nün Batman Çalışmaları konusunda diğer bir çarpıtması ise şöyle: Şükrü yazılarında şöyle diyor; '' Bu aralarda Mehmet Şener, daha yeni yetme bir delikanlıdır. İkinci, üçüncü eğitim gruplarına giremeyecek kadar küçüktür...'' Yani, Mazlum Doğan, Batman'a geldiğinde Şener'in çocuk olduğunu, eğitimlere giremeyecek kadar küçük olduğunu söylüyor. Mazlum'un Batman'a geldiği tarih 1976 güz mevsimiydi. Bir kere Şener, ilerici ve devrimci faaliyetlerinden dolayı, Mersin Öğretmen Okulunda faşistlerin saldırılarına maruz kalıp, okuldan sürgün edilmiş, sürgüne gittiği Elazığ yolculuğundan kaçıp, Batman'da firarda yaşıyordu, 1976 yıllında. Bu firari durumu bir kaç ay sürdü. Bu durumdan hemen sonra, Şener, bu yılda Doğuş isimli gazeteyi, ben sahipliğini yaparak, dört sayı çıkardı. Gerek kendisinin ve gerekse Ahmet Kurt'un şiir ve yazılarından dolayı, gazetemiz Doğuş daha ilk sayısında toplatıldı, dörd'üncü sayısından sonra da kapatıldığı gerçeği var ortada. Şunu hatırlatmaya gerek vardır; Her ne kadar Şükrü, 1976 yıllında Halk Kültür Derneği'ni Batman'ın tek derneği olarak tanıtsa da bunun fazla gerçek payı yoktur. 1974 Yıllında kurulan Halk Kültür Derneği, bünyesinden olan bir grup liseli devrimci, Maraş Dondurma Salonu'nun bulunduğu pasajın üçüncü kattında, Lis-Der diye 1975'in sonunda bir dernek kurdu. Bu derneğin kurucuları arasında halen hayatta olan insanlar var; Nuri İnanç bunlardan birisidir. Bu dernek daha sonra kira sorunlarından dolayı, Halk Kültür Derneğinin bir odasına taşındı. Üstelik, 1976 yıllının sonlarında İGD kuruluş çalışmaları başlamış, kısa bir süre sonra TKP Kürdistan'daki ilk derneğini Batman'da İGD adı altında açmıştı. Bu arada Şükrü'nün unuttuğu TÖBDER'i saymıyoruz. Bu belirlemeden sonra Şener'in Batman'da ki Bağımsız Kürdistanlı Devrimcilerle ilişkisine bir vurgu yapalım: Şener'in, kendilerine Bağımsız Kürdistan'lı Devrimciler diyen grupla ilişkileri 1976 da değil, 1975 de gelişti. Ama, bu ilişki pasif düzeydeydi. Bu grubun Lis-Der çalışması kurucuları arasında yer almamış olsa bile bu grupla ilişkilerini 1975 de kurdu. Bu çalışmanın kurucuları arasında her ne kadar Habib Kılıç arkadaş olsa bile, bu çalışmaların içinde Şükrü'nün yer almadığı bir gerçektir. Lis-Der'in kurucuları arasında Nuri İnanç, Süleyman Talay, Faruk Altun, Veysi Güzel, Mahmut Tanrıkulu, Mehmet Tekin gibi arkadaşlar vardı. Şener'in, kendilerine Kürdistan Devrimcileri diyen grupla siyasal arkadaşlığını 1976 yıllında geliştirdiği bir gerçektir. Ama, bu arkadaşlığını geliştirdiği zaman Şükrü'nün bahsettiği gibi eğitim çalışmalarına giremeyecek kadar küçük değil, bilakis birikimli bir seçim olarak, ilk kararını verdiği andan itibaren çevre edinme faaliyetlerine aktif olarak katılan birisidir. Şükrü, tarihi tahrif etmeye şöyle devam ediyor; “Mehmet Şener'in öne çıkması ve kadro adayı çalışmalarına alınması daha sonraki dönemlere takabül etse de; Şükrü (!), Habip ve Nesim'in tayin yerlerine gitmeleri ve Mazlum'un artık Mehmet Şah Gündüz'lerde kalmalarının imkansızlaşması neticesinde (!) Şener'lerde kalmayla başlar.'' Bir kere bu dönem Mazlum için kadro yetiştirme dönemi değil, daha çok devrimci ve ilerici grupların gittiği derneklerde arkadaş ve çevre edinme sürecidir. Kadro çalışmaları başladığında Şener çoktan tavrını Mazlum Doğan'dan yana koymuş, grup oluşumunda aktif olarak yer almıştı. Kaldı ki; Mazlum Doğan geldiğinde Şükrü Batman'da değildi. Üstelik, Mazlum, Batman'a geldiğinde ilk ilişkisi kesinlikle Şükrü'yle değil başka bir arkadaşla geliştirmektedir. Ama, gariptir üstelik bu gariplik Şükrü'nün yalancılığını bize daha net göstermektedir: şöyleki; Mazlum için bir ilişki, kurmayı tasarladığı örgüt yapısı için bir tuğla demekti. Onun için elline geçen her ilişkiyi bir an önce kendine bağlatmak için en usta bir şekilde değerlendirirdi. Büyük bir olasılıkla Şükrü'den (!) icazet alacak durumda değildi. Üstelik , Mazlum'un, Mehmet Şah Gündüz'lerde kalmasının imkansızlaşmış bir durum da olması, hiçbir zaman söz konusu olmamıştır. Bu da Şükrü'nün uyduruk hikayesinin bir parçasıdır. M.Şah Gündüz her zaman devrimcileri evinde barındıran sayılı şahıslardan bir tanesiydi. Aile olarak bu tavırlarını her zaman da sürdürdüler. Dolayısıyla, Şükrü'nün söyledikleri akıl kârı değildir. Üstelik; Şükrü'nün bu yılları anma tarzında bile, hep kendini “ilk“lerde göstermesi, kariyerist duygularda ne kadar hırslı olduğuna beyandır. Öyle görünüyor ki, daha bu yıllarda içinde büyüttüğü hep “ilk“lerde görünme/olma hırsı var. Zaten bundan olacak ki; daha sonra cezaevindeki tutukluluk yıllarında, Mazlum, Hayri, Kemal şehit düştükten sonra, tutukluların oylamasıyla göreve getirilen cezaevi yönetimine karşı bir küskünlük içine girerek olumsuz tutumunu sürdürür. Ta bu yıllarda, Şener'le kıyasıya bir hesap içine girdiğini görüyoruz. Bu kendi yazılarının bütününde de ortaya çıkıyor. Ama; Şükrü'nün yazılarının bütünlüğünde bir şey ısrarla gizleniyor: Seçimle oluşan Cezaevi Örgütü, sanki 40'ın üzerinde arkadaşın katılımıyla yapılmamış da, Şener ve birkaç arkadaşın dayatmasıyla oluşan bir cezaevi örgütü var, bağlamında belirginleştirilen vurgulamalar yazmıştır. Ama, ne hikmetse, Şener sağken hiç bir şeyi dobra dobra kaleme almayan Şükrü, imralı hadisesinden sonra , “Şener'i anma“ adı altında Şener'e olan kinini ''şaibeli'' durumlar yaratmakla gidertmiştir. Ve halen de bu durumuna arasıra devam etmektedir. Bu sinsi tavırlarını neden halen fiziksel olarak kendisini cevaplayamayacak insan'a karşı kullanıyor? Yoksa, O'da, Apo gibi yalan üzerine kendini tatmin mi ediyor? Yakın zaman da Şükrü'nün Şener hakkında ortaya attığı yalan: Şükrü, örneğin bu yakın zamanda da kaleme aldığı ’'Mardin'de PKK örgütlenmesi ve KUK çatışması....'' adlı yazısında M.Cahit Şener'in cezaevinde PKK ve KUK çatışması sırasında yakalanan KUK'çulara bu sefer cezaevinde M.C. Şener dayak attırıyordu, üstelik bütün bunların Mazlum Doğan'ın gözleminde olduğunu, kendisinin de bu durum karşısında tavır takınıp, Şener'i kollundan tutup, Hayri Arkadaş'ın yanına götürdüğünü yazmıştı. Oysa, cezaevini yaşayıp M.C.Şener'i tanıyan hiç bir KUK'cu devrimci yurtsever'in kaleminden bunu teyit edemeyeceğini kendisi de biliyor. M.C.Şener'i cahil, sorumsuz, kindar biri gibi yansıtma Apo'nun çok kullandığı bayat yalanlardır. Kendisinde var olan kusurları ve garazlıkları başkasında varmış gibi gösterip, kendini bir savunma sistemi içine alarak, başkasına karşı yalan atmak Apo'da önderlik marifeti, Şükrü'de ise -kendi deyimiyle- pokeri güzel kullanma marifeti olarak algılanan davranışların, şizofrenik ruh hastalıklarının analizine temel konu olduğunu hatırlatmaya gerek bile yoktur. Gerçi Şükrü istemiyerek de olsa, kimi zaman bu hastalıklı yanlarına bazı yazılarında değiniyor. Okuduğum bir yazısında şöyle yazdığını anımsıyorum: '...biz cezaevini yaşayanlar ruhen sağlıklı değiliz'. Şükrü, bu durumu genelleştiriyorsa, bu O'nun sorunudur. Ama o 'biz' kelimesinin içinde, M.C.Şener'in bulunmadığı gerçeği, M.C.Şener'in arkasında bıraktığı pratiğinde görülebilinir. Cezaevin'de ne Şükrü, ne bir tek KUK'çu, ne de her hangi bir başka devrimci yurtsever hareketin elamanı çıkıp da M.C.Şener, bizi cezaevinde dövdürttü diye bir iddia ileri süremez ve referans gösterilenin ağızından olayı teyit ettiremez. Bunun böyle olmadığını iddia ediyorsa Şükrü, o zaman iddialarını, referans gösterdiği insanların ağzından teyit ettirmek, onun kendini temize çıkarma borcudur. Hatta onun namus borcudur. Çünkü, doğruyu konuşmak, özlenen namuslu insanlığın temel prensibidir. Mehmet Şener'in geçmiş pratiği, onun gerçek tarihidir: M.C.Şener sadece cezaevinde değil örneğin Kürdistan'ın her tarafında solcu Kürt ve Türk fraksiyonlar arasında ölüm olaylarının kol gezdiği ortamlarda bile Batman'da bulunduğu süre zarfında bir tek devrimci, yurtsever için ölüm kararını çıkartmadığı, Batman'ın pratiğiyle gözler önündedir. Mesela, cezaevinde çocuğu bulunan kimi aileler tarafından Mehmet Girgin'in itirafçı konumu vesile yapılarak, Mehmet Girgin'in annesi tecrite alındığında , M.C Şener, annem Saliha Şener aracılığıyla bu tutumun yanlış olduğunu, Mehmet Girgin'in annesiyle dolaşılması gerektiğine ikna eden birçok insanlık örneğini söyleyebilirim. Hatta, Şener'in ayrılık sırasında, Saliha annemin; Şener'e ’'eger, senin kılına bir zarar verseler , Apo'nun kardeşlerini Adana'da öldürtmezsem bana Saliha demesinler. Benim, ellim Şam'a ulaşmaz. Ama, Adana'ya, Urfa'ya ulaşır...'' demiştir. Bir anne'nin bu doğal tepkisine karşın Şener, asla böyle bir tavır içine girilmemesi konusunda Annem'den söz almıştır. Düşen insan'a, ihanet içinde bile olan şahsiyetin ailesine darbe vurmak onun harcı değildi. Kendisine ’'Ben Apo'nun yanlışlıklarının da militanıyım.'' diyen Karasu gibi kişiler dışında, Şener'i tanıyan herkes, Şener'in bu insani özelliklerini teslim eder. Oysa, hepimiz biliyoruz ki, gerek Apo'nun görev alanı içinde olsun ve gerekse Şükrü'nün de görev alanı olan Mardin bölgesinde olsun oluk oluk yurtsever kanı akmıştır. Ne hikmetse ne Apo'nun ne de Şükrü'nün bu konularda hiç bir duyarlılığına tanık olmadık. Zira, Şükrü cezaevinden çıktıktan sonra, Apo'ya ulaşmanın hasretini bir an önce gidermek için en büyük engel olarak Şener'in Bekaa'daki savcılık rolüne alaylı olarak atıfta bulunuyorsa bile, bu dönemin tanıkları bizzat Şükrü'nün sitesinde M.C.Şener'in müdahalesi olmazsaydı, bugün hayatta değildik diye yazılar bile yazdılar. Evet Şener halkının savcılık rolünü üstlendi, PKK'nin tepesine çok sinsice sızan, işgal eden suçluyu deşifre etmek için bütün çabasını sergiledi. Ama Şener'i bu mücadelesinde yanlız bırakanlar utansınlar. Üstelik Şener mücadele alanlarını da terk etmedi. Halkına ve bu yol da şehit düşen devrimcilerin anısına bağlılığını ve sorumluluğunu da en yiğit bir şekilde sergiledi. Her ne kadar M.C.Şener'in bu tutumu Apo tarafından reformist, rehabilitasyoncu bir kişilik diye örgüt içinde propaganda olarak işlendiyse bile, bu tarihe farklı yazıldı ve bu süreç halen de devam etmektedir.Dolayısıyla, PKK içindeki art niyetli kişiler, Şener'i her zaman kendilerine bir rakip olarak görmüşler ve Şener konusunda doğruyu konuşmak işlerine gelmemiştir. Şükrü de bunlardan bir tanesidir. Her şeye rağmen tarihin yargısını tarihe bırakmışız. Tarih, nasıl Apo'nun, misyonunu gün be gün, daha iyi deşifre ediyorsa, Şükrü'nün yalancı şahitliği de herkes tarafından suratına söylenmektedir, söylenecektir. Tarihi, tarihin namuslu tanıklarına bırakıyoruz. Tarihin canlı tanıkları; 1 Nolu Cezaevi'nde yaşayan en önemli tanık, KUK'çu olarak koğuş sorumluluğu yapan Bubê Eser adındaki yurtsever bir insandır. Bu yurtsever insana bir saldırı düzenlenme olayı var ve bu saldırı komutunu verenin de kim olduğunu merak edenler, bu yurtsever insan'a sorabilirler. Bu tür olayların bir başka tanığı DDKD'nin ilk genel başkanı olan Paşa Uzun'dur ve ona da sorulabilinir. Bu tür küstahça olayların tertipçileri arasında Şener'in mi, yoksa Şükrü'nün mü yer aldığı o zaman daha net görülecektir. Kaldı ki, Şükrü'nün isim verdiği KUK'çu yurtsever olan Nuri Özer'e, dayak atılmadığı da bir gerçek. Merak edenler bunu kendisinden de öğrenebilirler. Şükrü'nün yakın zamandaki yalanına bir nokta koyup konumuza devam edelim: Ne varki, Şükrü yer yer Şener konusunda, vicdani sorgulamasına yenik düşerek(!), onun hakkında ortaya attığı yalanları kimi zaman itiraf etmek zorunda kalıyor. Mesela; ’'Bu anlamıyla en büyük haksızlığı, Kör Saliha anaya, onun oğlu -aynı mahalle ve çocukluk arkadaşım (!)- Mehmet Cahit'e yaptım. Duygularımla hareket edip, onlar için tespiti mümkün olmayan belirlemelerde bulundum. ...'' diyor. Ne var ki, hiç bir belirlemesinde tutarlılık göstermeyen Şükrü, bu konuda da dürüst davranmamaktadır. En azında sözünün eri olamamaktadır. Çünkü, Şükrü'nün M.C.Şener'e ilişkin yazdığı, gerek 'AHMET ŞENER İÇİN' başlıklı yazıda olsun, gerek 'Şener'in Kısa Öz yaşam Öyküsü' ve 'Batman yürekli Şener' yazılarında olsun, çok hesaplı ama vefasızca yapılan çarpıtmalara tanık olmaktayız. Bu taktiği gerek Apo ve gerek onun şurekası yıllarca yaptılar. Hatta Şükrü de bu şureka içinde yer alarak geçmişte Apo'nun düzenlediği ’'Zindan Konferansına'' önemli referans 'kaynağı' da oldu. Ama; Şükrü'nün bu tavrını halen sürdürmesine anlam veremiyoruz. Şükrü, '' Gelelim birliktenlik anlarımızdaki olumsuzluklara. Gerek onun, gerek benim içine girdiğimiz durumlara..'' diyerek, bizim için de önem arz eden iftiraların asıl kaynağının büyük bir olasılıkla kimler olduğunun deşifre edilmesine yardımcı olacaktır. Şükrü, Mazlum, Hayri, Kemal arkadaşların yaşamlarını yitirmelerini bahane göstererek şu tesbitte bulunmaktadır: ''...Biz -diyor Şükrü- hepimiz onların yönetim ve idaresi içinde çok uyumlu bir şekilde görev ve sorumluluklar aldık. Ama, ne zaman ki onlar çekildi aramızdan, o zaman bir liderlik yarışı başladı. Açık ve net söylenmese de, asıl neden buydu.'' Belkide bu tespit Şükrü ve benzerlerinin içsel ihtiraslarıyla bütünleştiğinden doğru olduğu söylenebilir. Çünkü, söz konusu arkadaşların şahadetlerinden sonra ağırlıkta bir grup Urfa'lı arkadaş başlarında Fuat Çavgun'u temsilci göstererek dışardan, Merkez'den gelen bir kararla Cezaevi yönetiminin kendilerine verildiğini Cezaevine dayatmışlardı. Doğal olarak böylesi bir karara ilk karşı gelenlerin başında Mehmet Cahit Şener'de bulunmaktaydı. Bu kararın saçmalığına işaret eden arkadaşlar, dışardan gelen böylesi bir pusula varsa kendilerine de gösterilmesi gerektiğini söylüyorlardı. Ama, tüm olasılıklara rağmen cezaevi yönetimi dıştan gelen dayatmalarla değil, bizzat cezaevinin kendi devrimci demokrasi insiyatifiyle seçilmesi gerektiği ortaya koyulmuştu. Bunun için cezaevi direnişci kadrolarından oluşacak delegeler yoluyla yeni cezaevi yönetim komitesinin kurulmasına karar verildi. Dana'nın kuyruğu işte o zaman bıçak altına yatırıldı. 40 delege arkadaşın katılımıyla seçilen yeni yönetime ne Şükrü ne de Fuat Çavgun giremedi. Bu seçim onlar için dana'nın kuyruğunun kopulduğu an olarak hafızalarına oturdu. Her ne kadar seçimle seçilen komite Şükrü'nün kaleminde ''...Ve asıl çatışmam...onun uyduruk cezaevi örgütüyle oldu.'' diye geçse bile, 40 arkadaşın katılımıyla seçilen komite, bu andan itibaren hem Şükrü'nün hem Fuat'ın hem de bunlarla hareket eden diğer şahsiyetlerin hedefi durumuna geldi. Bu yalın durum bile, kimin bir liderlik yarışında olduğunu rahatlıkla ortaya koymaktadır. Bu bağlamda M.C Şener'i tanıyanlar çok iyi bilir M.C Şener ne dışarda ne de cezaevinde hiç bir zaman kariyer özelliğini, kişisel ihtiras ve emellerine bulaştırmadı, militan devrimci direnişçiliği ve örgütçülüğü konusunda, kendinisini siyaset sanatında yetkin bir özellikte yoğurmuş olsa bile, bu üstün yanlarını hiç bir zaman bireysel çıkarları için kullanmadı, her zaman kolektif yönetim ve paylaşım sanatına öncelik verdi ve bu davanın savunucusu olduğunu her yerde gösterdi. O'nu tanıyanlar,O'nun bu hakkını teslim edecektir. Zira, Fuat Çavgun, abdulcanbaz Öcalan ajanından gelen bir pusulada, cezaevi idaresinin yönetimine kendisinin atandığını grubuyla birlikte dayattığında M.C. Şener, böyle bir saçmalığın kabullenilmeyeceğini en çok savunanların arasında yer almıştı ve hemen cezaevindeki önder kadroların katılımıyla bir seçim yapılmasını gündeme atmıştı. Devrimci demokrasinin ihlal edilmesine açık kapı bırakılmaması gerektiği konusunda Şener'in bir diğer önemli çıkışı, PKK 4.Ulusal Kongresinde dile getirilmiştir. Şener, demokrasiyi, PKK'nın 4. Ulusal Kongresi'nde Apo canbazına rağmen, yiğitçe savundu ; Abdulcanbaz'ın PKK'ye dayatmış olduğu stratejik önderliğin bireysel despotizmini açıkça red etti. Şener'in bu kongrede ülke-içi kolektif yönetim kadrosunun belirleyici özellik taşıması gerektiğini savunduğu ve bunu ideolojik ve politik ikna yoluyla kongreye kabul ettirdiği devrimci-demokratik kamuoyunca bilinmektedir. Mehmet Şener; Acı da olsun, sevinç de olsun, kolektif sorumluluk anlayışından hiç bir zaman geri durmadı. Tek başına karar verme zorunda olduğu zaman bile her zaman kolektif sorumlulukla hareket etti. Sorumluluk alanı ağırlıkla Batman ve cezaevi alanı olduğundan, onun bu yönünü Batman ve cezaevi mücadelesinin içinde olan, her dürüst arkadaşı teslim eder. Bunun dışındakiler, Batman mücadelesinin içinde fazla emeği olmayan, mücadelenin ortaya çıkardığı çıkarcı, haramzadelerdir. Batman'ın direnişci militanlarının emeğine kan doğrayanlardır. Artı; Cezaevi kadroları için söyleyeceklerimiz ise, Karasu, Sakine, Ayata, Rıza Altun ve benzeri kişilerin durumu bütün kamuoyunca bilinmektedir. Devrimci direnişçi siyasetçiliğin basiretini gösteremeyen, 30 yıllık PKK direnişçiliğinin emeğine, onuruna kan doğrayıp, yoldaş kanı üstünde kendine zavallıca yer bulanlardan dürüstlük beklemek, yaşanan bütün gerçekler karşısında biraz saflık olur. Ama, onurunu, dürüstlüğünü çiğnetmeyen her yiğidin dilinde M.C Şener'in, gerçek bir halk militanı olduğu teslim edilecektir. Bu berilemelerden sonra şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Seçim yoluyla yönetime getirilen cezaevi örgütünde M.C Şener'de bulunmaktaydı. Dolayısıyla M.C. Şener'in hem kendilerinden genç olması hem de ideolojik ve politik olarak daha yetkin olması, kolektif bir katılımla tasfiye edilen Apocu icazetli grubun hedefi durumuna gelmişti. İşte bu hercü.mercin içinde Şener hakkında bu grup tarafından, şaibeli bir dedikodu geliştirilmeye çalışılmıştı. Bunlardan bir tanesi Necmettin Büyükkaya'nın şehit düştüğü olaya ilişkindir. Bilindiği gibi Necmettin Büyükkaya ve Şener, diğer bazı arkadaşlarıyla birlikte zorla koğuşlarından alınıp sinema salonuna işkenceye götürülmüşlerdir. Bu işkence esnasında aldığı bir yara nedeniyle Necmettin'in durumu ağırlaşmış ve şehid düşmüştür. Aynı işkencede Şener de ağır yaralanmıştır. Sözde Şener, hem Necmettin'in şehadeti hem de ağır yaralarının etkisiyle bu esnada teslimiyet içine girerek hem tek tip elbise giymiş hem de istiklal marşı okumuştur. Bu asılsız iddiayı kim söyledi, kim gözüyle gördü? Bugüne dek bunun bir şahidi bile bulunmuş değildir. Bu iddiaları ortaya atanlar, ’'birileri bana böyle söyledi, falanca grup bana anlattı'' diyerekten Şener'i zan altında tutmaya çalıştılar. Oysa, söz konusu gruplara söylendiğinde ise, '...bizzat Şener'in arkadaşları bize söyledi.' denmekteydi. Bizce de bu yaygaraları ve dedikoduları ortaya atanlar Şener'in ''arkadaşlarıydı''. Geldiğimiz zaman kesitinde eldeki bütün veriler gözönüne alındığında, büyük bir olasılıkla bu ''arkadaşların' Fuat Çavgun ve Şükrü Gülmüş olduğu anlaşılacaktır. Bu olasılığı, kendilerinin ve cezaevi kadrolarının önceleri yazılan yazılarından göstereceğiz. Şöyle ki; yakın bir tarihte Şükrü Gülmüş'ün editörlüğünü yaptığı nasname inter-net sitesinde Şükrü'nün Fuat Çavgun'la bir söyleşi vardı. Bu röportajda deniliyor ki: '' Şükrü: Şener'in o dönemde sana yansıyan ne tür olumsuzlukları vardı? Fuat: Anlamadım. Şükrü: Şener spor salonunda elbise giydi ve istiklal marşı okudu mu? Buna nasıl ikna oldun. Fuat: ikna olunmayacak bir durum yok. Elbise giyiyor ve istiklal marşı okuyor. Orda elliyi aşkın tutsak var. ( ! ne hikmetse bu elliyi aşkın tutsağın içinde birileri Allah için kendi gözleriyle şahitlik yapmadı. B.N) Biz de sorduk sorguladık '35'de okumuşsam bile farkına varmadım.' diyor. Olacak iş mi bu? (!) Bu bir sözcük değil ki?Koskoca marş hem de istiklal marşı. Necmettin Büyükkaya ortada bence o okumadı ve Şener'in bazı durumlarını biliyordu. Onun için öldürdüler. (!) Partizancılarda bana söyledi. Şükrü: Yani inanmadın? Fuat: olur mu hoca? Şükrü: Peki sen inandın mı? Fuat: kendini kaybeden askere, subaya küfür eder...niye onu yapmadı... Şükrü: ne düşündün o ültimatomu yazarken, gerçekten örgüte darbe mi yapmak istedin? Fuat:....ben şuna inandım cezaevi iç örgütü kötü niyetli kişilerin elline geçiyor.(!) Bunu uyarmak benim görevim.'' Her ne kadar Fuat bunun kendisine Partizancıların söylediğini söylese de asıl bu yalanı partizancılara yansıtan büyük bir olasılıkla kendisi ve kendisiyle hareket eden ve ona yakın olan kişilerdir. Çünkü, seçimle cezaevi yönetimine alınmayanlar bunu içine sindiremeyip, o dönemden kalan garazlıklarını o zaman da ve halen de sürdürmektedirler. Olaya bizzat tanık olan şahitlerin yazılı açıklamalarına rağmen, öznel yargılarını kendilerine gurur yapan bu şahsiyetler utanmazca yalanlarına hergün yeni bir çeşitlilik eklemektedirler. Biz bunları da aşağıda tek tek ele alacağız. Bu yalanı ilk kez yazılı basına taşıyan Partizancılar oldu. Yeni Demokrasi adlı dergide dile getirdiler. O sıralar Mehmet Can Yüce, 12 Eylül Sömürgeci Faşist Rejimine Karşı DİYARBAKIR ZİNDAN DİRENİŞİ adlı yapıtın 202. sayfasında onlara cevap verdi. Bu cevapta şöyle deniyordu: ''...24. koğuşta bulunan Mehmet Şener'in, 35. koğuşa, baskılara dayanamayıp TTE giyerek geldiğini yazan Y.Demokrasi, devamla şöyle diyor. Birlikte okuyoruz: ’35. koğuştaki kendi arkadaşlarını da tek tip elbise giymeye ikna etti. Elimizdeki en büyük silahımız olan tek tip elbise giymeme silahını idarenin eline vermiş oldu. Cezaevinin büyük bir kitlesini PKK kitlesi oluşturduğundan diğer azınlıktaki gruplarda tek tip giyme zorun da kaldılar. ’ (abç) . (Y. Demokrasi, 7. sayı. 58. sayfa) “Yeni demokrasi yazarı, yaşanan gerçekliği kabaca çarpıtıyor. 35. koguşta olup bitenleri bilmesi mümkün değildir. Çünkü o dönemde 35'de tek bir Partizancı dahi yoktur. Diğer gruplardan da öyle. Tek bir DY'li arkadaş vardı. O da ölüm orucu direnişinde şehit oldu. TTE giyme tartışmalarında Orhan KESKiN'in de (Devrimci Yol'dan) görüşü alındı. Gelinen aşamada belli amaçlar uğruna giyilebileceği görüşünü savunuyordu. Yani bu konuda aramızda bir görüş ayrılığı yoktu. Yeni Demokrasi yazarı 35'de olup bitenleri yaşamadığına göre, nereden öğrendi?...'' Can Yüce'nin kıtabına ara verip, burada bir parantez açalım: Bence bu tür dedikoduların kaynağı şimdi az çok anlaşılıyor. Şükrü ve Fuat Çavgun'un halen olayı Şener'e yüklemeleri boşuna değil. Fuat'ın olayı kendisine bizzat Partizancıların söylediğini söylerken 35'de bir tek Partizancı'nın mevcut olmadığını bilmiyor mu? Bilmiyorsa demek kendisi 35'de bulunmamaktaydı. Şayet 35'de bulunmuş olsaydı, bunu bilirdi. Dolayısıyla yoldaşını karalayanlara tavır alırdı. En az insani bir tavırla şöyle derdi; ''35'de bulunmadığınıza göre bu yalanı nasıl çıkarıyorsunuz. Ben 35'deydim Şener'in elbise giyip de 35. koğuşa geldiği doğru değil.'' Şayet Fuat o sıralar 35. koğuşta bulunuyorsa ve Şener tek tip elbise giyip, 35. koğuşa gelmişse herkesin buna şahit olması gerekirdi. Eğer bu olaya tanık olunduysa neden kimse dobra dobra çıkıpta ben Şener'in elbise giyip 35. koğuşa geldiğini ve bu gözlerimle gördüğümü, namusum ve şerefim üstüne söz veriyorum, diyemiyor da, ''bence giymişti, Necmettin'in ölümünden etkilenip, ölüm psikozuna girdiği ihtimalini veriyorum.'' gibi muğlak cümlelerle olay belirsizliğe boğduruluyor? Tarihe namuslu şahitlik ''benceler'' le yapılmayacağını Şükrü, bilmiyor mu? Gözüyle gördü mü Şükrü? Gören birisi varsa neden bizzat Şener'in önermesiyle açılan soruşturma gurubuna bu bilgiler söylenip kişinin ismi, soruşturma gurubuna aktarılmadı. Dürüstlük bunun neresindedir? Bir insan fiziksel olarak aramızdan ayrılmış ve kendini savunmaktan yoksunsa, soruşturması yapılmış kayda değer hiç bir kuşkuyla karşılanmamış olan kapanmış bir olayı tekrardan bir dedikodu mahiyetinde ortaya atan Şükrü ve Fuat'a elbett dürüst olmaları yönünde, onlara bir talebimizin olacağı, en doğal hakkımızdır. Şener'in kendisi, bu dedikodular ortaya atıldığında görevini iade edip, bir soruşturmanın kendisi hakkında yapılmasını bizzat kendisi cezaevi merkez kadrolarına iletmemiş midir? Hem Şükrü hem de Fuat niçin buraya vurgu yapmıyorlarda bunun yerine ''Şener'in bu olaydan sonra görevleri elinden alındı.'' denilmektedir. Sanki, Şener o sıralar suçlu görünmüş de görevleri ellinden alınmış, Heyhat! Hem Şükrü hem Fuat eğer namusluca cezaevi merkezinin içinde o sıralar bulunmuş oluyor iseler, bizzat Şener'in şu sözlerini aktarırlardı: ''...Ben, herhangi tek tip bir elbise giymiş değilim. Giydiğimi hatırlamıyorum. Eğer, benim giydiğimi ve istiklal marşını okuduğumu birileri görmüş ise ortaya çıkıp söylesin. Ben ne istiklal marşı okudum, ne de böylesi bir elbise giydim, giydiğimi söyleyen çıkmışsa, demek şuurum yerinde olmadan giydirilmiş. Bunun sağlıklı olarak araştırılması için şimdiden görevimi iade edyorum, soruşturmanın sonucunu bekleyeceğim.'' demiştir. Neden bu insani tutum öne çıkartılmıyor da, Fuat '' ...Hoca bu koskoca bir marş hiç insan şuuru yerinde olmadan okuya bilir mi?'' diye söylenenleri çarpıtıp, olayı alaya alıyor? Bu art niyetlik değil de nedir? Hiç mi Şükrü ve Fuat insanlıktan nasibini almamışlar, bir yerde çok sinsi olarak bir yaygara alttan alta geliştiriliyor, bu insan sırf Necmettin Büyükkaya'yla öldürülmedi diye töhmet altında tutulan dedikodulara maruz kalıyor. Tezgahlanan bu ortamda bir insanın ne söylemesini beklerdiniz? Makul olan şu; beni benden kimse iyi bilemez, ben okuduğumu hatırlamıyorum, işkencelerden dolayı şuurumu kaybettim, buda doğal, okumuşsam demek ki şuurum yerinde değilmiş, gören varsa çıksın söylesin! Bir insan bundan başka ne söyleyebilir? Eğer, yoldaşlık adına yoldaşlarının ölümlerini gözleyen, Allah'ın öldürmediği yoldaşlarını ise töhmet altında bırakan, dedikodularla karalayan puşt pazarında, insanlığın, kendini başka ne söylemde ifade etmesini beklerdiniz, Şükrü ve Fuat? Parantezimizi kapatıp, Can Yüce'nin kitabına devam edelim... Mehmet Can Yüce: ''...bizden böyle bir bilgi almadı. Geriye hayal gücü ile kurgulamak kalıyor. Bir kez, M.ŞENER'in tek tip elbise giyerek 35'e geldiği kesinlikle doğru değildir. Öte yandan, PKK'nin TTE giyme kararını bireyselleştirmesi, bir kişi şahsında açıklaması en hafif deyimle hafifliktir, ciddiyetsizliktir. Örgütlü merkezi bir gücü bireylerin tutum ve ''ikna''larıyla gölgelemeye çalışmak, veya örgütsel olguyu ve işleyişi yok saymak kaba bir çarpıtma olduğu kadar, belli hesaplara ve mesajlara da dönük bir çabadır. “TTE konusunda 35'deki kadroların görüşleri alındıktan sonra, direniş önderliği mevcut durumu değerlendirmş ve giyme kararını vermiştir. Bir taviz olduğunu bilerek. Belli amaçlar güderek, belli beklentileri hasaplayarak. Y.Demokrasi'nin haksız yere suçladığı M.ŞENER arkadaşın bu kararın alımında hiç bir sorumluluğu yoktur. Sorumluluk direniş önderliğine aittir....'' Uzun uzadıya Mehmet Can Yüce'nin o dönemlerde çıkan kitabından aldığımız alıntıyı, bugün aramızda bulunmazsalar bile tarihe bıraktıkları yazılarıyla tarihe ışık tutan şehit yoldaşların yazılarından aktararak genişletelim. Üstelik sadece Şükrü ve Fuat'ın iddialarına bir cevap olmayacak, aynı zamanda, abdulcanbaz Öcalan'a da bir cevap olacaktır. Çünkü; abdulcanbaz Öcalan da bir ara sık sık bu şehit arkadaşın ismini kullanarak göz göre göre, yalan atarak Şener'in saygınlığını kitlenin kalbinde silmeye çalışıyordu. Abdullah Öcalan, büyük bir aymazlıkla ve ikiyüzlülükle 8-14 Eylül 1991 tarihli ''Yeni Ülke'' gazetesinin 5. sayfasında, şehid yoldaş için şu yalanı göz göre göre söylüyordu: ''...Bizim bunlara, bu aileye fazla güvenimiz yoktu. Benim mesela...'' Yine bir parantez açarak sormak gerekiyor, peki Abdulcanbaz bu aileye neden güvenin yoktu? Ailemize güvenmen için bizim annemizin de senin annen gibi Türk basınına “ben böyle bir evlat doğurduğum için utanıyorum“ demesi mi gerekirdi?. Abdülcanbaza yukarıdaki soru gibi yüzlerce soru sorulabilir, ama, dilin ve vicdanın namus ve şerefi yoksa, sorgulamanın da anlamı olmaz. İnsan olan insanlığını konuşturur, bu rezalete tavır takınır. Biz, Abdulcanbaz'ın kaldığımız yerden yalanını aktaralım: ''...PKK'lilerin büyük kısmının yoktu...'' Abdülcanbaz bu sözüyle büyük bir olasılıkla Fuat, Şükrü ve yandaşlarını kastediyor. Ve şöyle devam ediyor; ''...Mesela Zülküf Yıldız diye bir arkadaş var. Direnişte şehit düşüyor. Vasiyet ediyor: 'Bu adam ajandır. Parti bunu böyle bilmeli.' Sayısız ifade var. Dayatılan özel savaştır. Hani, PKK'yi reformistleştirme, diyorlar. Bunun bir marifeti de bizi gerilladan uzaklaştırmadır. Reformistleştirmedir.'' Halbuki, o tarihten bugüne dek yaşananlar ortadadır: Tekke düşmüş kel görünmüştür, Abdulcanbaz, PKK bünyesinde devrimci demokratik bir muhalefet geliştirebilecek siyasal, ideolojik ve örgütcülük bağlamında yetkin olan Şener'in özelliklerini bildiğinden dolayı, Suriye devletinin istihbaratını peşine taktırtarak katletmesini sağladıktan hemen sonra, Hürriyet gazetesi yoluyla Türk devletine şu beyanatta bulunmuştur: ''...Devlet, Sedat Bucak'a tanıdığı statüyü bana tanısın ben bu işi hemen bitireyim...'' Bu söz oynanan oyunun son perdesinin açıkça gözler önüne serilmesiydi. Ama, gel gör ki, namusuzların, namuslulardan çok olduğu bir yerde, doğruların yasası değil, gücün ve ihanetin yasası geçerlidir. Zira, tarih boyu hep böyle parçalanıp, sömürülmedik mi? Hangi yürek kalkıpta o zaman namusluca şunu söyleyebildi; bunca mücadele, bunca kan, bunca gözyaşı, bunca acı savaş ağası Sedat Bucak'ın statüsünün kazanılması için mi yapıldı? Lenin boşuna şunları dememişti: ''...İnsanlar, ahlaki, dini, politik ve sosyal demeçlerin, bildirilerin ve vaitlerin arkasında şu ya da bu sınıfın çıkarlarını görmeyi öğrenmedikçe, politikada oldumolası başkalarının ve kendilerinin aldatılmış safdil kurbanları olmuşlar ve olacaklardır. Reform ve iyileştirme taraftarları eski rejimin savunucularınca aldatılacaklardır:...'' (Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm. Lenin. Say:78. Bilim ve sosyalizm yayınları. Çev: Şiar Yalçın.) Tarihin şahitliğini Zülfü YILDIZ Yoldaş'a bırakalım: Abdulcanbaz'ın yalan beyanda bulunduğu şehit arkadaş, Zülfü YILDIZ (Hesinger) arkadaştır. Weşanen Serxwebun yayınları tarafından ''Bağımsız Kürdistan Yolunda'' adlı gerillaların anı kitabında bir zamanlar Diyarbakır Zindanlarında yatmış sonra çıkarken gerilla mücadelesine katılmış Zülfü YILDIZ Arkadaş'ın kaleminden aktarılan bir bölüm var, sayfa 117'de. 'DİYARBAKIR ZİNDANINDAN ÇIKTIM' başlığındaki yazıda, Zülfü arkadaş, olaya olan tanıklığını şu anlatımla belirtiyordu: ''...Biz birbirimize kenetlendik. Zorla bizi birbirimizden ayırarak ağır dayaklarla sinema salonunana götürdüler. Bu sırada koğuş sorumlumuz T.K...'yı ve Mehmet Şener ile Necmettin Büyükkaya'yı bizden ayırıp doğrudan askeri hamama işkence yapmak üzere götürdüler. Bizi de sinema salonunda yere uzattılar. Etrafımızda 500'den fazla asker vardı. Tek tek ismimizi sordular. Bazıları ismini söyledi, biz ise söylemedik....Beni götürürken, zaten 500'e yakın tekme-tokat ve kalas yedim. Hamamın koridorunda benden önce giden arkadaşlar yerde cenaze gibi yatıyorlardı. Bunlara bayılıncaya kadar işkence yapılmıştı. Birde orada sedyenin üstünde Necmeddin Büyükkaya yatıyordu. O zaman ona ölüm darbesi indirmişlerdi. Koridorda koğuş sorumlumuz T.K... elbise giymiş duvarın dibinde duruyordu. Kendisi halsiz haldeydi, onu halden düşürdükten sonra elbise giydirmişlerdi. (demek ki insanların şuuru yerinde olmadan düşman elbise giydirtebiliyor B.N) Bana gardiyanlar, “Bak sorumlunuz elbise giymiş, sen de giy“ dediler. “Sorumlu beni ilgilendirmez“ dedim. Sonra beni hamama doğru götürdüklerinde kapıdan girer girmez iki kova su üzerime döküldü....Bana Mehmet Şener'i gösterip “Bak babanın haline“ dediler. Gerçekten de Mehmet Şener'i tanınmaz hale koymuşlardı. Onu çırıl çıplak edip yalnız kilotu üzerinde bırakmışlardı, her tarafından kan akıyordu. Ben, “Babam burda yok“ dedim. “Anam da yok“ dedim. Sonra Mehmet Şener'e dönüp, “Karaoğlan, buna söyle elbise giysin“ dedi. Mehmet Şener, “Beni ilgilendirmez“ dedi. Ayrıca sinsi üsteğmen ona işkence yapıyordu. Kendisi D. ve E. bloklarının amiriydi. Sonra yere düştüm. Üsteğmen, “Alın bu manyağı götürün, başımıza bela olacak“ dedi. Askerler beni kaldırıp diğer tarafta falakaya geçirdiler. Kısa bir süre ayaklarımın dibine vurduktan sonra bir çavuş, “Bunu bırakın, daha önemlisi geldi“ diye seslendi. Önemlinin kim olduğunu hala bilmiyorum. Beni tekrar koridora çıkardılar. Necmeddin Büyükkaya hala orada yatıyordu. Sonra beni sinema salonuna doğru tekrar geri getirdiler. Yolda vuruyorlardı...'' Sormak grekir: Şimdi Şükrü'ye şunu sormak gerekir: Bütün bu gerçekler ortadayken, yalan atmak dürüstlüğe sığar mı? Kendisi gözleriyle Şener'in TTE giydiğini söyleyemiyor, istiklal marşını okuduğunu gördüğünü söyleyemiyor ve sonra kendi deyimiyle ''...Gerçi Şener'in açık aleyhinde tanıklık eden çıkmamış ama yine de suçlu (! )görülüp sorumluluktan geçici bir süre uzak tutulmuştur...'' Şükrü bu son cümlesine yine art niyetliğini katmadan edemiyor. Yani kalkıp bizzat Şener'in, soruşturmanın sağlıklı gitmesi için, görevsizliğini, Cezaevi Örgütüne kendisinin söylediğini, söyleyemiyor, dürüst tanıklık Şükrü'ye batıyor, adeta. Ve cezaevi tarihini kendi zavallılğıyla ''Bence, Şener İstiklal Marşı'nı okumuştu...Necmeddin BÜYÜKKAYA'nın onun yanında öldürülmesi, onu derinden sarsmış ve ölüm psikozuna yakalanmıştı. (heyhat !!!) Bu korkuyla; 'Karasu'yu ve arkadaşlarımı ikna ederim' sözü (!) vermişti...' yazmaya çalışıyor. Elbetteki, tarih yazmak öznel bir olay, ama tarihin ''bencelerle'' tahrif edilmemesi gerekir. Ne var ki Şükrü için tarih önemli değil, O'da Apo gibi tarihin ırzına geçmeyi, varsa yoksa kendi kuruntularının ''doğru'' olduğuna kendini alıştırmıştır. Şener hakkında yazdığı bütün yazılarında mutlaka olayları çarpıtarak yalanlar ekleyerek aklı sıra Şener hakkında şaibeli durumlar yaratacağını sanıyor ama bir cümlesi diğer cümlesine uymadığını, Şener hakkında ne kadar garazı olduğunu her yönüyle ortaya seriyor. Çarpıtmaları öylesine bir şuursuzlukla yapıyor ki; yer yer kendisi bile artık ne yazdığını unutuyor. Mesela; Tünel olayıyla ilgili şu ilginç iki yazısını aşağıya aktardığımda görülecek ki, bir sonra yazdığı bir önce yazdığını yalanlıyor. ''... 35. koğuştan 35'e yakın idamlık tutsağın firari sözkonusuydu. İşler dışarıyla irtibata gelmişti. Gidecek pusulayı Şener, Saliha Ana'ya verecekti. Tesadüfen ben de aynı görüşteydim. Haberim pusuladan yoktu.(!) Eşimi ve çocuklarımın gelişini bekliyordum. İçeriye önce ve çok heyecanlı İhsan Şener girmiş ve biz aniden karşılaşmıştık. Birden bire avucuma bir pusula koymuştu.... “Görüş bitti. Ben pusulamı kurtararak 35'e gelmiştim. Şener, daha yolda 'İhsanın getirdiği pusula sağlam mı?' Ben hiç yanıt vermemiştim.(Zavallı fırsat düşkünü Şükrü'nün elline bir koz düşmüştü, hiç düşmanca karşısına aldığı bir insanın gönlünü rahat edip ''evet'' der mi, hey Allah Şener'in de yaptığı işe bakın!) Getirip Karasu'ya vermiştim. Ama sonra bomba patlamıştı. Şener pusulayı 'attığını' söylüyordu. Ama beton zeminde atılan pusula değil, toplu iğne bile bulunurdu. Bu pusulada tünel ve tünelcilerin yaşamını ilgilendiren bilgiler vardı...(Benim kendisine verdiğim pusulayı kurtardığını söylüyor ama, arkasında şunları ekliyor) Bu haftalarca tartışıldı. Ama bir çok arkadaş bunu esgeçme niyetindeydi. Ve öyle de yaptılar. Ama ben peşini bırakmadım...'' Bir kahraman olarak pusulayı kurtardığını söyleyen Şükrü, yazmış olduğu ''Şener'in Kısa Öz Yaşam Öyküsü'' adlı yazıda ise, aynı pusulanın yakalandığını iddia ediyor, şöyleki; ''...Tünel kazımındaki haberleşme pusulasının ele geçmesi ciddi bir suçtu. (!) Ama bu kez ceza olgusu gündeme gelmemiş(!), buna karşı görüş beyan edenler ya bastırılmış ya da kaale alınmamıştır.(Şükrü'nün 'kaale' kelimesinin ne anlama geldiğini ne Osmanlıca Türkçe sözlüğünde bulabildim ne de Cumhurriyet Türkçe sözlüğünde görebildim. Herhal de yalanları gibi zaten kırma olan Türkçe'ye Şükrüvari katkı yapıyor, tarihe yaptığı katkılar gibi.)

Sayin Mehemedé Paloyé, Sayin Öcalan´in söylediklerini bende tasvip etmiyorum. Bu ayri bir konu, Ihanet ise ayri bir konudur. Öcalan Kürdistan daki Kahraman Gerillalerin lideridir. Kürt Halki da ona sahip cikiyor. Gönüllü Köy koruculerinin ona saldimasi camur atmasi ile “hain“ olmaz. Selamlar

Vicdanı Buharlaşan Toplum / Cemil Gündoğan Faysal Dunlayıcı, ya da kendine uygun bulduğu adıyla Kani Yılmaz öldürüldü. Tepkilere bakıyorum ve tuhaf bir şey görüyorum: Ne cinayeti açıkça destekleyen var orta yerde, ne de doğru dürüst lanetleyen. Cinayeti azmettirenlerin ve işleyenlerin suskunluklarını anlamak kolay. Yaptıklarının insanlık suçu olduğunu biliyorlar, ve ömürlerinin sonuna kadar mücrim ve kısık sesli yaşayacaklar. Garip olan bu tür cinayetlere karşı olması gerekenlerin sessizliği. “Suskunluğu da nerden çıkarıyorsun, gözat Kürt İnternet sayfalarına, tepkileri göreceksin“ diyenler çıkabilir. Böyle bir soru karşısında boynu bükük kalmamak için cinayeti duyduğumdan beri fırsat buldukça Kürt İnternet sayfalarını dolaşıyorum. Ama ne toplu bir tepki görebiliyorum, ne de böyle bir tepkiyi örgütleme gayreti. PSK çevresinin bildirileriyle Hüseyin Kaytan ve Selim Çürükkaya gibi birkaç kişinin yazdıkarı hariç tutulursa, geriye kalan, tek tek kişilerin genellikle de takma isimler altında yazdığı kaçamak satırlardan ibaret. Hikmet Fidan cinayetini hatırlayınız ve bir kıyaslama yapınız. Durumu anlarsınız. Sizce de tuhaf değil mi? *** Tuhaflık bir maraz belirtisi olabilir. Burdaki tuhaflığın neyin belirtisi olduğu sorusunun cevabı, en az Kani Yılmaz cinayeti kadar önemli görünüyor. Ve bu soru iki gündür rüyalarıma kadar giriyor. Hep aynı soruyla uyanıyorum: peki sen neden yazmıyorsun? Evet gerçekten, ben neden yazmıyorum? Sanırım bu soruyu yüzlerce insan sordu kendi kendine son iki günde. Cevaplar gibi, cevapların dışa vuruş biçimleri de farklıydı muhakkak ki. Çürükkaya bir özeleştiriyle dışarı vurdu kendi iç hesaplaşmasını örneğin. H. Kaytan, bir ağıdı tiradlaştırarak tarihe havale etmeyi yeğledi. Bazıları, takma isimlerle önüne gelene küfretmeyi tercih ediyorlar, büyük çoğunluksa sessiz kalmayı. Bana gelince, iç didişmelerim habire marazın nedenleri üzerine düşünmeye sevk ediyor beni. *** Sebep, acaba Kani'nin kişiliğinde mi yatıyor? Birkaç kısa sohbetimiz dışında şahsen fazla tanımıyorum Kani Yılmaz'ı. Ama bir “tip“ olarak kendisini imkanlarım elverdiğince izlemeye çalıştım. Çünkü birçok yüzü olan PKK'nin bana en uzak olan yüzlerinden birini temsil ettiğini düşünürdüm. Onu izlemek, bu nedenle, benim için bir “iş“ti. İşimi hakkıyla yapıp yapmadığımla ilgili hükmü, ilerde, yani daha elverişli koşullar oluştuğunda PKK üzerine yapılacak bilimsel çalışmalar verecektir. Şu anda bana düşen, bu izlemelerimden geriye kalan verileri, musalla taşının soğuğunda duygusallıklarından olabildiğince arındırarak özetlemekten ibaret. Bunu denemek, yıllarını Kürt davasına vermiş bir insana karşı son görevin ve dürüstlüğün gereği. Bilirim, “ölünün ardından kötü konuşulmaz“ derler. Derler ama, yukarda anılan suskunluğun ardındaki nedenlerden biri de bu deyişle yaşanan gerçek arasındaki gerilim olduğundan, geriye çekilebileceğimiz bir yer kalmıyor. Bugüne pek uygun düşmese de, gerçeğin acı yanlarını sunmak bir mecburiyet oluyor. *** Kişiliğinden başlayalım isterseniz. Benim izlediğim kadarıyla Kani Yılmaz, Abdullah Öcalan'a çok benzerdi. En azından cezaevine düştükten sonraki yaşantısı itibarıyla. O zamana kadar nasıl bir militandı bilmiyorum; ama Diyarbakır Cezaevinde Esat Oktay Yıldıran'ın şiddetiyle tanıştığında, Yüzbaşı'nın gücünde tanrısını buldu. İtirafçılaştığını arkadaşlarından duyduk. Cezaevinden dışarı çıktığında 1990'ların güçlü rüzgarı onu Bekaa'ya savurdu. Yeni tanrısı Öcalan olmuştu; çünkü güç Öcalan'ın elindeydi. Ardından gönderildiği Avrupa'da, demokrasilerin karanlık dehlizlerindeki güç odaklarını tanıdı, ve PKK politikasını bunlara uyarlamanın PKK içindeki kekeme yandaşlığını yaptı. Hakkında her gün bir başka devletin ajanı olduğuyla ilgili dedikodular yapılmasının altında yatan nedenlerden biri de herhalde bu eğilimiydi. Son olarak Güney Kürdistan'a gitti (ya da götürüldü). Ve orda güç ABD'nin eline geçer geçmez hiç tereddüt etmeden yüzünü yeni ilaha döndü.... Abdullah Öcalan'ın hayat eğrisini izleyin, aşağı yukarı benzer bir gelişim çizgisi görürsünüz. Fark şurdadır ki, Öcalan, bu çizgiyi, hareketin tartışılmaz önderi pozisyonunda yürütmüş ve bunun bütün avantajlarını kullanmışken, Kani, itirafçılıktan komutanlığa terfi ettirilmiş olmanın topallığıyla yürümeye çalışmıştır. Buradaki topallık, Kani Yılmaz'ın kader çizgilerinden birini oluşturdu denilebilir. Sadece kendisindeki bir iç zaaf unsuru olarak değil, PKK içinde ve dışında kendisine karşı büyüyen hınç birikintilerinin nedeni olarak da. Peki, trajik katlinde bu birikintilerin etkisi var mıdır? Henüz kanıtlanmış bir şey yok. En azından bugün itibarıyla. Ama şu kadarını biliyoruz ki, içerde hıncın hedefi haline gelmek, özellikle Öcalan yakalandıktan sonra, Kani'yi, bir tür “mazlum“ pozisyonuna itti. Cezaevinde itirafçı olan birinin, direnmiş insanların tepesine komutan yapılması, ancak bu tecavüzü mümkün kılabilecek bir dış destek varsa mümkün olabilirdi. Desteği sağlayan da Öcalan'dı; ve bunu cezaevlerinde direnerek saygınlık kazanmış kadroları hiçleştirme politikası gereğince yapıyordu. Bu, Öcalan'da ve PKK'de hayli oturmuş bir yönetim mekanizmasıdır: Lider dışında kimse temiz kalmamalıdır. Bu noktada Kani Yılmaz, liderin daha parlak görünebilmesi için Lider'in çevresini siyahlaştırmakla görevli fonksiyonerlerden biriydi. Bunu yapmak için mutlaka birilerini karalaması da gerekmiyordu. Eski bir itirafçının direnmişlerin üstünde bir konuma terfi ettirilmiş olması bizzat bu işlevi yerine getiriyordu. Lider yakalanır yakalanmaz, en çok bildiği ve en çok yararlı olabileceği alan olan Avrupa'dan alel acele Güney Kürdistan'a çekilmesinde, bir zamanlar onun dolayımıyla haksızlığa uğratılanların veya kendini öyle hissedenlerin intikam isteklerinin de etkisi olsa gerek.. Kani, muhtemelen bu durumu anlamıştı, ve yeni döneme “mazlum“ pozisyona çekilerek cevap vermeyi denedi. Belki de yeni durumu, Başkan Baba'nın operasyonlarının marifetiyle değil de, bu kez gerçekten kendi emekleri ve yetenekleriyle (ki PKK'nin yetenekli kadrolarından biri olduğuna kuşku duymuyorum) bir şeyler inşa etmenin vesilesi olarak alıyordu. Bunu test edebilecek durumda değilim. Benim Kani'yi izlemelerimin bundan sonraki bölümlerinde, bu mazlum pozisyonunun, onu, deyim yerindeyse biraz daha “alçak tondan konuşmaya“, biraz daha “mülayimleşmeye“, ya da moda jargonun yanlış tassarrufu sonucu anlamı çarpılan bir deyimle söylersek, biraz daha “demokratlaşmaya“ götürdüğüne dair -tereddütlerle karışık- izlenimler vardır. Peki, Kani'nin katledilmiş olması, bir zamanlar onun “gadrine uğramış“, ya da kendilerini öyle hissetmiş “mazlum“ların intikam hırsıyla ilgili bir olay mıdır? Keşke mesele bu kadar basit olsaydı. Kani, yukarda çizilen kişilik çizgileriyle gayet barışık biçimde, PKK'de bazen olumlu, bazen de olumsuz yönden sorun teşkil etmiş olan iki politikanın PKK çekirdeğindeki destekçilerinden birisiydi. Bu politikalardan birincisi, PKK'yi, Kürt hareketine 1990'lardaki kitlesel yükselişten sonra teşrif eden orta-üst tabaka Kürtlerin tassarrufuna açmaktı; ikincisi, PKK'yi Batılı devletlerin doğrultusuna sokmaktı. Kani Yılmaz, bu tercihlerini, ancak PKK'den ayrıldıktan sonra dolaylı yollara başvurmadan seslendirebildi. Tarihin garip tecellisi şudur ki, musalla taşındayken Kani'ye destek jestlerini esirgemekte pek kasıntılı davrananların bir bölümü, yıllardır Kürt hareketini aynı doğrultulara sokmak için çırpınan insanlardan oluşmaktadır. Buradaki garabet bir yana, Kani'nin bu tercihlerinin onun trajik sonu üzerinde etkide bulunduğunu düşünmemize yol açan veriler eksik değildir. Türk devletinin, PKK'nin bölünmesi veya PKK'den ayrılmalar konusundaki tutumu, PKK'lilerin veya onların yeminli muhaliflerinin sandıkları veya göstermek istedikleri gibi değişmez değildir, koşullarla belirlenir. Devlet, daha doğrusu devletin ipleri elinde bulunduran merkez eğilimi, bu yönlü gelişmelere bazen sevinir, bazen kaygı duyar, bazen de alarm zilleri çalar. Bir kural olarak, PKK bölünürse iyidir diye düşünür, örneğin. Ama PKK'den ayrılmalar bir kontrol problemi yaratacaksa sevinç, yerini soru işaretlerine bırakır. Ayrılıp ayrı örgüt kuranlar devlet karşıtı mücadeleye devam ederlerse, durum kaygı vericidir. Ayrılanlar başka güçlerle, başka devletlerle veya gizli servislerle ilişki kurarlarsa, veya alternatif yollar açmaya çalışırlarsa devlet alarm zilleri çalar. İlginçtir, benzer koşullarla karşılaştığında alarm sinyalleri veren bir başkası da Abdullah Öcalan'dır (onun sebepleri de kendi cephesinden izah gerektiriyor). Öcalan'la Türk devletinin bu konudaki benzerlikleri, Kani'nin ölümüne çözümü zor bir gölge olarak düşmüştür. Öcalan'la gerçekleştirilen bir avukat görüşmesinin ardından kendisiyle ilgili yapılan açıklamaları öğrendikten sonra, hakkında PKK tarafından ölüm kararı alınmış olduğunu kamuoyuna ilan eden Kani Yılmaz, belki de bu dilin sırrına vakıf olarak konuşuyordu. Biz bu dilin kodlarını henüz tümüyle bilmiyoruz. Kani, ve onun bu kodları bildiği varsayılabilecek arkadaşları da konuyla ilgili fazla bir şey söylemediler. Bildiğimiz şudur ki, Kani Yılmaz, PKK'den ayrılanları, Türk terminolojisindeki meşhur “yabancı güçler“le buluşturabilecek kanallardan biri olacağı yolunda görüntü veriyordu. Mümkündür ki böyle bir görüntünün değişik kesimlerde tetiklediği alarm durumlarının ürünü olarak oluşmuş bir ortak sipariş, veya devletin alarmından bir “vazife çıkarma“ tutumu, daha yukarda sözünü ettiğimiz hınç birikintileriyle buluşarak cinayetin yolunu döşemiş olsun. *** Bu son cümle, nihayetinde sesli bir düşünüşten ibarettir. Verilerini de esas olarak Kani'nin, ve katledildikten sonra arkadaşlarının yaptığı açıklamalardan almaktadır. Ama gerçek her ne ise uzun süre gizli kalmayacaktır. Olayın Türkiye, PKK ve varsa Güney Kürdistan ayakları açığa çıkacaktır. Genel olarak Ortadoğu'da, daha spesifik olarak Türkiye'de ve PKK'de her şeyin hızlı bir çözülme ve yeniden şekillenme içinde bulunduğu bugünkü süreçte böylesi operasyonların sonsuza kadar gizli kalması zor görünüyor. İçimiz bundan yana rahat olsa da bu durum, yazının başında sözünü ettiğimiz sorudan yana bir rahatlık sağlamaya yetmiyor. Çünkü soru hâlâ orta yerde duruyor: İnsanlar neden bu cinayete karşı ciddi bir tavır geliştir(e)miyorlar? Kani'nin yukarda özetlediğimeye çalıştığımız portresindeki negatif noktalardan ötürü mü? Onlar ki her okur tarafından, muhtemelen kızgınlıkla, kısaltıp uzatılan bir liste oluştururlar. Sahiden bu nedenle mi tepki vermiyor insanlar? Kabul etmeliyiz ki bunun belli bir etkisi var. Şu yazının yazılışına dair kişisel öykü bile bunun bir kanıtı sayılabilir. Ama bütün sorun bundan mı ibaret? İşte rüyalarımda beni kovalayan asıl yılan bu. *** Kendimizi kandırmayalım! Öykünün tamamı bundan ibaret değil. Sessizliğin birçok nedeni var. Bunların tümü üzerinde durmak belki geniş bir inceleme yazısı gerektirir. Ama bir tanesi var ki artık anılması ertelenemez bir hal aldı: Kürtlerin toplum olarak vicdanı buharlaşıyor son yıllarda. Kani Yılmaz, patlatılan bir bombadan, ya da politik bir şahsiyet olarak taşıdığı zaaflardan ziyade bu çürümenin kurbanıdır. Bir toplumun aydınları, ruhlarını PKK'den ya da şimdilerde şişmiş cepleriyle Güneylilerden gelecek teşviklere ve ödüllere endekslemişlerse, veya reel politiğin gereklerini kutsamak dışında iş yapmayan ruhsuz aynalara dönüşmüşlerse, o toplumun vicdanı ve onuru ayakta kalamaz. *** Kani katledildi. Onu geri getirmeye kimsenin gücü yetmez. Fakat onun bu toplum için tasarladıklarını yapmaya aday insanlar her zaman çıkacaktır ve bu anlamda Kani'nin yeri doldurulacaktır. Bunu tahmin etmek zor değil. Hele Kani'nin talip olduğu politik çizginin şimdilerde hayli revaçta olduğu düşünülürse. Burda bir tereddüt yok. Fakat Kani Yılmaz'ın katline sessiz kalırsak, toplumun zaten can çekişmekte olan vicdanını da yok ederiz ki, asıl cinayet o zaman işlenmiş olur. Dün, güzel insanlar güzel atlara binip çekip gittiklerinde buna sevinenler, bugün, sinizmin ruhları esir almış egemenliğini görünce, umarım o günkü seraplaşma ile bugünkü vicdansızlık arasındaki doğrudan ilişki üzerine bir lahza düşünürler. Ve yine umarım Kani'in katillerini toplum olarak mahkum etmek suretiyle hem vicdanımızı korur, hem de onurumuzu çiğnetmemiş oluruz. Böyle bir tutum, Kürt toplumunu, bir kısmı katil adayları, diğerleri kurban adaylarından ibaret bir sürüye dönüştürmeyi amaçlayan canilere veya bunu tek kurtuluş politikası zanneden yüreksiz muhterislere karşı yegâne teminatımız olacaktır. Cemil Gündoğan 15-02-2006/Stockholm

Hıdır Sarıkaya / Bayan gerilla komutanı Gulan'ın katli, 2002 baharında Cemil Bayık'ın emriyle Rumet adlı bir bayan tarafından gerçekleştirildi. Amaç, bayan yapısını tamamen kişisizleştirerek kendilerine bağlamaktı. Sonuçta bu büyük oranda başarıldı. Öte yandan Gulan'ın ölümünden de Nasır sorumlu tutuldu. Oysa Nasır o zaman hareket bile edemiyordu, gözlem altında veya tutukluydu. Dikkat çekici bir şey var: Xinêre'de yapılan 2002 Eylül toplantısında doğrudan üzerimize geldiler. Bu dikkat .çekiciydi. Yönelim tepeden, en üstten gelişiyordu. En üstten. Türk devleti o zaman da açıklıyordu: Af çıkarılabilir, ama bir grup yönetici kadro dışında tutulmak kaydıyla. İşte tasfiye edilmek istenen kadro budur. Tam o dönemlerde Amerikalıların dile getirdiği bir Norveç planı vardı. Bu da bir alternatif plandı. Buna göre de yönetici belli kadrolar Norveç'e sürgüne gidecekler, geri kalanlar ise bir af yasasıyla teslim alınacaklar. O Eylül toplantısında farkettiğim temel şey, bir tasfiyenin gündemde olduğu ve bunun arkasında da devlet ve Öcalan'ın bulunduğu izlenimiydi. Aslında Türk devleti kendi kadrolarını kullanarak bu tasfiyeyi gerçekleştirmeye kalksaydı, mümkün değil bu kadar başarılı olamazdı. İşte; daha ayrılmanın gündemde olmadığı bir dönemde, Botan'ı öldürmek için dağdan Musul'a bir tim gönderilmişti. Botan orada vurulacak, direnişçilerin ya da teröristlerin veya islamilerin üzerine atılacaktı. Ya da MİT vurdu denecekti. Bir fark kalıyor: O zaman öldürülseydi şehit ya da kahraman olacaktı, bugün ise hain denmektedir. O dönemlerde Şilan adlı bir bayanın da içinde olduğu bir grup esrarengiz biçimde Musul taraflarında imha edildi. Buna bağlı olarak hemen akabinde Kemalê Sor'u PKK timleri vurdu. Yani PKK burada kendi yaptığı bir eylemi başkasının üzerine atıyor, ardından bunu gerekçe yaparak cinayet zincirini devam ettiriyor. 2002 Eylül toplantısı, sözde legal sahadaki partinin genel başkan adaylarını tesbit etmeye ve yaklaşan seçimlerde ittifak politikasını belirlemeye yönelikti. Toplantının başlarında Konsey, bir konuda anlaşmazlığa düşmüş ve uzlaşamamıştı. Ve Konsey kendi arasında özel bir oturum talep etti. Biz reddettik, merkez burada hazırken ayrıca dar bir Konsey toplantısı gerekli değildir dedik. En fazla usule yönelik toplantı gidişatını belirleyebilir dedik. Buna rağmen üç gün süren bir toplantı yaptılar. Ama sürekli gerginlik vardı, kavgaların yaşandığı anlaşılıyordu. Ferhat daha sonra bunu izah ederken, “konu sizin tasfiyenizdi“ dedi. Orada Konsey bizim tasfiyemiz konusunda bir uzlaşı sağlayamadı ve toplantıya öyle girildi. Bu toplantıyı anlatırken daha sonra Cemil Bayık, “yılanı o zaman yaralı bıraktık, ezemedik“ demişti. Toplantının ilerleyen gündemlerinde kadroların durumu tartışılırken, Murat Karayılan bir açıklama yaptı. Bunlar belgelidir. Açıklaması şuydu. “Yekiti Kandil'de Nasır'ın tutuklu bulunduğu birliğe saldırmış. Nasır'ı kaçırmak istemişler. Çatışma çıkmış. Çatışma sonucunda nöbetçiler de paniğe girmiş. Nasır'ın hücresine giriyorlar. Ağır yaralı olduğunu görüyorlar. Yapacak bir şey yok. Kaçırılma olasılığı da olduğu için, nöbetçi kafasına sıkıyor ve öldürüyor.“ Bu açıklamadan sonra ara verildi. Ben Cemal'in yanına giderek, olayın gerçek biçimini bana anlatmasını istedim. “Anlattık ya“ dedi. “Hiç bir şey anlatmadınız“ dedim, “ben de tanıyorum Kandil'i, sen de tanıyorsun: Ben de savaş yürütücüsüyüm, sen de. Yekiti'yi de tanıyoruz. Bu anlatılanların hiçbir mantıklı yanı yok. Ben gerçek neyse onu istiyorum. Benden de mi saklayacaksınız?“ Karayılan başladı: “Hevalê Ekrem, en güvendiğim kişi sensin. Senin bu tarzda bana yaklaşmana anlam veremiyorum. Benim ağzımdan çıkan söz benim namusum, şerefimdir. Sen bana böylece şerefsiz demek istiyorsun. Çok alındım. Bana güvenin yoksa birlikte çalışamayız. Ben sana olayı olduğu gibi anlatıyorum, sen bunun arkasında art niyet arıyorsun.“ Böyle uzayıp giden bir konuşması oldu. Ama tam anlamıyla anlatımlarının doğruluğu konusunda ısrar etti. Çok iyi hatırlıyorum, kıpkırmızı olmuştu. Aradan bir ay kadar bir süre geçti, Ben bir araba kazası geçirdim, yaralandım ve tedaviye gittim. Tedaviden döndüğümde Kandil'e geldim. Cemal ile görüşüp Xinere'ye geçecektim. Buradaki Özel Kuvvetler ve İstihbarat kadrolarından birçoğunu tanıyordum. Nasır olayının bizzat içinde yer alanların bana verdiği bilgi çok farklıydı. Gerçek Cemal'in anlattıklarının tam tersiydi. Ortadaki duruma göre Cemal üçkağıtçı, düzenbaz biri oluyordu. Olayı bizzat organize eden Cemal'di. Nasır'ı, lojistik kurumunun bulunduğu köyden alıyor, yukarıda kendi karargahına yakın bir yerde, bizzat düzenlediği bir özel kuvvet takımını da başına veriyor. Takım özel seçilmiştir. Cemal, takım üyeleriyle özel konuşuyor ve şöyle diyor: “Kesin istihbarat almışız. Yekiti Nasır'ı bir baskınla kaçırmak amacıyla özel bir grup kurmuş. Buraya saldıracak. Nasır'ın yerini bu nedenle değiştiriyoruz. Ne pahasına olursa olsun Nasır kaçırılmamalı. Sonuna kadar çatışacaksınız, direneceksiniz. Çaresiz kalırsanız da Nasır'ı bizzat vuracaksınız. Çünkü Nasır'ın kaçırılması, Zeki'nin bizim başımıza açtığından daha fazlasını açacaktır. Zeki kaçırıldı, Önderliğin yakalanmasına yol açtı. Nasır kaçırılırsa PKK'yi bitirir. Bunun için ne pahasına olursa olsun kaçmamalı. Yoksa hepinizi sorumlu tutarız. Partinin emniyeti artık sizin omuzlarınızdadır.“ Daha sonra Cemal, oradaki Özel Kuvvetlerin başında bulunan Nemrut ile, Deli Akif ve galiba Serdar adlı biriyle özel konuşup bunları Nasır'ın komplo ile imha edilmesi için görevlendiriyor. Cemal, “ben Levje tarafına gidip bir süre kalacağım“ diyerek karargahtan ayrılıyor. Aynı gece Nasır'ın bulunduğu yere sözde bir saldırı yapılıyor. Bizzat Nemrut'tan dinledim. Cemal Nemrut'a şunu söylüyor: “Sen ayrılacaksın yerinden, bir iki ses bombası atıp biraz kurşun sıkacaksın. Bu arada da nöbetçiler içeriye girip Nasır'ı vuracaklar.“ Gerçekten de Nemrut, “yukarıdaki özel kuvvetler birliğinin yanına gideceğim“ diyerek ayrılıyor. 15 dakika sonra bombalar patlıyor ve silah sesleri geliyor. Nöbetçiler Nasır'ın hücresine bombalar atıyorlar. Nasır ağır yaralanıyor. Nöbetçi içeri girerek başından vuruyor. Sonra bilgi vermek için Nemrut'u arıyorlar cihazdan. Yukarıdaki birlik Nemrut'un kendi yanlarına gelmediğini bildiriyor. Olaydan on dakika sonra Nemrut geri geliyor. “Yekitinin saldırısını püskürttünüz“ diyor. Hemen Cemal'e bilgi veriyorlar. Cemal de, şurayı tutun, burayı tutun, şurdan kaçabilirler diyerek, özel kuvvetlerin tümünü harekete geçiren büyük bir operasyon düzenliyor. Hayali bir düşmana yönelik bir operasyon. Bazı köylere baskınlar yapılıyor, Yekiti güçlerine yardım ettikleri iddiasıyla bazı köylüler de tutuklanıyor. Daha sonra Osman Öcalan anlatmıştı. Cuma, Cemal, Abbas, Karasu ve Osman birlikte bir tartışma yürütüyorlar. Nasır'ın öldürülmesi burada kararlaştırılıyor. Osman kendisinin çekimser kaldığını söylüyordu. Uygulama görevini de Cemal'e veriyorlar. Cemal, “bana özel bir talimat verin, yapayım“ diyor. Cuma, “talimatı ben veriyorum“ diyor. Ve böylece uygulamayı yapıyor. Biz bu olayı her toplantıda gündeme getirdik, peşini bırakmadık. Önce kabul etmediler, ancak olayı izleyen ilk Kongrede Cuma, Nasır'ı vurma talimatını kendisinin verdiğini herkesin önünde açıkladı. Bunlar da gösteriyor ki, Cemal'in “gökten taş da düşse bizden bilecekler, benim adımı karalıyorlar“ demesi boş laftır. Birkaç saf yurtseveri kandırabilir, ama Cemal'i ya da PKK'yi tanıyanlar açısından bu izahatlar gülünçtür. İşte Nasır olayı. Ben de merkez komite üyesiyim ve özel olarak sormama karşın benden ve diğer merkez üyelerinden bile olayın gerçeğini gizlemişti. O zaman söylediği “benim sözüm şerefimdir“ lafı ne kadar tersini içeriyor idiyse, şimdiki izahatları da öyledir. Kani Yılmaz cinayeti ardından Cemal'in yaptığı açıklamalar tamamen yalandır. Cemal'in kaba bir cesaret tarafı olsa da, siyaseten hep ürkek, yaptığı hiçbir eylemin siyasal sorumluluğunu üstlenemeyecek kadar korkak bir kişidir. Cemal, Öcalan'ın çevresinde en çok kalan kişidir, Suriye'de kaldığı dönemde işlenen cinayetlerde imzası vardır ve o tarzını esas olarak oradan almıştır. 6. Kongrenin ardından, Öcalan'ın yakalanmasından sonra, özel bir terörist grup kurulmuştu. Bu grubun başına da Nasır'ı vermişlerdi. Nasır bir iki ay kaldıktan sonra, bir ara grupları Türkiye'ye geçirmek ve izlemek amacıyla Ermenistan'a kadar gitti. Döndükten sonra “ben bu işi yapmayacağım“ dedi. O zaman Nasır'ı Behdinan'a gönderdiler ve beni de şifreli bir talimatla acilen Kandil'e çağırdılar. Nasır ile o zaman konuştum. Şöyle dedi: “Beni harcamak istediler. Ben kendimi zor kurtardım. Sıra sende şimdi. Kendine dikkat et“ dedi. Ne demek istediğini sordum. “Gidince görürsün“ dedi. Kandil'de Osman Öcalan ve Cemil Bayık ile konuştum. Bana şunu söylediler: “Biz özel bir terörist güç kurduk. Tamamen bir terör dalgası yaratacak. PKK'den bağımsız bir güç olacak bu ve sadece Cuma ile ilişki içinde olacak. Güç sonuna kadar yetkili olacak ve istediği kadroları kendisi belirleyip alacak.“ Bu güç için ayrılan ödenek ise 1 Milyon Dolardı. Bu gücün komutasını da bana vermek istediler. Ben şunu söyledim: Bu benim tarzım değil. Ben yaptığım her eylemi üstlenirim ve üstlenmeyeceğim eylemi de yapmam. O halde ne düşündüğümü sordular. Ben, eylem yapmayan ama istihbarat toplayan bir örgütün daha çok gerekli olduğunu söyledim. Böyle bir kurumu oluşturmaya varım, dedim. Bu terör grubunun başında olmayı esasta Cemal istemişti. Çünkü “vur ama üslenme“ tarzı ona uygundu. Ancak herhalde siyasal kaygılarla bu görev ona verilmemişti. Daha sonra 2003 Ağustos sonundaki askeri Konsey toplantısında Cemal, “yaptığımız öneri kabul edildi ve TAK kuruldu“ dedi. Özel kuvvetler içinde bir birimdir bu. Ama PKK dışında gibi gösterilmektedir. Bunun tutanakları mevcuttur. TAK, doğrudan özel kuvvetler komutanlığına bağlıdır. Ve yaptığı eylemleri PKK üslenmez. Bundan önce Nasır'a uygulatılmak istenen terör biriminin adı da, Kürt İntikam Tugayı'dır. Bütün bu terör karmaşasının fikir babası ve onay mercii, Abbas ve Cuma'dır. Planlamasını ise Cemal yapmakta, pratik uygulama kısmı ise Bahoz'a verilmektedir. İşleyişi budur. TAK örgütünün Türkiye'de yaptığı eylemler ile JİTEM'in eylemleri arasında bir benzerlik vardır. Hatta JİTEM'in eylemleri bazı durumlarda daha niteliklidir. Şırnak'ta cumhuriyet savcısının arabasının bombalanması, Şemdinli'de bir karakolun önündeki patlama gibi JİTEM eylemleri ile, TAK'ın İstanbul'da Galata köprüsüne bomba koyması, Boğaz köprüsüne bomba koyma girişimi, Bağcılar'da, pastanelerde veya çöp kutularında patlatılan bombaların mantığı aynıdır. Doğrudan bir ilişki var mıdır, bilemem. Ama bunlar dikkatle izlendiğinde her ikisinin de gizli bir yerden eşgüdüldüğü anlaşılabilir. İlginç olan noktalardan biri ve belki de en önemlisi şudur: İçeriye, PKK kadrolarına karşı amansız bir savaş yürüten Cuma, uzaktan ya da yakından bir Türk askeri görmüş değildir. Yine Türk ordusuna karşı herhangi bir eylem kararı da, proje düzeyinde de olsa bir uygulaması olmamıştır. Örgüt içi infazların temel sorumlusu ve emir merciidir. Ana karargah komutanlığı yaptığı dönemlerde dahi, yaptığı iş sadece tekmilleri almaktır. Hiçbir savaş operasyonu kararı ya da planlaması olmamıştır. Gerek Öcalan'ın emriyle, gerekse de kendi inisiyatifiyle, bilinen 300'e yakın PKK kadrosunun öldürülmesinden doğrudan sorumludur. İşte, 2002 baharında kadın kongresi sırasında gizlice Gulan adlı kadın komutan da, Cuma'nın emriyle Rumet adlı bir kadının eliyle öldürülmüştür. Daha sonra bu Rumet güya Avrupa'ya gönderiliyor. Şam'a kadar gidiyor, ondan sonra da kendisinden haber alınamıyor. Büyük ihtimalle Nasır'ı öldürten Nemrut'un başına gelen şey onun da başına geldi, öldürüldü. Nasır komplosunun pratik uygulayıcı komutanı Nemrut, birkaç ay sonra Botan'a gönderildi. Ve Güya Habur suyunu geçerken boğularak öldü. Nasır'ı öldüren mermiyi sıkan Serdar da, güya Amanos'lara gönderildi ve Suriye sınırını geçtikten sonra yakalandığı karakolda kayboldu. Bir tek Deli Akif kalıyor geriye, onun da nerde olduğu belli değil. Kani Yılmaz'ın vurulmasının nedenleri şunlardır: Kuzey Kürdistanda geliştirilen Demokratik Çalışma Grubu'nun toplantıları, Kürt ulusal demokratik güç birliğinin gelişme göstermesi, hem geleneksel inkarcı Türk devlet çevrelerinin, hem de PKK'nin çıkarlarına aykırıdır. Kürtler içi demokrasi, devlet manipulasyonunu önemli oranda kıracağı için aykırıdır. Kürtler adına söz söylemek için farklı kesimlerden kişi ve kurumların bir araya gelmesi, şimdilik zayıf da olsa ulusal birlik doğrultusunda bazı adımların atılmasının önünü kesmek için Hikmet Fidan ve Kani Yılmaz cinayetleri işlenmiştir. Bu tamamen bir imha hareketidir. Kani Yılmaz, Sabri Tori ve diğer arkadaşlarımızın öldürülmesinin Kürt halkına verdiği zarar ve Türk geleneksel inkarcı çevrelerine sağladığı yararı bir çocuk bile anlayabilir. Dünün kahramanları, en değerli kadroları, bir çırpıda hain ilan edilerek öldürülüyor. Bu düşmanın isteyip de yapamadığı, ama ancak PKK eliyle başardığı bir iştir. Proses şudur: Bir af ilan edilecek, ama affedilmeyecek kadronun listesi generallerce çıkarılmıştır. Ve bu ihalenin taşaronu da PKK olmuştur. Bu süreç PKK içinde de devam edecektir. Orada da tasfiyeler yaşanacaktır. Esas hedef şudur: Bir döneme öncülük etmiş komuta ve savaş kadrosunun ortadan kaldırılması. Af yasasının çıkartılması için önkoşulun bu olduğu anlaşılıyor. Ve tüm bu cinayetlerin arkasında, PKK eliyle pratiğe geçse de, Türk devletinin şoven güçleri vardır. Çünkü PKK açısından da ele alındığında, siyasal olarak PKK Kani Yılmaz gibi bir eski öncü kadrosunun öldürülmesinden sadece zarar görebilir. Dolayısıyla burada siyasi bir amaç aranmamalıdır. Verilen bir emir vardır ve bu yerine getirilmektedir. Bir Türk emniyet yetkilisinin açıklamalarını hatırlıyorum: 500 kadar PKK özel kuvvet mensubunun ellerinde olduğunu söylüyordu. Bunların çoğu teslim olmuştur ve JİTEM'in elinde kullanılan güçler durumundadır. Kani Yılmaz'ın katledilmesinden sonra, Küçükgüneyli Şahin'in 15 Şubat komplosunun gerçekleştirilmesinde Kani Yılmaz'ın payı gibi saçmalıklar dizisini ortaya atması, cinayeti meşru gösterme çabasıdır. Ve Karayılan'ın cinayeti üslenmeyen açıklamaları da aynı komedinin başka bir perdesidir. Öcalan'ın yakalandığı dönemde Avrupa sorumlusu Şahin'dir. Tek yetkilidir. Kani Yılmaz ise bizzat Öcalan tarafından Ali Haydar Kaytan ile birlikte apar topar Kürdistan'a gönderilmiştir. Komplo, büyük güçlerin bir planlamasıdır. Şu veya bu bireyin böyle devletler arası bir düzenlemede rol alması düşünülemez. Karayılan gerçeği söyleme gücü ve cesaretinden yoksundur. O aldığı emirleri uygulamaktadır. Emirlerin kaynağı ise belirsizdir ve bunları ancak eylemlerin amacından yola çıkarak anlamak mümkündür. Buradan bakınca PKK'nin eylemleri, yalnızca Türk devletinin en şoven kesimlerine yarar sağlamaktadır. Hıdır Sarıkaya

Sosyalisté Soresger Süleymaniye yakınlarında İmralı Partisinin "özel elemanları" tarafından hunharca katledilen Kani Yılmaz ve Sabri Tori cinayetlerinin tarihsel arka planının, buna kaynaklık eden iktidar anlayışı ve kültürününün kavranmasına katkı sunacağı düşüncesiyle "KUKM'ni Toparlama ve Yeniden İnşa BİLDİRGESİ"nden konuyla ilgili bir parçayı yeniden yayınlamayı gerekli gördük. -Sosyalistê Şoreşger- İç şiddet, iç infazlar, farklı düşüncelerin ve tavırların bastırılması anlayışı ve pratiği çok kapsamlı bir muhasebeyi, değerlendirmeyi gerektiriyor. Bu bölümde bu konuyu ana çizgileriyle değerlendirmeye çalışacağız. Burada yapacağımız genel değerlendirmenin, bundan sonra bu konulardaki çalışmalara ışık tutacağını düşünüyoruz. Bu noktada sorun, tek başına tek tek olayların açığa çıkarılması ve mahkum edilmesi değil. Yine sorun bu konuda gerçekleri hukuki boyutuyla açığa çıkarıp sorumlularından hesap sormak da değil. Kuşkusuz bunlar, yapılacak değerlendirmelerin, hatta yargılamaların önemli ve mutlaka ele alınması gereken boyutlarıdır. Bunlar yapılmalı, ama bu noktada başarılı olmak için doğru bir bakış açısının çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Doğru bir bakış açısıyla, doğru bir tarih anlayışıyla PKK tarihinin bu yönü bütün boyutlarıyla açığa çıkarılabilir, değerlendirilebilir, gerekli ahlaki, hukuki ve siyasal sonuçlara ulaşılabilir. İç şiddet, iç infazlar bizim için derin bir yaradır ve çoğalarak, derinleşerek kanamaya devam ediyor. Aslında Reel sosyalizmin tarihi, genelde solun tarihi bu konuda değerlendirmeyi ve aşılmayı gerektiriyor. Örgüt ve birey, otorite ve özgürlük, merkeziyetçilik ve demokrasi, farklılıklar ve onlara yaklaşım, haklar ve görevler diyalektiği, en genel ifade ile sosyalizm ve demokrasi konusu anlayış, kültür ve pratik düzeyinde aşılmadığı sürece örgüt içi şiddet, farklılıkları bastırma anlayışı ve pratiğini ve bunun en uç noktası olan iç infazları aşmak ve yeni bir örgüt içi demokrasi anlayışına ulaşmak mümkün olmayacaktır. Sorun, yaşanan deneyimlerden dersler çıkararak yeni bir örgüt, siyaset, demokrasi ve iktidar anlayışına ulaşma sorunudur. Tartışmaların, değerlendirmelerin ve yapılacak tarihi yargılamaların hedefi bu olmalıdır. Yani ortaya devrimci sosyalist bir anlayış, örgüt içi ilişkileri ve hakları güvence altına alacak bir devrimci demokratik anlayış ve devrimci hukuk amacı doğrultusunda yapılacak bir muhasebe, ulusal kurtuluş mücadelesini toparlama ve yeniden inşa çabalarına büyük bir güç verecektir. İç şiddet ve giderek bunun uç noktası olan iç infazlar PKK tarihinde çok önemli bir yer tutar. ’70'li yıllarda genelde sol kültürde “devrimci şiddet“ başlığının bir öğesi olarak iç şiddet, sol içi şiddet, farklılıkların söz dışındaki yöntemlerle bastırılması genel bir anlayış ve kültürdü. Tek ve mutlak bir doğru vardı, o da kendisi (örgütü) tarafından temsil ediliyordu, onun dışındakiler ise ilk veya son tahlilde düşmana hizmet ediyordu, dolayısıyla bastırılması ve yaşam olanaklarının ortadan kaldırılması meşru idi. Farklılıkların ideolojik mücadele ile çözümü, devrim ve halk saflarındaki çelişkilerin şiddet dışı yöntemlerle çözümü konularında bolca söz söylenmesine rağmen pratik farklı gelişiyordu, her grup ve çevre gücüne, politik duruşuna göre anılan bu anlayış ve kültürden nasibini almıştır. Pratikte kimin, hangi grubun ne kadar bu olumsuz anlayışı sürdürdüğü veya sürdürmediği başka bir tartışma konusudur. Ama burada genel çizgileri netleşmiş ve özümsenmiş bir devrimci demokrasi anlayışının gelişmediğini, genel egemen kültürün şu veya bu düzeyde etkili olduğunu söylememiz gerekir. Şiddetle bastırma ve egemen olma anlayışı gücün gelişmesine bağlı olarak çoğu grup tarafından benimsenmiş ve uygulanmış bir yöntem olmuştur. Bunun da büyük ölçüde reel sosyalizmin bir siyaset kültürüne dönüşen pratiğinden kaynaklandığını vurgulamalıyız. Yine bunun genelde devrimci şiddetin kavranışı, anlayışı ve kurallarının kendi içinde sınırsız belirsizliği içermesi ve tek boyutlu, dar ve kaba kavranışı iç şiddet uygulamalarını daha da ölçüsüz hale getirmiştir. Ayrıca sosyalizm kavrayışındaki darlıklar, sığlıklar ve devrimci demokrasiden yoksun kavranışı da anılan olumsuzluğu teşvik edici, hatta meşrulaştırıcı bir işlev görmüştür... 1970'li yılların genel düzeyi ve pratiği hatırlandığında bu sözlerimizin anlamı daha bir yerli yerine oturur. Kısaca anlatmak istediğimizin özeti şu: 1970'li yıllardaki sosyalizm ve demokrasi anlayışımız, bunun kendi içinde barındırdığı olumsuzluklar, egemen toplumdan edindiğimiz anlayış ve kültürel kalıntılar, bunların sığ sosyalizm anlayışımızla oluşturduğu karma, iç şiddeti meşrulaştıran ve geliştiren bitek bir zemin ve ortam sunmuştur. Bu genel tablonun dışında olan, olabilen grup ve kişi var mıydı? Hatırlamıyoruz. Kuşkusuz genel bir kuraldan söz ediyoruz, istisnalardan değil... 1980'ne kadar PKK'nin durumu da aşağı yukarı bu çerçevededir. Fakat bu genel anlayış ve pratik PKK'de ve onun adına yürütülen faaliyetlerde belirgin ve sonuçları büyük olan bir çizgiye dönüşmüştür. Bunun ayrıntılarına geleceğiz. Bir kez daha vurgulamalıyız ki, 1970'li yılların genel kültürü ve siyaset anlayışı böyleydi ve hemen hemen herkesi ve her grubu etkisi altına almıştı. Bu kısa genel özetten sonra PKK'de farklılara yaklaşım, bir bastırma ve tasfiye yöntemi haline gelen iç şiddet ve iç infazlar konusuna geçebiliriz. ’70'li yıllardaki iç şiddet, daha çok sol içi, örgütler arası şiddet olarak somutlaştı. Bu, teorik olarak meşru ve gerekli olarak görülüyordu. “Genel çıkarlar“, “ajan-provokatör“, “karşı-devrimci“, “halk düşmanı“ ve “hain“ kavramlarıyla açıklanıyor ve meşrulaştırılıyordu. PKK Kuruluş Bildirgesinde sosyal-şoven ve reformist-teslimiyetçi milliyetçi olarak tanımlanan gruplara karşı şiddet de dahil her yöntemin kullanılmasını yazılıyordu. Bu, yukarda özetlemeye çalıştığımız siyaset anlayışının çok daha net formüle edilmesiydi ve aynı zamanda daha sonra bu doğrultuda geliştirilecek “teorik“ ve pratik anlayışların da önemli bir referans noktası olmuştur. Başka bir değişle o dönemin iç şiddeti belli gerekçelerle savunuluyor ve ideolojik-politik bir gerekçeye oturtulmaya çalışılıyordu. Örgüt içi şiddet, iç infazlar ise pek yaygın olmamakla birlikte “ajan-provokatör“, “hain“, “karşı-devrimci“ teorileriyle meşrulaştırılmaya çalışılıyordu. PKK'de egemen olan düşünce ve uygulama da en genel çizgileriyle böyleydi. Özellikle MİT fobisi o dönemde geliştirilen bir yaklaşımdır. Farklıları tartışma, farklılıklara demokratik yaklaşım, farklı düşenlere hoş görü ile yaklaşma, o dönemin siyaset anlayışında ve tarzında yeri olmayan kavramlardı. Bu genel olarak böyle olmasına rağmen PKK'de daha kalın çizgileriyle böyleydi. PKK'nin güç olmasına paralel olarak şiddeti etkin bir yöntem olarak kullanma eğilimi de güç kazanıyordu. Burada genel düşünce ve niyet devrime, Kürdistan'a, ulusal kurtuluş mücadelesine katkı ve hizmet etmekti. Ancak süreç içinde bu dönemin verdiği anlayış ve kültür, şiddetin örgüt içinde iktidar olmanın en etkili bir aracı haline getirilmesinde sonuna kadar kullanıldı... Özellikle “objektif ajanlık“ kavramıyla iç şiddet ve iç infazlar teorik ve örgütsel boyutlarıyla kurumlaştırıldı. Bunlara kısaca bakalım: Gruplar arası şiddet, yukarda özetlemeye çalıştığımız genel anlayış ve pratiğin bir ürünü olmasına rağmen onun tartışılmasını bir yana bırakıyor ve esas olarak örgüt içi şiddetin nasıl geliştiğinin genel bir tablosunu çıkarmaya çalışalım. Bu konuda ortaya çıkan ilk önemli pratik “Antep Hizbi“ olarak adlandırılan olaya yaklaşımda sergilendi. O güne dek başka partilerde, başka gruplarda da ayrılmalar, farklı düşmeler ve farklı oluşumlara yönelimler olmuştur. Ancak bizde Antep'teki farklı düşünme, farklı tavır alma ve farklı gruplaşma eğilimi, hemen “ajan-provokatör“ olarak değerlendirilerek şiddetle bastırılmıştır. Kuşkusuz başta ikna çabaları olmuştur, ama sonuçta belli iddialarla ortaya çıkan grup ve onu oluşturan kişiler tartışmasız, ciddi kanıtlar ortaya konmadan “ajan-provokatörlük“le mahkum edilmiş ve böylece iç infazların önü açılmıştır. O dönemde bütün kadroların düşüncesi ve yaklaşımı aşağı yukarı buydu. “Ajan-provokatördürler, katli vaciptir!“ Bu, aynı zamanda Öcalan'ın tek kişiye dayalı kaba despotik iktidarının önünü açacak ve onun eline çok güçlü bir iktidar olma ve iktidarı tek başına sürdürme olanağını, zeminini, anlayışını ve kültürünü verecektir. Antep'teki olayın değerlendirilmesi farklı bir konudur. Ancak orada ortaya çıkan farklılığın, farklı eğilimin şiddetle bastırılması, bunun da komplo teorileriyle açıklanıp meşrulaştırılması tutumu önemlidir. Önemlidir çünkü, Öcalan sisteminin iki temel ayağının şekillenmesinde bir ilk deney, bir laboratuar işlevini görmüştür. Hemen vurgulamalıyız ki, Öcalan siteminin iki temel ayağı var. Bir: İç şiddet, bastırma ve tasfiye, bunu salt örgüt içiyle sınırlı tutmayarak yaşamın her alanına yaymak ve kurumlaştırmak! İki: Şiddet, bastırma ve tasfiye pratiğini meşrulaştırmak için uydurulan komplo teorileri; yani “ajan“, “ajan-provokatör“ ve sonunda kendi sistemine uymayan her şeyi “objektif ajan“ olarak damgalayıp tasfiye etme anlayışı! Bu ikisi de birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Komplo teorileri, “ajan-provokatör“ suçlamaları, şiddete dayalı iç tasfiye hareketini, bastırma, susturma ve her türlü farklı eğilimin önünü tutma politikasının “ideolojik-teorik“ alt yapısını oluşturmaktadır. Aslında burada bütün iktidar ilişkilerinde var olan zor, şiddet ve bunu meşrulaştırma aracı olarak ideolojik hegemonya geliştirme olgusuyla karşı karşıyayız. Fakat bu ideolojik hegemonyanın son derece kaba, futürsüz, en geri diktatörlüklerin baş vurduğu bir “ideolojik hegemonya“ olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Daha doğru ve yalın ifadeyle “komplo teorileri“ bütün istihbarat örgütlerinin baş vurduğu en temel yöntemdir. Şiddetle bastırma ve komplo teorileri, 1978'in sonlarında Antep'te uygulanmış ve bu giderek örgüt içinde kurumlaştırılmıştır. Kuşkusuz bu somut pratiğin siyasal, örgütsel, kültürel ve ahlaki sonuçları derin olmuştur, hem de çok kapsamlı ve bugüne uzanan boyutları olmuştur. Bugün çok açık bir biçimde ihanet etmiş olmasına ve Genelkurmayın emirleri doğrultusunda bir davayı, bir halkın en temel istemlerini tasfiye etmesine rağmen Abdullah Öcalan, iktidarını dört başı mamur bir biçimde sürdürebiliyorsa bunun bir ucu anılan yıllara uzanıyor. Antep olayı ve ona karşı geliştirilen şiddet ve “ajan-provokatör“ tanımlamalarından sonra farklı düşünme, özgürce tartışma ve haklı veya haksız farklı yönelimlere girme ortamı ve olanağı ortadan kalkmaya başladı. Farklı düşmeme ve farklı bir yere düşmeme eğilimi giderek içselleşmiş ve iç sansür, iç denetim mekanizmasına dönüşmüştür. Farkından olunsun ya da olunmasın gelişen içsel durum budur! Öcalan, farklılıkları komplo teorileriyle açıklayarak bastırma ve tasfiye etme anlayışını kurumlaştırmasına ve bunu, en temel iktidar yöntemi olarak kullanmasına rağmen Antep'te uygulanan politikadan örgütün bütün yönetimi sorumludur. O dönemde bütün kadrolar bu anlayışı benimasmiş ve meşru görmüşlerdir. Etki altına alınan kitlelerin durumu da böyledir. Bu, bugüne gelindiğinde artık bir siyaset ilişkisine ve kültüre dönüşmüştür ve bundan hepimiz sorumluyuz, şu veya bu düzeyde... Devrim, halk, ulusal kurtuluş adına da yapılsa bir kez iktidar olmanın ve iktidarı sürdürmenin, bunun bir parçası olarak farklılıkları bastırmanın bir yöntemi olarak iç şiddet kullanıldı mı bunun önünü almak mümkün olmaz. Nitekim gerçekleşen de bundan başka bir şey değildir. 1978 tarihinde Antep'te yaşanan olaydan sonra farklılıkları “öcü“, “ajan-provokatör“, “tasfiyeci“ olarak tanımlama ve böyle tanımlananları ise şiddet de dahil her yöntemle bastırma anlayışı ve pratiği bir iktidar olma ve tek başına iktidarı elinde tutma, sürdürme tarzı haline getirildi. İç tasfiyenin ilk ve en büyük örneklerden biri II. Kongreden sonra gündeme getirilir. Çetin Güngör, Resul Altınok'ların örgütün yapısı, iç ilişkileri, yönetim tarzı, sorunların ele alınışı ve daha bir çok konuda farklı görüşleri, eleştirileri ve önerileri vardır. Ama bunlar parti yönetimine sunulmasına rağmen meşru zeminlerinde sağlıklı bir biçimde tartışılmaz, tartıştırılmaz. Öcalan, ortaya çıkan bu durumu ustaca kullanmasını bilmiştir. Bir yandan büyük bir korkuya kapılmış, bir yandan da bunu bütün iktidar iplerini eline geçirmenin fırsatı olarak değerlendirmiştir. Korku, iktidar oyununda daha etkin, atak ve hilebaz olmayı koşullamıştır. Kadrolar arasında bazı çelişkilerin ve farklılıkların olması bir bakıma doğal ve kaçınılmazdır, bunların kişisel özelliklerle, çatışmalarla farklı boyutlar kazanması da anlaşılabilir bir durumdur. Öcalan, bu farklılıkları, çelişkileri, kişisel özellikleri ve duyarlılıkları ustaca kullanmasını bilmiştir. İzlediği en önemli ve sonuç alıcı yöntem kendisini hakem rolünde tutarak kadroları birbirine vuruşturması ve genel olarak güçsüz duruma, hatta örgüt karşısında “suçlu“ duruma“ düşürmesidir. Avrupa'da Semir (Çetin Güngör) üzerinde oynanan oyun budur ve sonuç almıştır. Resul “II. Kongreye davet“ adına Suriye'ye götürülür ve henüz hava alanındayken tutuklanır. II. Kongrede de Resul, Çetin eksenli bir tartışma yapılmaz. Daha sonra uydurulan “Semirler kongrede partiyi ele geçirseydiler partiyi Avrupa emperyalizminin bir eklentisi haline getirecek ve tasfiye edeceklerdi“ uydurmasını kanıtlayacak veya buna işaret edebilecek bir kongre tartışması, belgesi yoktur. Öcalan ve yanında tuttuğu Duran Kalkan gibileri, Kongrede Semirlerle ilgili hiç bir tartışma açmazlar, ama buna karşılık tartışmaları, daha doğrusu kadroları ve asmpatizanları şartlandırma çalışmalarını “kulislerde“ yapar ve etkili de olurlar. Aslında Semir'in, Çetin Güngör'ün ne söylediği, neden partiden ayrıldığı konusu bütün partililerden gizlenmiş ve onun yerine resmi tarihin bildik tekerlemeleri, komplo teorileri konulmuştur. Oysa gerçeklik çok farklıdır. Resmi tarihin korkunç tahrifatlarının boyutlarını gösterebilmek için Çetin Güngör (Semir)'ün kaleme aldığı, bir tür “Veda mektubu“ niteliğinde olan 10 Mayıs 1983 tarihli bir belgeyi buraya olduğu gibi almak istiyoruz. Bize, bütün partililere, dosta ve düşmana “ajan-provokatör, tasfiyeci“ olarak damgalanıp yansıtılan Semir'in gerçek duyguları ve düşünceleri çarpıcı ve etkileyicidir. Bu sözler artık ayrılan, ilişkilerini kesen bir “ajan-provokatöre“, “tasfiyeci“ye ait olabilir mi? Birlikte okuyalım ve karar verelim: “Bütün arkadaşlarıma, Durumumu bildiren okuduğunuz yazımı sizlere gönderirken PKK'den ayrılmak üzere olduğumu bilmelisiniz. Bu anda gerekçelerimi nasıl formüle edeceğim konusunda oldukça şaşkınım ve bir çok noktada duygularımı yitirmiş gibiyim. Ayrılık tavrımı veda mektubu biçiminde –eksik de olsa- sunmak bana en kolay biçim geldi. Fazla şeyler söyleyecek durumda hissetmiyorum kendimi. Ne kadar kısa olması mümkünse, o kadar kısa yazmak istiyorum. Beni bugünkü konumuma ulaştıran gelişmeleri daha önce yaptığımız toplantılarda ve kaleme aldığım birkaç yazımda açık-seçik sizlere anlatmaya çalışmıştım. Bir anlamda bunlardan da önemli olan o süreçteki bazı tutumları sanıyorum biraz da olsa biliyorsunuz. Sizler PKK saflarında çalışmalarınızı sürdürürken, ben geleceğimi uzun yıllar kader birliği yaptığım ortamdan koparıyorum. Geleceğimi henüz çizmiş değilim. Kafamda açıklık yok. Her şey o kadar ani oldu ki. Geçmişte birbirimize karşı beslediğimiz karşılıklı sevgi ve saygının yeri büyüktü. Halkımız ve birbirimiz uğruna çok şeyi göze aldık. Ben vefanın ve insan olmanın ne demek olduğunu biraz da sizlerle birlikte katlandığımız o eziyetler sırasında kavradım. Parti saflarına katıldığım 75 yılından bugüne kadar geçen anları hayatımın en güzel yılları olarak sürekli muhafaza etmeye çalışacağım. Bilincimi yitirmediğim sürece bu duygularımın korunmasına özel bir gayret göstereceğim. Bilmiyorum ama gelecek günlerimde eskiyi aratmayacak bir imkana kavuşacak mıyım? Niyetim zor da olsa bu olanağı sağlamaya çalışmak olacak. Bunda emin olabilirsiniz. Fırtınalı geçen devrimcilik yıllarımda Kürt insanı olarak ne kadar namuslu olunması gerekiyorsa o kadar namuslu olmaya çalıştım. Geçmişte, bugün ve gelecekte sizler ve Kürt halkı beni nasıl anacak orasını fazla bilmiyorum. PKK'den ayrılırken bütün bunları düşünmek çok zor. Ama yine de aklıma getirmeden edemiyorum. Ayrılığımın dehşetli günlere denk düşmesi beni en çok kahreden nokta olmaktadır. Kişi böylesi günlerde karışık duygulara sahip olduğundan ikna edebilmek mümkün olamıyor. İnanıyorum ki, örgütten ayrıldığımda düşmana karşı yürütülen mücadelenin gerisinde kalmayacağım. Ortaya çıkan mesafeyi başka biçimlerde de olsa mutlaka kapatmaya çalışacağım. İnsanın ailesinden ayrılması zor ama örgütünden ayrılması bir başka zor. Bunu şimdi daha iyi anlıyorum. Mücadelede halkı yalnız bırakacağım sanılmasın. Yıllarca davaların en güzeli uğruna çabaladım. Bundan sonra da davaya hizmet etmekten geri durmayacağım. Devrimcilik yaptığıma asla pişman olmadım. Parti içinde bir davanın, bir anlayışın savunuculuğunu yaptım. Bir anlamda kendimi feda ettim. Amacım uğruna tüm emeklerim boşa gitmiş olsa da, görevimi yerine getirmeye çalıştığıma inanıyorum. Parti-içi dogmatizmi karşısında düşüncelerimin yanlışlığından değil, ama koşulların yetersizliğinden ötürü birlikte barınma olanaklarım kalmadı. Aranızdan ayrılmak zorunda kaldım. Kendimce doğru karara verdiğime inanıyorum. Şimdilik pek sanmıyorum ama “benzer“ eleştiriler getirmelerine mukabil Parti içinde kalmayı tercih eden ve bağlılıklarını sürdürenler, gelecekte, o felaketli dogmatizm karşısında mutlaka akıl almaz patlamalar yapacaklardır. Somut gelişmeler sonucun bu yönde olduğunu göstermektedir. Sizlerin şu andaki kararınıza saygı duyduğumu bilmelisiniz. Zaten kimseye aksi tutum takınmaları için ısrarda bulunmadım. Yalnız her şeye rağmen arkadaşlarıma söyleyeceğim bazı şeyler olacak; insan bir davanın gönüllü ve bilinçli savunucusu olmalıdır. Demir disiplin yaratmanın tılsımı budur. Gönüllü ve bilinçli olmayan birlik körü körüne itaattir. Hangi kurallarla ayakta tutulmaya çalışılırsa çalışılsın içerden çürümeye mahkumdur. Kimse tanrının “en sevgili kulu“ değildir. Olamaz. Bütün devrimciler (mevkileri ne olursa olsun) bir ve aynıdır. Kimsenin yetkilerinden ötürü özel ayrıcalıkları olamaz. Bizde bu anlamada eleştiri bilinci yok. Büyük eksiklik. Benim savaşımın altında yatan felsefi görüş buydu. Tartışmalar Partiyi güçlendirir. Bu mantıktan ilhamla, haklı gördüğüm eleştirilere cesaretle sahip çıktım. Sonum beni ilgilendirmiyordu. Nerede olursa olsun haksızlıklara ve yanlışlıklara karşı çıkmak devrimciliğimizin varlık nedenidir. Bir halkın özgürlüğü uğruna savaşan, can pazarlarında dolaşan devrimci, onuruna yakışacak tarzda örnek tutumlara girmek zorunda hissetmelidir kendisini. Çabalarımın aslına sadık özü kısaca budur. Uğraşım, örgütsel gelecek içindi. Buna inanmalısınız. Halkımızın çıkarlarını bu tutumda görmüş, cesaretle savunmuştum. Örgütü dogmatizmden kurtarıp doğru devrimci çizgiye kavuşturmanın yollarından bir tanesi budur sanıyordum. Ama başka yazımda da yazdığım gibi bilinen nedenlerden ötürü ’pınarın başındakiler' izin vermedi. Başaramadım. Gelecek günlerin devrimcileri mükemmel olacaklar. Bugün aramızda ortaya çıkan ve ayrılık yaratan krizin üzerinde daha akıllı ve cesaretlice duracaklardır. Buna bütün kalbimle inanıyorum. Bunun için istiyorum ki benim iddialarım bütün devrimcilere duyurulsun. Neyin kavgasını verdiğim bilinsin. Onlar da böylesi kavgalarda saflarını alsınlar. Eğer böyle olmazsa, çatışmalar dar tutulursa çabalarımın hiçbir anlamı kalmayacaktır. Dolayısıyla elimden geldiğince çok insana bıkmadan, yılmadan anlatmak istiyorum. Yalnız biçimi üzerine henüz karar vermiş değilim. Örgüt bunu engellemeye kalktı (başka türlüsü de olamazdı). Sonra her nedense vazgeçti. Lakin ben kararımdan vazgeçmeyeceğim. Çünkü sorunlar çok daha geniş kapsamlıdır. Beni anlamanızı isterasm, bilmem anlar mısınız? Savunduğum görüşlerin değerini her zaman bileceğim. İstiyorum ki bütün Partililer de bilsin. Partinin şöhret olmammış meçhul kahramanları artık ne zaman kükreyecekler? Şafak uyanmalı ki yarasalar kaçsın. Benim gelecek nesillere bırakacağım tek miras bu olacaktır. Çam sakızı çoban armağanı. Tarihe kötü yazılmak niyetinde hiç değilim. Bunun için çaba sarf etmek zorundayım.“ Kafasında farklı ideolojik görüşler olmayan Semir, mücadeleyi başka bir zeminde sürdürme kararındadır. Aslında hiç istemese de buna zorlanmıştır. Ancak kendisi yaşadığı sorunların derin bilincinde değildir. Öcalan sistemini kavramaktan ve köklerine inmekten uzaktır. Sanır ki “parti-içi dogmatizm“ Kesire ve onun çevresinden kaynaklanmaktadır. Oysa Kesire'yi Semirlerle çatışma içine sürükleyen ve yıpratan, sonuçta ayrılmaya zorlayan her zaman perde arkasında ve hakem rolünde kalmayı yeğleyen Öcalan'dan başkası değildir. Kendisi için potansiyel seçenek oluşturanları birbirine vuruşturarak, sorunları kördüğüm haline getirip çözümsüz bırakmak Öcalan'ın sistemini kurmada ve sürdürmede başvurduğu temel yöntemlerden biridir. Semir gibi partinin ilk kadrolarının tasfiye edilmesi de bu yöntemle olmuştur. Yukarda da aktardığımız gibi, Semir, saf duygulara sahiptir. Bizans entrikalarını aratmayan yöntemlerden habersizdir. Devrimci duygular ve düşüncelerle parti içi sorunlarla mücadele eder, ama egemen kirli politikadan bihaberdir ve buna kurban gider. Kaybedişin temel nedeni de budur. Egemen olan verili politikanın bütün acımasızlıklarını uygularken, iktidar ufkundan ve bilincinden yoksun olarak ideolojik saflık ve dürüstlükle bir şeyler yapmaya çalışıyorlar, ama verili politikaya ve oyunlarına yenik düşüyorlar. Egemen olan iktidarın tüm olanaklarını kullanarak tasfiye edilenleri istediği gibi karalamaya, gözden düşürmeye çalışıyor ve ona bırakalım siyaset yapma, en sıradan yaşam olanağı ve zemini bırakmıyor. Öcalan sitemindeki tasfiyeci çark böyle işliyor... II. Kongrede ilginç bir olay daha yaşanır. Öcalan daha sonra yaptığı bütün değerlendirmelerde bundan övgüyle söz eder. Aslında normal ve demokratik olarak kabul edilen yöntem, “gizli seçim, açık döküm“dür. Ama Öcalan işi garantiye almak için oy veren delegelere verdikleri oy pusulasının altına kendi adlarını yazmalarını ister. Oy veren delegeler de denileni yaparlar, oy pusulalarının altına kendi adlarını yazarlar. Bu yöntem delegelerin iradelerine açıkça el koymak ve baskı altına almak demektir. II. Kongre ve sonrası süreç, Öcalan'ın iç tasfiyeleri yapmak, tek kişiye dayalı despotik iktidarını kurumlaştırmak için önemli bir işlev görür. Bu süreç III. Kongrede tamamlanır, bu tarihten sonra parti bütünüyle Öcalan'ın iktidarında, tekelindedir, artık onun özel mülkiyeti gibidir. II. ve III. Kongreler arası süreç partinin ilk kadrolarının tasfiye edildiği, bastırıldığı ve iç infaz yöntemiyle ortadan kaldırıldığı bir süreç olmuştur. Resul Altıkok'un katledilmesi bu dönem infaz ve iç tasfiyelerinin en tipik örneğidir. Mehmet Karasungur'un YNK İKP arasındaki çatışmada henüz netleştirilmeyen bir biçimde katledilmesi açığa çıkarılmayı bekleyen önemli bir olaydır. Bu infaz ve tasfiyelerin bir sonucu olarak eski kadrolardan geriye bir kaç kadronun dışında başka kimse kalmaz. Onlar da III. Kongrede tam anlamıyla teslim alınır, bazıları tasfiye edilir, bazıları uydulaştırılır, kişiliklerinden geriye kalan ne varsa un ufak edilir ve Öcalan sisteminin birer etkin uygulayıcısı haline getirilir. Duran Kalkan ve Cemil Bayık bunların tipik örnekleridir. III. Kongre, Öcalan'ın partiyi tümüyle ele geçirdiği, sınırsız, kuralsız ve ölçüsüz iktidarına aldığı ve bunu kurumlaştırdığı bir platform olmuştur. Bundan sonrası artık çocuk oyuncağıdır. Komplolar, komplo teorileri, kadroları sayısız yöntemlerle tasfiye etme, bastırma ve iç infazlar Öcalan için çocuk oyuncağı haline gelir. En önemlisi bunun teorik-ideolojik gerekçelerle meşrulaştırılması ve bu alanda ideolojik hegemonyanın kurumlaştırılmasıdır. Kendi iktidarını ve iktidarını yürütüş tarzını meşrulaştırmak için bu süreçte “Stratejik ve taktik önderlik“ kavramını geliştirir. “Stratejik önderlik“ daha sonra “Parti Önderliği“ haline getirilir. Aynı kavramlarla birlikte geliştirilen “Objektif ajanlık“ kavramı ile farklıklar peşinen, tartışmasız devlet uzantısı ve bağlantısı olarak mahkum edildi ve böylece iç tasfiye, bastırma ve iç infazların teorik alt yapısı oluşturuldu. Dikkat çekicidir, “objektif ajanlık“ kavramı ile “Stratejik Önderlik“, “Parti Önderliği“ kavramı birlikte telaffuz ediliyor. Gerçekten de bu iki kavram birbiriyle bağlantılıdır. “Objektif ajanlık“ uydurması, her türlü farklılığı düşman gösterme ve bastırma, tasfiye etme teorisidir! Yani komplo teorisinin Öcalan jargonundaki adıdır. Ve dikkat edilsin, bütün resmi değerlendirmelerde, kongrelere sunulan raporlarda iki çizgiden söz edilir, iki çizginin mücadelesinden söz edilir. Bu, bir yönüyle doğru, ama bir yönüyle de yanlış ve eksik bir değerlendirmedir. En genel anlamda devrimci emekçi çizgi ile tek kişiye dayalı despotik bir iktidarı kuran ve sürdüren egemen sınıfların en tortu yanlarını kendinde cisimleştiren egemenlik çizgisi arasında süren bir mücadele. Bu anlamda doğru. Ama bir yönüyle de yanlış ve eksik. Şöyle ki: Ortada doğal, meşru ve normal zeminlerde süren bir sınıf savaşımından, iki çizgi mücadelesinden söz etmek mümkün değildir. Egemen taraf hiç bir zaman farklılıkların kendilerini tanımlamalarına, ifade etmelerine, ortaya koymalarına fırsat ve olanak tanımamıştır. Henüz ne dediği partililer ve halk tarafından bilinmeden ve hiç bir zaman da öğrenmelerine olanak verilmeden komplo teorileri ve komplo yöntemleriyle bastırılmış, susturulmuş ve yaşama şansı tanınmamıştır. Resmi PKK tarihinde sayısız “komplocudan“, “tasfiyeciden“, “ajan-provokatörden“ söz edilir. Onlar tarafından söylendiği söylenen sayısız ideolojik ve politik iddiadan söz edilir. Peki, resmi tarihin bu değerlendirmelerinden tek bir tanesi anılan “komplocuların“, “tasfiyecilerin“ belgelerine dayanıyor mu? Örneğin Çetin Güngör neler savundu, neyi eleştiriyor, neyi öneriyordu? PKK içinde yer alan kadrolardan ve kitleden bu soruya yanıt verebilecek tek bir kişi var mı? Denemesi yapılsın, en bilgili, bütün süreçleri bilen ve bir çok şeye tanıklık etmiş bir PKK'liye anılan soruyu sorun. Alacağınız yanıt, resmi değerlendirmelerden başka bir şey olmaz. “Reformizmi savunuyordu, bizi Avrupa'ya çekip tasfiye edecekti, silahlı mücadeleye karşıydı. Zaten eskiden beri devletle bağlantılıydı, vb.“ temelsiz değerlendirmelerle karşılaşırsınız. “Olabilir“ deyip “bunun belgesi, kendilerinin görüşlerini ortaya koyan bir belge var mı ortada“ diye sorarsanız, hiç bir yanıt alamazsınız. Çünkü resmi tarih belgelere değil, belli bir amaca göre düzenlenmiş hurafelere dayanır. Oysa Çetin Güngör ve tasfiye edilen diğer arkadaşların partiye sunduğu raporlar var ve bunlar arşivlerde duruyor. Bunlar hiç bir zaman kadrolara okutulmadı. Tasfiye edilenlerin görüşlerinin ne olduğu Öcalan'ın uydurmalarından, “mutlak doğru“ olarak anlatılan uydurmalardan öğrenebilirsiniz. Bunun dışından başka bir öğrenme kaynağınız yok. Bu kısa özetten sonra şu soru sorulabilir: Gerçekte henüz kendini tanımlama, ifade etme ve ortaya koyma olanağı bulmadan komplo teorileriyle ve komplolarla tasfiye edilenler ile Öcalan sistemi arasındaki mücadeleyi sözcüğün gerçek ve politik anlamıyla bir mücadele olarak tanımlamak mümkün mü? Hayır! Parti içinde sağlıklı, normal, olağan ve kendi kuralları üzerinde bir sınıf mücadelesi, iki çizgi mücadelesi olmamıştır. Olan, partiye ve tüm olanaklarına, yönetimine el koyan Öcalan'ın her türlü farklılığı ve kendisi için açık ve potansiyel tehlikeyi, devrimci, emekçi, direnişçi kadroları Bizans entrikalarını, Kemalist komploları ve Ortadoğu hilebazlıklarını aratmayan yöntemlerle, hatta bunların tümünü iç içe kullanarak tasfiye etmesidir. Kuşkusuz, komplo teorileri ve komploları parti içi sınıf mücadelesi olarak sunmak kadar aldatıcı bir şey olamaz. Saray entrikacılığı, hilebazlık, yalan ve en ilkel şiddet hangi modern partide temel ve genel sınıf mücadelesi olmuş ki? Öcalan sistemini tüm partiye ve alanlara hakim kıldıktan sonra bunu teorileştirdi, bir kültüre ve külte dönüştürdü. Hatta din düzeyine çıkardı, İmralı ihanetiyle kendisini tanrı katına çıkardı. Esas olarak yalan ve zorbalığa dayanan bu sistem, farklılıkları “ajan provokatör“ olarak tanımlama ve bunun bir sonucu olarak bastırma, iç infazlarla tasfiye etme çizgisiyle çok yönlü egemenliği hemen hemen bütün bir topluma yaydı.

“ Kurd Hainî “ Kürd´ler biribirlerinin kuyusunu kazmakta,kazilan kuyulara tas atmakda uzmanlasmislar.Bu konuda biribirlerine camur atmiyan kürdü bulmak zordur.Bu yillardir böyle gelmis, böyle de gidecek. Bu nedenle simdiye kadar kürd´lerin hic bir partisinde ve örgütünde yer almadim. disardan destek vermek disinda, gittigim derneklerde elimi kaptirmamak icin de fazla uzatmadim. “Hain“ olmamak icin hep uzak durdum. Ben bu konuda rahatim. Baska bir konu Bugün okudugum bir yazida, Türk Devleti´nin sayin Öcalan hakkinda yeni bir dava acacagi konusu vardi. Ergenekon davasina Öcalan´i da dahile edeceklermis. Türk´ler tezgahlanacak bu yeni Koplo ile “Denizi kurutmayi“ amacliyor. Kürt Halki´nin moralini yikip PKK ve Gerillayi tasfiye etmeyi amacliyor. Bu yeni Komplo da Türk´lere yardim edecek “yurtseverler“ buyursunlar, bu firsat kacmaz.. Beklentileri olanlar icin de bulunmaz bir firsat. Bu hainlik falanda sayilmaz. Bu “yurtseverlikdir“. “Milliyetcilikdir“. Artik kimse “ Kurd Hainî “ de diyemez.

senin niyetin serif degil burada ihanetin borazanligi yaptigin gözden kacmiyor rütbeni bilemem ama görevli oldugun ortada görevli olmayan birisi bu kadar ihanet borazanciligi yapmaz kuyruk acin ne bilemem ama o dedigin "komplo" icatcisinin korkusunun sonucudur yaz gelmeden sitmaya yakalandiginin resmidir öcalanin ergenekonlugunu biz belgeleyemedik ama su an efendileri arasindaki kavga sonucu belgeler ortaya sacilacak ismi gereksizin korkusuda budur onunda ergenekon oldugu ortaya cikacak sapka düsecek ve ihanet herkesin kolaylikla görebilecegi ciril ciplak sekle gelecek o zaman sen ne olacaksin onu merak etmeye basladim

Senin kuyruk acini olmasa böyle konusmazdin. Gönüllü Köy Korucularinin küfür ve hakaretleri hosunuza gidiyordu. Sesiniz cikmiyordu. Kimin kuyruk acisi cektigi belli oluyor.

Yeni Yorum yaz

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.