Dersim'den Tunç Eli'ne
ÜMİT KARDAŞ * / “Devlet ülkedeki hiçbir Türk'ün Türklüğünden bir soluk işkillenmek istemez“ cümlesi bugüne kadar süren zihniyetin ve bu zihniyetin Dersim gibi yaşattığı birçok acının da temel paradigmasıdır.
19. yüzyılın ikinci yarısından sonraki dönemde Dersim aşiretlerinin bölgede yaptıkları talan ve çapul hareketleri artmış, yoksulluk içindeki halk devlet tarafından ikiye bölünerek bölgede asayiş sağlanmaya çalışılmıştır. Bu dönemde devlete göre Dersim tedip (yola getirme, uslandırma) edilmesi gereken bir bölgedir. Dersim verimsiz bir doğaya sahiptir ve yaşamak çevrenin çapullanmasına bağlıdır. Abdülhamit döneminde Dersim'in ıslahı için bir rapor hazırlanmış, tespitler yapılmasına rağmen hiçbir somut öneri öngörülmediğinden çözüm Dersim aşiretlerinin çevreyi çapullamasına engel olmak şeklinde ortaya çıkmıştır. Yani Dersim'in sosyo-ekonomik ve kültürel sorunlarına çözüm getirileceğine meseleye güvenlik boyutlu yaklaşılmıştır. Topraksız, işsiz, ticaret yapacak imkânları olmayan aşiretlerin çapullamaktan başka çareleri bulunmamaktadır. Osmanlı bu tespitlere ilişkin bilimsel çözümler üzerinde durmadığından korkutma ve tedip yöntemiyle sorunu geçici bir süre bastırma anlayışını tercih etmiştir. Osmanlı, imparatorluk içindeki tüm sorunları asayiş sorunu olarak görmüş, tedip ve tenkil (zorla göç ettirme, en ağır cezayla cezalandırma) yoluna gitmiş, kırım yoluyla korkutmuştur. Dersim'de 1908, 1909, 1911, 1914 yıllarında meydana gelen ayaklanmalar bu şekilde bastırılmıştır. Vecihi Timuroğlu bastırma operasyonlarını şöyle değerlendirmektedir. “1937'de İsmet İnönü bu hareketlere ’sel hareketleri' adını veriyor. Gerçekten de hiçbir köklü sonuç alamadan her yıl bir Dersim harekâtı yapılıyor, insanlar eziliyor, yokluğa ve yoksunluğa bırakılıp dönülüyor. Geçici bir asayiş sağlama işlevinden başka bir amaca eremiyor sel hareketleri. Sel gidiyor, üzerinden kan parıldayan kum kalıyor.“ (Vecihi Timuroğlu-Dersim Tarihi.)
Cumhuriyet döneminde ilk Dersim harekâtı 1926 yılında Koçuşağı aşiretinin çevrede talan yapmaya başlaması üzerine gerçekleştirilmiş, Cumhuriyet yönetimi de aynen Osmanlı gibi Dersim'in tedibine karar vermiş, bu işe de Albay Mustafa Muğlalı'yı memur etmiştir. Bu harekâtta Şavak aşiretinin silahlılarından yararlanılmış, uçaklar sürüleri dahi bombalarken Kılabuz Deresi cesetlerle dolmuştur. Harekât sonunda yapılan resmî yazılı açıklamada ordunun kaybı asker sayısı olarak belirtilmiş, Koçuşağı aşiretinin kayıpları ise hayvan olarak verilmiş, insan olarak verilmemiştir. Bu durum ortada bir kıyım olduğunu göstermektedir. Yapılan açıklamada “Asilere bir hayli kayıp verdirilmiş ve 1084 küçükbaş, 342 büyükbaş hayvan ganimet alınmıştır“ denilmektedir. (Timuroğlu-a.g.e.) Devlet kendi yurttaşından ganimet almaktadır. Bu tarihsel açıklama rejimin cumhuriyetle ilgisinin bulunmadığını, devletin de aşiret düzeyinde bir niteliğe sahip olduğunu göstermektedir. Cumhuriyet, Osmanlı'nın sorunlara yaklaşımındaki anlayışı aynen tevarüs ettiği gibi yeni bir devlet kurduğunu iddia ederken Osmanlı'nın devlet anlayışından daha geriye doğru bir sıçramayla hukuk dışı bir aşiret anlayışına doğru ters bir evrime girmiştir. Naşit Uluğ 1932'de Dersim üzerine yaptığı bir sosyal araştırmada şunu demektedir. “Cumhuriyet'te şefkat, merhamet yoktur, adalet vardır.“ (Naşit Uluğ-Derebeyi ve Dersim.) Güçlünün güçsüzü imha ettiği, insanla birlikte insani değerlerin yok edildiği yerde adalet olur mu? 1935 yılında yapılan CHP IV. Büyük Kurultayı'nda Genel Sekreter Recep Peker, Türk demokrasisinin amacının kuvvet yoluyla ulusal birliği sağlamak olduğunu söylemektedir. Böylece CHP ulusalcılığı politik bir silah olarak kullanmaya başlamıştır.
Vali Cemal Bey'in soygunculuk hareketlerinin sebebi yaşamak hissi ve endişesidir şeklindeki kanaati de devleti Dersim'i tedip ve tenkil düşüncesinden vazgeçiremiyordu. 1. Umumi Müfettiş İbrahim Tali Bey, 1931 yılında hazırladığı Dersim raporunda aşiretlerin cezalandırılmasının yetersizliğinden yakınmaktadır. Soruna Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'ın yaklaşımı ve çözüm önerisi şöyledir. “Ana yolların inşaası, silahların toplanması, reislerin, bey ve ağaların, seyyidlerin bir daha gelmemek üzere Batı Anadolu'ya gönderilmeleri, reisler alındıktan sonra da en şerir olanlarının Dersim'den uzak ovalara sevki ve öz Türk köyleri içine dağıtılmaları, Dersim'de kalacak olanları da reislerden alınacak olan araziye bağlamak teşkil eder. Dersim evvela koloni gibi nazarı itibara alınmalı, Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra da tedricen öz Türk hukukuna mahzar kılınmalıdır. Dersim için düşünülen ıslahat ve yerleştirme planlarının ilk ürünü 1934 tarihli İskân Kanunu olacaktır. Kanunun gerekçesinde Osmanlı'nın tek bir Türk kimliği yaratmama politikası eleştirilmektedir. Bu kanunla ilgili en çarpıcı ve zihniyeti gösterir açıklamalar kanunun rapor bölümünde açıklanmıştır: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde Türk'üm diyen herkesin bu Türklüğü devlet için belli ve açık olmalıdır. Burada devlet hiçbir Türk'ün Türklüğünden bir soluk işkillenmek istemez.“ Yalnız devletin kanunlarından yararlanan Kürtlerin her türlü koruyuculuğu ve yararlılığı görerek her Türk gibi yurdun bütün iyiliklerini, kazançlarını, verimlerini bol bol almakla beraber Türk duygusu taşımaz gibi durmak işini bu kanun kökünden kesip atmıştır. “Devlet hiçbir Türk'ün Türklüğünden bir soluk işkillenmek istemez“ cümlesi bugüne kadar süren zihniyetin ve bu zihniyetin yaşattıklarının temel paradigmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti kanunlarından yararlanarak merkezde ve yerelde iktidara gelenler ve bürokraside yer edinenler, yurdun bütün iyilik ve kazançlarından yararlananlar ya Türk kimliği ve kültürü içinde erimeyi kabul edecekler, ya da sonuçlarına katlanacaklardır. Kimsenin Türk benliği içinde erimek dışında bir seçeneği bulunmamaktadır. Bunu kabul etmeyenler, yani Türklükten mutluluk duymayanlar ise hain sayılacaktır. Bu kanun Kürtlere yeni bir misyon biçmektedir. Türkçe konuşup, Türk gibi yaşamak. Kanunun gerekçesinde ağalık kurumuna da bir eleştiri vardır. Dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine kaynaşmış Türk Milleti'nin içindeki normal dışılığın, aşiret reisliğinin, ağalığın, şeyhliğin tarihe karışacağı belirtilmektedir. Samsun vekili Ruşeni Bey doğru politikanın Türkleştirme olduğunu şu sözlerle ifade etmektedir. “Tabiatta her canlının bir midesi vardır. Mide mutlaka canlı şeyler yemekle yaşar, yani yaşayan yaşayanı yiyerek yaşar. Ferdin midesi olduğu gibi milletlerin de midesi vardır. O da kümeleri ve insanları yiyerek yaşar.“ Kanun Meclis'te görüşülürken muhalefet eden kimse yoktur. Meclis artık homojen bir niteliktedir. Bu kanun bir asimilasyon kanunudur. Kanunun 2. maddesi mıntıkaları tanımlarken 2 numaralı mıntıkayı “Türk kültürüne temsili istenilen nüfusun nakil ve iskânına ayrılan yerler“ olarak belirler. “Türk kültürüne temsili istenilen nüfus“ ibaresi açıkça asimilasyonu öngörmektedir. Arapça bir kelime olan “temsil“ benzetme, bir şeyin aynısını yapma, özümleme yani asimilasyon demektir.
1935 yılına gelindiğinde bölge özellikle Dersim huzursuzluk içindedir ve Kürtlerin devlete olan güveni azalmıştır. 1935 yılında İsmet İnönü'nün gezisi sonucu saptadığı gözlem ve önerilerinden oluşan “Şark Islahat Raporu“ Dersim için özel bir planı ön görmektedir. Gizli olan bu plana göre silahların toplanmasından sonra valilik bir kolordu karargâhı olarak çalışacak, memurlar yerli halktan olmayacak, karargâhın asayiş, adalet, maliye, ekonomi, kültür, sağlık gibi şubeleri olacak, idam cezasına kadar her türlü infaz valilikçe yerine getirilecek, yargılama yöntemi basit, özel ve kesin olacaktır. İsmet İnönü'nün önerilerinden hareketle bu planı gerçekleştirmek üzere ilk adım olarak 25.12.1935 tarihli “Tunçeli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun“ çıkarılmıştır. (Tunceli değil Tunçeli). Kanunun 1. maddesi uyarınca Dersim'e vali, komutan ve 4. Umumi Müfettiş olarak Korgeneral Abdullah Alpdoğan atanmıştır. Bu komutan Kürtlerin tanıdığı bir isimdir. Koçgiri Ayaklanması'nı bastıran Merkez Ordu Komutanlığı kurmay başkanı ve ayaklanmayı bastıran Merkez Ordu Komutanı Nurettin Paşa'nın damadı. Hükümet demokratik yöntemler yerine despot düşünceli birisine hukuk dışı yetkiler vererek meseleyi içinden çıkılmaz hale getiriyordu. Kanunun en çok tartışılan maddeleri Korkomutan'a idam cezalarını onama ve uygulama yetkisi veren 32. ve 33. maddeleridir. Ancak yapılan eleştirilere rağmen bu maddeler de kabul edilmiştir. Hukukun, vicdanın ve ahlakın dışında ağır bir rejim uygulanmaya başlanmıştır. Kürtler asimilasyon politikalarından, anadilini konuşanlara eziyet edilmesinden, Kürtçe gazete ve yayınların yasaklanmasından, göçe zorlanarak yollarda telef olmaktan şikâyetçidirler. Kürt aydınları ve halk kurşunlanmakta, asılmakta ya da sürgüne gönderilmektedir. Zaten gergin bir bekleyişte olan bölgedeki Kürtler bu uygulamalar sonucu göç yollarında can vermek yerine ayaklanmayı seçmiş, mukadder sonuç her zaman olduğu gibi kendini göstermiştir. 21 Mart 1937'de başlayan Dersim Ayaklanması yine hava bombardımanı dahil yangın bombaları ve boğucu gazlar kullanılarak en ağır şekilde bastırılmıştır. 15 Temmuz 1938'te Mareşal Fevzi Çakmak'ın emriyle Dersim'e ikinci harekât başlatılmıştır. Mağaralarda saklananları dışarı çıkarmak için dinamit kullanılması sivil halkın çok kayıp vermesine neden olmuştur. İkinci harekâtta öldürülen isyancıların sayısı verilirken, silahsız sivil halkın kayıpları ise “ağır zayiat verdirildi“ şeklinde kapatılmıştır. 10 Ağustos'ta üçüncü harekât başlatılmıştır. Uçakların bombaladığı Aliboğazı mevkiinde ne kadar insan öldüğü konusunda bilgi verilmemiştir. Yapılan tarama eylemlerinde birçok kişi imha edilmiş, bir kısım insan da batıya gönderilmiştir. Harekât kıyım, imha ve tenkil hareketi olarak sürmüştür. Sonuç bir insanlık suçu olan kıyım ve sürgündür. Söz konusu harekâtlar kamuoyuna manevra olarak açıklanmakta, hakikat gizlenmektedir. Harekâtları bizzat yöneten Mareşal Çakmak Atatürk'e çektiği telgrafta manevranın sonuçlarını bildirmekte, Atatürk de cevabi telgrafta manevranın çok faydalı safhalar göstererek bitmiş olmasından dolayı kalbinin orduya karşı takdir ve şükran duygularıyla dolu olduğunu belirtmektedir. Dersim insanlık dışı faciasının sanığı o dönemin CHP'sidir. Bireysel insani trajediler ve toplumsal travmalar barındıran bir faciayı örnek olarak göstermek, CHP'nin Dersim'de donup kaldığının hakiki bir resmidir.