Skip to main content
Submitted by Anonymous (not verified) on 27 September 2009

Dersimli kızların öyküsü

SEVİLAY YÜKSELİR
27.09.2009

1938 yılının Dersim'i bugünün Tunceli'sinde yaşanan olayların ardından ailelerinden koparılan kız çocuklarının izini süren yazar ve yönetmen Nezahat Gündoğan çarpıcı öykülere ulaşmış. Gündoğan bu öyküleri belgesel yapıyor
Nezahat Gündoğan... 1937-38 yılları arasında Dersim olarak bilinen bölgede yaşananları ve o dönem onlarca çocuğun devlet tarafından ailesinden, köyünden koparılarak evlatlık veriliş öykülerini araştırmak için yola çıkmış bir Dersimli. Bugün yaşları 80 ile 85 arasında olan 10'dan fazla kayıp kız çocuğuna ulaşan Gündoğan, yaşanılan bu dramı yine o kayıp kız çocukların ağzından kayıtlara geçmek için bir belgesel hazırlıyor. Gündoğan, bizi kırmayarak kamuoyuna sunulduğunda çok ses getireceğine inandığı o belgeselden bazı ipuçlarını SABAH'a anlattı.

Nereden geldi bu belgeseli hazırlamak aklına?
Köken olarak Dersimliyim. Hep 1938 ve sonrasına dair trajik hikâyeleri dinleyerek büyüdüm. Yaşadığımız ülkede insanların yazılmayan tarihlerine karşı bir duyarlılığım var. Dersim tarihi üzerine bir çalışma yapıyorum yaklaşık üç senedir. Ancak benim filmimde esas üzerinde durduğum bu tarihsel süreci başlı başına ortaya kurmak değil, bir arka planı anlatmak. Üzerinde asıl durduğum konu 1938'de katledilenler, sürgüne gönderilenlerin yaşadıkları dramları dışında bir de o dönem çocukların yaşadığı dramlar. O dönem aileleri öldürülen ya da ailelerinden zorla alınan çocuklar. Özellikle de kız çocukları. Bunları anlatmak istiyorum.

Kayıp çocukların öykülerini anlatacaksın yani...
Kayıp değiller aslında. Araştırmamda bu çıktı ortaya. Hepsi o dönemde devlet tarafından kayda alınmış ve kaybolduğu sanılan o çocukların özellikle rütbeli asker ailelerinin yanlarına evlatlık olarak verildiği çıktı ortaya. Ben bu belgesel için yola çıkarken bunun birkaç çocukla sınırlı olduğunu sanıyordum. Ancak gördüm ki birkaç değil, onlarca çocuk. Belki de yüzlerce...

Devlet kayda almış derken ne demek istiyorsun?
O çocuklar hangi askerin himayesine verilmiş ise dönemin yetkili kurumları bunu kayda geçirmiş demek istiyorum. Çok enteresan bununla ilgili bir belgeye bile ulaştık. Dersimli İsmail Koç, o katliamdan 3 yıl sonra yani 1941'de hem kendi kızı hem de kardeşinin kızının izini sürmek için yola çıktığında, yetkili makamlara başvurduğunda kendisine bir belge veriliyor. Dönemin Salihli Kaymakamı imzasıyla İsmail Koç'a yazılı olarak deniliyor ki; "Aradığınız kızlar Yarbay Münip Yılmaztürk'ün nezaretindedir."

Çok ilginç. Peki sonra ne oluyor?
Sonrası çok tuhaf. İsmail Koç, yanında bir güvenlik görevlisi ile birlikte o yarbayın evine gidiyor. İstanbul Bebek'teki. Yarbayın eşi, "Eşim evde değil. Şu an müsait değilim. 3 gün sonra gelin" diyor. 3 gün sonra gittiğinde ise kafası kazıtılmış, başka iki kız çocuğu çıkarılıyor karşısına. "Bunlar benim aradıklarım değil" diyor. Yarbayın eşi ise, "Bizdekiler bunlar" deyip, kapıyı kapatıyor. Dersimli İsmail daha sonra yine iz sürmeye çalışıyor ama muvaffak olamıyor. İşte belgeselin ana konusu da bu bulunamayan iki amca kızı ile bulunan bir başka amca kızlarının öyküsünü tüm dramıyla gözler önüne seriyor.

Bulunan amca kızlarının öyküsünü anlat bize biraz...
Bunlardan biri Samsun'da bir asker aileye evlatlık verilmiş. Aklı eriyor olan bitene. 10 yıl sonra ailesini bulmak için yola çıkıyor ve buluyor onları. Diğeri ise şu anda Adıyaman'da yaşıyor. O da ailesini 65 yıl sonra buluyor. Filmde ve daha sonra kitaba dönüşecek bu öyküleri onların ağzından çok daha detaylı öğreneceksiniz. İnanılmaz dramlar var bu öykülerde.

Sadece kız çocukları mı var belgeselinde.
Evet. Ne yazık ki sadece kız çocukları. Bu bir devlet politikası çünkü. Röportaj yaptığım bir kadına, "Niye sizi evlatlık verdiler?" diye sorduğumda, "Hükümet kararıydı bu" dedi. Benim üzerimde durduğum en önemli konulardan biri bu.

O zamanki devletin bu kararındaki niyet neydi?
37-38'de neler yaşandığı bir parçası olarak dedim ya çeşitli projeler geliştirildi. Şimdi o süreçte "Ulus yaratma da, dil ve kültür birliği yaratma da" önemli konulardan biri de özellikle kız çocuklarının yetiştirilmesiydi. Evlatlık olarak kızlar verilmiş. Verilemeyenler için de Elazığ'da Sıdıka Avar adlı bir öğretmenin öncülüğünde bir kız enstitüsü kurulmuş. Kız çocukları oraya gönderilip bunlara Türk kültürü öğretiliyor. Avar kendini misyoner bir Türk öğretmeni olarak tanımlıyor. Tek amacı da Türk dilini ve kültürünü o bölgedeki kızlara aşılamak ve öğretmek.

DERSİMLİ İSMAİL KOÇ'A VERİLEN EVLATLIK BELGESİ
1938 olaylarından 3 yıl sonra kızının ve yeğeninin izini süren İsmail Koç'a dönemin Salihli Kaymakamı Necati Vardar tarafından verilen yazıda aynen şöyle deniliyor: Kazamızın tatarislam köyüne yerleştirilen tunçeli göçmenlerinden hüseyin oğlu İsmail koçun İstanbul da bulunan yarbay münip yılmaz türkün nezdinde bulunduğu anlaşılan kız çocuklarını alıp gelmek üzere Dahiliye vekaletinin emirlerine atfen Manisa valiliğinin emniyet müdürlüğünün ifadesine 1/2/941 gün ve 3/1 D.41/137 sayılı emirleri mucibince mazereti tahakkuk etmiş bulunmasından İstanbul ve Zonguldağa gidip gelmek üzere 15 gün mezuniyet verilmiş olduğuna dair vesikadır. 5/2/941

YILLAR SONRA AİLELERİNE KAVUŞTULAR
Huriye ve Fatma (solda) amca torunları. Aynı köyde dünyaya geldiler. Çocukluklarının ilk yılları birlikte geçti. 1938 harekâtıyla ailelerinden ve köklerinden koparıldı. Harekâtı yönetenler tarafından Huriye Samsun'da, Fatma ise Malatya'da rütbeli askerlere "evlatlık" verildi. Huriye 10 yıl, Fatma ise 65 yıl sonra ailesine kavuşabildi.

Eski Genelkurmay Başkanı Orbay iki Dersimli kızı evlat edinmiş

SEVİLAY YÜKSELİR
27.09.2009

Neden özellikle kız çocukları?
Çünkü şu mantığın yön verdiğini düşünüyorum. İsmet İnönü'nün hazırladığı Kürt-Doğu raporlarında da özellikle "Dil birliğini, kültür birliğini, ulus birliğini yaratmak zorundayız, onun için de aile çok önemli. Aileyi de var eden kadındır" deniliyor. Dolayısıyla yeni kuşakların da iyi Türk olarak yetişmesini sağlamak anlamına geliyor.

Bize vereceğin bir örnek var mı?
Olmaz mı? Mesela 38 harekâtını yöneten Kazım Orbay. Eski Genelkurmay Başkanı. Belgeselde ulaştığımız örneklerden biri o mesela. Orbay'ın bir erkek çocuğu var. Ona rağmen iki Dersimli kızı evlat edinmiş. Daha doğrusu besleme olarak almış yanına. Çünkü nüfusuna geçirmemiş.

Bulabildin mi onları?
Evet kimsenin bilmediği bir gerçekti ne yazık ki bu. Biri 13-14 yaşlarında, diğeri 6-7 yaşlarında aynı köyden iki kız. Kızlardan biri konuşmak istemedi.

Ailelerinden nasıl koparılmış ve evlatlık verilmişler?
Ondan fazla kişiye ulaştım. Ve hepsinin ortak noktası şu öykülerinde. Mesela bu çocuklar Elazığ'da toplanıyor. İlk etapta saçları kazıtılıyor, elbiseleri değiştiriliyor ve medenileştiriliyorlar. Bunlar birbirinden bağımsız dinlediğim öyküler. Sonra da merkezi bir yerde toplanıp ya bir okulda toplanıyorlar ya da askerinin denetiminde olan bir yerde oradan da Türkiye'nin değişik illerine ailelerin olduğu yerlere dağıtılıyorlar.

Genelkurmay'ın elindeki bilgi ve belgeleri paylaşmasını isteriz

Belgesel ne zaman izlenecek?
Çok kısa bir zaman sonra. Kaba montajını yaptık. Film bitince kitabı yazmaya başlayacağım.

Amaç kayıpları bulmak mı?
Tabiii ki değil. Benim de, bu filme destek olan akademisyenlerin de asıl amacı Türkiye'nin karanlıkta kalmış, üstü örtülmüş bilinmeyen tarihin aydınlanmasını sağlamak. Bu bir yüzleşme aslında.

Yetkililerden istediğin bir şey var mı?
Onlara bir mesajın. Bir kere en başta Genelkurmay'ın elindeki bilgi ve belgeleri bizimle paylaşmasını isteriz. Hala bulunamamış onlarca kişiye ulaşmak ve onları aileleriyle kavuşturmak için Genelkurmayın desteğine ihtiyacımız var. Ve eğer ki demokratik açılım konusunda samimi ise yetkililer bu belgeleri açıklamaları lazım. Bu evlatlıklar artık 80'li yaşlarda. Bunları eski kültürüne mi döndüreceksin? Mümkün değil ama en azından nereden geldiğini, neler yaşadığını görmesi ve hayata gözlerini yummadan rahat bir nefes alması sağlanır bu açılımla.

Kenan Evren'in eşi de Dersim evlatlığı mı?

Çok ilginç isimler var mı Dersim kayıplarından olduğu iddia edilen?
Var elbette. Ama daha araştırma halindeyim.

Mesela?
Mesela Kenan Evren'in eşi Sekine Evren'in de bir evlatlık olduğu iddia ediliyor. Bu konu üzerinde Dersim kökenli olup başka yerlere göçmüş olan birçok insanla yaptığım röportajlarda karşıma çıkan iddialardan biri de bu. Ama sadece bir iddia. Araştırıyorum. Henüz, "Evet böyledir" diyecek bir noktada değilim. Ancak ulaştığımız bazı bulgular bu iddiayı güçlendiren nitelikte.

Bizimle paylaşır mısınız?
Bu konuda şimdi çok fazla bir şey söylemek istemiyorum. Çünkü bu önemli bir iddiadır ve üzerinde durulması gereken bir şeydir. Bir şehir efsanesi de olabilir. Ancak Sekine Evren'in kendi kızları Sakine olduğunu iddia eden ailenin büyükleri yaşamıyor. Bir dönem bunu araştırmışlar da. O dönemde gündemlerinde olan bazı bulgulardan hareketle söylüyorlar. Sakine'nin Manisa Alaşehir'de bir tüccara evlatlık verildiği duyumunu o dönem almışlar. Çünkü o dönem çocukları kayıp olan aileler o çocukların izlerini sürmeye kendi olanakları ile ki o koşullarda yine devam ettirmeye çalışmışlar. Ben de yine onların elindeki bulgulardan yola çıkıp iddiayı araştırıyorum. Ama tabii söz konusu kişi Kenan Evren'in eşi olunca araştırmada yol almak da zor oluyor.

BİR ARADA TUTULMADILAR
Dersim'den sürgün edilen birçok aile Manisa ve civarında mı konuşlandırılmış peki?
Türkiye'nin her bir yanı ama özellikle Türk yerleşim bölgeleri. Kütahya, Aydın, Uşak, Manisa ve civarları bunların arasında. Zaten sürgüne gönderilen aileler parçalanarak gönderiliyor. Biri diyelim Samsun'a Amasya'ya gönderiliyor, diğeri Konya'ya gönderiliyor. Ya da her köye ancak iki aile olabilecek şekilde plan yapılıyor. Onların sayıları belirlenmiş. Buradaki politika da yine aynı mantık; "Bunlar bir arada olduğu sürece yine dillerini, kültürlerini yaşatmaya devam edecekler. O nedenle ayrı tutalım" kafası. Ve sürgün edilenler özellikle Türk köylerine veriliyor ki oradaki asimilasyon hızlı bir şekilde yaşansın. İşte o süreçte kayıp olan Sakine'nin de Alaşehir'de evlatlık verildiği iddia ediliyor. Ailenin esas büyükleri yaşamadıkları için bu iddiayı devam ettirenler var. Şu an çok açıklamadığım benim de araştırmalarım sonucunda bu verileri güçlendiren bulgular var ama açıkçası daha olgunlaşması gerekiyor.

Kaynak: Sabah Gazetesi

Anonymous (not verified)

Sun, 2009-09-27 13:55

Hatice Hanım 38 Sürgün Anılarını Anlatıyor 18.02.2009 16:07 Uhr 38 Sürgünlerinden Hatice Hanım anılarını anlatıyor "Serçe" Romanın Yazarı Cıvrailê Khêji'in Tornu Hatice Hanım Kaynak: Ap Mursao Areyiz Yer: Cıvrailê Khêji'in Köyü Gewreke Tarih: Dersim, 1991 © www.mamekiye.de Bizim mağaranın yakınına bir bomba düşmüştü. Ben de mağaranın önüne doğru gitmiştim. Taş sıçradı. Boynuma sıçramıştı taş. Annem geldi beni içeriye aldı, taşı çıkarttı. Aradan zaman geçti, tabii ne kadar geçti bilmiyorum. Ortalık sakinleşmişti, erkekler meydana çıkmıştı. Çocuklar bağırıyordu, mağarada olanlar gelsinler diye. Dedem sakin bir insandı, yavaş yavaş herkese bir şeyler izah ediyordu. -Dede Cebrail Ağa (Cıvrailê Khêji) Cebrail Ağa. Herhalde ölenler de vardı, yukarıda kartallar uçuşuyordu. İnsanlar tabii o zamanlar daha az bilinçliydi. Bazıları teyyare olduğuna inanıyorlardı. Dedem onlar teyyare değil kartal, ölenleri yiyorlar diyordu. Sonbahar mevsimiydi, herhalde...Gece bize bir sürü silahlı insanlar geliyordu. Dedemin büyük bir avlusu vardı, orada kalıyorlardı. Sabaha karşı gidiyorlardı. Bir gün sabahleyin kalktığımda abim yanımdaydı. Bütün köy boşalmıştı. Nereye gittiklerini tabii ben bilmiyordum. Ama abim benden biraz daha büyüktü; „bacım“ dedi, „giyin biz gidiyoruz“. „Nereye abi“ dedim. „Annem söyledi, yolu ben biliyorum, gideriz“, dedi. Yola çıktık, orman yolundan yürüyorduk. Ben ufaktım pek iyi yürüyemiyordum. Eline bir ince çubuk almıştı. Bazen vuruyordu bana, „kız yürüsene, bak akşam oldu yetişemiyeceğiz“. Velhasıl güneş doğmak üzere bir büyük yaylaya geldik, ismi nedir bilmiyorum. Orada davar(hayvan) kesilmişti, davar yiyorlardı. Izgara kızartıyorlardı. Neyse bizde yedik. Sabaha karşı bütün erkekler ve kadınlar toplandı. Yola çıktık kalabalık bir kafile halinde. Bir mağaraya gittik, büyük bir mağaraydı. Dedem, babam annem, kardeşlerim, amcalarımın bazıları, onların hanımları, çocukları... Ne kadar mağarada kaldık iyi bilmiyorum, tabii çocuktum. Bir 15 gün mü, 1 ay mı, daha mı fazla bilmiyorum. Mağaradan gelip bizi aldılar. Babamın da içinde olduğu grup bizi Yusufhanlıların köyüne götürdü. Nenem, ben, annem, amcalarımın bazı hanımları, onların çocukları, abim. Bir zaman orada kaldık. Herhalde bir mevsimdi, ilkbahar mevsimiydi. Köyü askerler bastı. Bizi götürmek üzere, nereye götüreceklerdi bilmiyorum. Nenem, annem, yengelerim yalvardılar, sonra bizi bırakıp gittiler askerler. Aradan bir zaman geçti, yine gelip bastılar, yine bizi götürmek istediler. Yine yalvardı büyüklerimiz. Bu arada babam, amcalarım, dedem dağda kalıyorlardı. Babam her akşam geliyor, sabaha karşı gidiyordu. Askerler geldi, bu sefer bayağı bağırdılar çağırdılar, dövmeye kalktılar büyüklerimizi. Bunlar ağlaştılar, yalvardılar askerler yine bırakıp gitti. Üçüncü bir defa...Koca kitap yazsanız yine sığmaz. Bir gün öğlene doğruydu. Şişman, esmer, ortaboylu bir adam geldi. Karasuratlı. Annemle, babaannem ağlaşıyorlardı. Yengelerim de öyle. Bir de halam vardı, o da... Biz tabii çocuktuk, onları seyrediyorduk. Soruyorduk neden ağlıyorsunuz? Ağlıyorlardı. Yalvarıyorlardı kürtçe(bizim dilde Kırmancki): „ Evladım, bu çocukları saklayalım, bizi götürün“ diyorlardı. Adam yine ısrar ediyordu, „hayır“ diyordu, „asker aşağıda bekliyor, biz götürüp sizi askerlere teslim etmek mecburiyetindeyiz“. Nenem çok ağladı, çok yalvardı. Dedi: „ Hiç olmazsa bu iki çocuğu saklayın“. Bizi götürün, bize ne yaparlarsa yapsınlar, ama bu çocukların günahı ne“ dedi. Adam “yok olmaz“ dedi. Askerler tabanlarımızı yararlar, tuz basarlar, ....yalatırlar“ dedi. „Biz o işkenceye gelemeyiz, biz mecburuz çocukları da götürmeye. Annemler, nenem yine yalvardılar, dediler: „çocuk sayısını nerden bilecekler ki, sen simdi böyle söylüyorsun. Sen de insansın, bunlar çocuktur, ne günahları var. En azından bu bir kaç çocuğu sizin yanınızda saklayayım.“ Adam dedi: „ Yok, biz kabül etmeyiz.“ Velhasıl, hepimizi toplayıp götürdüler. Bir sürü insandık. Her halde bir 15-20 dakika yol yürüdük. Bir sürü asker, subay bizi karşıladılar. Hepimizi aldılar. Sel gibi insan vardı, bir sürü kafile...Çocuktum tabii, hepsini tanıyamam ama, onları da bizim gibi toplayıp getirmişlerdi. Bir yarım saat kadar yol yürüdük, askerler ve bütün kafile. Ağaçlıklı bir yere geldik orada dinlenme molası verdi askerler. Askerin bir tanesi geldi annemin yanına, işaret etti boynuyla, sizi götürüp kesecekler dedi. Çocukları kaçırın saklayın ormanda dedi. Annem gözünü kapattı, yani elbet yahut biliyorum manasında. Görmüş olacaklar ki bunu, o askeri aldılar götürdüler bir ağacın altında hemen kurşuna dizdiler. Ve kaldırdılar bizleri, hepimizi. Fakat hepimiz çok susamıştık, çok sıcaktı. Yola devam ediyorduk. Bir sürü asker ve pek çok insan, büyük bir kafile. Bugünkü tahminime göre 600-700 kişi vardık. Ama bunların hepsi çocuktu, kadındı ve yaşlıydı. Genç yetişmiş çocuklar da vardı. 15-16 yaşında erkek çocukları da vardı. Epeyce yol alıp velhasıl büyük bir suyun kenarına gelmiştik. Uzaktan görünüyordu, suyun diğer kenarında büyük erkekler vardı. Delikanlılar, orta yaşlılar, yaşlılar. Onlarda ayrı bir kafile olarak gelmişlerdi. Arada bir taş vardı, tepelikti yani. Bizler muazzam bir düzlükteydik, onlarda diğer tarafda düzlüktelerdi. Tahminlerime göre 3-4 saat orada oturduk. -Bu düzlüklerin ismini biliyor musun? Düzlük, Harçik`in üst tarafı. Orda bir tepelik var duruyor hala, ben yerini biliyorum. İsmi Harçik. Büyük bir tarla vardır bu tarafında, diğer tarafında da büyük bir kumsal düzlük vardı, işte oraya insanlar sel gibi doldular. Öteki tarafta erkekler, bu tarafda da kadınlar, yaşlılar, çocuklar. 3-4 saat oturduktan sonra ben devamlı yalvarıyordum. Su, munzur yanımızda. Su diyor, suya da bırakmıyorlar kimseyi su içsin. Yalvarıyoruz su da vermiyorlar bize. Ben herhalde paniğe kapıldım ya da çok susamıstım, neneme yalvardım. Dedim: “Bu halam beni götürsün suya itsin ne olur“. Annemin boynuna sarıldım, ağladım. “Anne beni suya itsin“. Herhalde insiyatif olaraktan öldürüleceğimizi anlamıştık. Ben de anlamıştım çocuk olduğum halde. Nenem yalvardı askerin birine. O gitti subayıydı herhalde ona söyledi, çağırdı, geldi. Ona yalvardı: „Bu çocuk çok susamış“. Dedi: „Ufak bir kap yanına al, su içir, gelirken de getirsin“. Neyse...Biz suyun kenarına gittik. Halam elini koydu, halama yalvardım, „beni suya it“ dedim. „Nasılsa yaşamıyacak“ dedi nenem, „it gitsin“, biz gitmeden evvel. „Madem o kadar istiyor, it gitsin, nasıl olsa yaşamıyacak, öyle öleceğine istediği gibi ölsün“ dedi. Suyun kenarına gittik. Tam halam elini koydu ki beni itsin, asker arkadan süngüyü soktu halama. Velhasıl geri döndük geldik. Bir süre sonra emir verdiler. „Yatın“ dediler. „Yüzükoyun yatacaksınız“. Yüzükoyun yatmaya basladılar. Ben suya bakıyorum, aklım suda. Öteki tarafdan pat pat pat sesler duyuyorum, silah sesleri. Ooo delikanlı, erkekler suyun üstünde gidiyor. O zaman su çoktu, simdiki gibi değildi. O zaman akan Munzur suyu büyük bir suydu. Sel gibi insanlar suyun üzerinde. Vurulan suya gidiyordu. Görmüyoruz çünkü aramızda kaya var ya. Ama suyun üzerinde giderken görüyoruz insanları, bir sürü insan. Ondan sonra bizi dizdiler, yüzükoyun. Başladı silahlar patlamaya. Ben ninemin koltuğunun altına düşmüştüm. O benim kafamı sol koltuğunun altına sakladı. Dedi: „Çena mı(kızım), kafanı buradan çıkarma, belki ölmezsin“. Sözünü dinledim, kafamı onun koltuğunun altına soktum. Biraz sonra bir ses duydum „Ahh“ diye. Kafamı bir kaldırdım baktım ki, rahmetli nenemin kafası böyle açılmıstı, lale gibi, beyni dışarıya çıkmıştı, ölmüştü. Yine kafamı soktum sol koltuğunun altına, durdum öyle. Karanlık olmuştu. O zamana kadar sürekli makinalı tüfeklerle vuruyorlardı milleti. Baktım orama burama bir şeyler batıyordu. Ha, ha süngü tabii. Bu benim sol tarafimda hayır kalmamıştı. Zaten asker dolu, belki ölmemişlerdir diye bu seferde süngülüyorlar. Tabii arada bir bakıyorsun. O gebe kadınlar var, karınları yarılıyor, çocuklarını havaya kaldırıyorlar. Faciha. Sanki nedir yani. Öyle bir katliam ki görülmemiş bir sey. Böyle o gebe kadınların karnından çocukları çıkartıp havaya fırlatıyorlar. Kafilenin içinde bir sürü gebe kadınlar var. Rastgele yani. Çocukları süngüyle havaya kaldırıyorlar atıyorlar. Kafanı kaldırdığın zaman görüyorsun büyük bir felaketle karşı karşıyasın. Mecburen o felaketi görmemek için sanki kuma kafanı sokuyorsun, saklıyorsun. Neyse karanlık olmuştu, geldiler. Sıradan süngülüyorlar zaten. Beni de süngülüyorlar. Benim bu sol tarafım tamamen süngü yarası içindedir. Bak bir tanesi budur. Bu tabii büyümüşüm de geçmiş mesela. -Evet, görünüyor. Fakat şansa bakın, bir tane de göğsüme batırdılar, şöyle kocamandı, yine de kurtuldum. Abimi de süngülemişler. Karanlık çökmüştü. İnisiyatif olarak insan anlıyor demek ki. O arada çok uyanık oluyor her halde. Süngülemişler, öldürmüşler, vurmuşlar ondan sonra bir de nefesini koklama olayı var. Şimdi sıradan asker yanında birisi duruyor. Subay mı artık asker mi bilmiyorum. Ama iki kişi var onu çok iyi biliyorum. Diyor: „Eğil kulağını ağzına tut“. Nefesi geliyorsa ölmemiş. Yani süngülemeye devam edecekler. İşte o zaman onlardan ben o hileyi öğrendim. Dedi: „ Eğil, bak. Ölmüş mü ölmemiş mı?“ Asker getirdi kulağını yapıştırdı, ben nefesimi tuttum. Dedi: „Ölmüş kumandanım.“ Bacağımdan tuttu, sürükledi, götürdü Munzura attı beni. Attı yarı tarafım suyun içinde, üsttarafımda suyun yüzünde duruyor. Neyse epey öyle sesler devam etti. Karanlıkta çökmüştü. Bir ara sessizlik oldu. Baktim „Heji, Heji!! “bir ses çağırıyor. Dedim: “Abi, ben buradayım.“ “Sen ölmedin mi bacım“ dedi. Dedim: “Ne yapayım, ölmemişim.“ Geldi. Dedim: “Abi, abi, kim var bizden ölü, kim sağ?“ “Bacım“ dedi. “Hepsini paramparça etmişler, bir ikimiz sağ kalmışız.“ Dedim: “Sen nasılsın?“ Dedi: “Ben sırtımdan çok yaralıyım.“ Dedim: “ O zaman iyi, beni bırak git, bende hal yok abi“ dedim. Dedi: „ Yok, ben ölsem de bacımı bırakmam.“ Tuttu kollarımdan çekti beni sudan çıkardı. Dedi: “Bacı ayağı kalk“ Dedim: “Bacın ayağı kalkamıyor, sen git. Belki senin canın kurtulur, ben yürüyemiyorum.“ Neyse çekti beni epey bir sürükledi. Dedi: “Bir sey olmaz, biraz gayret et, tek ayağın iyidir. Bu tarafına da bana yaslanırsın, biraz yürürsün. Etrafıma baktım ki, duman tutmasın ne bakayım, bir sürü çocuk var. Kimisinin bağırsakları yere düsmüs, topluyor o can havliyle yine kosmaya çalısıyor, kurtulsun diye... Ay ışığı var, parlıyor böyle. Dedim: “ Abi baksana bir sürü insan var“. Dedi: “Bacım, kurtulan kurtulur. Zaten bunların bağırsakları çıkmış kim kurtulur. Şimdi gaz getirmeye gittiler, yakacaklar. Gel surada ormana bir yere saklanalım. Onlardan da kaçabilen kaçsın, hiç olmazsa yanmasınlar. Dedim: “ Abi ne diyorsun sen? İnsanları nasıl yakarlar?“ Dedi: “Ben biraz türkçe anlıyorum. Gittiler gaz getirmeye. Ölüleri yakacaklar, kalanlar ağır yaralı olanlar da yanacak“ dedi. Neyse aldı beni sürükleye sürekleye götürdü. Kah omuzunda, kah sırtında kah kucağına alaraktan. Yakınında ufak orman vardı. Beni ormanın içine yatırdı. Gitti meşe yaprakları kesti, getirdi altıma döşedi. Ondan sonra üstüme örttü, kolunu da koydu başımın altına. “Hadi biraz uyu bacım“ dedi. Şafak sökmüştü, uyandık. Yürüyemiyorum. “Ya bacım“ dedi, “babamıza ulaşmak mecburiyetindeyiz, gayret edip yürüyelim“. “Abi uzak mı?“ diye sordum, “uzak“ dedi. Tabii gayret ediyorum. Tek ayağım sağlam, onun üstünde, o da sol tarafıma giriyor öyle öyle yolda ilerliyoruz. Biraz sonra önümüze iki üç tane sivil, buranın çocukları çıktılar. Dediler: “Arıyorlar, ama siz bir tarafa saklanın, biz deriz ki görmedik.“ Neyse, abim sevindi, gittik biz bir meşenin içine yine saklandık. -Sizi arıyorlar yani? Arıyorlar. Kurtulanları onlar sezmişler. Bizimle bereber bir sürü başka çocuk da kurtuldu. Tabii herkes bir tarafa dağıldı, toplu ele geçirmesinler diye. Herkes kendi başına. Bir faciadır, bunun daha ötesi yok. Ondan sonra, bayağı hava kararmıştı. Yine bir iki kişi bizi gördü, böyle delikanlılar. Onlar da dedi: „Saklanın, biz deriz görmedik“. Velhasıl yine Yusufhanlılar`ın köyüne gittik biz. Gittik hava kararmıştı. -Hangi köy olduğunu biliyor musunuz? Onu abim çok iyi biliyor. Köyün ismini bilmiyorum ama köye gittiğimizi biliyorum. Hatırlayamıyorum, tabii çocuktum. Gittik, bir aile aldı bizi. Biraz kuru ekmek, çökelek verdi. Ben böyle eğik vaziyetteyim, abim yaralı. Bir adam geldi silah ile bizi öldürecek. Dedi: “Bunlar bizim köye geldiler, bela mı? Biz bunları öldürürüz.“ Bir kadın üstümüze kapandı dedi: „Wıyyy, Allah göstermesin. Hüseyin (Wusenê Cıvrailê Khêji), Kamer (Qemerê Cıvrailê Khêji) bizi asarlar. Onlardan dört kişi dağdadır. Köyü ateşe verirler. Siz bu çocukları nasıl öldürürsünüz, bırakın gitsinler. Beni vurun, sonra bu çocukları vurun.“ Neyse bıraktılar adamlar o korkudan. Attılar bizi dışarıya. Biz yine iki kardeş yola düştük. -Yaralarınızı sarmadılar yani? Yok yok, yara mara sarmak ne? Zaten üstümüz başımız kan içinde, hepsi birbirine yapışmış. Yürüyoruz öyle, artık kaç gün yürüdük bilmiyorum. Ormanın içinde yürüyoruz. Sürekli ben ağlıyorum. “Abi karnım acıktı, ben susadım.“ Gidiyor abim meşe yapraklarının üstüne kahverengi damlalar oluyordu, bal rengi(Hemge). Onları topluyor getiriyor bana yalatıyor. Saklanıyoruz da tabii, meşenin çok olduğu yerlerden gidiyoruz. Ben su diye tutturmuşum, susuzluktan ölmüşüm. Abimde susamış tabii o da aç ama o biraz daha benden büyük, daha gayret gösteriyor. Öyle kaç gün ormanın içinde kaldık bilmiyorum. Helhalde 3-4 gün kaldık. Ben kurtlanmıştım, kurt düşmüştü. Arada parmağını sokuyor benim yaralarımın içinden kurtları çıkarıp atıyor. Ağlıyor. Diyorum, „Abi beni bırak git. Hiç olmazsa sen babamın yanına gidersin.“ “Ben bacımı nasıl bırakırım, insan bacısını bırakır mı? Ölürsek beraber ölürüz“ diyor. O bir ara asker görmüş. Dedi: „Bacı bacı, askerler odur bizi arıyor.“ Dedim: „Abi yapacak bi sey yok.“ Ufak bir mağaranın önüne götürdüm. O da tabii çocuktur. Mağaranın içine beni tıktı, önüme de yattı. Dedi: „Beni askerler görsünler, bari seni görmesinler“. Neyse o askerin bir tanesi geldi baktı gitti, nedense bilmiyorum. -Sizi gördü yani? Abimi gördü. Beni gördü mü görmedi mi bilmiyorum, ben de onun arkasındaydım. Bu çıktı gitti. Bekledik biz asker filan gelmedi. Biz yine yola devam ettik. Bizim yaylaymış yukarı tarafda. Ben buraya döndükten sonra ismini söyledi. Suya rastgeldik. „Aman abi gidip su içelim ordan.“ İki kardeş gittik oradan su içmeye. Tam ellerimizi koyduk ki su içelim... Bir ses: „Duur!!!“ Biz yerimizde kaldık. Bir asker üstümüze geldi, bir asker üstümüze geldi, Allahım zannedersin ki bir büyük kafileyiz. Halbü ki topu topu iki yaralı çocuğuz. Abim dedi ki: „Bu çok yaralı, kurtta düşmüş yürüyemiyor.“ Dedi: „Sırtına al, ulan.“ Abim dedi: „Ben sırtımdan çok yaralıyım, nasıl alayım sırtıma?“ Neyse, biraz sürükledi beni kolumdan tutup askerler. Baktılar, dedi: „Bu tarafını tutalım o tek ayağınla da yürürsün.“ Suyu da içirmediler bize. Geldik askerlerin içine. Bir sürü asker, subay. İki çocuk yakalamışlar ama bir sürü asker. Tabii küfürler, pis laflar o kadar olsun. Yarım saat kadar yürümüştük, tabii yürümek denilirse buna. Bir de baktık ki ne bakalım bir sürü bizim gibi insan yakalamışlar. Yaralılar, gençler, kadınlar. Çoğu genç delikanlı insanlardı. İçlerinde en çok yürüyemeyen bendim. O asker ve kafile yol alıyor, uzun bir mesafe kalıyor arada, böyle kuş gibi görünüyorlar, dur diyorlar, duruyorlar. Askerin birini benim yanıma bırakmışlardı. Ben yalvarıyorum biraz su vermesi için. Diyor: „Su veremem, yasaktır.“ Su yasaktı bak, önünde damacanası var. Ben ağladım dedim: „Çok susadım, yürüyemiyorum, ne olur birazcık su ver.“ Döndü dedi: „Kimse görmesin yoksa beni de öldürürler.“ Damacanayı vermedi, döktü böyle ağzıma. Neyse öyle öyle, akşam oldu, Kızıltepe (Koê Sur) diye bir yere geldik. Çeşme yapmışlar, çeşme akıyor. Bir sürü çadırlar. Asker çadırları. Bir sürü insan. Ha gelmeden evvel, bakın onu unuttum. Sık bir ormana geldik, Kızıltepeye gelmeden. -Bu Kızıltepe dediğin Kızıldağ olmasın? Kızıldağ`da Kızıltepe diyordu adam. Kızıldağa gelmeden evvel sık bir ormana geldik. Tabii o milleti götürüyor askerler, yani döve döve küfrede küfrede. O gençlere dipçiklerle vuruyorlar. Arada bir süngü dürtüyorlar. O sık ormana gelince gençler dayanamadılar ormanın içine daldılar, kaçıştılar. Anam o makinalı tüfekler hazırmış sanki. Arkalarından dır dır dır dır taramaya başladılar. O gençler ağaç gibi böyle devrildiler devrildiler devrildiler. Tabii çoluk çocuk kaldık biz. Gençler orda gitti, hepsini öldürdüler. Sırtlarından hepsini makinalı tüfeklerle taradılar. Çoluk çocuk iste, kadınlar bizi aldılar o Kızıldağ`a doğru yola devam ettik. Gittik. Böyle çeşme akıyor. Ben hemen çeşmeyi görünce o tek ayağımla seke seke çeşmeye koştum ki su içeyim. Bir sürü asker bir koşuştular. Dediler: “Nedir su mu içeceksin? Çekil ordan, Kürt piçi, su içecekmiş, hele suna bak“. Sanki büyük bir suç işlemişim. İçermediler suyu. O taşlar ellerinde, dolduruyorlar taslarını, Allah sizi inandırsın...İçiyorlar o kalan artık suyu yüzüme atıyorlar, ben yüzüme akan damlaları yalıyorum. Bırakmıyorlar su içelim. Neyse akşam oldu hava kararmıştı. Bizi içeriye aldılar. Bir bina vardı, bina gibi miydi artık, oraya aldılar. Rahmetli herhalde Fevzi Çakmak`tı. Abimi başka bir yere aldılar, beni başka bir yere aldılar. Abimi daha evvel almış, sonra da beni aldı Fevzi Çakmak. Tek başınaydı. Dedi: “ Kızım söyle dedenin ismi nedir? Dedim “Dedemin ismi Çilekeş`tir.“ Dedi: “ Babanın ismi ne“. “Babamı söylemem“ dedim. “Kızım söyle sana altın vereceğim“ dedi. Dedim: “Yok söylemiyorum babamın ismini“. “Niye söylemiyorsun, dedi, “baban nerde?“ Dedim: “bilmiyorum sana ne babam nerde?“ -Bunları söylerken tercüman vasıtasıyla mı söyleyebiliyordun? Yoo, biraz Kürtçe biliyordu. Öyle kesik kesik anlatıyordu, anlaşıyorduk. Diyordu, „Sana altın vereceğim, sen babanın ismini söyle“. Kürtçe söylüyordu, sonra abim söyledi, Fevzi Çakmak`mış. O gün oraya gelmiş, zaten o gün de vur emri durdurulmuş. Buna rağmen giderken vurdular. Bakın vur emri durmuş, dikkatinizi çekerim, buna rağmen giderken gençleri vurdular. Altını verdi bana, ben almadım, attım. Ağladı. Dedi, „Bu çocuğu götürün tedavi ettirin“. Götürdüler bir odada yatırdılar, yani bir yatakta yatırdılar. Ertesi günü geldiler -öyle bu kadar kemikler gözüküyordu- yaralarımı temizlediler, kurtları murtları temizlediler. Ama insanları getiriyorlar sırtlarıyla o askerler atıyorlar böyle balık istifi gibi üst üste. Yani yatak matak değil ha.. O çadırlara, o ortalara, o koridorlara, höle üst üste atıyorlar. Kim kimin altından çıkabilirse, yahut kim kurtulabilirse. Öyle bir felaket, öyle bir facia. Neyse o geldi ertesi günü, dedi, “Çena mı bu doktor seni evlatlık almak istiyor, sana baba olmak istiyor“. Dedim, “Yok, ona baba demem“ dedim. “Öyleyse uzaklara gideceksin“ dedi. Dedim, “giderim, bir şey olmaz“. Hastaneden çıkardılar bizi, Elazığ'a yolladılar. Elazığ'da çadırlara koydular. Orda da tedavi ettiler. Yaralarımız tam iyileşmemişti. Abim çok hasta olmuştu, bir kaç gün onu göstermedilar bana. Artık orda 1 ay, 1,5 ay ne kadar tedavi ettiler bilmiyorum. Ondan sonra siyah vagonlara bindirdilar bizi. İnsan seli, üst üste atıyorlar böyle. Vagonlarla Kütahya`ya geldik. Kütahya`nin bir köyüne geldik. Ama açız. -Tuncelililer çok tabii? Ya millet, sel gibi insanlar. Hepsini kara vagona doldurdular, hepsi de çoluk çocuk, kadın...İçimizde yani öyle erkek merkek yok. Aklı başında erkek yok. Kadınlar...Kimisi çıldırmış o hadiselerden, o vurulmalardan. Bizle bereber bir Elif vardı mesela, o da Demenanlıydı, yani bizim akraba sayılır. Kadın çıldırmıştı. Ekmek istiyoruz, kadın dövüyor. Yani aklını kaçırmış kadın o hadiselerden, az bir şey degil. Neyse Kütahya'ya geldik, bir köyde tuttular. Fakat karnımız aç, zaten trende gelirken bize bi şey vermemişler. Ne ekmek vermişler ne su vermişler, açlıktan ölüyoruz böyle yani. Ha onu unuttum...Elazigda bizi götürdüler bir camiye doldurdular, yakmak üzere. Ondan sonra nedense vazgeçtiler. Neden vazgeçtiler onu bilmiyorum tabii. Ondan sonra vagonlara bindirdiler, yani yok etmek için yakacaklardı. Neden yakmadılar neden vazgeçtiler bilmiyorum. Ondan sonra işte kara vogona bindirdiler. Yani hayvan davar tıkar gibi tıktılar üst üste bizi. Çoluk çocuk, ufak büyük, yaşlı, genç kadınlar, kimi çıldırmış. Öyle doldurdular, Kütahya'nın bir köyüne. E ekmek yok, su yok, duman tutmasın bizi, açlıktan ölüyoruz. Ben ağlıyorum, yalvarıyorum, „abi“ diyorum „çok acıkmışım.“ „Bacı bacı“ diyor, „Gel biz bunların bir kaç tanesinden kaçalım, burada bir tavuk var, hic olmazsa onu yiyelim“. Çiğ tavuğu nasıl yiyecegiz. O tabii benden biraz daha büyüktü. O açlık şeyiyle zavallı hayvanın boğazını koparttı, gittik aşağıda tüyünü müyünü yolduk, ateş yaktık yedik işte odur. Belki bir haftadır ağzımıza bir şey koymamışız. İşte o köyde bir kaç gün kaldık ondan sonra kağnı arabalarıyla bizi başka bir köye getirdiler. Ordan gene kağnı yani öküz arabasıyla Kütahya'ya getirdiler. Kütahya'ya getirdiler bir hana, o Elif yanımızda. Elif deli Elif. Elif bize ne yapsın. O facialardan kadın kafayi oynatmış, o görünen hadiselerden. -Kaç yaşında vardı o Elif? Tahminime göre 26-27 vardı kadın. -Gelindi yani? Yeni gelindi canım, çok güzel bir kadindi ama kafayı üşütmüştü. Kafayı üşüttü şu şekilde: Bizi onunla beraber bir hana koydular. Taş bir han, soguk, kış. Sıcak yok, ekmek, dogru dürüst bir şey yok. Gidiyor bir yerlerden bir şeker bir şey buluyor, gidiyor tuvalete -afedersiniz- bokun üstüne döküyor diyor abime: “Bunu yala“. Ondan sonra çıkartıyor bizi yola diyor „şimdi dilenin“. Biz gururlu çocuklarız, dilenmek zorumuza gidiyor. Ben abimin önünde gidiyorum, böyle yapıyorum elimi, bu arkadakine verin. O da beni işaret ediyormuş. Sonra konuştuk “abi“ dedim, “biz hiç para toplayamadık, ben toplamıyordum, benim gururuma dokunuyordu, sen niye toplamıyordun?“ diyor, “ben de seni işaret ediyordum, bilmiyorum sana da vermiyorlardı. Akşam gidiyorduk hana, bu kadın abimi bir dövüyordu, bir dövüyordu, bir dövüyordu...Artık o neden dövüyordu bilmiyorum, dövüyordu. Velhasıl bizi aldı bir gün, ikimizi de getirdi sihhi dairesine attı. O Elif yanımızda artık, o Elifi bize sahip güya bırakmışlar, o Elif çıldırmış, aklını oynatmış. -Arasıra kendine gelebiliyor muydu, bir şeyler diyebiliyor muydu? Bazen diyebiliyordu, bazen normal oluyordu bazen de tam keçileri kaçırıyordu. Diyorum size, normal bir insan yapar mi öyle bir sey? Neyse getirdi bizi attı, dedi, “Bu çocukları ne yaparsanız yapın“. ordaki sihhiye dairesindeki adamlar bir yerlere haber yolladılar. Biz orada bekledik. Tuttular, bir adam geldi, subay, beni ona evlatlık verdilar. Abimi de bir eczacı var, ona verdiler. Neyse biz bir eve gittik. Gittim, ben subayın evine gittim, o da o eczacının evine gitti. Subayın oglu bir zalim. Diyor, “kız otur bulaşıkları yıka“. Ben bulaşık nerde görmüşüm, nerde yıkayayım. Oturuyorum bulaşıkları yıkayayım geliyor bir tekme vuruyor, yüzü koyun kapanıyorum. Korkudan -çocuktur tabii- afedersiniz altıma yapıyorum. Annesini çagırıyor, “bak diyor, bu kürt piçi altına pisliğini yapmiş“ diyor. Bir tekme vuruyor merdivenlerden yuvarlanıyorum. Yaşadığım büyük bir mucize yani. Aşağıda giriyorum tuvalete, kendimi temizlemeye çalışıyorum, tuvaletin kapısını çalıyor, “kürt piçi çık dışarı“ diyor. “Bu asilerin piçi gelmiş buraya“ diyor. Annesi sesleniyor: “ Oğlum sen büyüksün, onu o kadar dövme“. “Yok yok“ diyor, bırak hırsımı çıkarayım, niye döymeyeyim?“ Velhasıl hergün bir bahane buluyor. Çıkarıyor kayışlan dövüyor, tekmeylen dövüyor, bahçeye atıyor istediği gibi. Ben sanki büyük bir insanım o da sanki benimle harb ediyor. -Babası bir sey demiyor mu o subay? Yok canım o seviniyor. Annesi ara sıra diyor, “günahtır, o kadar dövme, niye dövüyorsun?“ Diyor, “bırak, hırsımı çıkartıyorum“ diyor. Babası söylüyor canım, babası diyor ki: “Onlar asilik yapmaya kalkışmışlar, asilik yapıyorlar“ diyor. Niye dövmesin diyor, birak dövsün diyor. -Onların soyismini biliyor musun? Çocuktum, soyadını nerden bileyim? Hatırlayamıyorum ki. zaten o hengameden, o dayaktan toparlanmama imkan yok ki. Artık afedersiniz ben öyle olmuştum ki, kendimi tutamaz olmuştum. Yani -afedersiniz- altıma her dakika pisler olmuştum. Aldı beni bir sabah dedi, “Götüreyim bu kürt kızını atayım geleyim“. Ben zannettim ki sokağa atacak, hiç olmazsa kurtulacağım. Götürdü o sihhi dairesine atti beni, bıraktı gitti. Herhalde bir 5-6 ay yine öyle dayak yedim ben. Ondan sonra o sihhi doktoru dedi ki, “günahtır, şimdi bu çocuğu nereye atalım, ne yapalım?“ O dedi, “bir yere veririz“, öteki dedi, “bir yere veririz“, öteki dedi, “canım ne önemi var ölse ne olur, ne olacak yani, bize sayıylan mi vermişler bunları? Bırak gitsin sokağa“ dedi, “ölürse ölsün kalırsa kalsın“ bir kaç tanesi. O dedi ki, “günahtır“, laz karadenizli, Fahri Bey. Fahri Balta. Rahmetli, o vijdanlı insandı. Ben bu çocuğu bari evime götüreyim“ dedi. Dediler, “Ne yapacaksın onu, senin dört tane çocuğun var“. -O doktordu yani? O doktordu. Sihhi doktoruydu. Rahmetli o aldı beni evine götürdü. Büyük, güzel, şahane bir evde oturuyordu. Tabii çocuğum ben, gider gitmez kızının koluna girdim, dedim, „biz artık kardeş olduk“. İtti beni, dedi, „ne kardeşi?, sen kürtsün ben türküm.“ Dedim, „bir şey olmaz, gene kardeşiz, ne var yani sen türksen ben kürtsem? “Türkçeyi öğrenmiştim biraz. Onun da büyük oğlu zalimdi. Bu sefer o başladı dövmeye. Diyor, „çıkar saçının telini, bu yumurtayı kes“. Ben çocuğum tabii, saçımdan çıkarıyorum, uzun zaten o zaman saçlarım. Hadi bir tane yapıştırıyor, kalkıyor tekmeyle girişiyor. „Ya Bülent abi sen söyledin“ diyorum. Diyor, „sus! cevap veriyor, bu kürt kızına bak. Bunlar işte böyle isyankar. Gelmiş burda da sanki hüküm yürütecek“. Velhasıl öyle 1 sene, 1,5 sene kaldım öyle bunların yanında. Abime söyledim, dedim, „abi beni dövüyorlar“. -Abini görebiliyorsun tabii? Abim yakında, eczacının yanında. Beni kurtarmak istiyordu. Neyse o gitmiş bir ensitü müdüresiyle konuşmuş. O demiş benim kız kardeşim var İstanbul' da, yalnızdır, kendi kızı gibi büyütür, onun yanına götüreyim. Abim sormuş, kız kardeşim okumaya cok meraklıdır okumak istiyor, okutur mu? O da demiş ki „evet, onun çocuğu yok, okutur kız kardeşini“ demiş. Anlaşmışlar abimle. İstanbul'a aldı getirdi beni o müdire hanımın yanına. 3 kızı bir de annesi vardı yaşlı. Yaz tatili geçirmek için kızkardeşlerinin yanına gelmişti. Kadın da kızının yanına gelmişti. -İstanbul'da hangi mevkiye gittiniz? Kadıköyde Moda'ya götürdüler, Moda'da oturuyorlardı. o da ensitü müdiresiymiş. Velhasıl 10-15 gün onlar orada kaldıktan sonra aile vazifelerine gittiler ben evde o müdire hanımla kaldım. Kız kardeşi ve annesi gittikten sonra biz ikimiz beraber kaldık. Kadın sadist bir kadındı, ondan sonra dayak faslı başladı. Büyük halıları silkele diyordu. Tabii ben kuvvetim yetişmediği için balkondan aşağıya düşürüyordum. Beni tekmelerle dövüyordu. „Kürt kızı kuvvetin yetişmiyor mu bu halıları aşağıya düşürüyorsun, git o halıları al gel çabuk“. Hem dayak atıyordu hem ben gidip halıları getirmeye çalışıyordum. Kuvvetim yetişmiyordu, düşe kalka getiriyordum. Okula giderken beni tavan arasına kilitliyordu. Buradan dışarı çıkmayacaksın diyordu. Herhalde 7-8 yaşlarında falan olmuştum. Ee tabii ki insanın ihtiyacı oluyordu. Tuvalete gitmek istiyordum ama tuvalet açık değil, her taraf kilitli, ben tavan arasındayım. Ne yapabilirdim ki? Mecburen gidiyordum bir yerde –afedersiniz- tuvaletimi yapıyordum. Ee tabii tavan, o zaman evler ahsap. Aşağıya masanın üzerine akmış tuvalet suyu. Geliyordu açıyordu salonu, diyordu, “kız buraya gel, bu ne ?“. Diyordum, “ne yapayım, tuvalet yok, sıkışmıştım, çarem yok“ diyordum. Diyordu, “yala burayı şimdi“. -Oglan tuvaletleri kapatıyordu kilitliyordu yani? Ya tavan arasında tuvalet ne gezer? Kapatıyor her tarafı, ben tavan arasındayım. O gelinceye kadar orada beklemek zorundayım, mecburum. -Yani biliçli olarak? Biliçli olarak tabii, işgence yapıyor. Diyorum ya sadist kadın. işgence yapıyor. Ondan sonra hem dövüyordu hem diyordu, “yala buraları“. Bir kedisi vardı, diyordu, “bu kedi eve hiç bir tarafa pislik yapmayacak“. Ee kedidir. Diyordu, “sen git yala ki bir daha buralara pislik yapmasın“. Öyle sadist bir kadındı. Velhasıl o sene öyle kaldık. Kış gelmişti. Beni tavan arasında yatırıyordu. Tabii soğuktan donmuşum. Afedersiniz altıma kaçırıyorum soğuktan. Kız kardeşine mektup yazmış, kız kardeşi geldi. Dedi, “bu bana yaramıyor bunu götür“. Dedim, “hani siz evlatlık almıştınız beni, hani okutacaktıniz, hani iyi muamele yapacaktınız? “Hööö“ dedi. “Bu kürt magaradan gelmiş bir de okumak istiyor şuna bak. Harf görüyor orda burda bana soruyor, rakam görüyor soruyor, öğrenmeye çalışıyor. Memlekete büyük adam olacak. Sen bunu götür tam büyük adam olsun“ dedi. “Bu altına işiyor“. Velhasıl kış günüdür, bir entari giydirdi bana kız kardeşinin yanına kalktı yolladı. Yolladı, geldim Kütahya'ya. Abimi aradım, eczacılara sordum. O da ordan ayrılmış. Gitmiş böyle Kütahya'nın ücra bir yerinde, tahta bir oda, orada oturuyor. Ne yapsın o da, onun da kimsesi yok. götürdü beni bir Şarklıların evine. Onlarda bitli, onlarda da bitlendim, uyuz oldum. Kocaman eşşek uyuzu çıktı bende. Her tarafım şişti. Aldi götürdü bir eve. Bir anne ogul bir de babaları vardı. Onlarda güvercin besliyorlar. Oğlan diyor, „kız bu yerdeki çekirdek nedir? Diyorum, „portakal çekirdeği, anneyle baba yedi“. O gelince soruyor tabii, basit aile. „Bensiz portakal mi yediniz? O diyor „kim söyledi, Hatice söyledi“ diyor. Yalan söylemiş, biz senden gizli yemedik. Tamam diyor o zaman, siz gidin misafirlige. Alıyor kayışla, yer misin yemez misin? “Niye yalan söylüyorsun sen? Annem babam portakal yememişler“. “Ya abi“ diyorum, „gördüm ben yerken“. “Gene yalan söylüyorsun ha?“ Nasılsa koruyan kimse yok. Yine ben kayişla dayak yiyorum. Beni tavana atıyor, paaat diye yere düşüyorum. Sanki böyle parçalanıyorum. “Kalk“ diyor “yerden hadi kürt piçi, sana bir sey olmaz“. Velhasıl o oğlan askere gitti, kadın aldı götürdü beni bir resimcinin yanına verdi. Resimcinin iki tane çocuğu var bir de karısı var, tembel. Çocukların bezlerini yıkatıyor bana, bahçe belletiyor bana, bahçeyi sulatıyor, yemek yaptırıyor yine de beğenmiyor. Diyor, “çocukların bezlerini iyi yıkamamışsın“. Kocası geliyor bir dayak attırıyor bana, bir dayak attırıyor. Bu sefer o da bodruma kapattırıyor. Kendimi müdafa edemiyorum. Bahceyi belle dedim, yapmadı ben belledim diyor. Halbü ki bahçeyi ben bellemişim. Ben bunları yaptim bu yalan söylüyor diyemiyorum. -Onlar da Türk? Türk tabii...Baska ne olacak? Velhasıl benim uyuzlar iyicene azdı. Kış, kar yağıyor, attilar beni bahçeye. Bir entari üstümde. Tahtadan bir tuvalet var onun yanında bekliyorum. Kar lapa lapa yağıyor. Alıyorum iğneyi, uyuzlar belki geçer diye uyuzları deşiyorum, iltahaplar çıkıyor. Adamın annesi geldi o ara onlara, misafir. Dedi, bu çocuk kimdir, hangi komşunun çocugu?“ Dediler, “ne komşunun çocuğu, Kürttür “dediler. “Mağaradan çıkmış gelmiş“ dediler. Ondan sonra...Bizim başımızın belası, biz iş yapsın diye evlatlık aldık. O da dogru dürüst iş yapmıyor şimdi de uyuz olmuş, gitsin orda gebersin. Dedi, „günahtır, ben bu çocuğu hiç olmazsa hastaneye götüreyim“ dedi. Aldı götürdü beni hastaneye, hastaneye de almadılar, geçici hastalıktır dediler. Akşam onlardan gizli beni alıyor içeriye yukarda odada yatırıyor. Daha ben üşümüşüm tabii, orda da afedersiniz altıma kaçırıyorum. Geliyor yine o adam dövüyor tekmelerle. Neysem kadıncagaz gitmiş kükürt mükürt bir şeyler almış. Geldi legenin icine koydu beni, kükürtledi mükürtledi, kadın uyuzlarımı kendi başına iyi yaptı. Yaptı ama, kadın tabii misafirdi, çıktı gitti. Ben yine onların elinde kaldım. Yine adam gece-gündüz dövüyor. Kadın bir yalanlar uyduruyor. Diyor, „sandığımı açmış, sandığımdan bir seyler çalmaya çalışıyor“ diyor. Adam diyor, “Vay sen hırsız mı olacaksın, hırsız mısın sen, bizim malımızı mı çalıyorsun?“ Ya diyorum, “abi ben vallahi bir şey çalmadım, onun sandığını açmadım. Diyor, bir de yalan söylüyor, mağaradan gelmiş Kürt“ diyor. Velhasıl onların yanında öyle bir iki sene geçti. Ben dedim, en iyisi ben bunların yanından kaçayım. Resmen söyledim, ben doğru sözlüydüm. Dedim, „ben artık sizin yanınızdan kaçıp gideceğim“. „Nereye gideceksin? “ Sokaga gideceğim“ dedim. Dedi, „bizim yanımızda bir resimci var, hem daktilo yazıyor, onun çoluk çocuğu yok, ben seni onun yanına vereyim mi?" -O adam söyledi? He. Dedim, „keske öyle bir şey yapsanız“. Karısı kızdı, dedi, “kim bana iş yapacak, hizmet edecek? Ee sen diyorsun, bu iş yapmıyor diyorsun“ dedi. Dedi, “hiç olmazsa ben iş yaparken o çocukların yanında bekliyor“. Dedim, “vallahi yalan söylüyor, yemin ederim ki yalan söylüyor. Her işi ben yapıyorum, sen gelince benim yaptığım işleri kendi yaptığını söylüyor“. “Bak“ dedi, “Kürt piçine nasıl yalan söylüyor“ dedi kadın. Adam dedi, “kız sen yalan mı söylüyorsun, dogru mu söylüyorsun? Dedim “abi, yemin ederim ki ben doğru söylüyorum, her işleri ben yapıyorum, o gelince sana yalan söylüyor, ben yaptım diyor, halbü ki bütün işleri ben yapıyorum, sen boşu boşuna beni dövüyorsun dedim. Sende hiç vijdan yok mu, hiç merhamet yok mu? Bir gün gizli gel bak o mu yapıyor ben mi yapıyorum işleri? Sen beni boşu boşuna dövüyorsun„ dedim. „Ben“ dedim, „giderim sokakta ya ölürüm ya kalırım“. Dedi, „kız sen hakkaten yalan mı söylüyorsun. Bu çocuğa bu kadar iftira, bu kadar dövdürttürdün“ dedi. Bizim de cocuklarımız var“ dedi. „Sen bunun günahını niye alıyorsun?“ „Ha ben onun niye günahını alayım ki“ dedi, „zaten o yalan söylüyor. Bana mi inanıyorsun ona mi?“ dedi. Neyse adam o gün aldı beni götürdü o resimcinin yanına verdi. Allah var o resimci müslüman bir adam ama cok iyi bir insan. Onun da karısı pis. Neyse götürdüler beni çiflikleri var. Aksu diye, o yaz çiftliğe gittim. Oraya çiftliğe gittim bir de yaşlı anaları vardı beraber. Adam gercekten çok iyi bi insan. -Şimdi bu hadiseler Kütahya civarında oluyor? İstanbuldan tekrar Kütahya'ya döndüm. Adam tabii hergün gidiyor. Onların bir eşşekleri var bir de köpekleri. İkisi de hayvanlar beni seviyorlar. Ben bir kedi sahibi oldum, bir köpek sahibi oldum, bir eşşek sahibi oldum. İyi keyfim iyi. Akşam geldi mi diyor „bu kızı al götür. Götür at diyor adama.“ Adam diyor ki „karı“ diyor, „niye bizim çocuğumuz yok bu çocuk sana ne yapıyor. Burda toprakta oynar“. „Yok“ diyor „bu akşama kadar benim kafamı götürüyor akşama kadar ağlıyor, hiç durmuyor“. Tövbe halbüki benim keyfim iyi hiç ağladığım da yok. Ne söylerse yapıyorum. Gidiyoruz fasülye çapalıyoruz beraber, kabak çapalıyoruz, salatalıkları çapalıyoruz. Yardım ediyorum ama kadın da bir acayip kadın. Adam bir zaman sabretti. Dedi „günahtir niye atalim bu çocugun ne zararı var, bizim yanımızda büyüsün gitsin yarın bir gün bir iyi kismeti çıkar evlendiririz. Bize de bir evlat olur bak bizim çocuğumuz yok“ dedi. „Aaa“ dedi, „ben ona masraf mi edeceğim, üst baş mi alacagım onun yediği yemek haramdır.“ „Niye dedi bir sürü elma var bu sürü erik var bir sürü vişne var yesin dursun ne olacak kuruyup gidiyor ağacın tepeninde duracagına yesin çocuk.“ „Niye ben onları kış için kuruturum o yiyecegine“. Velhasıl onlarda da bir uyuz daha oldum. 42 senesinde şeker kıtlığı oldu. Kadın bir baklava yapmıştı. O baklavayı yedim ertesi gün uyuz oldum. Kadın tutturdu „ben bu uyuzu evde istemem“. Adam yalvarıyor, o diyor istemem. -Onlar uyuz olmadılar degil mi? Yok onlar olmadılar, ben yalnız uyuzum. -Sen iyi hatırlıyorsun degil mi? 42 senesi. O arada duydum şeyler gelmiş. Bu benim ikinci kaldıgım doktorlar var ya, o kadının erkek kardeşi gelmiş. Ben hemen onlara gittim. Şimdi tabii unuttuğum taraflar oluyor. Bu Osman, oğlunun ismi Osmandı. O ne söylüyor ne ediyorsa abimde gelip onunla beraber dövüyordu beni bazen. Mesela benim dişlerim beyazdı. Diyor, „kız sen o dişlerini niye öyle yıkıyorsun yoksa -afedersin- orospumu olacaksın“ diyor. Çocuk tabii o...Ya abi diyorum ben dişlerimi yıkamıyorum zaten öyle. Diyor „Osman söyledi bana sen her dakika dişini yıkıyormussun, her dakika aynanın karşısında saçını tarıyormussun“. „Abi“ diyorum „ben saçımı taramıyorum dişimi de yıkamıyorum dişlerim zaten beyaz“. Bir de ikisi girişiyorlar sopayla onlar dövüyorlar beni. -Biri senin abin biri de o? He, biri de o Osman. -Osman ilk doktorun yanındaki? Doktorun yanındaki degil canım. Hani güvercin besliyorlar dedim ya. Aile, fakir bir aile. © "http://www.mamekiye.de/08/1142521882/index_html"

Add new comment

Plain text

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.