Kekê İlhami'nin yazısı beni de eskilere götürdü. Onlar Melike Demirağ, Şıvan Perwer ve çokça sanatçımızın katılımı ile Lahey'de Kırmızı Karanfil Müzik Festivalini yaptıkları yıllarda, ben de Dicle Üniversitesinin gecikmeli öğrencilerinden biriydim. Okulun içinde kantinde otururken dört bir taraf sarıldıktan sonra ağır bir dayak ile gözaltına alınmış ve emniyet müdürlüğüne götürülmüştüm. Gözaltına alınmam keyfiydi. Dertleri, "Bu kadar sessizlik hayra alamet değil. Bu mutlaka bir şeylerle uğraşıyor, bir bakalım nelerle uğraşıyor?" düşüncesiyle gözaltına almışlardı. Gözaltında, lise yıllarından kalma eski birkaç şey sordular. Ciddi hiçbir bilgi yoktu, ellerinde. Gözaltına alınmadan birkaç gün önce Diyarbakır'ın Şehitlik semtinde bir öğrenci evinde, bodrum katında birkaç arkadaş ile birlikte mum ışığında Newroz'u kutlamıştık. Korkum, içimizden biri bu bilgiyi mi vermiş, üzerineydi. Onunla ilgili tek şey sorulmadı. Kaba dayak, falaka, açlık ve soğukla terbiye etmeye kalktıkları birkaç günlük gözaltı süreci yaşadım. Ama o birkaç günlük gözaltı bile insanı haşat etmeye yetiyordu. Diyarbakır Seyrantepe'deki Kurdoğlu Kışlasında Askeri Savcılığa çıkarıldıktan sonra, akşam karanlık çökmek üzereyken serbest bırakıldım. Çıplak ayakla kışlanın nizamiye kapısındaydım. Eve gidecek halde değildim. Yol üzerindeki araçlarda pejmurde halimi görüp durmadılar. Tabanlarım falakanın etkisiyle şişmiş, ne ayakkabılarımı giyebiliyor, ne yere basabiliyordum. Nihayetinde zar zor da olsa Kurdoğlu Kışlasının karşısındaki pamuk tarlalarına vurarak, Koşuyolu semtine çıktım, oradan da taksiyle kendimi eve attım. Birkaç günlük istirahatten sonra yeniden okula döndüm.
Elbet 1985 yılı 12 Eylül'ün ilk birkaç yılı gibi, 1982-1983, hatta 1984 gibi bile değildi. Her geçen gün eskisinden bir adım öndeydi. Toplumsal muhalefet tekil de olsa kıpırdanmaya başlamıştı. Özellikle İstanbul'da öğrenci gençlik hareketlenmeye başlamıştı. Öğrenci gençlik derneklerinin kuruluş çalışmalarının yürütüldüğü kulağımıza çalınıyordu. Ama Kürdistan'da tüm korkular alabildiğine devam ediyordu. Toplum öyle bir korku altında yaşıyordu ki bu korku sendromunu kelimelerle ifade etmek mümkün değil. Özellikle üniversite gençliği ciddi bir baskı altındaydı. En küçük kıpırdanmaya bile fırsat vermiyorlardı. Bizlerde tüm ilişkilerini kaybetmiş, eski arkadaşlarıyla hal hatır bile sormaktan çekinir duruma düşmüş, zavallı ve çaresiz, eski devrimci gençler durumundaydık. Sürekli bu ölü toprağını üzerimizden nasıl atarız, diye düşünüyor; yemek boykotu gibi masum isteklerle öğrencilerin tepki göstermesinden umutlanıyorduk. En ciddi devrimciliğimiz, bir öğrenci evinde toplanıp yaptığımız birkaç kısa sohbetti. Çünkü o bile riskliydi. Herkes bir diğerine ajan, işbirlikçi gözüyle bakıyordu. Tanımadığımız hiç kimseye güvenemiyorduk. Cezaevinden bırakılmış insanlara bile şüpheyle yaklaşılıyordu.
O şatafatlı günlerde, 1985'in sonuna doğru yolum İstanbul'a düştü. Eski TKP'li bir arkadaşa rastladım. Hal hatır, sohbet derken, eğer Diyarbakır'a götürebilirsem bana bir teyp kaseti ile video kaseti verebileceğini söyledi. Güvendiğim bir arkadaştı. Birini iki etmedim, hemen kasetleri bana vermesini istedim. Video kaset Yılmaz Güney'in Duvar filmiydi. Teyp kasedi ise Şıvan'ın bir konserinin kaydıydı. Şimdi öğreniyorum ki o kaset, Kırmızı Karanfil Müzik Festivalinin kaydıymış. Şanar Yurdatapan o kasetin kaydını, biz Newroz'u bodrum katlarında mum ışığında kutlarken, kendi evinin bodrum katımdaki stüdyoda yapmış.
Dönüşte kasetleri beraber Diyarbakır'a getirdim. Onların Diyarbakır'a ulaştırılması bile ciddi bir riskti.
Bana her zaman yardım yataklık yapan yengemin onayıyla, Duvar filmini ve Şıvan'ın konser kaydını ilk kez abimin evinde izledik/dinledik. Sadece eşim (Üniversitede evliydim), yengem ve ben vardık. Bu ürünleri mutlaka güvendiğim arkadaşlarımla da paylaşmalıyım, onlara da izletmeliyim/dinletmeliyim diye düşündüm. Yengemi ve eşimi zar zor ikna ettim. Anama da bilgi vermek zorundaydım. Evimiz altlı üstlüydü. Ondan bir şey gizleyerek adım atmamız mümkün değildi. Anam karşı çıkıyordu. Onu zar zor ikna edebildim. Rahmetli babamdan ise kesin ölçülerde saklıyorduk. Onun, bu türden bir girişimi kabullenmesi mümkün değildi. Abim, tam bir Diyarbakır kalenderi, "Babam bişey başınıza gelmesin, ne yapisiz yapın," derdi, o hep. Ailem yardım ettiği sürece risk en azdı. Ama yakalanma durumunda tüm aile cezaevini boylardık demem, o yılları bilenler açısından abartı olmasa gerek. Bu durumda da elbet tüm 'suçu' üstlenecektim. Bunda da anlaşmıştık.
Güvendiğim öğrenci arkadaşlarımı ikişer-üçer abimin evine getirdim. Her bir arkadaşa önce evi gösteriyor ve dikkat çekmeyecek biçimde ayrı ayrı eve gelmelerini sağlıyordum. En nihayetinde 15-20 arkadaşa Şıvan'ın konserini dinletip Yılmaz Güney'in Duvar filmini izletmiştim. Arkadaşları takiben ailemin diğer efratlarının, amca çocuklarımın, yeğenlerimin de filmi izleyip, kaseti dinlemelerini sağladım. Filmin izlenmesi, kasetin dinlenmesi 12 Eylül'den sonra yaşamımdaki en büyük devrimci eylemdi.
Her ikisinin ben ve izleyen/dinleyen herkes üzerinde bıraktığı etki, inanılmazdı.
Belki birilerinin aklına gelebilir; "O yıllarda PKK dağdaki gerillalarla bir mücadele vermeye başlamıştı. Bunun etkisi yok muydu?" diye sorabilir. Elbet, kulağımıza çalınan 'şehir efsaneleri' vardı. Bunların da üzerimizde bıraktığı ciddi etkilerden söz edebilirdik. Ama o yıllarda PKK'nin etkisi, ağırlıkla kırsalda yaşayan Kürtler üzerinde vardı. Devletin zulmünden bıkan çokça Kürt köylüsü PKK'ye katılıyordu. Henüz PKK'nin etkisi şehirlerde kendini göstermeye başlamamıştı. Şehirdeki gençler üzerinde, öğrenciler üzerinde en büyük etkiyi Diyarbakır Cezaevi bırakıyordu. Diyarbakır 5 Noludaki işkence ve zulümler, devrimcilerin katledilmesi, isyan ve öfkeyi gençler arasında da büyütüyordu. Bunun yanı sıra Yılmaz Güney ve Şıvan Perwer başta olmak üzere Cem Karaca'dan Melike Demirağ'a, yurt dışına çıkmış onlarca tanınmış
simayla ilgili ilgili yurt dışından kulağımıza ulaşan 'efsanevi anlatımların' da öğrenci gençler üzerinde ciddi bir etki bıraktığını, mücadele azminin kenetlenmesini sağladığını söyleyebiliriz.
Bu etkiler ve giderek gelişen karşılıklı güven ortamı, bizi yeniden bir araya gelmeye, Üniversite gençliği içinde örgütlenmeye ve giderek öğrenci derneğini kurmaya kadar götürdü. Artık eylemlilikler başlamış, bir iki ürkek yemek boykotu yerini büyük yemek boykotlarına, 1 Mayıs kutlamalarına, bırakmıştı. Bu arada gözaltılar da olağanlaşmıştı.
Bunların ortaya çıkmasında, üzerimizdeki korkunun atılmasında, hiç kuşku yok Şıvan ile Melike'nin 'Merhaba dostlar size / Merhaba dostno ji we re" kasedinin, Melike Demirağ'ın kendi yorumuyla seslendirdiği 'Serê çiya bi duman e" stranının, Yılmaz Güney'in Duvar filminin çok payı var. Bunlarla insanlara yeniden ulaşmış, öğrenci birlikleri oluşturmaya adım atmış, velhasılı kelam Diyarbakır'da, en azından gençlik içinde hareketlenmenin yeniden başlamasına vesile olmuştuk. 1987 yılına gelindiğinde, artık çok da ilegal bir biçimde, bunca korunarak bir kaset dinlemek zorunda değildik. Ahmet Kaya'nın Şafak Türküsü kasetinin sesini kantinde sonuna kadar açıp, Nevzat Çelik'in şiir kitabını arkadaşlarımıza hediye edebiliyorduk. Diyarbakır'daki Cumhuriyet Kitap Kulübünden henüz Kürtler ve Kürtçeyle ilgili yasaklar devam ettiğinden, daha çok sol kitaplar alıp arkadaşlarla kitap paylaşımları yapabiliyorduk. Bunların bir adım sonrası da Medya Güneşi ile başladı. Medya Güneşi, Kürt yayıncılığının 12 Eylül'den sonraki ilk ışığı oldu. Üniversite de gizli de olsa Medya Güneşi dağıtımı yapmak, kimliğimizle yeniden ortaya çıkabilmenin coşkusunu bize yaşatmıştı.
Tüm bunlardan şu da çıkıyor ki bitirirken bunu da söylemek lazım: O zamanlar hepimiz ya Kürt devrimcisi ve sosyalistileriydik ya da Türk veya Arap devrimcileri ve sosyalistleriydik. Eski örgütlerimiz vardı. Ama Türk ve Arap devrimcisi arkadaşların küçük bir kısmı hariç -ki onlar örgütüydü, bizim gibi karabasan hareket etmiyorlardı,- geriye kalan Kürt arkadaşların hiç birinin zihninde mevcut örgütlerden birinin klasik şablonu yoktu. Hepimiz kimin eskiden hangi örgütten olduğunu veya birlikte hareket ettiğimiz o günlerde dillendirmesek bile arkadaşlarımızın hangi örgüte sempati duyduğunu bilirdik, ama bunların hiçbirini ayrılık gerekçemiz yapmazdık. Hep birlikte, omuz omuza mücadele verirdik.
Kekê İlhami'nin hatırlattıklarından yola çıkarak, ben de bunları grup arkadaşlarımla paylaşmak istedim.
Belki biraz uzun oldu ama emin olun yazacak onca şey arasında o kadar kısa ki bunlar. İnsan o günleri anımsadıkça konu konuyu açıyor ve uzuyor. Bu arada Tarık (Ziya Ekinci) abi ile yaptığım bir söyleşide o demişti. İnsan yaşlandıkca geçmişte yaşadıklarını daha iyi hatırlamaya başlıyor. Sanırım ben de yaşlanıyorum ki dün ne yediğimi hatırlamazken, 30-40 yıl önce yaşadıklarımı neredeyse saat saat anlatacak durumda hissediyorum, kendimi.
Tabi bu yazının akabinde, belki bir Şıvan ve TRT 6 yazmak da mümkün. Öyle bir noktaya getiriliyor ki TRT 6 ile ihanet aynı kefeye konulmaya başlanıyor. Onlarca yılın mücadelesi, birikimi, emeği ne yazık ki bir çırpıda silinmeye çalışılıyor. İnsan bunlara üzülmüyor, değil. Sanal alemde, özellikle de facebook'ta ne düşündüğünü bile çıkaramadığım birçok genç, ne yazık ki Şıvan'a küfür etmenin serbest olduğu birçok sayfa açmışlar. Şıvan'ı beğenmeyebilirsiniz, ama onun emeğini inkar etme hakkına, hele ona küfretme hakkına hiç mi hiç sahip değilsiniz. Musa Anter'in meşhur bir sözü bu durumlarda hep aklıma gelir. Gencin biri Musa amcaya söyler, 'Siz ne yaptınız ki! Dağdakiler olmasaydı bugün hepimiz bitmiştik. Dağdakiler sıfırdan alıp bugünlere getirdi." Musa amca, sinirleri alınmış bir bilge mütevaziliğinde genci cevaplar: "Yeğenim, siz belki sıfırdan bugünlere getirdiniz. Ama unutma birileri de sıfırın altından sıfıra kadar getirdiler."
Umarım başınızı ağrıtmadım.
Selam ve saygılarımla.
Fehim Işık
Yilmaz Guney, Sivan ve Genc universiteliler | Fehim Işık