İsmail Hoca'ya Açık Mektup
Kasım Engin*/ "İsmail Hoca'ya karşı biz hep saygı duyduk. Biz Kürtler birisi bize iyilik etmişse onu kolay kolay unutmayız. Bu bir toplumsal psikolojidir, ruhsal durumdur. Belki de hep ezilmişliğin, horlanmanın, sömürülmenin, dıştalanmışlığın yarattığı ilgi bekleme halidir. 20 yıl önce İsmail Hoca'nın kitaplarını partimiz basıma verdiğinde yüzlercesini bizzat kendim dağıtmışımdır. Uluslararası Sömürge: Kürdistan kitabında da tutunduğu resmi ideoloji, aydınlara ilişkin olan kitabına kadar, hocanın çok sayıda kitabını kapı kapı dolaşarak topluma yaydık. İsmail Hoca'nın sosyolojik tahlilleri Önderliğimizin toplumsal çözümlemelerine yakındı. Bir toplumu yeniden yaratmak isteyen PKK'nin çözümlemelerini güçlendiren yazılardı.
Özelde ilk kurşun teorisini biz İsmail Hoca'dan öğrendik. Elbette Franz Fanon'un teorisiydi. Ancak biz İsmail Hoca'dan öğrendik. Zihinlerdeki karakolların öncelikle yıkılması gerektiğini de ondan öğrendik. Parti Önderliğimiz İsmail Hoca'nın söylediklerinin kat be kat fazlasını en basit dile indirgeyerek bize benlik kazandırdı. Ancak İsmail Hoca'nın bir aydın olarak, hem de bir Türk aydını olarak yazması bize moral vermiştir.
İsmail Hoca'nın her şeyine o zaman katıldığımızı söylemek de bir o kadar yanlış olur. Partinin uzun vadeli halk savaşı stratejisine göre hedef bir Kürdistan devletini kurmaktı. Bağımsız demokratik birleşik bir Kürdistan devletini.
Hedef Türkiye devletinden ayrılmayı esas alsa bile biz Türkiye halklarıyla o zaman ve her zaman birlikteliği ve kardeşliği dillendirmekten geri durmuyorduk. Ve İsmail Hoca'nın 1989 yılında “Kürt gerillası toplantısını Türkçe yapıyormuş, konuşmaları Türkçeymiş, halbuki gerilla tüm konuşmalarını Kürtçe yapmalıdır“ biçiminde değerlendirme ve eleştirileri olmuştu.
Elbette bir halkın gerillalarının kendi anadillerinde konuşmaları doğruydu. Ancak Kürtçenin o kadar farklı lehçelerinin, özelde Kuzey'de ortak noktası Türkçe diliydi. Yine katılan birçok genç üniversitelerden gelmişti. Ve ağırlıkta da Türkçe biliyorlardı. Yine araştırma materyalleri çoğunlukla değil, tümden Türkçeydi. Kürdün özgün kültürel kuralları yaratılmamışlardı. Bir halk yaratılmayı bekliyordu. Bir de İsmail Hoca'nın deyimiyle beyinlerde oluşturulan karakollar çok sayıda vardı. Özellikle karakolların yıkılması gerekiyordu. Öncelik devrimi yazmaktı, geliştirmekti. İşte bunun için neden gerilla Kürtçe konuşmuyor tespitini o zaman epey eleştirmiştik. Ne de olsa devrim olup bitse de biz kırk yıl Türkiye halklarıyla birlikte yaşayacaktık. Ve Türkçeyi bunun için uzun yıllar daha konuşacaktık. Bir de bizim Türkiye halklarına zırnık kadar bir düşmanlığımız yoktu ki. Biz ezilmişliğe, horlanmışlığa, işgale, sömürüye karşı bir başkaldırış içerisindeydik. Egemenlere karşı bir haykırış, bir isyan içerisindeydik. Devletli çözümlerin eni sonunda yine bir kesimin hizmetine girdiğini biz en bariz olarak Sovyet deneyiminden gördük.
Önderliğimiz “’90'lı yıllarda insanlığın durumu“ başlıklı yazısıyla o zaman parçayı bütüne feda etmeyi kolektiflik adına bireyin hiçleştirilmesini çok sert eleştirilere tabi tutarak iktidar hastalıklarına işaret etmiştir. Daha kapsamlı çözümlemeleri ise içimizde 1993 yılından sonra gelişen erken iktidar hastalıklarına karşı yapmıştır. Hatırlıyorum önderlik o zaman, “böyle bir devlet kurulacaksa kurulmasın daha iyidir, kurulursa da ben yerin dibine batırırım“ diyecektir. Çünkü erken iktidar hastalığı özelde devletçi bir hastalıktır. Ve bireylerin iktidarları için nasıl kavga ettiklerini pratiklerimizde yaşadık. Devletlerin hiçbir topluma fayda vermediğini biz sözde kurulan sosyalist devletlerden gördük. Etiyopya sosyalist devrimi yaptığında beklentimiz Eritre halkına özgülüğünü vermesiydi. Ancak olan bu olmadı. Olan Eritre devrimcilerine karşı uçaklarla saldırı olmuştu. Özcesi devletçi çözümlerin insanlığa hayrı olmamıştır. Biz bunu hem yaşayarak öğrendik, hem de görerek okuyarak bilince çıkarttık. Ve biz şunu da öğrendik: Her türden milliyetçilik, kırıntı düzeyinde de olsa, sonuçta yapacağı felakettir. Ulusalcılık ise bir dönemler ilerici olarak ele aldığımız gerçeklik olsa da esasta halkların başına musallat olmuş bir kapitalist yaratık olduğunu da gördük. Dediğimiz gibi biz yaşayarak öğrendik. Ve insanlığa hizmeti olmayacak bir bakışta ısrar etmek, olsa olsa bir sığlıktır. İlkeler adına tarihin gerisinde çakılıp kalmakdır. Kapitalist ideolojiye hizmet etmektir.
İsmail Hoca tarihin hep aktığını bizden daha iyi biliyor. Lakin bunu bilmesine rağmen adeta durmuş bir tarihe bakıyor. Bize insanlık tecrübesi, yeni kuantumik felsefik bakış, reel sosyalizmin iflası, yeni tarihsel komünal bilinç, gelişen bilişim ve teknik gösterdi ki devletçi, milliyetçi çözümler insanlığa hizmet etmemekte.
Kaldı ki değişen siyasal değişim de cabası. O zaman eskide ısrarın ne faydası olacaktır. Eğer biz devletçi çözümle yaşamamızı ortaya koyup, reddettiğimiz sistemleri yeniden yaratacaksak ya da böylesine sistemlerin yedeğine düşeceksek neden bizi ideallerimize ters düşürecek olan yöntemlerde ısrar edelim ki...
Sonuçta insan düşünen bir yaratık toplumsal bir varlıktır. Toplumların çıkarlarına olmayacak çözümlerde neden ısrar edelim ki... Bir de yanı başımızda halen bir kangren gibi varlığını sürdüren Filistin-İsrail çatışması yaşanmışken neden kan akıtmasına davet eden çözümlere evet diyelim ki... Yine yanı başımızda, Irak'ta, Afganistan'da, Hindistan'da ve isimlerini verebileceğimiz onlarca örnekte görüldüğü gibi neden kan doğuracak ve sorunları çözmeyecek yöntemlerde ısrar edelim ki...
Çağdaş olmak, komünal olmak, demokratik sosyalist olmak, halkların kardeşliğini insanlığın ortaklaşması gerektirmez mi? Herhalde gerektirir.
O zaman İsmail Hoca'ya neden ısrarla devletçi, milliyetçi hatta mikro milliyetçi çözümleri dayattığını sormamız yerinde olmaz mı? Hatta bugünlerde halkların boğazlaşmasına yol açabilecek çözüm önerisi sunanların yanında yer alması bir talihsizlik değil midir? Ve daha da sorularımızı sormaya devam edebiliriz: Neden ısrarla PKK'nin stratejisini ve değişimini bir türlü hazmedemiyor? Neden milliyetçilik anlamına gelecek olan dayatmalarda bulunuyor?
Anlamakta zorlanıyoruz. Bir aydın bir sosyolog neden toplumsal değişimin doğrultusunu göremiyor? Görmenin de ötesinde neden çatışkılara yol açabilecek düşünce kalıplarında takılı kalıyor?
Haklı olarak halkların kardeşliğini bulandıran ve bozan zihniyet yapılarının bu topraklarda Ziya Gökalplere benzetebileceğimiz kaçınılmazdır. İsmail Hoca 20. Yüzyılın başında bir nevi Pantürkizmi savunan Ziya Gökalp'e giderek benziyor. Ziya Gökalp'i anlayabiliriz; diyebiliriz ki dönemin zihniyet yapısı pozitivizmdi, determinizmdi. Türkiye'de bu çağda pozitivizmin eleştirilmemiş bir yanı kalmamıştır. Hala bu düşünce yapısında neden ısrar etmesi ne anlama geliyor diye İsmail Hoca'ya sormak gerekmez mi? Tüm bunları hem sorduğumuzda hem değerlendirdiğimizde İsmail Hoca'nın ayıp ettiğini düşünüyoruz. İsmail Hoca bu yaklaşımlarıyla gerillada olan saygınlığını giderek yitiriyor. Eğer bu güne kadar bir gerilla ona dönük eleştiri geliştirmemişse, ona karşı beslenen saygıdandır. Ancak Hoca'nın yaklaşımları giderek çizmeyi aşıyor. İsmail Hoca gerillada geçmişte oluşan kredisini yitiriyor. Bunu yapmakla da dediğim gibi İsmail Hoca ayıp ediyor.
Konuyla bağlantılı olmasa da başka bir hususa vurgu yapmak zorundayım: Gerilla demokratik uygarlık stratejisi için Kürdistan dağlarında halen bugün en sert mücadeleyi veriyor, savaşın en sert olanını yürütüyor. PKK sınırlara dokunmadan demokratik özerkliği savunurken, devlet en amansız saldırılarda bulunuyor. Kürdistan için sözde federalizmi savunanlar yine sözde PKK'nin Kürdistan'dan vazgeçtiğini söyleyenler hatta Önder APO'nun Kemalizme kaydığını söyleyenler devletle kol kola dolaşıyorlar. Devletin çeşitli platformlarında sözde bu görüşleri savunanlar kabul görüyor. Bu paradoks, bu muammalı durum İsmail Hoca'yı hiç mi hiç düşündürtmüyor mu?"(*Hêzên Parastina Gel-HPGonline/31.12.2008)
İsmail Beşikçi`ye açık tehtit!