بازبدە بۆ ناوەڕۆکی سەرەکی
Submitted by Rêvebir on 16 March 2013

Geçen yazılarımdan birinde Türk devletini Öcalan’la masaya oturmaya götüren başlıca faktörlerin şunlar olduğunu ileri sürmüştüm: 1) Türkiye’nin Kürt meselesiyle ilgili eski politikasının Ortadoğu’da oluşan yeni güç dengelerinde işlemez hale gelmesi. 2) yeni döneme iç bütünlüğünü koruyarak giren PKK’nin Ortadoğu denklemindeki yerinin değişmeye başlaması. 3) Türk devletinin en rahat kontrol edebildiği PKK uzvu olan Abdullah Öcalan’ın son yıllarda PKK üzerindeki etkinliğinin gerilemeye başlaması.
Bu faktörler, devletin neden başka bir zaman değil de bugün Öcalan’la oturduğunu anlamak bakımından anlamlıdır. Eğer barış sürecinin genelini anlamak bakımından durumu ele alsaydık bunlara en az üç faktör daha eklememiz gerekecekti: 4) Türklerle Kürtler arasında yaşanmakta olan kopuş sürecinin devam ediyor oluşu. 5) Özellikle KCK operasyonlarıyla olağanüstü kan kaybına uğratılan legal Kürt hareketinde başlayan yorgunluğun beslediği “ne pahasına olursa olsun barış” eğilimi. 6) Türkiye merkezinde, bir tarafta dinci iktidar güçlerinin, diğer tarafta klasik modernistler ile geleneksel devletçi reflekslerin bulunduğu çelişki ve çatışmaların sürmekte oluşu.
İmralı sürecinde devlet yukarıdaki faktörlerden ikisi üzerine abanan bir strateji kurmuş görünüyor: “Ne olursa olsun barış” eğilimi ile Abdullah Öcalan. Strateji özetle böyle kurgulanmıştır: Sıradan Kürtler arasında var olan yaygın barış arzusu ile bazı muhalif Kürtler arasında rastladığımız “ne pahasına olursa olsun barış” eğilimini üst üste düşürmek ve buradan doğacak büyük kitlesel basıncı PKK’nin üzerine sürerek PKK’yı Abdullah Öcalan çizgisine razı etmek. Paris cinayetleri, Kandil’in bombalanması ve hız kesmeyen diğer askeri operasyonlar ise PKK’yi bu stratejiyi kabul etmeye zorlayan top atışlarıdır. Bir askeri kurala göre, saldırmadan evvel hedef yoğun bir top ateşiyle dövülmelidir. Buna hedefi yumuşatmak denir. Hedef yeteri kadar yumuşadığında tasarlanan saldırı gerçekleştirilir. Şu anda yapılmakta olan budur ve devletin “barış” sürecini nasıl bir askeri mantıkla ele aldığını gösterir.
Devletin bu operasyondaki en büyük yardımcısı ise Abdullah Öcalan’dır. O da bu operasyonu PKK üzerinde azalmakta olan etkisini yeniden güçlendirecek bir fırsat olarak görmektedir.
***
Dışarıdan bakıldığında devletin bu stratejisi, tutarlı ve bu anlamda olmak üzere rasyonel görünmektedir. Peki, bu akıllı stratejinin gerçekleşme şansı nedir?
Kanımca bu sorunun cevabı, soruya ön gelen belirlemedeki kadar iç açıcı değildir. Aşağıda neden böyle olduğunu bazı senaryolar yardımıyla açıklamaya çalışacağım. Ama daha evvel belirtmek isterim ki, bu yazıdaki bütün senaryo ve argümanlar devlet cephesinden bakılarak ve o cephenin rasyonallerinden hareketle kurulmuşlardır. Kürtler cephesinden Türk devletini barışa ikna etmek amacıyla dile getirilen “Kürt sorununu çözerseniz, Ortadoğu’nun en büyük devleti siz olursunuz; bir güneş gibi parlarsınız, büyürsünüz, uçarsınız…” türünden, bölge ve dünya gerçekleriyle zerre kadar uyumlu olmayan bir sürü senaryo dinlemiş ve bunlardan bıkmış biri olarak günün birinde tamamen devletin rasyonelleri üzerinden hareket edecek bir yazı yazacağım aklıma gelmezdi. Fakat sadece Öcalan’ın etkinlik gücü üzerine kurgulanmış bir sürecin bizi kıyamete doğru sürüklemesi ihtimalini hatırlatma ihtiyacı beni buna mecbur etti.
Türk devletinin yukarıda özetlenen ve dış görüntüsü itibarıyla tutarlı görünen stratejisinin başarıya ulaşabilmesi için en az iki koşul gereklidir:
1) Öcalan, PKK üzerinde mutlak bir hakimiyete sahip olmalı; ama bu yetmez, söz konusu hakimiyet muhtemel provokasyonlara karşı da dayanıklı olmalıdır.
2) Öcalan’ın kişiliğine bağlanmış olan süreç bütün tedbirlere rağmen sabote edilirse, “ne pahasına olursa olsun barış” diyen Kürtler PKK’ye karşı devletten yana açık tavır almalıdır.
Abdullah Öcalan’ın PKK üzerindeki etkisi, her söylediğini kabul ettirebilecek düzeyde değilse süreç zaten başlamadan bitecektir. Zira PKK, Öcalan’dan farklı olarak, Kürt statüsünün resmen kabulü ile ana dilde eğitim hakkını barışın koşulları arasında görüyor. Devlet ise bunları kabul etmeyeceğini açıklamış bulunuyor. Ama bir senaryo olarak, PKK’nin değişik enstrümanlar yardımıyla Öcalan’ın dediklerini kabul noktasına zorlandığını ve bu şekilde bir sürecin başladığını varsaysak bile, bu kadarı sürecin yürümesine yetmeyebilir. Çünkü bıçak sırtında giden sürecin provokasyonlara karşı da direnmesi gerekiyor. Bu ise ya PKK’nin provokasyonlara karşı devletle işbirliği içinde çalışmasıyla sağlanabilir ya da bir tıkanma durumunda “her şeye rağmen barış” diyen Kürtlerin PKK’ye karşı devletten yana tavır takınmalarıyla.
Öcalan’ın zorlamasıyla sürece gönülsüz biçimde dahil edilmiş bir PKK’nin, senaryodaki türden bir provokasyonla karşılaşıldığında onu boşa çıkarmak için devletle omuz omuza savaşacağını düşünmek pek gerçekçi olmayacağına göre, dikkate almaya değer olan alternatif ikincisidir. Nitekim ETA-İspanya örneğinde de buna benzer bir durum yaşanmıştı. ETA ile İspanyol devleti arasında sürdürülen barış görüşmeleri tıkanmaya başlayınca, ETA ateşkesi bozup bir havaalanını bombalamıştı. Ama korkulanın tersine, geniş Bask kitlesi bu eylemi desteklememiş, böylece ETA’nın silahlı mücadeleye geri dönme girişimi arzulanan sonucu vermemişti.
Bu ara parantezden sonra devletin stratejisinin başarısı için gerekli olan koşullara gelirsek:
Sadece sözlere ve görüntülere bakıldığında, Öcalan’ın, PKK üzerinde, devletin ve kendisinin iddia ettiği kadar etkili olduğu ileri sürülebilir. Çünkü hemen her gün PKK’nin bir kanadı Öcalan’ın kendilerini temsil edebileceğini beyan etmektedir. Fakat ben bunun görüntüyle ilgili bir durum olduğunu, gerçekte ise Öcalan’ın PKK üzerindeki etkisinin 2000’li yılların ortalarından itibaren azaldığını iddia edeceğim. İmralı süreci biraz da bu trendi tersine çevirmeyi amaçlamaktadır. Fakat uzun olacağı için bu iddiama dayanak oluşturan analizi bir başka yazıya bırakıyorum. Yukarıdaki senaryoyu ilerletebilmek adına, bir anlık Öcalan’ın iddia edildiği kadar etkili olduğunu varsayıyorum. O zaman test sorumuz şu şekle bürünüyor: Bu etki, gelişebilecek provokasyonlara karşı bir garanti oluşturabilecek kadar da sağlam mıdır?
Provokasyon derken kastettiğim, son İmralı zabıtlarının deşifre edilmesi türü olaylar değildir. Tutanakların deşifrasyonu üzerine bir avuç suda koparılan fırtına, devletin barış sürecinde BDP’yi kıskaç altına alma stratejisinin bir parçasıdır. Benim provokasyon dediklerim, Türklerle Kürtler arasındaki ayrışmayı büsbütün rayından çıkaracak türden eylemlerdir. Söz gelişi büyük şehirlerde çok sayıda sivilin ölümüne yol açacak bir dizi terör eylemi.
Bu tür provokasyonları kim yapabilir?
Hepimizin ezbere bildiği gibi liste epeyce uzundur. Kürtlerle Türkler arasındaki çatışmanın sürmesini isteyen bölgesel ve küresel güçler bu listenin birinci kalemini oluştururlar. Bunların sayısı çoktur. Ama İmralı’daki MİT mutabakatını gerçekleştiren güçlerin kontrollerinin dışında oldukları için saymanın bir anlamı yoktur. Onlar bir şey yapacaklarsa zaten yapacaklardır.
İkinci güç PKK’dir. PKK, İmralı’daki MİT mutabakatına uyacağını beyan etse bile PKK içinden bu tür eylemler yapacaklar çıkabilir: Öcalan’ın kendisine sormadan elindeki silahını almaya karar verdiği kızgın bir gerilla komutanı, PKK içinde MİT-Öcalan mutabakatını kabul etmeyi onursuzluk sayacak bir grup veya “her şey Öcalan’a bir villa için miydi” sorusuyla önce dünyası, sonra gözleri kararan bir PKK sempatizanı… Bu liste uzatılabilir; ama bu kadarı da bir fikir vermeye yeter.
Üçüncü güç bizzat devletin kendisidir. Biliyoruz ki devlet içinde MİT-Öcalan mutabakatını ihanetle özdeş gören kesimler vardır. Dahası, son dönemde Erdoğan İmralı’daki MİT mutabakatından bir de başkanlık sistemi çıkarmaya çalışmaktadır ki bu da kızgınlıkları arttıran bir diğer faktördür. İşte bu mihraklardan biri, Polat Alemdar tipolojisine uygun bir sergerdeyi böyle bir provokasyon için ortalığa salabilir. Bunu beceremezse İmralı’daki Öcalan’a ulaşarak onun başına bir şey getirmek suretiyle İmralı sürecini sabote etmeye çalışabilir.
Bunların hepsi mümkündür. Bu gerçeği ne gözlerimizi kapatarak yok edebiliriz, ne de bunları hatırlatanları “sen terörün devam etmesini istiyorsun” diye karalayarak.
Peki, böyle bir provokasyon gerçekleşirse ne olur?
Başkaca neler olur bilmek zor; ama ortada ne İmralı süreci kalır, ne de Öcalan’ın PKK üzerindeki etkinliği. Bu kadarını bilmek hiç de zor değil.
Bu senaryo, hükümetin elindeki Öcalan kartının sınırlarını ve gerçek gücünü gösterir. PKK’liler boş yere “Öcalan barış yapabilir, ama savaşan biziz” hatırlatması yapmıyorlar.
Bütün bu gerçekler göz önüne getirildiğinde söylenmesi gereken şudur: Evet, Öcalan kartı güçlüdür; ama bütün bir süreci bağlayabilecek sağlamlıkta değildir. Süreç üzerinde çok sayıda faktör etkide bulunmaktadır ve bunlardan bazıları bu kartı boşa çıkarabilecek kabiliyetlere fazlasıyla sahiptirler.
***
İlk koşulla ilgili durum özetle böyledir. Peki, ikinci koşul?
Buradaki soru şudur: Yukarıda sözü edilen türden provokasyonlar gelişirse barış arzusundaki Kürtleri veya Kürt muhalefetinin teslimiyetçi kanatlarını devletin yanında ve PKK’ye karşı tavır almaya götürecek garanti nedir?
Devletin stratejisini kuranlar İspanya’ya bakarak bu stratejiyi kurmuşlarsa yanıldıklarını söylemek zorundayım. Çünkü İspanya’da, işler çıkmaza girdiğinde Basklıların ETA’ya karşı direnmesini mümkün kılan en az iki sağlam zemin vardı:
1) Bask’ın bölgesel özerkliği İspanyol Anayasasında kabul edilmişti. Bunun bir ifadesi olarak Bask otonom bölgelerinde birer parlamento, bu parlamentoların seçtiği birer yerel hükümet ve bu hükümetlerin birer başkanı vardı.
2) İspanya’nın da imzaladığı Avrupa Birliği müktesebatı, Bask Ülkesi’nin İspanya’daki parçası ile Fransa’daki parçasını birleştirerek (Bask, Fransa ile İspanya arasında ikiye bölünmüş bir ülkedir) devlet-aşan bir Bask birimi yaratmaya izin vermekteydi. Bir diğer deyişle, Basklılar, bir provokasyon anında ETA’ya yüz çevirmek zorunda kaldıklarında, özerk olarak yaşamaya devam edecekleri gibi isterlerse İspanya ve Fransa’daki Bask topraklarından oluşan bir Avrupa alt-bölgesi de yaratabilecek imkâna sahiplerdi (Avrupa müktesebatına göre, bu tür sınır aşan birlikler kurmak mümkündür). Kısacası, Basklıların elindeki nimetler, yeniden başlayacak bir savaşın külfetine razı olmayı gerektirmeyecek kadar çoktu ve hepsi de hem anayasal hem de uluslararası güvencelere bağlanmıştı. Nitekim ETA gerçek güç ilişkilerine uygun olmayan bir şekilde süreci zorlayınca, Basklı kitleler ETA’ya karşı pasif bir direniş içine girdiler ve bu da sorunun çözümünde yeni kapılar açtı. (Bu arada bir not: ETA İspanya müzakerelerini konu edinen bir kitap Rûpel Yayınevi tarafından yayıma hazırlanıyor. Türkçe dışında bir dilde okuyamayanlar müzakerelerin ayrıntılarını bu kitapta bulabilirler.)
Bir de unutmayalım ki İspanya’nın komşuları Fransa ile Portekiz idi.
Peki, Türkiye’deki durum ne? Var mı Kürtlerin bir provokasyon esnasında PKK’ye karşı tavır alabilmek için yaslanabilecekleri bir özerklik alanı? Var mı bir Kürt Parlamentosu? Var mı Kürtlerin diğer parçalardaki Kürtlerle ilişkilerini devlet sınırlarını bölmeden ama kendi adlarına düzenleyebilecekleri yasal bir mevzuat?
Yok böyle şeyler. Hak hukuk adına eldeki tek şey, birkaç arkadaşımızın evlerinde enselerine kurşun sıkılma korkusu olmadan çorbalarını içmelerine imkân sağlayan Kanal 6’dan ibaret. Hatta onun bile henüz yasal bir dayanağı yok.
Hak hukuk adına bir şey yok, ama anadilde eğitimi bile barış sürecine dahil etmeye yanaşmayan bir devlet ile Dörtyol’da, İnegöl’de, Sinop’ta ve İstanbul’da kasap bıçaklarıyla Kürt doğramaya kışkırtılmış Türk kıtaları var… Bir de komşumuz Fransa değil; PKK’nin şimdiden bir iktidar ortağı haline geldiği Suriye, Türk dışişleri bakanını Kerkük’e sokmamaya çalışan Irak ve Türkiye’yle her geçen gün daha fazla karşı karşıya gelen İran.
Koşullarımız bunlar. Yazının girişindeki uzun listeyi bu gerçekler hatırlansın diye yazdım.
Bu koşullar altında Kürtlerden ne bekliyorsunuz?
Muhtemel bir provokasyonda PKK’ye tavır alarak devletin ve elinde satırlarla bekleyen kızgın kalabalıkların kucağına atlamalarını mı?
Kimse kendini kandırmasın. Bu koşullar sürdüğü müddetçe, devlet, Kürtleri PKK’ye tavır almaya her zorladığında son otuz yıldır yaşanmakta olan şey bir kez daha tekrarlanacaktır: Devletin her hamlesinde Kürtlerin bir kısmı daha PKK’ye yaklaşacaktır. Mevcut durumda, korucular dışındaki Kürtlerin ezici çoğunluğu PKK’ye yaklaşmış durumdadır. Kürtlerle Türkler arasındaki ayrışmayı rayından çıkaracak provokasyonlar dizisi muhtemelen korucuları da benzer bir davranışa itecektir. Karadeniz, Ege ve Akdeniz sahillerinde bıçaklar bilenirken, Kayseri Barosunun muhterem başkanı İç Anadolu’dan Diyarbakır üzerine bir fetih hareketine hazırlanırken başka ne olmasını bekliyorsunuz? Hele dünden farklı olarak bugün bölgesel ve küresel koşulların da Kürtlerin PKK’den yana tavır takınmaları yönünde etkide bulunduğu gerçeğiyle bir arada düşünürseniz.
Kısacası, devletin stratejisine işlerlik kazandırabilecek ikinci koşul da pek sağlam görünmemektedir. Bu koşullar altında sadece Öcalan’ın şahsına bağlanmış bir süreç nereye kadar gidebilir?
***
Türk devleti, elindeki kozların senaryolar yardımıyla göstermeye çalıştığım kırılganlığını unutarak süreci fazla zorlarsa, mesela PKK’yi barış sürecinden dışlamaya kalkarsa, hiç ummadığı sonuçlarla karşı karşıya kalabilir. Bir barış süreci, ancak gerçek güç ilişkilerine yaslanabilirse kalıcı olabilir. Bu ise mümkün olan en geniş kesimlerin uzlaşmaya kendi adlarına katılıp sorumluluk almaları demektir. Devlete ve PKK’ye düşen bunun imkânlarını hazırlamaktır.
2013-03-15

Şîroveyeke nû binivisêne

Plain text

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.