Suriye ve Tokat'ta 7 askerin Öcalan ve Genel Kurmay'ın ortak planı ve iktaidarı sonucu katledilmesinden sonra, bu olayın 1993 yılında Bingöl'de öldürülen 33 asker olayıyla bir benzetme içinde değerlendirilmesi, iki olayın da aynı amaçlı olmasından ileri gelmesidir.
Tokat'ta askerlerin öldürülmesinden sonra, kimlerin öldürdüğü sorunu tartışıldı. Bu olayın bir provokasyon olduğu tartışmasızdı. Ama olayın kimler tarafından yapıldığı da provokasyonun niteliğini ortaya çıkarmak kadar önemliydi.. Hükümet yetkilileri, bu olayın Ergenekon örgütü yani devlet güçleri tarafından gerçekleştirildiğini açıkça olmazsa bile, dile getirdiler. DTP çevresi de bu görüşü paylaşır durumdaydı ve bu doğrultuda açıklamalar yaptılar. Tam da bu sıcak tartışmaların içinde, olaydan üç gün sonra, PKK'ya bağlı, ama bağımsız hareket ettiğini ileri süren Dersim'deki bir HPG grubu Tokat'taki askerleri öldürdüğünü açıklandı. PKK Merkezi de yapılan bu açıklamaya katıldı.
PKK'nın Tokat'taki askerlerin ölümünün sorumluluğunu yüklenmesi, iki olguyu daha tartışma gündemine getirdi. Bu olgulardan biri, PKK'nın bu olayı tek başına yapmadığı, PKK'nın kuruluşundan beri ilişkili olduğu derin devlet güçleri ile ortak yaptığı; ikinci olgu, bu olayın PKK tarafından yapılmamasına ve PKK'nın partneri derin devlet güçleri tarafından yapılmasına rağmen, PKK'nın bunu yüklendiğiydi. Her iki olgu da, Tokat'taki asker ölümünün ve o dönemde Öcalan'ın dar hücresi ve havasızlığı gerekçe gösterilere şiddete dayalı kitlesel eylemlerin, aynı merkez tarafından yönetildiğini ortaya koydu.
PKK'nın bu olayı üstlendiği dönemde, Öcalan'ın avukatlarıyla görüşmesinde Tokat'taki olaydan haberdar olmamasını açıklaması ve bu konu ile ilgili PKK'nın yetkililerini sert biçimde eleştirmesi, bu eleştirilerinin sansüre tabi tutulması, olayı daha farklı bir düzeye taşıdı. Tam da bu noktada, 1993'deki 33 askerin katledilmesi olayıyla, Tokat'taki olay arasında bir benzeşme ve paralellik ortaya konuldu. 33 Asker olayıyla ilgili Parmaksız Zeki (Şemdin Sakık'ın) ve Öcalan'ın olaydan sonra dünya radyo ve televizyonlarına yaptığı açıklamalara rağmen, Öcalan'ın olaydan haberinin olmadığı gündeme geldi.
Bu tartışma ve saptamanın görünürde doğru olduğu, gerçekten ise doğru olmadığı, o günlerdeki gelişmeleri yakından izleyen, bilen biri olarak daha önceki tarihlerde de basına yaptığım açıklamalar ve yazdığım yazılarla ortaya koymuştum. Bu tartışma ile birlikte, Öcalan'ın gerçek devlet ilişkilerini gizleyen açıklamalar nedeniyle tekrardan bu sorun üzerinde durmak, Öcalan'ın yalanını açığa çıkarmak bir görev olarak ortaya çıktı.
*****
Bingöl'de 33 Askerin ve Tokat'ta 7 askerin öldürülmesi amacının aynı olduğu ile ilgili görüşlere katılıyorum.
Bilindiği gibi Özal, 1983 yılında iktidara gelmesinden sonra, “Kürt Sorunu“ ile igili bir açılım yaptı. Bu açılımla birlikte, “Kürtlerin resmi olarak varlığı“ ulusal ve uluslar arası plânda fiilen tescil edildi. Özal, Türkiye'de 12 Milyon Kürdün yaşadığını telaffuz etti. Bu 12 milyon Kürdün de hak ve özgürlüklerinin de var olduğunu, ama hali-hazırda bu haklardan yoksun olduğuydu. Özal, Federasyon dahil “Kürt sorunu“ ile ilgili çözüm modellerinin tartışılabileceğini açıkça dile getirdi ve bu konuda Türkiye'de geleneksel olanın ve resmi ideoloji olan Kemalizm'in dışında tartışmalar başlamıştı. 1993'de Celal Talabani'nin aracılığıyla PKK ateşkes ilan etmişti. Bununla da, “Kürt Sorunu“ ile ilgili bir politik ve hayati bir süreç başlatılmıştı. PKK, daha önceki tarihlerde ilan ettiği ateşkesi birçok Kürt liderinin de katıldığı basın toplantısıyla uzatmıştı. Bu uzatmadan birkaç gün sonra, Bingöl'de 33 asker öldürüldü. 33 Askerin ölümünden sonra, ateş kes son bulmakla kalmadı, Özal'ın “Kürt sorunu“ ile ilgili başlattığı, üç aşamalı düşülen proje de son buldu. 33 Askerin ölümünden sonra, tekrardan kontrol derin ve gerçek devlet iktidarını eline geçti.
Tokat'ta öldürülen 7 Askerin öldürülmesinde de amaç, AKP'nin başlattığı açılım sürecine son vermek, gerçek devlet iktidarı ve PKK'nın ortak iktidarının yeniden sağlanmasıdır.
Bu bağlamlarda da iki olay arasında bir benzerlik ve illiyet bağı söz konusu. Ama her iki olayın esas değişmeyen ve değişen aktörleri söz konusu.
*****
Tokat olayında, PKK'nın kuruluşundaki sahipler, esas aktörler durumundadır. Bu aktörler de, derin devlet güçleri ve Öcalan'dır. Bu nedenle, Öcalan'ın açıklamalarına rağmen, Tokat'taki 7 askerin ölümünden haberdar olmaması söz konusu değil. Tokat'ta 7 askerin öldürülmesi, Öcalan'ın hücresinin darlığı ve diğer cezaevi koşulları gerekçe gösterilerek geliştirilen şiddete dayalı kitlesel eylemlerin başlatılması, DTP'nin kapatılması; daha sonraki günlerde bu olayların bıçakla kesilir gibi kesilmiş olması, olayların aynı merkezden yönetildiğini ortaya koydu. Ben de yazdığım yazılarda bunu açıkça dile getirdim. Bu merkezde, derin devletin temsilcileri ile Öcalan var.
Öcalan'ın 7 askerin ölümünden habersiz olduğu konusundaki açıklamaları, malûm ve bilinen bir taktiğin sonucudur. Öcalan, 12 Eylül öncesi ve sonrası ölüm olaylarının hiçbirinin sorumluluğunu yüklenmemekte, bu olaylardan yerel sorumlularını günahkâr ilân etmektedir. Bunu yargılaması sırasında da bir yaklaşım ve taktik olarak benimsedi. Son günlerde, kardeşi Osman Öcalan'ın da, “ben PKK'nın eylemlerine katılmadım“ açıklaması, Türkiye'ye geldiği zaman yargılamaktan kurtulması içindir. Bunun da aynı yaklaşımın ve taktiğin bir sonucu olduğu açık. PKK'deki tüm olayların sorumlusu, tepede ve tek karar organı Öcalan Kardeşler olmasına rağmen, olayların sorumluları başkaları.
*****
Tokat'ta 7 askerin öldürülmesinden sonra, hem bu olaydan ve hem de 33 askerin öldürülmesinden Öcalan'ın haberdar olmadığı yalanına, birçok çevrenin de inandırıldığı açığa çıktı. Oysa bu açıklamaların hiç biri doğru olmadığı gibi, Öcalan da bir yalana sığınıyor, sorumluluğu üzerinden atıyor. Bu ve benzeri olayların sorumluluğunu, Şemdin Sakık ve benzeri muhaliflere yüklüyor. Öcalan, Şemdin Sakık ve diğer Öcalan muhaliflerinin aynı zamanda Ergenekon üyeleri olduğunu ileri sürerken, bu Ergenekon'da kendi yerini açıklamıyor. Oysa PKK içinde, Öcalan'ın son avukat görüşmelerinde itiraf ettiği ve daha önceki tarihlerde de ifade ettiği Ergenekon örgütünün kurucusu ve tepedeki adamı olsa-olsa Öcalan olabilir. İsmi geçen muhaliflerin çoğu, PKK'nın kuruluşundan çok uzun zaman sonra PKK'ya katılan ve sorumlu yerlere gelen insanlar.
Şemdin Sakık, 33 askerin öldürülmesi emrini ve talimatını PKK merkezinden aldığını açılıyor. Bu PKK merkezi de tek kişiden ve Öcalan'dan oluştuğu için, talimatı Öcalan'dan aldığı açıktır. Bu nedenle, Şemdin Sakık'ın açıklaması doğrudur. Ama o dönemde Öcalan, kendisiyle yapılan görüşmelerde bu olaydan haberdar olmadığını, olayı yüklenmek ve savunmak zorunda kaldığını açıkladı. Bunun için de, ustaca kendisine şahitler oluşturdu. Bu şahitler de, bu olayı sorgulamadan Öcalan'ın yaptığı açıklamaları doğru kabul ettiler. Kemal Burkay, Öcalan yalanına halen inanmış olduğundan, son günlerdeki televizyon açıklamalarında bunu ifade etti. Oysa olayın gerçekleşmesinde Öcalan haberdar olmasının ötesinde, olay, onun kararıyla gerçekleşti.
33 Askerin öldürülmesini ve ateşkesin bozulmasını isteyen asıl güçler, Öcalan'ın işbirliği içinde olduğu güçler ve devletlerdi. Bu bağlamda, 33 askerin öldürülmesi basit bir eylem ve basit bir PKK grubunun eylemi değil, büyük bir güçler ve devletler konsorsiyumu eylemi olduğu verilerle açığa çıkmaktadır.
Bu güçlere ve devletlere bakalım.
Başından beri PKK'yı Kürt Ulusal Hareketini içerde kuşatma, Kürt Hareketi'ni provoke etmek için PKK'nın oluşturulması için Öcalan'ı harekete geçiren T.C Devlet gücü, aynı zamanda, kendi mutlak iktidarın devam ettirmek ve demokratikleşmeye set çekmek için de, PKK'yı kullanmaya başladı. 12 Eylül'ün hazırlanmasında PKK'yi önemli bir enstrüman olarak kullandı. PKK'nın silah bırakması ve silahlı mücadeleye son vermesi, devlet güçlerini ve özellikle devletin silahlı güçlerini anlamsız ve güçsüz kılacak bir durumdu. Bu nedenle, T.C Devletinin silahlı güçleri, PKK ateşkesinin devam etmesini istemiyordu, silahlı mücadelenin devamı için şartlar yaratıyor, PKK'yı besliyordu. Bu nedenle, 33 askerin öldürülmesinde birinci derecede çıkarı olan güç, bu ismi geçen devlet güçleriydi.
Ötesi de var.
Suriye'de PKK'nın Ateşkesinin geçici olması koşuluyla kendisine izin vermişti. PKK'nın silahı bırakması ve silahlı mücadeleye son vermesi, Suriye'nin PKK'ya yaptığı yatırımı boşa çıkaracağı gibi, aynı zamanda PKK vasıtasıyla, Hatay ve su sorunu, Müslüman Kardeşleri nedeniyle Türkiye ile savaşın son bulması anlamına geliyordu. Bu nedenle, Ateşkesin son bulması gerekirdi. Ateşkesin uzaması için, Öcalan'ın Suriye'den çıkarılması konusunda Celal Talabani ile aramızdaki tartışmalar bunun içindi. Ama Suriye Öcalan'ın çıkışına izin vermediği için, Öcalan Irak KDP'ye olan güvensizliğini gerekçe göstererek Suriye'den çıkmadan vazgeçti.
Suriye'nin diğer Kürt örgütlerini de silahlı mücadeleye dahil etmek için o ateşkes döneminde büyük gayret gösterdiği benim de şahit olduğum bir olaydır.
Irak, PKK'yı Irak Kürdistan'ı güçlerine ve ABD'ye karşı savaştırmak için silahlı mücadeleye devam etmesini istiyordu. Bilindiği gibi, Irak'ta ABD ve müttefiklerinin kontrolünde Özgür Kürdistan Bölgesi yaratılmıştı, 1993 yılında Kürdistan'da federe devlet yapılanması somut bir konum kazanıyordu. Bu statükonun Irak'ın aleyhine olduğu ve bozulması gerektiği ortadaydı. Bu nedenle, Irak da ateşkesin son bulmasını ve PKK'nın silahlı mücadeleyi devam etmesini istiyordu.
İran da, Türkiye'ye karşı olan çıkarlarını, hesaplarını PKK üzerinden sürdürmeye devam ediyordu. Iran da, PKK'nın silahlı mücadeleyi bırakmasına izin veremezdi ve vermedi de.
Ermenistan, Kıbrıs Rum Cumhuriyeti, Yunanistan, Rusya'nın da, PKK üzerinden hesaplarını Türkiye'ye karşı sürdürdükleri göz önüne alınırsa, PKK'nın sadece T.C Derin Devleti tarafından kullanılan ve desteklenen bir güç olmaktan öteye, uluslararası güçlerin bir taşeronu olduğu ortaya çıkıyor.
Bu nedenle, ateşkesin son bulması gerekiyordu. Bingöl'de 33 askerin öldürülmesi bir bahaneydi. Eğer o olay olmasaydı, başka kapsamlı bir olay organize edilecekti. Bu tezgahın başında ve içinde de Öcalan'ın varlığı tartışmasızdır. Bu bağlamlarda, Öcalan'ın 33 Askerin Ölümü hakkında söyledikleri, kamuoyunu yanıltmak olduğu gibi, gerçekleri gizleme manevrası, koca bir yalandır da.
Amed, 26. 12. 2009
İbrahim GÜÇLÜ
([email protected])
NOT: Bu yazı bir çok siteye yollandığı gibi Nasname'ye de yollanmıştır.