TARİH: 6 EKİM 2009... YER: İSYANBUL...[*]
TEMEL DEMİRER
“Kuşatma altında gezeceğiz
Ulaşıncaya dek kıyısına
Ekmeğin ve dalgaların.
Öleceğiz düşü uğruna
Bir yurdun
Ve bekleyen yaseminlerin.“[1]
I) En son 1 Mayıs 2009'da (78'den sonra ilk kez) Taksim'deydik... Ne muhteşem bir duyguydu/ gündü o...
Tam 159 gün sonra yine Taksim'e çıktık: Ellerimizde bayraklar/ pankartlar ve yeri göğü inleten sloganlarımızla...
“E pluribus unum/ Birlik içinde çokluk“ gerçeğiyle Taksim'in orta yerindeydiler; içtenlikli, güleç yüzlü insanlardı...
Çoğu kentin varoşlarından gelmişlerdi; yoksuldular; gençtiler; en önemlisi genç kadınlar her zamankinden çoktu ve öndeydiler...
Ankara'dan gelenler, tanıdıklarımız, kucaklaştıklarımız ne kadar da çoktular! Sarmaş dolaş olduk hepsiyle...
İstedikleri çok basitti; “IMF Defol Bu Dünya Bizim!“ diyorlardı; haksız mıydılar; elbette değil!
Sadece biz değil; “Onlar“ da Taksim'de hazır ve nazırdılar; kalkanları, copları, gazları, silahları, panzerleri, nefret dolu bakışları ve numarasız kasklarıyla karşımızdaydılar...
Şimdi Halil Cibran'ın, “Yenilgi, yenilgim, benim ölmez cesaretim/ sen ve ben fırtınada birlikte güleceğiz;/ ve biz ikimiz, derin mezarlar kazacağız/ içimizde ölmekte olanlara;/ ve tutunacağız, tüm gücümüzle,/ güneşin karşısında;/ ve de tehlikeli olacağız,“ dizelerini anımsama anıydı; burunlarından öfke soluyan onların karşısında insan olmanın cesareti ve sorumluluğuyla...
II) Ne acı ve acayiptir? Phyllis Bottome'un, “Zorluklarla baş etmenin iki yolu vardır; ya zorlukları değiştirirsiniz ya da zorlukları çözmek için kendinizi,“ sözündeki üzere bu bıçak sırtı coğrafyada; insan olmak müthiş bir cesaret gerektirir! 6 Ekim 2009 hikâyemiz bunu anlatır...
Bir gazete, “Polis = biber gazı + tazyikli su...“ “Saldırılar dehşet verici,“[2] diyorken; bir diğer gazetede de, “Dünya Bankası yetkilileri ’Biber Gazı' kullanılmamasını istemişlerdi,“[3] diye ekleniyordu...
Başbakan Erdoğan'ın, “Protestolara kulak verin“ deyip, hemen ardından vazgeçtiği; İshak Kalvo'nun, “Biber Gazı“ndan fenalaşıp kalp krizi sonucu öld(ürüld)üğü İsyanbul'un hikâyesi şöyleydi...
6 Ekim 2009 sabahı Tayip Erdoğan'ın açılış konuşmasıyla başlayan Uluslararası Para Fonu (IMF)/ ve Dünya Bankası (DB) Toplantıları devrimci kurumlar, sendikalar ve demokratik kitle örgütlerince protestolarla karşılandı.
IMF/ ve DB karşıtı protestoları azgın polis terörüyle bastırmaya çalışan sermaye devleti ve onun emrindeki kolluk güçleri Taksim'den Harbiye'deki Kongre Vadisi'ne yürümek isteyen devrimcilere gaz bombaları, tazyikli su ve plastik mermilerle saldırdı.
Taksim'de KESK, DİSK, TMMOB ve TTB tarafından düzenlenen mitinge, polisin ihtarda bile bulunmadan doğrudan saldırması, kesif ve de gelişigüzel bir biber gazı bombardımanıyla dağıtması ile başlayan polis saldırısı saatlerce ve çatışmalarla devam etti.
Protestocular Tarlabaşı, Talimhane, Sıraselviler, Gümüşsuyu, Cihangir ve İstiklal Caddesi'nin ara sokaklarında çevik kuvvetle çatıştılar.
Emperyalizmin simgeleri devrimcilerin, anti-kapitalistlerin haklı hedefi oldu.
Protestocular, polis terörüne karşılık verdiler.
Azgın polis terörüne maruz kalan göstericilerden yüze yakını yüzü gözü kan içinde, gözaltına alındı.
Herkes gördü: Taksim Meydanı'ndaki miting için bekleyen kitle KESK Genel Başkanı Sami Evren'in kısa açıklamanın hemen ardından saldırıya uğradı.
Devrimciler, bu saldırıya karşı direndiler.
Anti-kapitalistlerin direndiği her yerde yoğun çatışmalar yaşandı. Polis terörü karşılıksız kalmadı.
Polis gözü dönmüş saldırısına rağmen İstiklal Caddesi üzerinde defalarca farklı noktalarda toplanan eylemciler polis panzerlerine ve çevik kuvvet polislerine direndi.
Bu arada İstiklal Caddesi üzerinde sivil faşistler de işbaşındaydı.
Cihangir'de bulunan eylemcilere tazyikli su ve biber gazıyla müdahale eden polis onlarca eylemciyi gözaltına aldı. Sıraselviler ve Cihangir'de de direniş devam etti; yoğun gaz kullanılan Tarlabaşı da militan karşı koyuşun sergilendiği bir diğer bölgeydi.
Bu arada bir grup Kongre Vadisi'ne yakın olan Elmadağ bölgesine doğru yöneldi.
IMF ve DB'nin dünya halklarına dayattığı sömürü düzenine isyan edenlerin korkusuz itirazının 6 Ekim 2009 tarihinde İsyanbul'undaki hikâyeleri “kabaca“ buydu...
S. Lec gibi, “Akıllı Don Kişot uygun rüzgârı bekler,“ diyenlere; konuşmaktan bir şey yapmayanlara inat!
III) İstanbul, 6 Ekim 2009'da İsyanbul oldu; aynı zamanda da Gazistanbul...
Tabiri amiyane İstanbul, Nazilerin gaz odasını andırıyordu...
Kolay mı? “Gazcı Kardeşler“ yine iş başındaydı. Bir değişiklikle, Muammer Güler'e bu kez Celalettin Cerrah değil, Hüseyin Çapkın eşlik etti.
Sonuç aynıydı: İstanbul yine dev bir gaz odasına dönüştürüldü... Bir kişi de yaşamını yitirdi.
Evet Taksim'deki IMF karşıtı eylemlere kullanılan “Biber Gazı“ trajik bir ölüme de yol açtı. İpek Tekstil Mağazası'nın 55 yaşındaki sahibi İshak Kalvo, İstiklal Caddesi No 120'deki işyerinde saat 12.00 sıralarında yoğun gaz nedeniyle kalp krizi geçirdiği için hastaneye kaldırılırken polis barikatına takıldı. Ambulansa ulaştırılması geciken Kalvo sonunda anjiyoya alındı fakat bütün müdahalelere rağmen kurtarılamadı!
Kolay mı? İstanbul gaza kesmişti! Öyle ki, polisin ilk saldırısında Taksim Meydanı beyaza büründü. Bir dakikada meydanda göz gözü görmez oldu. Taksim meydanında bulunan 15 katlı The Marmara otelinin çatısı bile gaz altında kaldı...
Gazcı kardeşler Taksim'le de yetinmedi, IMF karşıtlarının gittiği her yeri gaza boğdu. İstiklal, Sıraselviler ve Cihangir ile Tarlabaşı Bulvarı'nı da gaz aldı. (Hastaneler dahi gaz altında kaldı!)
Kontrolsüz gaz bombardımanından basın da etkilendi. Çevredeki tüm insanlar ile polisler de sık sık gözyaşlarına boğuldu, nefes almakta zorlandı. Çok sayıda kişi gazdan etkilenerek hastanelere kaldırıldı.
Polis terörü sadece gaz bombaları ile sınırlı kalmadı. Polis yakaladığı her yerde IMF karşıtlarına tazyikli su sıktı, coplarla dövdü.
İstiklal Caddesi'nde, polislerin gençleri silah dipçikleriyle dövdüğü 1 Mayıs'ı aratmayan görüntüler vardı. Polis, bazı göstericilerin kan ve morluk içindeki yüzlerini ceketleri ile basından gizleyerek gözaltı araçlarına bindirdi.
Polisin saldırıları sonucu Sercan Genç adlı 18 yaşındaki bir genç yüzünden yaralandı, Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne kaldırıldı. 25 yaşındaki Umut Aydoğdu'nun ise kolu kırıldı.
Sadece bu kadar da değil; bunun yanında polis, faşistlerle birlikte, protestoculara tekme, sopa, yumruk ile saldırdı.
Faşistler de durumdan vazife çıkardı ve yakaladıkları göstericileri sopalarla dövdü. Göstericiler, olay yerine gelen polisten de dayak yediler.
Taksim Meydanı'ndaki protestoda polisin müdahalesinin ardından bir grup gösterici, Tophane tarafına kaçtı. Ancak ara sokaklara dağılan göstericilere bu kez kimliği bilinmeyen bir başka grup müdahale etti. Saldırganlar kovaladıkları eylemciyi sopa ve tahta parçaları ile dövdü. Bir süre sonra olay yerine güvenlik kuvvetleri de geldi. Eylemci bu kez polisin müdahalesi ile karşılaştı.
Ayrıca polis(ler) ateş de açtı...
Bunların yanında televizyonları da izlediniz, değil mi?
6 Ekim 2009 akşamı NTV yayınına telefonla katılan İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı, polisin aşırı güç kullanmasını mazur göstermeye çabalayıp, üstüne üstlük sağduyulu davrandığını söyleyerek bir de teşekkür etmesi, tuz-biber ekti.
Özetle egemenler açısından Stanislaw Lec'in, “Çıkmaz sokakta ne yazık ki güvenli bir dönüş yoktur,“ deyişini kanıtlayan durum; yine Napoléon Bonaparte'ın, “Yüce olarak bilinen şeylerden gülünç olana yalnız bir adım vardır,“ gerçeğini de içeriyordu...
IV) Ambro Bierce'ın de işaret ettiği üzere, “Kibarlık en kabul edilebilir iki yüzlülük“ ilan edilse de; açık açık ifade edelim: Ortada yerde, bire bir ve inkârı mümkün olmayan bir devlet terörü vardı; hani, “orantısız güç“ denilen egemen şiddet!
Kimse inkâra kalkışmasın; rüzgâr ekenler fırtına biçtiler...
Fırtınanın sorumlusu, keyfi bir aymazlık ve aldırmazlıkla rüzgâr ekenlerdir!
Şiddetin sorumlusu, egemenlerdir; egemen politika ve dayatmalardır!
V) Yaşa(tıl)dığımız “realite“ bunu kanıtıdır! Nasıl mı?
6 Ekim 2009'da elele Taksim'e çıktığımızda Sibel'in çantasında, aynı tarihli ’Radikal' gazetesinin 14. sayfasında dört tane haber vardı; bu dört haber, aynı gün Taksim'de yaşa(tıl)dığımız “realite“nin kanıtıdır!
İşte haberler...
Birincisi: İçişleri Bakanlığı'nın, Beyoğlu'nda bir aileye toplu polis dayağına seyirci kalmayarak disiplin cezası istemesinin ardından art arda ’Sıfır tolerans bu değildir' dedirten haberler geldi: Yargıya engel, vatandaşa dayak, işkenceye koruma, delili yok sayma...[4]
İkincisi: Üniversiteli genç parkta arkadaşlarıyla gitar çalıp içki içtiği için hastanelik edildi: İstanbul Aydın Üniversitesi Mütercim Tercümanlık Bölümü öğrencisi 21 yaşındaki Tuna, 3 Ekim gecesine ilişkin “Sekiz polis başımı tekmeliyordu...“ dedi...
Üçüncüsü: Katıldığı gösteride polise taş atan iki lise öğrencisine hem “terör örgütü üyeliği“ hem de “devlet malına zarar vermek“ten dava açılırken, Mardin Cumhuriyet Başsavcılığı'nın, çocuklara işkence yaptıkları iddiasıyla askerler hakkında soruşturma açma talebi valilik engeline takıldı. Mardin İHD şubesi tarafında hazırlanan rapor ise iki öğrencinin elleri kelepçeli bir şekilde dayak yediğini ortaya koydu...
Dördüncüsü: Bahçelievler'de iki yıl önce ’Yürüyüş' adlı yasal dergiyi satarken polis kurşunuyla felç kalan 17 yaşındaki Ferhat Gerçek'in davasında gönderilmesi talimatı verilen “polis telsiz kayıtlarının“, savcılık tarafından vaktinde istenmediği için “imha“ edildiği ortaya çıktı. Davanın diğer önemli bir kanıtı olan Gerçek'in kanlı tişörtü de olay sonrası “kaybedilmişti“...
İşte coğrafyamızdaki “hak-hukuk“ realitesi ve uygulaması! 6 Ekim 2009'da maruz bırakıldığımız zulmün bu uygulamalardan ve sahiplerinden bağımsız olduğunu düşünmek, abestir...
Aslı sorulursa yaşa(tıl)dıklarımız, egemenlerin ezilenlere karşı savaşının bir parçasıydı; Carl von Clausewitz'in “Savaş, politikanın başka araçlarla devamıdır“ deyişinde tanımladığı üzere...
VI) Bu “realite“ karşısında, Nâzım Hikmet'le birlikte, “Hava kurşun gibi ağır/ Bağır/ bağır/ bağır/ bağırıyorum./ Koşun/ kurşun/ eritmeğe/ çağırıyorum...“ diye haykıranlar açısından itiraz/ ve direniş, en doğal/ ve vazgeçilemez haktır!
İtiraz-direniş-isyan, en doğal insan hakkıdır; post-modernler, “sivil toplumcular“, Habermascılar, liberal solcular ne derse desin, böyledir ve böyle kalacaktır bu!
Hayır; durmadan karşılıksız “öğütler“ verenlerin lafazanlıklarına verecek primimiz yok! Hem de Oscar Wilde'ın, “İyi bir öğütle ilgili yapılacak tek şey başkasına devretmektir. Kendine bir yararı dokunmaz,“ sözlerindeki kararlılıkla...
Başka bir dünyayı mümkün kılmak için elimizden geleni ardına koymayacağız! Albert Einstein'ın, “Yalnız barışçı değil, bir barış savaşçısıyım. Barış uğruna savaşım vermek istiyorum. İnsanlar savaşa savaş açmadıkları sürece, hiçbir şey savaşları ortadan kaldıramayacaktır...“ sözlerindeki kararlılıkla...
VII) Şimdi herkes, “ama“sız, “fakat“sız, yani açık açık, “Terör ne? Terörist kim?“ sorusuna, 6 Ekim 2009 hakikati ekseninde bir kez daha yanıt vermek zorundadır!
Bizim yanıtımız açık; direniş asla terör değil; ezilenler açından meşru bir haktır!
6 Ekim 2009 hakikatinin ortaya koyduğu üzere İsyanbul'da devlet terörü sökmedi, devrimciler, anti-kapitalistler alanlara indiler; boyun eğmediler; IMF/ve Dünya Bankası Zirvesi'ne karşı militanca direndiler; demokratik yurttaşlık haklarını kullandılar!
Evet, insanların protestocuların, kendileri hakkında “karar alan“ yerkürenin lanetli egemenleri ile IMF/ve DB'yi protesto etmeleri en demokratik yurttaşlık haklarıydı...
Kimse göstericilere “kırıp/ döktüler“ diye “ahlâk dersi“ vermeye kalkışmasınlar!
Max Weber'in de belirttiği üzere, “Dünyadaki hiçbir etik konum, pek çok durumda ’iyi' amaçlara ulaşmak için ahlâken kuşkulu ya da en azından tehlikeli araçlar kullanmak ve bunun da bedelini ödemeye hazır olmak-dahası, kötü sonuçlarla karşılaşma riskini, hatta olasılığını göze almak-gerekebileceği gerçeğinin etrafında dolaşamaz...“
Terörist, haksız, hukuksuz olanlar onlardır; IMF'dir; DB'dir; dünya emperyalizmi ve jandarması ABD'dir...
Bunun bilincinde oldukları, hukuksuzluklarının bir gün gelip geri tepeceğini bildikleri içindir ki, toplantılarını artık yerin yedi kat altında, korunaklı salonlarda yapıyorlar.
Anımsayın: “ABD'nin dünyanın pek çok kesiminde en büyük terörist devlet olarak görüldüğünü ve bunda haklı olduklarını kabul etmek zorundayız...
“Batı modeli, özellikle de ABD modeli, hükümetin ekonomiye büyük çaplı müdahalelerde bulunabilmesi üstüne kuruludur... “ABD uluslararası terörizmi sürdürüyor,“ diye haykırır Noam Chomsky; haksız mı?!
Anımsayın: Küresel ekonomik krize rağmen ABD'nin 2008 yılındaki toplam silah ihracatının yaklaşık yüzde 50 arttığı bildirildi. Yani ABD, dünya ülkelerine 2008 yılında tek başına toplam silah satışlarının üçte ikisi olan 37.8 milyar dolarlık satışla ön sıradaki yerini korumuştur!
Anımsayın: IMF küresel krizin tahmini faturasını 3.4 trilyon dolar olarak açıkladı!
Yerkürede işsizler 200 milyonu aştı!
Ancak ABD ve Kuzey ülkeleri yarattıkları krizin sorumluluğunu üstlenmiş değiller...
Anımsayın: Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick, 2009 yılında 59 milyondan fazla insan işini kaybedeceğini, Afrika'nın Sahra altındaki azgelişmiş bölgelerinde 30 bin ile 50 bin bebeğin ölebileceğini vurgusuyla, krizden ötürü insanların işsiz kaldığını, hayatların mahvolduğunu, kız çocuklarının okula gidemediğini, ev kadınlarının hangi yemek öğününü kessek diye düşünür hâle geldiğini, çocukların kötü beslendiğini ifade ederek, “İnsan ilerlemesi denilen şey, artık geri dönüşü olmayacak bir şekilde geriye doğru gitmeye başladı“ dedi ve ekledi: “Başka krizler de olacak! 1 milyar insan yoksulluk çemberinde. Kâğıt üstünde aç doyurulmaz!“
Bunlarla da bitmiyor: Dünyada 4 çocuktan biri yoksul, her beş dakikada bir çocuk ölüyor.
Anımsatmaya devam edelim: 1 saatte 700 milyar dolarlık kaynağın bankalara aktarıldığını söyleyen Nobel ödüllü ekonomist Joseph Stiglitz, “Bu, senede 60-70 milyar dolar verilen yoksul ülkelere yapılan 10 yıllık yardıma denk geliyor“ diyor.
“Kriz bitiyor“ diye düşünmediklerini, Avrupa ve Orta Asya'daki toparlanmanın henüz prematüre olduğunu belirten Dünya Bankası Başekonomisti Indermit Gill, yoksulluğun her yerde artacağını belirterek, “Aynı şey Rusya ve Türkiye'yi de etkileyecek. Türkiye'de işsizlik iki katına çıkmış durumda...“ dedi.
Veriler ışığında bilinen, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu'nun politikalarının şimdiye kadar gezegende günde 1.25 dolarla yaşamaya çalışan 1.5 milyar insanı sistematik bir biçimde dışladığıdır.
Dışlama ne kelime, yardım elini uzattığında ise sermayeyi kollayan politikalar dayatarak yoksulu daha yoksul, açları daha aç duruma getirme becerisini göstermiştir.
Dünya borçları bugün 36.000 milyar dolar gibi akıl almaz düzeylerdedir. Finans pazarını besleyen bu borçların yükü, vergi artışlarından, kamu ve sosyal harcamalardan yapılacak kesintilerden ve özelleştirmelerden karşılanacaktır.
Şimdi soruyoruz; hangisi şiddet, hangisi terör? Yoksulların, geleceksizliğe yazgılı kılınmışların isyanı mı, yoksa onları yoksulluğa, açlığa, işsizliğe, küresel ısınma kaynaklı afetlere mahkûm eden, çokuluslu şirketlerin doymak bilmez kâr hırsı mı?
Evet, IMF/ ve DB'de teröristtir; kapitalist terör aygıtının parçalarıdır!
VIII) Tıpkı sermaye medyası gibi...
Evet, sermaye medyası da, kapitalist terör aygıtının parçalarındandır!
Taksim ve çevresindeki IMF ve Dünya Bankası karşıtı protesto eylemleri/ve sonrasında yapılan haberlerin TV ekranlarına nasıl yansıtıldığını izlediniz.
Bizde oralardaydık; olanların şahidi/ ve tarafıyız!
Sermaye medyasının “haberleri“ verişi, boylu boyunca taraflıydı.
Bir örnek yeter; sermayenin medyası polis kamerasından çekilenleri izleyicilere ulaştırdı; “Emniyet Muhabiri“nin(!) çektiği görüntüler bültenlerde, “haber“ diye yayınlandı; 6 Ekim 2009 tarihli Kanal D Ana Haber kuşağında...
IMF karşıtı eylemin ardından sermaye medyası polisi haklı gösterme telaşıyla çarpıtma ve yalanlara başvurmaktan çekinmediler.
Tüm kanalların haberleri verme biçiminde bir tekbiçimlilik vardı. Birkaç yerde etrafa zarar veren kişilerin görüntüleri sürekli ön plana çıkarılırken, göstericiler için “öfkeli, şiddetli“ gibi akılla değil duygularıyla hareket ettiklerini ima eden sıfatlar kullanıldı. Eylemin konusu olan IMF'nin gerçek kimliğinden yapıp ettiklerinden hiç söz edilmedi.
Yine kural olarak hiçbir burjuva medya kanalı eyleme katılan örgütlerin saldırıyla ilgili açıklamalarına yer vermezken, tümü Muammer Güler'in eylemcileri suçladığı ve polisi akladığı konuşmasını ayrıntılı olarak verdi.
Örneğin eylemler sırasında NTV'yi izlemekte olan izleyiciler ise, medyanın yüzsüzlüğünün varabileceği sınırlara dair bir yayın izlediler. NTV haber sunucusu Erhan Ertürk'ün ifadeleri taraflılığın şahikasıydı!
NTV'nin Taksim meydanındaki muhabiri Selen Tokcan, görüntüler eşliğinde polis müdahalesini anlatmaya çalışırken, gazdan etkilendiği için konuşmakta zorlanan Tokcan'ın sözünü defalarca kesen Ertürk, “Göstericiler polise saldırıyorlar, izinsiz gösteri yapıyorlar“, “Göstericilerin çelik bilyeleri var, isabet ederse öldürücü olacağı kesin“ gibi ifadeler kullandı. Selen Tokcan'ın “Bu derece sert bir müdahale olması beklenmiyordu, bu denli büyük bir katılım olacağı da“ demesi üzerine Ertürk bir kez daha araya girerek “Aslında sert bir müdahale sayılmaz, göstericiler polislere çok daha sert saldırıyor, muhabirimizin söylediği kadar masum sayılmaz bu göstericiler“ dedi.
Ya çektiği gösterici fotoğraflarını polislere gösterirken kameraya yakalanan “muhbir“ (muhabir değil) Zaman gazetecisine ne demeli?
Tabii bir de “göstericiler esnafın vitrinlerini kırdı“ kuyruklu yalanı var. Gözlerimizin içine baka baka kamuoyunu kandırıyorlar; oysa onlar da pekala biliyor, camları kırılanın esnaf dükkânları değil, küresel kapitalizmin kaleleri, bankalar, finans kurumları, çokuluslu şirketler olduğunu...
Evet, evet sermaye medyası da, kapitalist terör aygıtının parçalarındandır!
IX) Gelelim “Zırvalar“a...
’Kuyerel'de, adının zikredilmesi bile gerekmeyen bir(iler)i, 6 Ekim 2009 de, “Evet Avrupa esnafın kırılan camlarını, dizginsiz öfke ve şiddetin protestonun dili olmasını konuşuyor. Ve dışarıda protestoculara kulak verin diyen başbakana rağmen göstericiler saldıran polisin ve valinin ne kadar saldırgan olduğu değil, vatandaşın çok da haksız bulmayacağım öfkesi konuşuluyor...
Yunanistan'da halk tüm öfkesini polise gösteren ve tek bir küçük esnafın zarar görmemesi için azami dikkat gösteren anarşistleri haklı bularak alkışlamıştı. Buradaysa halk lanet okuyor.
Devlet bu meşruluğu, toplumsallığı hiçe sayıp tekke mantıklı sol anlayışın zaferi karşısında zil takıp göbek atıyor. Evet bu ülkede bir gün gerçek solcular sizleri silip tarihin çöp sepetine atacak bu kesin.
Oysaki bu güne kadar tüm herkes eylemcileri destekliyordu katıldığım eylemlerde halk pencerelerden göstericileri alkışlıyordu, IMF'nin kendilerine verdiği acıyı düşünüyordu. Herkeste eylem hevesi oluşmuştu. Sayenizde bunların tümü soldu,“ da diyebildi...
“Beyaz cam“ gerisinden alkışlayarak “seyrettiği“ Atina protestoları kendi sokaklarına indiğinde hoşafın yağı kesilen “tatlısu solculuğu“... “Aman Tayyip'e bir hâlel gelmesin,“ diye çırpınan iflah olmaz liberallik!
Bunlara dair ne denilebilir mi?
Mesela S. Haris'in, “İnsanların yaptığı sahte paralar kadar, paraların yaptığı sahte insanlar da vardır,“ sözü anımsanabilir!
Sonra da, yüksek perdeden ahkâm kesenlerin suratına, Karl Marx'ın, Mart 1841'de Berlin'de kaleme aldığı şu satırlar haykırılabilir: “Felsefenin toplumsal konumunun bugünkü görünüşte kötüleyen hâli karşısında sevinen hazin beyler karşısında felsefe, Prometeus'un Tanrıların hizmetkârı Hermes'e verdiği cevabı verir: Bil ki, sefaletimi senin esaretinle değişmem. Bu kayaya bağlı kalmayı, baban Zeus'un sadık bir ulağı olmaya yeğlerim.“
Nihayet “Yürüyenlerle birlikte yürümeyi yeğlerim,/ durup yürüyenlerin geçişini seyretmek değil,“ diyen Halil Cibran'ın ’Kum ve Köpük'ündeki şu dizelerin altı çizilebilir:
“Karşındakinin gerçeği/ sana açıkladıklarında değil,/ açıklayamadıklarındadır./ Bu yüzden onu anlamak istiyorsan,/ söylediklerine değil,/ söylemediklerine kulak ver...“
Onlar dediklerimizi anlayabilirler mi? Sanmıyoruz!
X) Bir kez daha altını çizelim: sermaye medyasının yalan(lar)ındaki üzere “esnafın camı çerçevesi“ indirilmedi; mutazarrır olanlar HSBC, ING Bank, McDonald's, ve benzerleriydi...
Ayrıca medyanın öne çıkarttığı “medyatik muhalifler“, militan direnişin saflarında yoklardı!
XI) “Hata“ yapılmadı mı? “Mümkündür“; Albert Einstein'ın, “Hayatında hiç hata yapmadığını düşünen biri, yeni hiçbir şey denememiş demektir,“ deyişindeki üzere...
Ancak aslolan, Hasan Hüseyin Korkmazgil'in, “gitmek/ nehirlerle yan yana/ gitmek/ nehirler gibi zor/ nehirler gibi çetin/ nehirler gibi umutlu/ gitmek/ nehirlerden de öteye/ oraya/ taaa oraya/ o büyük kurtuluşa/ yüreğim/ yaralı kuşum/ topla ve aç kanatlarını,“ dizelerindeki üzere engellenemez bir nehir gibi, köpüre köpüre çoğalarak bizimkilerin gelmekte olduğudur...
O hâlde 6 Ekim 2009 tarihinde İsyanbul'da başkaldıran bizimkilerin ayak seslerine kulak verin!
8 Ekim 2009, 19:49:16, Ankara
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No:105, Kasım 2009...
[1] Mahmud Derviş.
[2] “Saldırılar Dehşet Verici“, Cumhuriyet, 8 Ekim 2009, s.7.
[3] “Dünya Bankası ’Biber Gazı Uyarısı' Yapmıştı“, Radikal, 7 Ekim 2009, s.5.
[4] Umay Aktaş Salman, “... ’Sıfır Tolerans'ın Ertesi Günü Türkiye“, Radikal, 6 Ekim 2009, s.14.