TİYATRO SANATI[*]
TEMEL DEMİRER
“Şeyler sahiplikten
arındırıldıklarında,
aynı anda hem renkli
hem de yararlı olacaktır.“[1]
Tiyatro sanatı üzerine, kısa bir sürede ne diyebilirim?
Önce bir belirleme: Gerçek dünyayı dile getirmek zorunda olan sanatçı, bir bilinç işçisidir.
Sonra da bir soru: Sanatçı çağının ve topraklarının tanığı değil midir? O her türlü haksızlığın, zulmün olanın, kötülüğün ve sömürü düzeninin karşısında yer alarak, vicdani duyarlılığıyla yaşamı savunurken... Sanattan söz ederken, sık sık, “efkâr“ kelimesini kullanması da bundandır... Çünkü sanatçı acıya karşı, yaralanmak, kırılmak pahasına yitik masalların peşindedir; ütopyalarıyla...
Beraber söylenen solo şarkı olarak da betimlenmesi mümkün olan sanat, “olağan“ denileni allak bullak ederken; maskeleri indirir; gerçekle yüzleşmeye çağırır hepimizi...
O, sessizliğin ortasında bir haykırış, meydan okumadır; yürek büyüleyen bilgeliktir; bilgelik ise isyancı bir çağrıdır...
Bilinmeyenin ve bilinmeyecek olanın sınırlarında yangın(lar) çıkaran yıkıcı yaratıcılıktır.
Paradokstan çıkan eğitim, devingen düzen... terimleriyle de “tanımlayabileceğimiz“ sanat, gökkuşaklarının nasıl oluştuğunu açıklayan imgesel bir belgedir; düşündürücü güzelliktir...
İnsanı, dünyayı görünür kılmanın kavgasını verir sanatçı; hani Can Yücel'in, “renk“ ve “âhenk“ sözcüklerinden (“rengârenk“e de bir göndermede bulunarak...) “rengâhenk“i yarattığı yaratıcılık ve illa da isyancılıkla...
Kolay mı?
“Olağan“ denilen burjuva düzen, sanatı kuşatarak, derinliklerine çekip, “popüler“e tahvil ederken, sanatçıdan da (egemenler tarafından mezarında bile rahat bırakılmamacasına![2]) kuşkulanılır... Sanat/ile sanatçı başını dik tutabilirse, düş kurmaktan vazgeçmezse, her türlü zulmü ve felaketi göğüsleyebilirse; onurunu, erdemlerini koruyarak kalabalıklara boyun eğmezse; işte o zaman o (sanat) ona atfedilen sıfata (sanatçı) layıktır...
Nihayetinde sanat bir aşktır; hani Murathan Mungan'ın, ’Yalnız Bir Opera' başlıklı dizelerindeki kapsayıcı derinliktir: “Ey Sanat! Her şeyi hayata dönüştüren...“ diye haykıran...
EY SANAT!
Evet sanat, her şeyi hayata dönüştüren dinamiktir; öyle de olmalıdır; ama!
Bir de “aması“ var...
UNESCO'nun 2005 yılında yayımladığı kültür ticareti raporuna göre kültür endüstrisini oluşturan müzik, kitap, sinema, tiyatro, el sanatları gibi kültür ürün ve hizmetlerinin dünya gayri safi milli hasılasının yüzde 7'sine ulaştığı tahmin ediliyormuş...
2000 yılından beri de kültür endüstrisi yılda ortalama yüzde 7 büyümekteymiş...
Türkiye'nin de aralarında bulunduğu OECD ülkelerinde kültür endüstrisinin büyüme hızı yüzde 5 ile yüzde 20 arasında değişiyormuş...
En büyük kültür ihracatçıları İngiltere, ABD ve Çin'miş...
Kültür endüstrisinin yüzde 51.8'ini AB ülkeleri ihraç ediyormuş...
Kapitalist pazar/ piyasa için “kültür/ sanat“ denen şey bu olsa da; benim ifade ettiğim, etmeye gayret ettiğim “sanat“; “Çağdaş sanat piyasası güçlü değil; sanatçıların yapıtları AB'nin büyük sanat merkezlerinde yeterince temsil edilmiyor ve büyük sanat piyasasında tanıtımları zayıf... AB'ye girme sürecinde kültür piyasasının bir sektör oluşturması gibi bir gerçekle karşı karşıyadır Türkiye,“[3] demeyendir; böyle düşünmeyendir zinhar...
Öncelikle ve kesinlikle, “Sıradan insanların çıkarlarını üstün kılmak“tan yana olduğunun altını özenle çizen film yönetmeni Ken Loach'ın dediği gibi, “Şiddet üreten devletin gölgesinde sanat yapılmaz“!
Tam tersine, “şiddet üreten devlet“e karşıdır sanat/ ile sanatçı; A'dan Z'ye; tepeden tırnağa...
Sanat, pazar/ piyasaya teslim olmayan; metalaşmayan; tekellere “çerez“ olmayan; yaratıcı bir yıkımın isyanıdır...
Sanat “taraflı“dır; sanatın tarafı insan(lık)tır!
Bertolt Brecht'in deyişiyle, “Sanat için tarafsızlık, yalnızca egemen taraftan yana olmak anlamını taşıyabilmektedir.“[4]
Sanat, insan(lık)a ait gerçeğe mündemiç olması yanında; gerçek hayatın, insan(lık)ın kurtuluşunun önemli bir kaldıracıdır...
Yaşamın, aşka ve hayata dair her şeyin tarafı olmak cüretiyle var olan sanat eleştireldir; yaratıcıdır; geleceğe yönelik vurgularında; “dertler“, “kaygılar“, “umutlar“ taşır.
“Dertler“, “kaygılar“, “umutlar“ taşıyan yaratıcılığıyla eleştiri neden “olmazsa olmaz“dır mı?
Edward Said yanıtı şöyledir: ’Sanat, hakkında yargılarda bulunmayı sağlayacak değerleri yaratmaya başlamaktır.“
Yaratmaya başlanan yer de, eleştiri, itiraz, karşı çıkıştır...
Sanat eleştirdiği, itiraz ettiği, karşı çıktığı kadar vardı; vardır; var olacaktır!
Böyle olabildiği için de sanat, aynı zamanda devrimci bir soyutlamadır!
“Sanat soyutlamayla gerçekleştirilir. Sanat yapmak soyutlama yapmaktır... Soyutlamak kendine göre yorumlamaktır. Sanatta soyutlama, somutu yani yaşamı bir açıdan doğru olarak kavrayabilmek içindir. Sanat somuttan gelip, somuta dönen bir soyuttur. Sanatın koşulları, yaşamın gerekleriyle belirlenir... Sanat yaşamı yeniden yaratır...“[5]
Tıpkı Derya Alabora'nın, “Bir film çekiyorsan bir derdin olmalı hayatla ilgili, bir resim yapıyorsan bir derdin olduğu için yaparsın. Büyük ressamlar ve müzisyenler acıları, dertleri olan insanlardır ve o acıdan resim yaparak müzik yaparak kurtulurlar. Acıyı ve eksiklik duygusunu anlatmayan sanat eseri olduğuna inanmıyorum,“ deyişindeki üzere...
Kolay mı? “Bir sanatçı ölebilir... Ama asla ölmeyecek olan, yoluna hayatını adadığı, zekâsını uğruna seferber ettiği sanattır,“ diyen Fidel Castro da neyin ne olduğunu yerli yerine oturtur...
Unutmayın...
Oyunları yasaklanıp vatanından kovulan Bertolt Brecht'tir...
Kitapları yakılan James Joyce'dir...
Vatandaşlıktan çıkarılan Thomas Mann'dır...
Cenazesini kilisenin kabul etmediği Gabrielle Colette'tir...
Papa'nın aforoz ettiği Umberto Eco'dur...
Eserlerini kilisenin yasakladığı Andre Gide'dir; François Rabelias'tır; Kazancakis'tir...
Goethe'nin dediği gibi, “Ölümsüzlük herkesin harcı değildir“ ...
KENDİMİZ TİYATROYUZDUR!
“Toplu yaratıcılık“[6] olarak tiyatro toplumsal belleğin, hatırlama eyleminin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Hatırlama eyleminin bir yanında, topluluğun kimlik oluşturma ve oluşmuş kimliği yitirmeme kaygısı, kendini o topluluğa aidiyetiyle tanımlayan insanın da varoluşunu koruma güdüsü vardır.
Diğer yandaysa, ummanda bir su damlası misali bile olsa, her türlü toplumsal aidiyetin içinde de kendisi olarak varolan insanın her şeyi tüketen zamana karşı direnişi söz konusudur. İnsanın zamana karşı direnme çabası, içinde yaşadığı dünyaya ve kendi yaşamına anlam yükleme, anlam katma sürecinin en önemli oluşturucu unsurlarından biridir.
Tiyatro hatırlamaktır.[7] Hatırlatmaktır...
Örneğin XX. yüzyılda yetiştirdiği önemli tiyatro düşünürlerinden ve tarihçilerinden Siegfried Melchinger, ’Politik Tiyatronun Tarihi'nde, “Tiyatro, her zaman politikti, ve her çağda politik olabildiği ölçüde tiyatro olma niteliğini koruyabildi,“ der.
“Politik“ sözcüğünü rahatlıkla “eleştirel“ ya da “sorgulayıcı“yla eşanlamlı sayabiliriz; çünkü tiyatronun politikliği ile anlatılmak istenen, tiyatronun gerçeklik ve o gerçekliğin toplumsal ve bireysel düzlemdeki yaşanış biçimleri karşısında tavır alması, başka deyişle eleştirel bakmasıdır.
Melchinger'e göre, yalnızca seyirciye vakit geçirtmeyle yetinmiş hiçbir eser, kalıcı olamamıştır; böyle eserler, zihinlerde uzun ömürlü olmadığı, insanlığın zihinsel süreçlerini düşünmeye yönelik seferber edemedikleri için!
Olimpos Tanrılarına has bir gelenekten “beslendiği“ne inanılan sahne, elbette bir güçtür (güçsüzlük de olabileceği gibi)...
Tiyatronun gücü gerçeğe sarılmaktadır; ona (gerçeğe), yabancılaştınız mı güçsüzlük başlar...
“Tiyatro kurumları insanlığı yaratmalıdır,“ diyen oyun yazarı Edward Bond, ekler: “Bunu diğer toplumsal kurumlar yapamaz, çünkü yönetimle uzlaşmak zorunda kalırlar ve dramın çelişkilerine uzanamazlar. Tiyatro, parlamentonun, mahkemelerin-okulların (güdümlü eğitim sistemleri) yapamadığını yapmalıdır... Bir toplumun adalet seviyesi, o toplumun tiyatrosunun doğruluğu ölçüsündedir. Tiyatroya yeniden güvenmeyi öğrenmemiz lazım.“
Hem de Brecht'ten Boal'a uzanan değerler ile.
“Brecht'in epik tiyatrosu, kişinin ve ona ait ilişkilerin toplumsal ilişkiler içinde nasıl dönüştüğünü göstererek, dünyayı, birbirleri arasında ilişki kurulabilecek parçalanmış tasarımlar bütünü olarak betimlemeye çalışır...
Epik tiyatro, geleneksel tiyatroda olduğu gibi, sarsılmaz hakikâtler arasında çaresiz kalan insana duyulan ’acıma' ve ahlâki ’arınma' düzeyinde kalmaz. Eski tiyatronun kasvet ve sıkıntı içinde dayattığı ahlâk dersi ile katlanma yerine, epik tiyatro, neşe ve eğlence içinde öfke ve değişimi önerir“ken;[8] Boal'in de tiyatro yaklaşımının özünü şöyle ifade etmek mümkün: Tiyatro, yaşama müdahale eden bir sanat olmalıdır.
“Bizim sanatımızın başlıca işlevlerinden biri insanları günlük yaşantıdaki ’gösteriler' konusunda duyarlı kılmaktır. O durumlarda oyuncular kendilerinin seyircileridir, temsil sırasında sahneyle koltuklar bir olur. Hepimiz birer sanatçıyız. Yalnızca bakmaya alışık olduğumuz için açık seçik şeyleri bile fark etmeyiz çoğu zaman... Alışkanlık körleştirir; tiyatro yapmak ise günlük yaşantı sahnesine ışık tutar.“
Böyle bir tiyatro, yaşama müdahale etme iddiası taşıyan tiyatro, hayatın her an içinde olmak, onu her an takip etmek, onunla soluk alıp vermek zorundadır.
Alışkanlıkların körleştirdiği bakışları uyarma, görünen gerçekliğin arkasına uzanma, onu sahneye taşıma işlevini ve sorumluluğunu üstlenen bir sanat söz konusudur çünkü.
“Tüketim toplumu“ kalıplarının ve neo-liberal ekonomik düzenin üzerinde şekillenen ideolojik, düşünsel, kültürel hegemonya her yönüyle sorgulanmaya başlarken, Marx yeniden gündeme geliyor
Unutturulduğu düşünülen yaman çelişki güneşin altındaki yerini giderek yükselen bir sesle talep ediyor.
Çünkü, “Tiyatro Gizli Gerçektir“... [9]
Burada durup, sormadan geçmemeliyim: Kuzey İrlanda mahpuslarında ölüm orucundaki devrimcilerin “Boal Tiyatrosu“na yabancı olmadığını biliyor muydunuz? [10]
O Augusto Boal ki, hepimize, herkese şunları anımsatandır:
“Bütün insan topluluklarının günlük yaşantısı ’gösterilerden' oluşur; özel anlar için de ’görülecek olaylar' üretilir. Hem toplumsal örgütlenme biçimleri ’görüntülüdür', hem de şimdi görmeye geldiğiniz türden ’seyirlik oyunlar' yaratılır.
Farkına varılmasa da, insan ilişkileri tiyatroya uygun biçimde yapılanır. Boşluğun kullanımını, vücut dilini, sözcük seçimini, ses iniş çıkışlarını, düşüncelerle tutkuların çatışmasını sergileriz sahnede; bunların hepsini hayatta da yaşarız. Kendimiz tiyatroyuzdur! (...)
Görüntülerin gerisine bakarsak bütün toplumlarda ezenleri ve ezilen insanları, etnik grupları, cinsleri, sınıf ve katmanları görürüz. Adaletsiz ve acımasız bir dünya görürüz. Başka bir dünya yaratmamız gerek; çünkü biliyoruz ki öyle bir olanak var. O başka dünyayı kendi ellerimizle, kendi sahnemizde, kendi yaşantımızda yaratmak bize düşüyor. Başlamak üzere olan ’seyirlik oyuna' katılın. Evinize dönünce dostlarınızla birlikte kendi oyunlarınızda rol alın. Daha önce hiçbir zaman görememiş olduğunuz açık seçik şeylere bakın. Tiyatro yalnızca bir olay değil, bir yaşam biçimidir!
Hepimiz birer aktör, yani aktif oyuncuyuz: vatandaşlık toplumun içinde yaşamak değil, onu değiştirmektir.“
“SONUÇ“
Diyeceklerimi toplamadan önce somut bir örnek vereyim:
Tuncay Özinel Tiyatrosu'nun herkesin hırsız olduğu bir ülkeyi anlatan ’Büyükler için Masal, Hırsızistan' adlı oyunun Keşan Kaymakamı'nın engeline takıldığını duydunuz mu?
Tuncay Özinel Tiyatrosu'nun hırsızların yaşadığı Hırsızistan adlı bir ülkeyi anlattığı ’Büyükler için Masal, Hırsızistan' başlıklı oyununun Kültür Merkezi'nde 15 Mart 2009 tarihinde gerçekleştirilen temsili, “Size propaganda mı yaptıracağım?“ diyen Keşan Kaymakamı Abdülkadir Karataş'ın engeline takıldı...
Manidar; manidar olduğu kadar da açıklayıcı değil mi?
Evet tiyatro sanatı tam da bundan ötürü müthiş bir önem arz ediyor!
Çünkü tiyatro toplumsal eleştiri yapabilen, kitlelerle doğrudan buluşan bir sanat dalı olarak çok önemlidir...
Hem de kapitalizm bütün iğrençliğiyle insanların beyinlerini, yüreklerini çürütmeyi sürdürüyorken!
Hem de Esra Aliçavuşoğlu'nun, “Sanat paranın yönetiminde“ deyip, Ali Artun'un da “Sanat finansallaşıyor,“ vurgusunu eklediği koordinatlarda...
Bir de üstüne üstlük “sanat“ deyince; “küresel pazarlara açılım“ın[11] tartışıldığı “zıvanadan çıkmışlık“ta!
Veya 11. Uluslararası İstanbul Bienali'nde sergilenen “fars“ göz önünde bulundurulduğunda!
12 Eylül ile 8 Kasım 2009 tarihleri arasında düzenlenen 11. Uluslararası İstanbul Bienali, 2009'da “İnsan Neyle Yaşar“ kavramsal temasıyla düzenleniyorMUŞ!
Bertolt Brecht'in 1928 yılında Elisabeth Hauptmann ve Kurt Weill ile birlikte kaleme aldığı ’Üç Kuruşluk Opera' oyununun, ikinci perdesinin kapanış parçası olan “İnsan Neyle Yaşar“ın 11. Uluslararası İstanbul Bienali'nin kavramsal teması olduğu “iddia“sı...
“Dört Hırvat genç kadından oluşan WHW/ What, How & for Whom (Ne, Nasıl ve Kimin İçin) kolektifi [yani] (...) Küratörtel ekip diğerlerinden farklı;... çok net bir Marksist tınılı önermeye sahip,“[12] dense de; siz bunları kaale almayın!
Dikkat, “Evet, sistemin bir parçasıyız ama sistemi haklı çıkaracak, mazur gösterecek işler yapmamaya çalışıyoruz,“[13] diyen (?!) dört kadın küratörün (Ivet Curlin, Ana Devic, Natasa Ilic ve Sabina Sabolovic'den oluşuyor) sponsorluğunu Koç Holding üstleniyor!
“Banka kurmanın yanında banka soymak nedir ki?“ diye soran komünist Bertolt Brecht'i, onun tarihini ve eylemini; Koç Holding'in sponsorluğunda, gölge oyununa indirgeyen bir “muhalefet“ düzlemine çekmek mi?
Hadi canım sen de...
Bol para tüketenlerin (yani sömürenlerin) sponsorluğundaki burjuva “sanat“, son yıllarda büyük ölçüde küçük-burjuvaziye ihale edildi...
’80 sonrası postmodern kültürel iklimin bir getirisi de bu; hem de “tarafsızlık“ yaygaraları eşliğinde...
Oysa kaçınılmaz olan taraf tutmaktır; hem de sonuna değin...
Antonio Gramsci'nin, “Friedrich Hebbel gibi ’yaşam taraf tutmaktır' sözüne inanıyorum. Tarafsızlık tarihte güçlü bir kuvvettir. Edilgen fakat etkili iş görür... Olaylar karanlıkta olgunlaşır, kimsenin bilmediği eller toplu yaşamın ağlarını örerler ve kitleler ne olduğunu bilmez, çünkü aldırmazlar...
Ben partizanım; önem veririm...
Ben canlıyım, taraf tutarım. Bundan dolayı da tutmayandan hoşlanmam, tarafsızlıktan nefret ederim...“ sözlerini anımsayanlar; 11. Uluslararası İstanbul Bienali kuratörlerinin “oltasına“ gelmezler!
Evet, evet ’Direnistanbul Toplumsal Gerçekçilik Komitesi'nin de ifade ettiği üzere, “Son birkaç yıldır müzelerde, dergilerde ve piyasada popülerleşen politik sanatın dünyayı gerçekten değiştirmekle hiçbir ilgisi olmadığını artık anlamamız gerekiyor.
Sanat çerçevesinde risk almanın, biçimin sınırlarını zorlamanın, kültürün kurallarına itaatsizlik etmenin, politika hakkında sanat yapmanın hiçbir şeyi değiştirmediğini görmemiz gerekiyor.
Artık, sanat sermaye ve güç ilişkilerinden bağımsız, otonom ve özgür bir alanmış gibi davranamayız.
Koç Holding gibi kendilerini küresel sanatın sıcak sularında temize çıkarmaya çalışan silah satıcıları ile işbirliği yapmamanız için yazıyoruz, sizi hayata, direnişin hayatına katılmaya çağırmak için yazıyoruz.“[14]
Sanat, sanatın yaratıcılığı, kapitalist piyasanın sponsorlarına değil, insanlara aittir.
Peki, o hâlde Koç Holding'e ne oluyor? Nasıl olup da “banka kurmanın yanında, banka soymak nedir ki“ lafının afişleştirilip, İstanbul sokaklarını sarışını finanse etmeye cüret edebiliyor?
Gayet basit...
Birinci ve belki de en önemlisi, sol güçlerin kapitalizmi gerçekten alt edebilecek örgütlülük ve gelişmişlik seviyesinde olmamaları. Yani, sermayenin bu tür faaliyetleri destekleyişinin kapitalizmi alt etmeyi hedefleyen güçleri geliştirmek bakımından pratik etkisi neredeyse sıfır. Emekçilerin, yoksulların, “baldırıçıplakların“ asla erişemeyecekleri, kapısının önünden dahi geçemeyecekleri salonlarda, orta sınıf mürekkep yalamışlarına sergilenen “devrimci“ sanat, dişleri, tırnakları sökülerek kafese sokulmuş bir “sirk arslanı“nı andırır. Kısacası, sermayenin kaybedeceği bir şey yok (henüz!). Hatta aksine bu tür “sponsor“luklar yoluyla kazançlı çıkması bile mümkün.
Bu kazançlı çıkma meselesi bence bahsettiğim desteklerin ikinci nedeni: Sermaye tanımı gereği adil bir sosyal ilişki olmadığı için kendisine yöneltilen eleştirilerin etkisini azaltmak mecburiyetindedir. Dolayısıyla bu tür faaliyetlerine en genelde meşruiyet sağlama çabaları diyebiliriz. Özellikle, kriz dönemlerinde, düzenin medyasında bile kapitalistlerin, şirket yöneticilerinin gözü dönmüş ahlaksızlıkları ayyuka çıktığında bu ihtiyaç daha da artar.
Bir üçüncü neden de kibar tabirle, Frenkçesiyle “network“ ilişkileri, ya da kafa kola alma imkânlarının varlığı. Bazen bir sermaye grubunun içinde birisini tanımak, onunla bir tanışıklığın olması bu tür “sponsor“lukların kapısını açıverir.
Son bir dördüncü neden de başkaldırının, eleştirinin konvansiyonel alanlara çekilerek ehlileştirilmesi amacıdır.
İlk üçü de önemli; ama en önemli olan dördüncü; “ehlileştirme“dir; evet, evet!
Unutulmamalıdır ki, “Ütopyaların itirazlarla karşılaştığı günümüzde siyaset arka plana çekilip yoksullar, güçsüzler ve dışlanmışlar iyice vahşi koşullara terk ediliyor. Zenginleşme umutları da yoksullar arasında bile ahlak dışı davranışlara yol açıp yoksulların kimyasını bozarken, topluluklar dilencileştiriliyor, sadakaya mahkûm ediliyor. Diğer taraftan sermayenin ve siyasal patronajın yarattığı hakikatlerin karşısında güçsüzler, mağdurlar için olduğu kadar, taze fikirlere susayanlar, değişim için de sanattan başka yol yok. Bu mitler bir taraftan ortalığı yangın yerine çevirirken diğer taraftan sanatın siyasal işlevine işaret eden çalışmalar, birbirine dokunmayan bu eski sistemin yıkılmaya başladığını, sanıldığı gibi kalıcı olmadığını ve bir dönemin sonuna geldiğimizi gösteriyor. Sanatın politikleşmesi, sanıldığı -veya eskiden olduğu gibi- sanatın araçsallaştırılması anlamına gelmiyor. Sanatın tıpkı Nazizm'e karşı olduğu gibi, en önemli ve etkili mücadele alanı hâline gelmesi söz konusu. Üstelik para hırsı ile hareket eden, sanatı çıkarları için kullanmaya çalışan profesyonellerin karizması günümüzde iyice çiziliyor!“[15]
Başkaldıran sanat gerçeği özgürleştirir; egemen “sanat“ ise, köleleştirirken; yapılması gereken; “Farkındayız, ehlileşmeyeceğiz“ demektir...
Bu zorunludur; çünkü postmodern bir istilanın kuşatması altındayız; Hani “Vergilius'un deyişiyle, “Sunt lacrimae rerum!/ Gerçekler de gözyaşı döker!“ denilen cinsten bir şey sözünü ettiğim...
Bu koordinatlarda, “Bir sanatçı ancak iki niteliğini hiçbir biçimde göz ardı etmiyorsa sanatçıdır. Bu iki nitelik, aynı anda hem kendisi hem de bir başkası olabilme gücüdür,“ diyen Charles Baudelaire'in uyarısını bir an dahi göz ardı etmeden; ’Almanya Defteri', ’Zengin Mutfağı', ’Oyun Nasıl Oynanmalı', ’Asiye Nasıl Kurtulur' oyunlarıyla “60'lardan 70'lerin sonuna dek uzanan bir siyasal ve toplumsal Türkiye panoraması içinde, kitleler hâlinde ’bireysel kurtuluş' peşinde savruluşumuza, emek-sermaye çelişkisine, Almanya'ya göçün hazırlandığı koşullara, safların bulanıklaştığı durumlardan, keskin bir netliğe dönüştüğü tarihsel, siyasal duraklara uzanan bir süreci anlatan“ Vasıf Öngören'i hatırlayın, hatırlatın...
“Seyircinin nabzını elinde tutmayı başarmış yazarların oyunları yazıldıkları dönemde ve süreçte izleyenle bütünleşir. (Oyun ile seyirci arasında sihirli bir duyarlılık çakışması gerçekleşmiştir.) Vasıf Öngören bu tür yazarlardandı.
Ne ki, yalnızca ’güncel'e seslenen oyunlar zaman içinde büyüsünü yitirir. Daha sonraki seyirci kuşakları için aynı vuruculuğu taşımaz. Tiyatro tarihini ’güncel' vuruculuğun ötesine geçebilmiş yazarlar oluşturur. Vasıf Öngören ’güncel' vuruculuğu olan tartışmaları geniş zaman içinde de ’geçerli' ve ’önemli' kılabilmiş yazarlarımızdandır.
Ülkemizde 1960'larda Sermet Çağan'ın ’Ayak Bacak Fabrikası' oyunu ile başlayarak 1970'lerde de sürdürülen ’toplumcu gerçekçi' çizgideki tiyatronun yaratıcıları, dünyanın değişebilirliğine inanan sanat insanlarıydı. Vasıf Öngören bu yöndeki tiyatronun etkili bir düşünme/düşündürme aracı olabileceğini bilenlerin başında geliyordu...
Öngören'in bize tuttuğu aynalardan geçerek ulaşacağımız noktalardan her biri, toplumsal-ekonomik-politik yaşamımız içindeki belirleyiciliğini bugün de koruyor. Geçen zaman içinde, ironiler/çelişkiler büsbütün derinleşmiş.
Öngören'in oyunları, nüfusun önemli bir oranının bir kapıya kul olma yolunda yaşadığı ideolojik çarpılmaların, şarkıcı/manken/futbolcu, vb. olup hızlıca ’köşe dönme' hevesindeki gençlerin, kayıtdışı ekonominin ezdiği emekçinin, erkek-egemen toplumun tacizinden korunamayan sahipsiz genç kızların, ekonomik kurtuluşu kapağı yurtdışına atmakta arayan darda kalmış insanların gitgide artmakta olduğu ülkemizde sanki yeni yazılmış gibi dipdiridir...“ [16]
Sanatın yaşamsal bir gereksinim olduğunun altını çize, çize diyeceklerimi bir kez daha hatırlatıyorum: Tiyatro sanatı biz(ler)e itiraz ederken, gerçekleri dillendirmeyi, yasakçıların yüzündeki maskeleri alaşağı etmeyi öğretiyor...
Hem de Michel Foucault'nun ifade ettiği gibi:
“Failleri kim olursa olsun, kurbanları kim olursa olsun, bütün iktidar suiistimallerine karşı çıkmaya davet eden, hakları ve ödevleri olan bir uluslararası yurttaşlık vardır. Sonuçta hepimiz birer yönetileniz ve bu sıfatla da dayanışma içindeyiz...
İnsanların mutsuzluğundan hükümetlerin sorumlu olmadığı fikri yanlış olduğundan, insanların mutsuzluğunu hükümetlerin gözlerine ve kulaklarına sokmak bu uluslararası yurttaşlığın her zaman görevidir. İnsanların mutsuzluğu asla siyasetin dilsiz bir kalıntısı olmamalıdır. Bu mutsuzluk, iktidarı ellerinde tutanlara seslenmeyi ve başkaldırmayı mutlak bir hak olarak meşrulaştırır.
Bize sıkça önerilen şu görev paylaşımını reddetmek gerekir: Bireylere sinirlenme ve konuşma hakkı, hükümetlere de düşünme ve harekete geçme hakkı...“[17]
Sanat/ ile sanatçı, harekete geçiren bir yaratıcı yıkımın sınırsızlığıdır!
Hem de Edip Cansever'in dizelerindeki insanilik ile:
“Elbette umutsuzluğa düşerim bazen
Elbette umutluyum her zaman
Neden yazılır bir şiir
Neden okunur bunca yazı
Çünkü nasıl aşılabilir başkaca
İnsanın karmaşıklığı...“
10 Eylül 2009 Ankara.
N O T L A R
[*] 12 Eylül 2009 tarihinde İstanbul'da düzenlenen Türkiye Tiyatrolar Kurultayı'nda yapılan konuşma.
[1] Adorno.
[2] Daha önce birçok kez tahrip edilen sanatçı Ruhi Su'nun Zincirlikuyu'daki anıtmezarındaki tahribatın boyutu büyüyor. İzlerin yeni bir tahribat ürünü mü, eski saldırılardan miras mı olduğu bilinmese de, mezar oldukça zarar görmüş durumda. (“Su'nun Mezarına Kim Sahip Çıkacak?“, Cumhuriyet, 12 Temmuz 2009, s.18.)
Sadece bu mu? Bir de kayıp mezar var! Oyunları dünyanın dört bir yanında sahnelenen Moliere'nin mezarı kayıptır! Bunun çeşitli sebepleri var. Ama en önemlisi: Kilisenin Moliere'nin cenazesinin şehir mezarlığına gömülmesine izin vermemesidir. Papazlar, cenazede bulunmayı, Moliere için dua etmeyi reddederler. Bu nedenle Moliere'in nereye gömüleceği dört gün boyunca bilinemez. Tabuttaki ceset kokmaya başlayınca, Kral XIV. Louis araya girer ve Moliere bir gece yarısı defnedilir.
[3] Beral Marda, “Kültür Endüstrisi Devletin Önüne Geçmeli“, Radikal, 10 Haziran 2009, s.18.
[4] Bertolt Brecht, Tiyatro İçin Küçük Organon, çev: Ahmet Cemal, Mitos-Boyut Yay., 2005, s.53. par.55.
[5] Afşar Timuçin, “... ’İyi' ve ’Güzel'...“, İnsancıl, Yıl:19, No:229, Ağustos 2009, s.10-11.
[6] Ayşe Emel Mesci, “Tiyatroda Yaratıcılık İlişkisi“, Cumhuriyet, 1 Eylül 2009, s.17.
[7] Ayşe Emel Mesci, “Tiyatro Hatırlamaktır“, Cumhuriyet, 11 Mayıs 2009, s.15.
[8] Metin Bal, “Bertolt Brecht'in Epik Tiyatro Kuramının Felsefi Bir Yorumu“, Baykuş, No:4, Haziran 2009, s.128-140.
[9] Ayşe Emel Mesci, “Tiyatro Gizli Gerçektir“, Cumhuriyet, 30 Mart 2009, s.15.
[10] Bkz: Eren Buğlalılar, “Kuzey İrlanda'da Ölüm Oruçları ve Boal Tiyatrosu“, Tavır, No:88, Ağustos 2009, s.15-17.
[11] Esra Aliçavuşoğlu, “Küresel Pazarlara Açılım“, Cumhuriyet, 8 Eylül 2009, s.16.
[12] Ali Şimşek, “Marx Bineal'e Bu Kez Sert Gelebilir!“, Birgün, 28 Ağustos 2009, s.14.
[13] Pınar Öğünç, “Bienal Ne Kadar Kızıl Olacak?“, Radikal Cumartesi, 5 Eylül 2009, s.5.
[14] “Direnistanbul'dan Bienal'a Açık Mektup“, Bianet, 5 Eylül 2009.
[15] Korhan Gümüş, “Sanat Neyle Yaşar?“, Radikal İki, 6 Eylül 2009, s.10.
[16] Ayşegül Yüksel, “Vasıf Öngören'i 25 Yıl Önce Yitirdik“, Cumhuriyet, 19 Mayıs 2009, s.18.
[17] Michel Foucault, Seçme Yazılar 2, Özne ve İktidar, Ayrıntı Yay., 2000, s.289.