[url=http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=10497&y=KursatBumin]Politik Ekoloji'ye davet[/url]
Kısa sürede ikiye katlanan pirinç fiyatları haber olmasaydı biz yine önemsemez, Mısır'da, Bangladeş'de, Filipinler'de, Haiti'de karınlarını doyuramadıkları için ayaklanan kitleleri bir "dış haber" olarak okuyup geçerdik...
Yaklaşan felâketi hâlâ da anladığımız söylenemez ya... Çünkü tartışma yine dönüp dolaşıp bir "iç mesele" haline, Toprak Mahsulleri Ofisi'nin uyguladığı yanlış politikaya bağlandı.
Oysa mesele tahmin ettiğimizden de önemlidir. Bir felâket yaklaşıyor, burası kesin. Sadece Türkiye'den söz etmiyoruz tabii ki; felâket, üzerinde 6 milyar insanın yaşadığı yerkürenin tamamını tehdit ediyor.
Yani diyeceğim, Yargıtay Başsavcısı ve Anayasa Mahkemesi'nin baş edebileceği türden bir felâket değil bu.
Yani tek sözcükle, "Açlık" bunun adı.
Oturup teker teker saymadım ama aşağı yukarı eminim: Türkiye, yerküreyi bekleyen bu büyük felâkete en kayıtsız kalan ülkelerin içinde yer alıyor. Bu öyle bir kayıtsızlık ki, yöneticisi ve yönetilenleri ile birlikte toplumun kahır ekseriyeti Türkiye'nin "bu gidişle" 20-30 yıla varmaz dünyanın en güçlü ekonomileri arasına gireceğini sanıyor...
Böyle olur işte; eğer bir ülkede "politik ekoloji"nin adı bile geçmiyor ise, yerküreyi havası, suyu ve toprağıyla düşman bellemiş bir "endüstirileşme" hamlesi insanları 20-30 yıl sonrasına ilişkin böyle boş hayallere daldırır.
Burası öyle bir ülke ki, ortada dolaşan "söz"ü "politikacılar" ve "ekonomistler" ele geçirip kimseye edecek iki laf bırakmamış.
"Ekonomi"den anlaşılan da, varsa yoksa "ihracat rakamları", "faiz dışı fazla", "Merkez bankası faiz oranları", vesaire...
Bu ülkede dünyada binlercesi dolaşan ve ekonomi ile ekolojiyi bir arada değerlendiren kitapların sayısı niçin bu kadar az?
Neden acaba? "Yerküre batacak ama endüstrisinden tarımına Türkiye ekonomisi ebediyete kadar güçlenerek var olacaktır" diye düşünüldüğü için mi acaba?
Türkiye'nin –AB üyeliği filan tamam da- kendisini başka bir gezegende varolduğuna iyiden iyiye inandırdığı için mi?
Bizler sadece ülkemizin değil dünyanın geleceğini de haddinden fazla "iyimser" anlayan ve yorumlayan bir milletiz.
İşte size bunun iyi bir örneği: Yüzde 8'leri çoktan aşan yıllık büyüme oranlarına sahip Çin ve Hindistan'ın –bu gidişle- birer "küçük Amerika" olmalarının çok da uzak olmadığına inanmıyor muyuz?
Ama bakın, "ekonomi"yi yanına "eko" getirerek anlamak zorunda olduğumuzu söyleyen "yabancı" kalemler bunun imkansızlığını son derece inandırıcı analiz ve delillerle nasıl ortaya koyuyorlar.
Mesela Lester Brown'un iki yıl önce yayınlanmış "Eco-Economie" adlı kitabında çizdiği şu tablo:
Çin bu büyüme hızıyla yola devam ederse, bu ülkede yaşayanların yıllık ortalama tüketimi 2031 yılında bugünün bir Amerikalı'nınki kadar olacak.
Güzel bir gelecek değil mi?
Ama siz öyle sanın; çünkü böyle bir "mutlu son" imkansız. Çünkü 2031'in Çinlileri eğer bugünün Amerikalıları kadar et tüketecek olursa hayvanların dünya tahıl üretiminin yarısını işkembelerine indirmeleri gerekecektir. Yani böyle bir amaç boş bir hayalden ibarettir. Çinlilerin benzer şekilde başta otomobil olmak üzere diğer muhtemel tüketimlerinin imkansızlığının nedenlerini hatırlatmak bile gereksizdir sanırım.
Yani iş dönüp dolaşıp –siz bakmayın 301 dolayısıyla tekrar açılan "Türklük" (ya da açılmayan "Kürtlük") tartışmalarına- kendimizi ve 6 milyar insanı "dünyalı" sıfatı altında toparlayabilmeye ve geleceğe bu açıdan bakabilmeye dayanıyor.
Gençken, yirmili yaşlarımda, "politik ekoloji"ye de merak sarmıştım. Elime geçen metinler beni "bilim-teknoloji-endüstrileşme" üçlüsünün dayattığı "hayat tarzı"na karşı da "isyankâr" kılmıştı. Bu okumalar sonucunda 1983'te içinde bu bahsin de yer aldığı "Batı'da Devlet ve Çocuk" adlı kitabı yayımladım. Bu yıllar "politik ekoloji"nin YAZKO'nun yayınladığı dergilerde yavaştan kendisini göstermeye başladığı bir dönemdi. Üç-beş yıl sonra işin biraz da "pratiğini" yapalım diyerek Yeşiller Partisi'ne yakın durdum.. Sonra –açıkçası- "politik ekoloji" ilgi alanlarımın başında yer almamaya başladı. Şimdi tam hatırlamıyorum ama, o dönemde bende de, sözünü ettiğim kitapta savunduğum tezlere ilişkin "felsefi temeli doğru ama dünya sanki söylenen yöne gitmiyor" gibi şüpheci bir kanaat belirmiş olabilir. Ama kendime haksızlık etmişim doğrusu! Yakınlarda konuya tekrar dönünce 83'de sahiplendiğim görüşlerin "sarsılmaz" derecede güçlü olduğunu görüyorum.
İşin bu faslını da hatırlattım, çünkü yazıyı 83'de yayınlanan bu kitaptan benim hâlâ sevdiğim bir benzetme ile bitirmek istiyorum. Davit Brower'ın bugün kendilerini "doğayı mağlup etmiş dünyanın efendisi" sayan uygarlığa ilişken yaptığı şu benzetme yani:
"Dünyanın yaradılışı 6 günde gerçekleşti. (4 milyar yıl)
Dünya Pazartesi doğdu.
Pazartesi-Salı- Çarşamba (öğlene kadar) şekillendi.
Hayat Çarşamba (saat 12) başladı ve 4 gün boyunca gelişti.
Pazar (saat 16) büyük sürüngenler belirdi.
Pazar (saat 24'e 3 dakika kala) insan doğdu.
Pazar (saat 24'e çeyrek saniye kala) İsa.
Pazar (saat 24'e 1/40 saniye kala) endüstri devrimi başladı.
Ve şimdi (Pazar gece yarısı) etrafımızda, 1/40 saniyedir yaptıklarının sonsuza kadar süreceğine inanan bir sürü insan bulunuyor."
Anlatılan "Tarih"in "Avrupa merkezli "olduğunun tabii ki ben de farkındayım, ama yine de güzel doğrusu!
Konu çok önemli, devam edeceğiz.
Politik Ekoloji'ye davet (2)