DİYARBAKIR ZİNDAN DİRENİŞİNİN BÜYÜK
ANLAMINI İYİ KAVRAYALIM - Mehmet Şener
Mehmet Sener'in bu yazisi “Diyarbakir zindan direnisçilerinden halen cezaevinde bulunan bir yoldasin, Diyarbakir Zindan Direnisine iliskin olarak büyük zorluklar altinda yazip kamuoyuna iletilmek üzere disariya ulastirdigi yaziyi yayinliyoruz“ giris sözcükleriyle, SERXWEBUN'un Eylül 1986 sayisinda yayinlandı.
Insanlar, yasamak ve varligini devam ettirmek için, her seyden önce örgütlenme ihtiyacini duymuslardir. Hayvansal yasantidan kurtulus süreciyle ortaya çikan dogal örgütlenme anlayisi ve yasam tarzi, toplumsal gelismeyle beraber gelismis ve yetkinlesmistir.
Örgütlenme, en basit tanimiyla, beraber yasama anlayisinin uygulanisidir. Insanlar yasamlarini sürdürebilmek için, bireysel özgürlüklerinden fedakarlikta bulunarak, toplumsal yasanti içinde kendilerini sinirlamayi daha basta tercih etmislerdir. Insanoglu kendi yasamiyla, örgütsüz yasamda geçerli olan ilkenin kurt kanunu ve anarsi oldugunu görmüstür. Bireysel fedakarligin nedeni de budur.
Ilk insan topluluklarinin örgütlenmeleri dogal ve kendiliginden örgütlenmelerdi; bu kurumlasma içinde sivrilen önderler de dogal önderlerdi. Önderlik, süreç içinde, örgütlenmede etkin bir kurum olmaya dogru giderken, örgütlü olmanin da zorunlu kosulu haline geldi.
Örgütlenmede toplumsal iradenin birlestigi odak olan önderlik kurumunun güçlü ve etkin olmadigi toplumlarda, daginiklik ve basibosluk, ve de genellikle bunu takip eden korkunç yenilgiler yasanmistir.
Insanlik tarihinde bunun en çarpici örnekleri, Kürdistan halkinin pratiginde ortaya çikmistir. Asur zulmüne karsi, daginik asiretleri kendi etrafinda toparlamaya yönelen BLOK'un meydana getirdigi embriyon halindeki birlik, PREHORT ile gelismis ve KYAKSAR'la o günün Orta Dogu halklari içinde en önemli toplumsal örgütlenme olarak tarih sahnesine çikmistir. Ve ancak bundan sonra düsman Asurlari yenebilmistir.
KYAKSAR'dan sonraki dönem, yani ASTYAG dönemi ise, örgütlenmenin toplumsal gelisme düzeyine denk düsmedigi, kendi içinde asama yapma zorunda oldugu halde, bu asamayi yapamadigi, yapamadigi için de, bir daginiklik ve gevseklik dönemi olmustur. Bunun ardindan gelen ve günümüze kadar süren kölelik zorunlu bir illet olarak yakamiza yapismistir. Tarih, bir yandan, sinifsal ve toplumsal örgütlenmelerini yaratamayip, gelismeye ayak uyduramayanlarin yokoluslari ve yenilgileriyle, öte yandan da, gelisime ayak uyduran toplumlarin ve siniflarin varoluslari ve zaferleriyle doludur.
Örgütlerin yönetici ve yönlendirici kurumu olan önderligin ve önderlerin önemi, iste bu noktada ortaya çikiyor. Simdi “Önderlik nedir?“ diye sorabiliriz
Tekrarlanan tanim sudur: Önderlik kosullari degerlendirme yetenegi gelismis, kitleleri harekete geçirebilme becerisi olan, insiyatif sahibi, örgütleyici, gelismelere yön verebilen kisi veya kurumdur. Bu tanim biraz daha genisletilebilir. Ancak, sik sik tekrarlanan bu tanim acaba yeterli midir?
Programlanan geliskin bir bilgisayar da yukaridaki tanimin gereklerini yerine getirebilir; sayilan yanlari gelismis herhangi bir insan da...Bunlari becerebilmek, yerine getirmek, kisiye ne kadar önderlik sifati kazandirir? Troçki'nin en belirgin yanlarindan biri teskilatçiligi, kitleleri harekete geçirme ve gelismelerin kokusunu alma yetenegine sahip olusudur. Bu yaniyla Lenin'in takdirini kazanmistir, ama Troçki önder degildir. Yukarida siraladigimiz yanlarinin gelismis olmasi, bu orta yol kariyeristine komünist partinin merkez komitesinin kapisini açmis ve dünya komünist hareketinin iplerini eline geçirebilme firsatini vermistir. Troçki'nin sosyalizme karsi sorumsuzlugu dogaldir; ihaneti de...Çünkü onun bu ugurda sarfettigi bir emegi yoktu. Oysa insanlar emek vermedikleri bir seye gerçek tutkuyla baglanamazlar.
Evet, önderligi yalnizca bu tanim çerçevesinde ele almak ya da salt bu yanlari geliskindir diye insanlara “önder“ gözüyle bakmak, ne önderden ne de önderlikten zerre kadar anlamamaktir. Önderlikte her seyden önce aranmasi gereken sorumluluk duygusudur. Önder ya da önderlik, gelisime (devrime) karsi sorumluluk duyandir. Bütün halk kitlelerinin omuzladigi gelisme (devrim) yükünün agirligini tek basina kendi omuzlarinda hissetmeyen kisi önder olamaz. Önder, verdigi her kararin agirligi altinda iki büklüm ezilendir. Önder, kitlelerin acisini, gözyasini, kanini, ölümünü beyninde yasayandir. Yandaslarinin ruh haliyle yasayip, onlara cesaret verendir. Önder, olaylarin “rezili“ olmayi tesadüflerin kahramanligina yeg tutan kisidir. Tesadüflerin ortaya çikardigi kahramanlar, acimasiz olaylarin getirebilecegi rezilligi, süslü “kahramanlik“ övgülerine tercih edemezler. Tarih, tesadüflerin yarattigi kahramanlariyla doludur.
Kisacasi önder, en basta sorumluluk duygusu tasiyan kisidir; nabzinda kitlelerin nabzi atan, kitleler kadar degil, kitlelerden daha çok inanan, kitleler kadar degil, kitlelerden daha çok sevebilen kisidir. Basta verdigimiz tanim ancak bununla tamamlandiginda anlam kazanir.
Halklarin , siniflarin kaderine damgasini vuran, tarihte iz birakan önderler, iste bu tür önderlerdir. Bunlar, tarihin kendilerine yükledigi görevi yerine getirebilme, gelisimin o dev tekerleklerini, bu tekerlekler altinda kalma pahasina, döndürebilme çabasiyla yücelirler. Bu emek, kimi yerde zafere ulasmistir- Stalin'in fasizm karanliginda dogan günesi ve ideoloji düsmanlarina inen yumrugu ya da Asur'un vahsetini delen Kyaksar'in kilici gibi. Bu emek kimi yerlerde de yenilgiyle sonuçlandi- Spartaküs'ün köleciligi sarsan o yüce yenilgisi ya da Perslere karsi bagimsizlik özlemini yücelten Gomat'in talihsizligi gibi.
Bugün burada halkimizin tarihinde iz birakan, yarin Orta Dogu tarihine de izlerini düsürecek olan önderlerimizi yeniden yasayabilmeye çalisacagiz. Onlari yasayabilmek sözle degil, yaziyla degil, sevda ve kavgayla olur.
Anma nedir? Ya da söyle diyelim: Biz “anma“dan neyi anliyoruz? Bir de söz konusu olan sehit düsen bir arkadasi anmak ise, bundan ne anliyor ve çikariyoruz? “Anma“ yalnizca sehit düsenleri her ölüm yildönümünde kitleler nezdinde yadetmekse, bu onlara, yani sehit düsenlere, en büyük saygisizlik olur. Sayet sehitler, yaptiklariyla, ardlarina biraktiklariyla, kitlelerin ruhunda her gün, her saat yasiyorlarsa, onlar zaten unutulmamais demektir. Ve ölüm günlerinde söylenen bir kaç tumturakli laf, onlara ancak azap verir. Hareketimizde ve eylemlerimizde, onlarin oya oya islenmis emegini görmezlikten gelmek, bizi yasamimiz ve eylemimizde korkunç bir egoistlige götürür. Ve kosullarin olumsuz olmasi halinde ise, tarih, bize hiç çekinmeden, yok olusun uçurumlari dibinde ciyaklama görevini verir. Bu tarihin nankörlügü degil, cömertligidir. Isteyen istedigi rolü ve görevi alir.
Bu açidan sunu belirtmek yerinde olacaktir: Bu yazi, yalnizca onlari anmak için degil, onlari yasayabilmek çabasiyla yazildi. Amaç onlarla yasayabilmek, onlarla yeklesebilmektir. Onlarla yeklesebilmek çok kolay degilse de, çok zor da degildir. Sadece biraz çaba gerekir. Aslinda onlarin yasami parti tarihiyle özdeslesmistir. Parti tarihini anlatip, “iste bu onlarin eseridir“ demek, sadece somut bir gerçege isaret etmek olur. Ancak parti kadrolari ve kitleler, partinin bugün geldigi asamaya bakarken, onlarin bu eserde islenmis emegini görebiliyor mu, göremiyor mu, asil önemli olan budur.
Salt parti tarihini anlatarak da bu arkadaslari anmak olanakli degildir; bu yetersiz olur. Uygarlik tarihini anlatirken, “Edison ampulü, Pastör kuduz asisini buldu“ deyip geçmek, kelimenin tam anlamiyla onlari hafife almak olur. Bu Edison, Pastör ve daha nicelerinin uykusuz gecelerini ve beyinlerinde yaptiklari muharebeleri görmemek gibi bir kolayciliga götürür bizi. Bunun gibi, parti tarihini anlatirken, “Mazlum'un, Kemal'in, Hayri'nin görevi suydu“ demek ve onlari yalnizca parti içindeki görevleriyle ele almak, onlari tanimak, anmak ve dahasi yasamak için ne kadar yeterli olabilir ki?
Bir savasçi, elindeki son derece geliskin silahla hiç çekinmeden savas alanina girerken, elindeki silahin bir zamanlar sadece sopa, çaki, ya da daha ileri gidersek, bir atar-tutar tabanca oldugunu, kendisinden öncekilerin mücadeleyi bu araçlarla sürdürdügünü idrak edebiliyor mu? Ya da söyle diyelim: bugün uzayin derinliklerine firlatilan uzay araci sadece bir kaç profesörün emeginin ürünü müdür? Arkasindan korkunç alevler saçarak bilmem hangi gezegene dogru yol alan araca bakarken, onda ilk insanin isinmak, yemek yapmak için yaktigi atesi, erittigi daglari görebiliyor muyuz? “Bunun gibi degil“, bunun aynisidir, sehitlerimizin mücadelenin dokusuna islenmis olan emegi. Düsmana sikilan kursunun, uzaya atilan roketin arkasindan bakarken, daha önceki insanlarin düsmanin kafasina inen sopasini görebiliyor muyuz? Bugünün maddi olanaklarini ve kosullarini yasarken, bu arkadaslarimizin üç-bes kurusu toplayabilmek için çektigi çileyi tadabiliyor muyuz? Bunlari benligimizde hissederek yasamadan “bugün falanca arkadasin ölüm yildönümü“ demek “bir zamanlar falanca arkadas vardi“ demekten öteye geçemez. “Falanca sahis iskencede korkusuzca direndi“ denilir. Bu çok donuk ve içten olmayan bir anlatimdir. Bu anlatim, iskencede direnen insanin korkusunu yenmek için gösterdigi çabayi bir yerde gizliyor. Oysa onur, kisinin kendi içinde yeralan korku ve korkusuzluk arasindaki kavgayi yüzünün akiyla bitirmesidir. Iskencede direnen insan da ancak baglilik ve korkunun nasil çarpistigini kavramakla anlasilabilir. “Iskencede korkusuzca direndi“ demek, sadece iskenceden söz etmektir, ama onu yasamak degildir.
Insanlar, iç güdüsel bir tepkiyle, sürekli olarak, kahramanlari doga üstü güçler gibi görme egilimindedirler. Bundan dolayi da kendi içlerinden çikan kahramanlarin nasil kahramanlastigini kavramakta güçlük çekerler. Bu insanlari kahraman yapan basarilar elde edilirken ve zor isler gerçeklestirilirken, onlar ne yasadilar, nasil kavga verdiler? Bunlar anlasilmadan, bu kahramanlarin kahramanligi anlasilamaz.
“Mazlum, Hayri, Kemal öldü“ demek, onlarin ölümünü anlamak için yeterli degildir. Onlar, hangi kosullarda, nasil ve niçin öldüler? O ani nasil yasadilar? O ana gelinceye kadar ne yasadilar? Yenilgiden yengiyi nasil çikardilar? Direnisi teslimiyete nasil üstün kildilar? Pustlugun geçer akçe oldugu umutsuzluk ortaminda mertligi ve umudu nasil yeserttiler? Mazlum, Hayri ve Kemal'i anlamak, bunlari anlamakla mümkündür.
Mazlum'un ölümünün yüceligi yalnizca yarattigi sonuçlarla açiklanamaz. Mazlum'un ölümünün ardindan meydana gelen gelismeler olmasaydi da, O'nun eylemi büyüklügünden hiç bir sey yitirmezdi. Mazlum'un eylemi salt onunla sinirli kalsaydi bile, yine de kazanilmis bir degere sahip olurduk. Onun ölümünün yarattigi sonucu dogal bir olayla açiklamak çok güç, fakat -yeterli olmamakla birlikte- su söylenebilir: Biz yeni kan ararken, O, damarlarimizda donan kani harekete geçiren bir isi etkisi yapti. Onun eyleminde kitleye güven vardi. Onun eyleminde uyusukluga isyan vardi. Onun eyleminde yasam vardi.
Newroz mu Mazlum'u bagrina basti, Mazlum mu Newroz'u bagrina basti, bilinmez. Bilinen tek sey, 21 Mart 1982 gününün, umudun umutsuzluga, cesaretin korkuya, dürüstlügün pustluga, direnisin teslimiyete tokat salladigi gün oldugudur.
18 Mayista kendilerini yakan “Dörtler“in “Biz, Dersim'de Besi'nin, Diyarbakir zindanlarinda Mazlum DOGAN'in gittigi yoldan gidiyoruz!..“ demeleri, Kemal'in de ölüm orucunda, “Su anda Mazlum yanimizda olsaydi, ne güzel olurdu“ deyisi, Mazlum'un yaptigi etkiyi fazlasiyla açiklar. Önderlik hareketi nasil etkilerse, Mazlum DOGAN da öyle etkiledi. Onunki ölümle yaratilan bir önderlikti.
“Bundan sonra degisik eylem biçimleri düsünelim“ diyen Hayri, Mazlum'un ölümünün ardindan meydana gelebilecek duygusal eylem karmasasini engellemek ve eylemleri koordine etmek gerektigine isaret ediyordu. Benzeri fisildasmalar, gardiyanlarin siki gözetimine ragmen, baska arkadaslar arasinda da sürüp gidiyordu.
Yildirim Merkit'in itiraflarindan hiz alan yönetim baskiyi arttirmisti. Diyarbakir grubunda pes pese itiraflar gündeme gelmisti. Bu grupla mahkemeye çikan bir arkadas, bir gün, bir baska arkadasa söyle bir not göndermisti: “Arkadas, varilan noktada artik durulamaz. Koguslarda arkadaslari sorgulama yöntemiyle itirafa zorluyorlar. Mahkemede konusma firsati bulursam bombayi patlatacagim. Serefsizce yasamaktansa, sereflice ölelim.“ Bu arkadas Kemal ve Hayri ile iliski kurduktan sonra bunlari söylemisti. Eylem biçiminin ölüm orucu olmasi konusunda görüs birligi vardi. Zamanlamada ise Hayri Urfa grubunu beklemekte israr ediyordu. Onun bu konudaki israri Kemal'e soruldugunda, Kemal sunu söyledi: “Hayri'nin mutlaka hesapladigi bir sey var. Ben bu arkadas kadar ince düsünen birini görmedim.“
Diyarbakir grubunda bulunan arkadas konusma firsati bulamamis ve “bombayi patlatamamisti“. Dolayisiyla eylem otomatikman Urfa grubuna sarkmisti.
Urfa grubunun son durusmasinda, mahkemeden dönen Hayri “BASARDIK!“ demisti.
“BASARDIK“
“Basardik, basardik! Bes kisiyle basardik!“ diyordu Hayri.
Basarilan neydi? Halklarin tarihinde önemli dönüm noktalari vardir; öyle ki, bu noktadan ötesi ya varolus, ya da yok olustur. Bu durumdaki halklara, kalbi duran hastalara yapildigi gibi, siddetli soklar yapilir. Sok sonucu ya kalp çalisir ve yasam yeniden baslar ya da ciliz olan yasam belirtileri tamamen yok olur. Halklar için de dönüm noktalari böyledir. Halklarin bütün yasam fonksiyonlari o noktada yogunlasmistir. O noktada basari, yasamin sürmesine, basarisizlik ise durmasina yol açar.
Stalingrad direnisi yalnizca SSCB'de sosyalizm için degil, SSCB'nin müttefiki olan tüm dünya demokratik cephesi için de bir dönüm noktasidir. Stalingrad direnisi, sosyalizm açisindan yenilgiden yengiye dönüm noktasi olurken, fasizm için basaridan bas asagi gidisin dönüm noktasi olmustur.
Alamo, Teksas'in bagimsizlik savasinda, halki topyekun direnise yöneltmesi bakimindan olumlu bir dönüm noktasiyken, Meksika'nin istilasi açisindan bas asagi gitme yönünde bir dönüm noktasi olmustur.
Dien Bien Pu zaferi, Vietnam'in varolusu açisindan bir dönüm noktasidir; ayni zafer Fransiz emperyalizmi açisindan ise Uzak Dogu'dan defolusu yönünden bir dönüm noktasidir.
Ninova kusatmasi Medlerin varolusu açisindan bir dönüm noktasiyken, Asur vahsetinin de yok olusu açisindan bir dönüm noktasidir.
Hemen hemen her halkin yasaminda benzer dönüm noktalari vardir.
Bu dönüm noktalarinda, halklar tüm güçleriyle ve ulusal duygulariyla, düsman güçlere karsi dururlar. Bu noktalarda oynanan “ya hep, ya hiç“tir. Kazanan taraf tektir.
Biz halk olarak, tarih boyunca iki kez bu tür dönüm noktasi yasadik: Ninova kusatmasi, halk olarak özgür bir gelecege, Akbataroy'un Persler tarafindan isgali ise halkimizin bugüne kadar süren köleligine yol açti. Halkimiz, ciddi olarak, bunlar disinda, pek dönüm noktasi yasamadi.
2500 yil köle olarak yasayan Kürtler, 20. yüzyilin son çeyreginde yok olmaya yüz tutmusken, bir halk olarak varolmak düsüncesiyle tekrar toparlanmaya basladilar. Proletaryanin ideolojisinin önderliginde gerçeklestirilen bu toparlanma, genis halk kitlelerine dayanmasi bakimindan, KYAKSAR'dan bu yana basarilan ilk büyük halk hareketiydi. Ne var ki, bu ayaklanma daha düsünceden fiiliyata geçememisti.
Halki, düsünsel olarak top yekun bir direnise hazirlayan proletaryanin örgütlü gücü PKK'ydi. Stratejik olarak sömürgeciligi hedefleyen PKK, bu stratejinin gerektirdigi taktiksel, örgütsel hazirliklari yaparken, sömürgeci güçlerin top yekun saldirisiyla karsi karsiya kaldi ve zorunlu olarak geri çekilmeye basladi. Mücadelede esir düsenler, yani bir avuç kadro ve taraftar, yarinin savasini zindanlarda vermek zorunda kalmislardi.
Bu savas, sömürgeciligin, bir avuç esirin sahsinda Kürdistan halkina karsi sürdürdügü bir savasti; ve Kürdistan halkinin çok ciliz olan yasam fonksiyonlarinin ya hizlanmasina ya da yok olmasina yol açacakti. Öyle ki, Kemal'in deyisiyle “Kürdistan'in kalbi Diyarbakir'da, Diyarbakir'in kalbi de burada atiyor“du. Bu kalp ya duracak, ya da çok ciliz olan yasam fonksiyonlarina hiz vererek atmaya devam edecekti.
Günesin kutsadigi çocuk KYAKSAR, dün, Ninova düstügünde, Orta Dogu halklari ve Medler adina söyle haykirmisti: “BASARDIK!“ Medlerin yikilisindan bu yana tam 2536 yil geçti. O günden bu yana Kürdistan'a girip çikan tüm emperyalist, istilaci ve despot güçler, halkimiza kan, soykirim, vahset ve sefaletten baska bir sey vermediler...Kürt halkinin yüregine, bilincine, kinin, nefretin ve direnisin yani sira korkuyu, yilginligi, teslimiyeti, ihaneti ve usakligi da ektiler.
Nasil ki Kürt halki yok olus sürecinde Zerdüst'ün olusturdugu yurt tutma-varolma ideolojisiyle Orta Dogu'nun kutsal isyaninin atesini yaktiysa ve Tanri Ahudamazda'nin karanliklari yirtan günesinin yol göstericiliginde, kutsal topraklara kök salip, insanliga Medya uygarligini kazandirdiysa, geçmisin düsmanini aratmayan günümüz despotlarinin vahsetinin odaklastigi Diyarbakir zindanlarinda, binlerce yildir sömürgeci despotlarin ve istilacilarin olusturdugu kan denizinde yeserip büyüyen ulusal ve toplumsal kurtulusumuzun kan gülleri Mazlumlar, Hayriler, Karadenizin hirçin dalgalarindan bir esinti olan ve mücadeledeki varligiyla Asur'a karsi Orta Dogu halklarinin kutsal ittifakini çagristiran Kemaller ve daha niceleri, ulusal direnisin tükenis noktasinda, 2536 yilin getirdigi korkunun yarattigi ihanetin karanliklarini Hayri'nin dilinde “BASARDIK!“ çigliklariyla yirttilar.
Çagdas KYAKSAR'in çagdas mücadelesinin bu çile çocuklari “BASARDIK!“ derken, 14 Temmuz 1982'yi halkimizin tarihine “Inat Günü“ olarak geçirmenin ve bu günün mimari olmanin onurunu yasiyorlardi.
14 Temmuzda baslayan Ölüm Orucu 7 Eylül 1982'de ilk sehidini verdi. Kemal kendisine “Vazgeç, bosuna kendi kendine iskence edip öldüreceksin. Ölümünle ne degisecek ki?“ diyen düsmana “Ben bosu bosuna ölmeyecegim. Biz ölecegiz, ardimizdan gelenler ölecek, onlarin ardindan gelenler de ölecek ve bu böyle sürüp gidecek. Önemli olan Kürdistan'in bagimsizligi mücadelesinin mesrulugu ve hakliligidir. Iste ben bunun için ölüyorum. Bizim ölmemizle de çok, çok sey degisecek“ derken, davaya olan sarsilmaz inancini ve kitleye hiç bir zaman kaybetmedigi güvenini, düsmana karsi haykirarak dile getiriyordu.
Son günlerde “Direnis ne kadar güzel, öyle degil mi?“ demisti.
Hayri, 12 Eylülü inat olsun diye mi beklemisti, bilinmez. Bilinen 12 Eylül vahsetinin göbeginde, yine bir 12 Eylül günü bomba gibi patlamasiydi. Ölüm Orucu boyunca, beton sedirin üstüne serilmis ince bir battaniye üzerinde yatan Hayri, adeta, bir mücadele dervisini andiriyordu.
Son nefesini vermeden, “Bundan sonra su eylem biçimlerini deneyin“ diyerek tavsiyelerde bulundu ve eylemi sürdürenlere “Savunma hakkindan vazgeçmeyin“ diye tembihledikten sonra Kemal'e ulasti.
15 Eylül günü, ölüm döseginde, “En fazla bir saat yasarim“ diyen Akif, ancak yarim saat daha yasayabilmisti. Ölüm, bu kadar kendine sevdali birini gördü mü acaba?
“Asla!“ “Ölüm orucunu birakmayacak misin?“ diyen düsmana Ali iste böyle haykirmisti.“Asla!“ 17 Eylül 1982, bu komünist militanin sahsinda onurlanmis bir gün olarak anilacaktir bundan böyle.
“Hiç bir devrimci mirasimiz yoktu...“ diyen Mazlumlar, Hayriler, Kemaller, kendilerinden sonra gelecek nesillere, artik bunu söyleme firsatini tanimadilar. Kürdistan savasçilari artik “Mirasimiz yoktu“ diyemeyeceklerdir.
Onlarin, bu dava adamlarinin ölümünün yüceligi buradadir. Bu eserin mimarlarini ve miraslarini kavrayalim.
SON SÖZ...
Korkusu olmayanlarin cesareti büyük olmaz. Yüreginde büyük korku tasiyanlar, büyük cesaret göstermezlerse, korkunun kölesi olmaya mahkumdurlar. Bunlar gecenin zifiri karanligina mahkum olan ay gibidirler. Oysa zifiri karanliklar günesin karsisinda yok olurlar.
Kürdistan halkini zifiri karanliktan kurtarmak için, günes olmali, ates olmali. Korkumuz büyük, cesaretimiz daha büyük olmali.
(Eylül 1986)