“Tarık Ziya Ekinci’nin Anıları ve Tartışmalar üzerine (3)” yazımda hapishanede savunmalar konusundaki farklı tutumlar, mahkemeye sunulan savunmaların hazırlanması süreci ile ilgili de görüşlerimi dile getirmiştim.
Tarık Ziya Ekinci’nin anıları üzerine yazdığım her yazıdan sonra, birçok dosttan ve arkadaştan yazılı ve sözlü tarzda önemli sorular, değerlendirmeler ve katkılar aldım. Üçüncü yazımdan sonra da, birçok okuyucu ve dosttan iki konuda yazılı ve sözlü sorular aldım. Soruya düçar olan konulardan biri, “yazınızda 12 Mart Dönemindeki savunmalar üzerinde fazla duruyor ve savunmalara fazla bir değer biçiyorsunuz. Neden?”. İkinci konu, “Kemal Burkay’ın, 12 Mart Dönemindeki savunmalar hakkındaki tutumu neydi?”
Bu soru soran dostlara ve arkadaşlara bire-bir cevap verme yerine, 4. yazımda bu konuları öncelikle yazmayı, okuyucuları aydınlatmayı; bu konuları tanımlayıp, bu konulara açıklık getirdikten sonra diğer konularla ilgili görüşlerimi aktarmayı doğru buldum.
Siyasi davalarda ve özellikle Kürt davalarında mahkemelerde savunma neden önemli…
Mahkemelerde karşısında farklı karakterlerde savunmalar olur. Bizim üzerinde durduğumuz ve tanımlamaya çalıştığımız savunma, devletin mahkemelerinde yapılan siyasi savunmalardır. Savunmalar, muhatabın olan devletle, ya da başka bir devlet mekanizmasıyla karşı karşıya olduğun zaman, düşündüklerini ve talep ettiklerini ifade açıkça etmektir. Bu anlamıyla savunmalar, aynı zamanda hak talepleri platformudur.
Bu savunmalar, bir hesaplaşma ve hak talepleri mekanizmaları ve platformları olduğuna göre: Bizim özgülümüzde de, Türk Devleti’nin, Kürt milleti ve Kürdistan karşısındaki konumunu belirlemek; millet olarak inkâr edilen varlığımızı yüksek sesle savunmak ve ifade etmek, millet olarak ulusal haklarımızı savunmak, ulus olarak kendi kaderimizi tayin hakkını ifade etmek, özgürlüğümüzü ve bağımsızlığımızı savunmaktır.
Türk Devleti, sömürge, Kürtlerin varlığını millet olarak ret eden, Kürt milletinin bütün ulusal, siyasal, sosyal, kültürel, idari haklarını gasp eden, Kürdistan’ı işgal eden bir devlet. Kürdistan sömürge bir ülke, Kürt ulusu ezilen bir ulustur. Kürdistan aynı zamanda parçalanan bir ülke ve Kürt milleti parçalanmış bir millet. Kürt milleti, Ortadoğu’da Araplardan sonra niceliksel olarak çoğunluk oluşturan bir millet.
Kürt ulusunun aydınları, yurtseverleri, değişik toplumsal kesimlerdeki aktörleri, 100 yıldır Kürdistan’ın ve Kürt ulusunsun bu konumdan kurtulması gibi önemli bir görevle karşı-karşıyaydılar. Kürdistan’ın ve Kürt ulusunun, Kürt ulusal kurtuluş hareketinin tarihi teorik ve pratik olarak incelendiği zaman bu görev yerine getirilirken, örgütlenme platformunda ya açık ve legal örgütlenmeler, ya da gizli ve illegal örgütlenmelerle gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Yine bu görev, mücadele metotları platformunda da, siyasi ve demokratik metotlarla, ya da silahlı mücadele metoduyla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
Kürt millet ve Kürdistan Davası bir devlet sorunudur. Devletle hesaplaşma ve devlet tarafından gasp edilen ulusal hakların kazanılması, devletin Kürdistan’daki iktidar ve egemenliğinin ortadan kaldırılması sorunudur. Böyle olduğu için de Kürt yurtseverlerinin ve aydınlarının, devletle karşı-karşıya kalması, devletin eline esir ve tutuklu düşmesi, yargılanması kaçınılmaz olmaktadır.
Bu durumda, Kürt yurtseverlerinin kendi örgütünü, sürdürdüğü mücadele yöntemini, evinde, örgütünde, kendi topluluğu içinde, dergilerde, gazetelerde, bildirilerde dile getirdiği görüşlerini: Kendi ulusal haklarını gasp eden, kendi ülkesini işgal eden ve sömürgeleştiren, kendi egemenlik hakkını elinde alan, özgürce ve bağımsız bir şekilde yaşamasını engelleyen devlet karşısında; onun mahkemelerinde görüşlerini ifade etmesi mücadeleyi daha anlamlı kılan bir düzeydir.
Ne yazık ki, Kürt ve Kürdistan ulusal kurtuluşçularının, dava adamlarının tutumu her zaman böyle olmamıştır. Kürt ulusal kurtuluş, özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinin Kürdistan’ın Kuzey kesiti incelendiği zaman, bu konuda çok parlak bir durumla karşı-karşıya olmadığımız hemen tespit edilebilir.
Kürt liderleri ve öncüleri, ulusal ayaklanmalar ve direnmeler döneminde, devlet mahkemeleri karşısındaki toplu bir direnme ve savunma performansı gösterememişlerdir. Bu dönemde mahkemelerdeki savunmalar, hesaplaşmalar, hak arayışı talepleri, bireysel düzlemde kalmıştır.
Ulusal ayaklanmalar ve direnmelerden sonra, ilk toplu Kürt tutuklaması 1959 yılında gerçekleşmiştir. Kürt ulusal mücadele tarihinde bu dava, “49’lar Davası” olarak tanımlanmakta ve bilinmektedir. Bu davada incelendiği zaman, mahkemelerde toplu ve güçlü siyasi savunmaların yapılmadığı görülmektir.
Bu davadan sonra birçok bireysel davalar, dergi ve gazete davaları; 23’ler, Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi ve DDKO Davaları gibi toplu davalar gündeme gelmiştir.
Bireysel davalarda, dergi ve gazete davalarında, mahkemelerdeki siyasi savunmalar açısından başarılı ve mahkemelerle hesaplaşan, hak taleplerinde ısrar eden tutumlar söz konusu olmuştur.
23’ler Davasında da siyasi savunma açısından bireysel tutumlar sergilenmiş, ama toplu bir savunma tutumu geliştirilmemiştir.
Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin 1968 yılındaki yargılanması sırasında da toplu bir savunma stratejisi benimsenmemiş, ama bireysel plânda mahkemelere önemli siyasi savunmalar sunulmuştur. Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi Davasında parti kurucusu ve yöneticisi olan Şakir Epözdemir’in kapsamlı yazılı savunması, oldukça önemli, ciddi, tarihi bir savunma niteliğindedir. Bu savunma günümüz açısından da incelenmeye değer ve örnek alınması gereken bir savunmadır.
Türk Devleti’nin mahkemelerinde siyasi savunmalar, mahkemelerde takınılacak toplu tavrın en önemli olduğu yargılamalar dönemi, 12 Mart yargılamaları dönemi olmuştur.
12 Mart Döneminde mahkemelerde toplu savunma ve ortak tutum takınma gündeme gelmiştir. Bu toplu savunma ve ortak tutum takınma, DDKO Davasında parçalı da olsa hayat bulmuştur.
Bunun yanında DDKO, Kürdistan demokrat Partilerinde bireysel önemli savunmalar da yapılmıştır.
12 Mart Döneminde mahkemelerdeki savunmalarla ilgili süreci, gelişmeleri, gelişmelerin arka plânını, lider kişilerin tutumları, ince ayrıntı sayılacak konuları bir önceki yazımda ifade ettiğim için, tekrardan konu üzerinde durmayacağım.
Devletin mahkemelerindeki bireysel ve toplu siyasi savunmaların önemi tartışmasızdır. Bu siyasi savunmalar, korku duvarlarının yıkılmasına yol açtığı gibi, Kürt ulusal hareketinin etik yapısını güçlendiren, kişilik yapısını derinleştiren, geliştiren bir durum.
12 Mart Dönemindeki toplu savunmalar, 1974’lerden sonra 2. Bahar Döneminde gelişmeye başlayan Kürt ulusal hareketi ve örgütleri için de yeni bir gelenek yaratmıştır. Bu konu üzerinde ileri satırlarda duracağım.
Kemal Burkay’ın savunmalar konusundaki tutumu…
12 Mart Askeri Muhtırasından sonra bütün Kürtlüğe ve Kürtçülüğe dair davaların, bu davalardan yargılananların Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı bünyesinde toplanmasına karar verildiği zaman, biz dört arkadaş (Ben, Mümtaz Kotan, Nezir Şemmikanlı, Sabri Çepik), daha önceden Ankara Ağır Ceza Mahkemesinde yargılandığımızdan dolayı, Ankara Ulucanlar kapalı Cezaevinde tutukluyduk. Muhtıradan bir süre sonra da Kemal Burkay ve Ruşen Arslan TİP’ten dolayı Ankara’da gözaltına alınmıştı.
Bizler Diyarbakır’a Haziran ayında getirildik. Kemal Burkay ve Ruşen Arslan, daha sonraki bir tarihte Diyarbakır’a getirildiler.
Kemal Burkay Diyarbakır’a getirildiği zaman, Mahkemelerdeki tutum, cezaevi yönetimine karşı izlenecek siyaset ve davranış, cezaevinde gözaltındakilerin ve tutukluların örgütlenmesi konusunda önemli ve yoğun tartışmalar gündeme girmişti. Bu konulara bağlı olarak, farklı davranış ve düşünce kalıpları da ortaya çıkmış ve belirginleşmişti. Cezaevindeki siyasi tutuklular arasında gruplaşmalar en kaba biçimde de olsa şekillenmeye başlamıştı. Hatta siyasi olmayan tutuklular bile, farklı düşünce şekillenmelerine, siyasi gruplaşmalara göre tavır belirlemesi içine girmişlerdi.
Kemal Burkay’ın Diyarbakır’a getirilişi sırasında en güncel, en temel, çatışma ve çelişkilere yol açan konu, mahkemelerde siyasi savunmaların, özellikle de toplu savunmaların yapılıp yapılmayacağı konusundaydı. 3. yazımda da belirttiği gibi, savunmalar konusunda belirli bir aşamaya gelinmiş, belli bir süreç katledilmiş, siyasi lider konumunda olan Tarık Ziya Ekinci ile görüşmelerimiz sonuçlanmış, bu görüşmeden sonra taraflar kendi görüşlerini kabul ettirmek, toplumsallaştırmak ve genelleştirmek için yoğun çalışmalar içine girmiş; karşılıklı “silahların çekildiği” bir dönemdi.
Kemal Burkay, Diyarbakır Cezaevine geldiği zaman, doğal olarak, eski arkadaş ve TİP’li “Doğu Grubu” mensubu olarak Tarık Ziya Ekinci, Musa Anter, Naci Kutlay’ların bulunduğu grupta yer aldı.
Kemal Burkay’ın ilk plânda doğal olarak o grupta yer alması, savunmalar ve diğer konularla ilgili de onlar gibi davranacağı ve hareket edeceği anlamına gelmiyordu. Bundan dolayı da, DDKO Komünü olarak Kemal Burkay’la Tarık Ziya Ekincilerin genel tutumu ve savunma konusunda görüşmeyi gündeme aldık.
Zaman geçirmeden Kemal Burkay’la görüşmeyi gerçekleştirdik. Bu görüşmemizde, bütün sorunlar, sorunlara dair yaklaşımlar ve farklı görüşler, savunma ve özellikle toplu savunma hakkındaki farklı yaklaşımları kendisine aktardık.
Kemal Burkay, bizim aktardıklarımızla, birkaç gündür gelmiş olmasının sağladığı avantajla sahip olduğu gözlemler ve dinlemelerle, görüşlerini sentezleştirme olanağı vardı.
Kemal Burkay, daha fazla dinlemeyi yeğledi, en genel plânda görüşlerini ifade etti, kesin ve net görüşler sunmadı. Ama görüşmede farklı davranacağıyla ilgili bir kanaate sahip olduk.
Ama Kemal Burkay’la bu görüşmemizden sonra, Tarık Ziya Ekinci ve arkadaşlarının savunma hakkında tutumlarında bir değişiklik olmadı. Kemal Burkay, sadece ayrı yargılanmak durumunda olduğu için, toplu savunmalara katılma olanağı yoktu, bireysel savunma yapma olanağına sahipti.
Kemal Burkay’ın duruşma günü belli olduğu zaman, savunma hazırlığı içine girdiğini öğrendik. Daha sonra 40 sayfaya yakın bir savunma hazırladığını gördük. Bu savunmasının içeriği incelendiği zaman, hatırlayabildiğim kadarıyla daha fazla bir hukuk tekniğiyle hazırlanan bir savunmaydı.
Kemal Burkay, duruşma sırasında tahliye olacağını saptadıktan sonra, savunmanın kendi tahliyesine engel olacağı düşüncesiyle, yazılı savunmasını mahkemeye sunmuyor. Sözlü olarak teknik bir tarzda görüşlerini ifade ediyor.
DDKO Komününün 12 Döneminde savunma konusundaki yaklaşımının yarattığı gelenek…
12 Mart Döneminde mahkemeler karşısındaki tutum ve davranış tarzı, haklı olarak 1974 yılında sonra kurulan Kürdistan örgütlerinin tutum ve davranışlarına da yansımaya başladı. Kürdistanlı örgütler arasında da bu konuda da bir yaklaşım, görüş, tavır farklılığı oluştu.
Kürdistanlı bütün örgütlerin bu konudaki tutum ve yaklaşımlarını aktarmak yerine, DDKO Komünü geleneğinin sürdürücü olan Rizgarî-Ala Rizgarî’nin tutum ve yaklaşımın ıtanımlamayı, aktarmayı doğru buluyorum.
Rizgarî-Ala Rizgarî siyasi yapısı açısından, mahkemelerdeki tutum ve davranışı, 12 Eylül Askeri Diktatörlüğü dönemi öncesi, 12 Eylül Dönemi ve sonrası olarak ele almak daha doğru olur.
12 Eylül Darbesi öncesi:Rizgarî-Ala Rizgarî siyasi yapısı, DDKO’ların 12 Mart Dönemindeki siyasi savunma geleneğine bağlı kaldı. Bu tutum ve davranışını zaman içinde daha da geliştirdi.
Rizgarî-Ala Rizgarî siyasi yapısı, üç alanda bu geleneği ve tutumunu gerçekleştirdi ve geliştirdi: Komal Yayınevi düzeyinde, Rizgarî Dergisi düzeyinde, DDKD düzeyinde.
12 Eylül Darbesinden önce, Komal Yayınevinden dolayı sahibi Orhan Kotan tutuklandı. Orhan Kotan, mahkemede Komal Yayınevi’ni, onun siyasi ve Kürt düşünce konseptini yazılı bir şekilde mahkemede savundu.
Kürdistan’ın değişik şehirlerinde Komal Yayınevi bürolarının olduğu yerlerde yapılan tutuklamalar sırasında da Komal sorumlusu arkadaşlar, siyasi savunmalar yaptılar.
Rizgarî Dergisi yayın hayatına başlamasından kısa bir süre sonra yasaklandı ve Yazı İşleri Müdürü Mehmet Uzun tutuklandı. Mehmet Uzun, mahkemede kapsamlı bir siyasi savunma sundu.
Ala Rizgarî Dergisinden dolayı tutuklanan İkram Delen de mahkemede siyasi yaklaşım ve savunma içinde oldu.
Ankara DDKD hakkında dava açıldığı zaman İkram Delen ve arkadaşları, DDDK’yi siyasi anlamda mahkeme karşısında kararlı bir şekilde savundular.
Bu dönemde gerçekleşen tekil ve toplu tutuklanmaların hepsinde toplu ya da bireysel siyasi savunmalar yapılmış, mahkemeler karşısında direniş gösterilmiş, Kürt ulusal hakları, Kürdistan’ın ve Kürt ulusunun birliği, özgürlüğü ve bağımsızlığı savunulmuştur.
12 Eylül Darbesi Döneminde: Merkezi olarak alınan kararla mahkemelerde siyasi savunmaların yapılacağı benimsendi. Bilindiği gibi 12 Eylül Darbesinden sonra Paşa Uzun, Ala Rizgarî Hareketi ile çalışmalarını birleştirdi. Bu dönemde, DDKD/KİP Davasında mahkemede siyasi savunma yapmama kararı alındığı halde, Paşa Uzun DDKO geleneğine bağlı kaldı. Oldukça kapsamlı, nitelikli, içerikli, Türk sömürgeciliği tarif eden ve aynı zamanda mahkûm eden bir siyasi savunma yaptı.
12 Mart Döneminde, lider kadrosunda tutuklu olanlar vardı. Ne yazık ki, siyasi savunma açısından DDKO geleneğinde bir kırılma oldu.
Bu dönemde Rizgarî-Ala Rizgarî’nin ikinci derecedeki kadroları siyasi savunmalar yaptılar. Muhlis Erdem, Yılmaz Elçi, Süleyman Güney kapsamlı yazılı bir siyasi savunmayı mahkemeye sundular.
Bu dönemde en kapsamlı, nitelikli savunma, lider kesimin gönlüne göre olmazsa da Recep Maraşlı tarafından hazırlanıp, askeri mahkemeye sunuldu. Recep Maraşlı’nın bu kapsamlı savunması, Maraşlı için büyük sorunlara yol açmakla kalmadı, aynı zaman da hayatını tehlikeye soktu. Felçle karşılaştı, beyin gücünü kayıp etti.
12 Eylül Darbesi sonrası:DDKO Komününün, mahkemeler karşısındaki savunma geleneği devam etti.
1998 yılında Türkiye ve Kürdistan’a döndüm. Dönüşümden sonra, benim hakkımda, HEVGIRTIN-PDK, HAK-PAR, Diyarbakır Kürt Derneği (KURD-KOM), Kürt Ulusal Demokratik Çalışma Grubu, TEVKURD, televizyon konuşmalarım, gazete ve dergilerdeki röportajlarım, basın açıklamalarım, devleti protesto eden eylemlerim hakkında onlarca dava açıldı.
İki kere tutuklandım, aylarca cezaevinde kaldım.
Hakkımdaki Davların çoğunluğu Kürdistan’da/Diyarbakır’da olmak üzere, Ankara, İstanbul, Adana, Van, Mardin, Urfa mahkemelerinde açıldı.
Hakkımda açılan bu davaların hepsinde mahkemeye kapsamlı siyasi savunmalar sundum. Devletin ve mahkemelerin meşru olmadığını açıkça ilân ettim. Meşru da kabul etmediğim mahkemelere yazılı ve sözlü siyasi savunmalarımı Türkçe ve Kürtçe sundum.
12 Mart Döneminde Diyarbakır Askeri Cezaevinde en önemli olay: 2 Mart Olayı…
12 Mart Döneminde Diyarbakır Askeri Cezaevinde en önemli olaylardan biri, 2 Mart Olayı’dır. M. Emin Bozarslan, 12 Mart Dönemiyle ilgili yazığı “İçerdekiler ve dışarıdakiler” kitabında bu konuda önemli bilgiler sunmaktadır.
Tarık Ziya Ekinci de, 12 Dönemindeki hapishane ve mahkemelerdeki iki davranış ve düşünce kalıbının, tutumunun varlığını ya da farklılığını, 2 Mart Olayı’nı anlatırken de yansıtmış. Şöyle diyor: “12 Mart faşizminin henüz dişlerini göstermediği günlerdeydik. Görece rahat bir tutukluk dönemi yaşıyorduk. Cezaevi yönetimiyle tutuklular arasında uzlaşmaz bir çelişki yoktu. Genç arkadaşlar, cezaevinde önceliği devrimci kitaplarda olmak üzere zengin bir kütüphane oluşturmuşlardı. Bu kitaplardan herkes yararlanabiliyordu. Ziyaretlerle, komünlere getirilen yiyecek ve ihtiyaç maddeleri konusunda önemli sayılabilecek şikâyetler pek olmuyordu. Günün birinde, çocuk yaşta birkaç tutuklunun cezaevinden çıkarılıp sorgulanacakları konusunda yasadışı bir komutanlık emriyle karşılaştık. Cezaevi yönetiminin ve sıkıyönetimden gelen görevlilerin üç gün süren ricalarına karşın gençler ‘devrimci direnişin amir hükmüne’ uyarak talepleri reddediyorlardı. Tutuklular verilmiyordu. Son uyarı yapıldıktan sonra faşizm gerçek yüzünü göstermeye karar verdi. Sabaha karşı tutukevi silahlı askerlerce kuşatıldı. Operasyonu yönetmekle görevli komutan üç dakika içinde koğuşların terk edilmesini anons etti. Süre dolunca hedef gözeterek koğuşlara ateş emri verildi. Herkes can havliyle çıkış kapısının arkasındaki aralıkta ya da başka mahfuz yerlerde toplandı. Genç arkadaşlarımız dışarı çıkmayı yasaklamışlardı. Karara uymaktan ve olacakları sineye çekmekten başka çare yoktu. Aksi bir davranış ‘karşı devrimcilik’ sayılacağı için psikolojik nedenlerle kimse çıkmaya cesaret edemiyordu. İşte o anda içeriye göz yaşartıcı bombalar atıldı. Tutuklular toplu halde olduklarından atılan gaz bombasının etkisi büyük oldu. Bu kez, gazın etkisinden kurtulmak için, kapıda nöbet tutan yasakçı gençler önde olmak üzere herkes kendisini dışarıya atıyordu. Dışarı çıkanlar silahlı erlerden oluşan uzun bir koridordan geçerek iki taraflı cop ve dipçik darbeleri altında toplanma yerine kan revam içinde sürüklenerek götürülüyordu. Kuşkusuz gençlerin ‘devrimci duruş’ kararına boyun eğen bizler de bu dayaktan fazlasıyla nasiplendik.
Aynı gün Sıkıyönetimin istediği tutuklular götürüldü. Bir gün sonra da kütüphane dağıtıldı ve cezaevinde tek bir adet bırakmamak kaydıyla bütün kitaplar toplatıldı. Günlük gazetelerin girmesi yasaklandı. Ziyaretler uzun bir süre askıya alındı. Yargılama sonuna kadar dışarıdan yiyecek alınması yasaklandı. Bütün bunları, 12 Mart döneminde Diyarbakır Sıkıyönetim Cezaevinde tutuklu bulunan ve dışarıda onlarla irtibatlı genç arkadaşlarımızın devrimcilikten ne anladıklarını göstermek için anlatıyorum.”
Olayın teknik boyutuyla ilgili aktarımlarda birçok eksiklik var.
Bu eksikliklerden biri, cezaevinden tekrardan sorgulanmak üzere cezaevinden alınmak istenen gençlerin hangi örgüt iddiasıyla yargılandıkları, hangi bölgeden geldikleriyle ilgidir. İsmi geçen gençler, lise öğrencisi gençlerdi. TİKKO’dan dolayı tutuklanmışlardı. Bu gençler, Dersim’den getirilmişlerdi. Maocu düşüncelere sahipti. Bu nedenle, Tarık Ziya Ekinci ve arkadaşları bu gençlere önyargılı bakıyorlar, onlarla ilgili sorunlarda Fransız olmayı yeğliyorlardı.
İkinci eksiklik,Tarık Ziya Ekinci’nin yaptığı açıklamaya göre, tekrardan sorgulanmak üzere cezaevidnen alınmak istenen gençlerin verilmemesi kararı, devrimciliklerini alaya aldığı bazı genç insanların kararı değildi. Bu konuda, öncelikle Başkanlık Divanı’nda ve daha sonra tüm tutuklular arasında konu tartışıldı. Ezici bir oy çoğunluğuyla ismi geçen gençlerin tekrardan “sorgulanmak” üzere verilmeyeceklerine karar verildi. Çünkü cezaevi yönetiminin yapmak istediği işlem, yasal ve hukuki bir işlem değildi.
Üçüncü eksiklik,cezaevinde alınmak istenen ismi geçen gençlerin, sorgu için değil, yeniden işkence için alındığı hepimiz tarafından bilinmekteydi. Bundan dolayı, o gençlerin tekrardan verilmemesi önemli olmuştu.
Dördüncü eksiklik, tutukevi ve mahkemelerde teslimiyeti benimsemeyenlerin, haksızlıklara direnenlerin, özel muameleye ve işkenceye tabi tutulmasıdır. Baskından sonra kapılar açıldığı zaman, benim de içinde bulunduğum birçok insan, önceden planlanmış askeri gruplar tarafından, belirli köşelere çekilerek işkencelere tabi tutulduk.
Yani 7. Kolordu Komutanlığı ve Askeri Cezaevi yönetimi de, tutukluların davranış ve tutumlarına göre bir kategorizeye giderek, ona göre muamele yapmaktaydılar.
Beşinci eksiklik,2 Mart Baskını sabaha doğru gerçekleşmişti. İlk plânda bize yapılan işkenceler sonrasında, her tarafından kan akan insanlar, sabahın köründe, birkaç sıra halinde bir araya getirilmiş, askeri yetkililer hukuk dışı keyfi açıklamalar yapıyor; onların beslemeleri eğitilmiş askerler de bizlere hakaretler yapmaya çalışıyorlardı. Benim de için de bulunduğum bir grup insan da bu açıklamalar ve hakaretlere itiraz ediyordu. O sırada İsmail Beşikçi’ye askerlerin özel bir şekilde yaptıkları hakaretleri, Beşikçi’yi nasıl korumaya almak için caba sarf ettiğimi, hakaret yapan askerlere kapıştığımı hatırlıyorum.
Askeri yetkililerin hukuk dışı açıklamaları, “anayasayı falan tanımayız “ sözleri, askerlerin hakaretleri arasında bir isim listesi açıklandı. Bu isimler, ayrı bir yerde tutuldular.
İsimleri okunanlar: Ben, Mümtaz Kotan, İsmail Beşikçi, M. Emin Bozarslan, Cemil Fazla, Faruk Aras, İhsan Aksoy, Sabri Çepik, Mümtaz Çeltik, Ali Gökte, Muhtar Fevzi Yılmaz, İhsan Yavuztürk, Mehmet Tüysüz, Zerruk Vakıf Ahmetoğlu, Eczacı Reşat, idiler.
Bu ayrıştırmadan sonra, tüm arkadaşlarımız askeri cezaevine alındılar. Bizler de Dicle Nehrine doğru 7. Kolordu Bölgesinde bir yere götürüldük. Biz götürülürken, kötü bir sonuç bekliyorduk. Bu kötü sonuç, kurşuna dizilmemiz de olabilir diye düşünüyorduk. Bunu düşünerek de, onurumuzu korumak ve baş eğmemek için ne yapılması gerektiğini birbirimize söylüyorduk. Bu konuşmalarımızdan sonra, ölüm de olsa boyun eğmeyeceğimize karar verdik.
Bizler uzun bir zaman bir askeri binada tutulduktan sonra, hücrelere götürüldük. Hücrelere ikişer ve üçer kişi halinde paylaştırıldık. Ben, İhsan Yavuztürk, Muhtar Fevzi Yılmaz aynı hücreye yerleştirildik.
3 Mart günü çok iyi hatırlıyorum ki, Pazar günüydü. Bazı nöbetçi subayların izin günüydü. Bu subaylardan biri, daha önce cezaevindeki uygulamalarından dolayı sık-sık karşı karşıya geldiğim, kendisine itiraz ettiğim, hatta bir seferinden cezaevinden dışarı attığımız bir subaydı.
Bizler hücreye konulduktan kısa bir süre sonra o subay, yanındaki özel eğitilmiş askerlerle geldi. Benim ismimi, Mümtaz Çeltik, Ali Gökte, Zerruk Vakıf Ahmetoğlu’nun isimlerini zikrederek, hangi hücrelerde olduğumuzu sordu.
Gardiyanlar da hangi hücrelerde olduğumuzu bildirdiler.
Mümtaz Çeltik ve Ali Gökte 1. Hücrede oldukları için, işkenceye oradan başlandı. Mümtaz Çeltik’in bağırması üzerine, o uzun boylu, ama çocuk yaşındaki Mümtaz’ı işkenceden uzak tutmak için, subaya ve askerlere bağırdım. Çocukları yapmamasını, bana gelmesini söyledim.
Onlar da benim dediğimi yaptılar. Benim yanıma geldiler. Uzun ve doyumluk dayaktan sonra, diğerlerine de işkence yapma güçleri kalmadı. Bana işkence ederken, hücredeki arkadaşlarımın eridiğini, özellikle İsmail Beşikçi’nin ne kadar yıprandığını biliyorum. Hatta Beşikçi olaya müdahale etmek istedi, ben, bu faşist zihniyetli askerlere minnet yapmamasını söyledim.
*****
Olayın yorumu, ondan önemlisi de 12 Mart Askeri Darbesinin niteliği ve uygulamalarının karakteri konusunda köklü yaklaşım farklılıklarımız var. Öncelikle 12 Mart Darbesiyle ilgili bir anlayış farkına sahibiz ve o zamanda bu konuda önemli tartışmalar aramızda söz konusu idi.
12 Mart Darbesi, faşist, Kürdistan ve Kürt halkı için aynı zamanda sömürgeci olan askeri diktatörlüğün dişlerini açıkça gösterdiği bir rejimdi.
12 Mart askeri yönetimi, 27 Mayıs 1960 Darbesi’nin bir devamıydı. Bu askeri darbe de, halkın oylarıyla seçilen sivil hükümetten rahatsızdı, sivil hükümetin Kemalist elitin ve devlet parametrelerinin dışına çıkmasına iziz vermemek üzere harekete geçmişti.
Bunun yanında, Kemalist devletin varoluş kodlarının çözülmesini Kürt ulusal hareketinin, sınıfsal ve toplumsal hareketlerin, sol ve sosyalist hareketin, siyasi İslam’ın gelişmesini engellemek; denetim altına alınmak için yapılmış bir darbeydi.
Bu darbenin gerçekleşmesi için, darbe koşulları plânlı bir şekilde hazırlandı. 1960 Darbesi öncesindeki gibi klasik oyunlara ve savaş taktiklerine başvuruldu. Solcularla sağcılar arasındaki çatışmalar yaratıldı, geliştirildi, derinleştirildi. ABD’ye karşı düşmanlık geliştirildi, 6. Filo askerleriyle çatışma yaratıldı. Gençlikteki Latin Amerika tipi şehir gerillacılık eğiliminin pratik uygulamaya geçmesi için koşulları olgunlaştırıldı, teşvik edildi. Gençlerin gerillacılık yapması için dağa çıkmalarını yol vererek, Sinan Cemgil ve arkadaşlarını rahatlıkla öldürme koşulları yaratıldı. Devrimci ve sol örgütlerin arasına Mahir Kaynak gibi ajanlar sokularak, devrimci ve sosyalist hareket hedeflerinden uzaklaştırıldı. Yüzlerce devrimci, sağcı öğrencinin, aydının ve yazarın katledilmesi sağlandı.
Halk içinde toplu bir kurtarıcıya ihtiyaç duyulduğu duygusu ve kanaati yaratıldı. Sonuçta da 12 Mart Askeri darbesi gerçekleştirildi. Plânlı bir şekilde hazırlanan eylemler ve yaratılan karışıklıklar ile halkın desteği sağlanmış oldu.
12 Mart Askeri Darbesi de: Kemalist, mutlak egemen, seçilmemiş iktidarın toplumu yeniden zaptı rapt altına alma rejimiydi. 12 Mart Darbesi gerçekleştiği andan itibaren de bu görevini hızla yerine getiremeye başladı. Devrimcileri ve sosyalistleri kitlesel olarak gözaltına aldı, işkenceye tabi tuttu, cezalandırdı. Legal olan devrimci ve sosyalist örgütleri kapattı, yöneticilerini tutukladı. Devrimci ve sosyalist içerikli yayınları kapattı, yazı işleri müdürlerini, sahiplerini tutukladı; yargılamalar sonucunda cezalandırdı.
Bu dönemde, tutuksuz infazlar yapıldı. Mahir Çayan ve arkadaşları, hapishaneden firar ettikten sonra, tekrardan sağ yakalanmaları mümkün iken, saklandıkları bir köy evinde katledildiler. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan yargılanıp idam edildiler. Yine o dönemde aranan birçok devrimci, sosyalist yakalanmadan, infaz edildiler. İşkencelerde yığınla insan öldürüldü. TKPML-TİKKO örgütünü lideri İbrahim Kaypakkaya Diyarbakır’da işkence ile katledildi.
12 Mart Askeri darbesinin kendisi için belirlediği gerekçelerden, nedenlerden ve hedeflerden biri ve hatta birincisi; Kürtlük, Kürtçülük, bölücülük diye tanımladıkları Kürt ulusal hareketi idi.
12 Mart Darbesinden sonra, legal ve oldukça mütevazi bir tarzda Kürt ulusal talepleri için açık mücadele eden, demokratik ve barışçıl metotları kullanan DDKO’lar hemen kapatıldı. Kürdistan’daki DEV-GENÇ örgütleri de kapatıldı. TİP, zaten Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştı. Her üç örgütün de kurucuları, yöneticileri, üyeleri kitlesel olarak gözaltına alındılar, işkencelere tabi tutuldular, tutuklandılar.
12 Mart Darbesi, Kürt millet sorununun ve Kürdistan’ın konumunun özgünlüğünden dolayı, Kürdistan’da Kürtlere karşı farklı uygulamalar yaptı. Batıda muhalif devrimcileri ve diğer görüşteki siyasileri, aydınları tutuklarken; Kürdistan’da bütün toplumsal kesimlerden insanları tutukladı. Sadece Kürt devrimcilerini, sosyalistlerini, yurtseverlerini, Kürtçülerini değil; Kürt beylerini, ağalarını, şeyhlerini, aşiret reislerini, din adamlarını da tutukladı.
Kürdistan’da kitlesel tutuklanma için, akıl almaz, sıradan nedenler sebep gösterildi. DDKO kurucu ve yöneticilerini tutuklamakla kalmadı, üyelerini de tutukladı. Kürdistan Demokrat Partilerinin üyesi olmak gibi iftiraya dayalı bir gerekçe de tutuklanma için yeterli sayıldı. Barzani’ye yardım etmek kitlesel, değişik toplumsal kesimlerden Kürtlerin gözaltına alınması, tutuklanması için bulunmaz gerekçeydi. Barzani’ye yapılan yardımlar da, insani yardımlardı. İlaç, lastik ayakkabı, yiyecek yardımıydı. Kürdistan’da TİP üyesi olmak da kitlesel tutuklanma için bir nedendi. DDKO toplantılarına ve seminerlerine katılmak, DDKO afişlerini seyretmek, DDKO lokallerine gidip oturmak da tutuklanma için yeterli bir nedendi.
Ayrıca, en sıradan nedenlerle yakalanan Kürt insanına, yaşlı ve toplumsal bir konumuna sahip olan Kürt ağasına, beyine, şeyhine, din adamına sınırsız işkenceler yapıldığına şahit olduk. Bu işkence edilen insanlar, ölü bir şekilde tutukevine getiriliyorlardı.
12 Mart Darbesinin yapılması ve askerin yönetimi ele geçirmesinden sonra, Kürtlere karşı açıkça ayrımcı, sömürgeci siyasetler izlenmeye başlandı; uygulamalar yapıldı. Bütün Kürtlerin Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığında toplanmış olması; Kürt ulusal hareketi, Kürtler arasındaki iletişim, yakınlaşma, dayanışma, yeni örgüt koşullarını yaratma açısından olumlu sonuçlar doğurmasına rağmen, bir ayrımcı politika olduğu tartışmasız.
Bunun yanında, bütün Kürtçülerin TCK’nın 125 maddesinden, Türkiye’yi bölmekten dolayı idamla yargılanmaları da Kürtlere karşı ayrımcı, düşmanca politikanın açık bir sonucuydu.
Yargılamalar sırasında, iddianamelerin hazırlanmasının uzaması, gözaltı ve tutukluluk sürelerinin uzun tutulması da ayrımcı, sömürgeci bir politikaydı.
Kürdistan’da köylerde yapılan operasyonlar, bu operasyonlarda köylülere ve özellikle de kadınlara reva görülen uygulamalar kabul edilir cinsten uygulamalar değildi, insanlık dışı ve onur kırıcı uygulamalardı.
12 Mart yönetiminin Kürdistan’daki bu ayrımcı politikalarına karşı cezaevinden önemli eylemlerin gerçekleştiği bilinmekte. Geçen yazımda bu konular üzerinde durmuştum. Bu eylemlerde tutuklu kesimlerin, lider konumundaki kişilerin tutumlarının ne olduğunu ifade etmiştim.
Oysa Tarık Ziya Ekinci’ye göre; 2 Mart Olayından önce 12 Mart faşizmi daha dişlerini göstermemiş, tutuklularla yani bizlerle cezaevi yönetimi arasında da uzlaşmaz bir çelişki yokmuş, rahat bir yaşam sürdürüyormuşuz, bize güzel yemekler geliyormuş, görüşmecilerimiz ve avukatlarımız rahat koşullarda ziyaretimize geliyorlarmış.
Doğrusu bunları okuduğum zaman, hem şaşırdım ve hem de şaşırmadım. Şaşırdım, çünkü bu tespitlerle gerçekler arasında bir uyum, örtüşme, ortaklık yok. Şaşırmadım, çünkü Tarık Ziya Ekinci ve arkadaşları, olup-bitenlere böyle bakıyorlar, yaşamalarını da buna göre düzenliyorlardı.
Amed, 17. 03. 2012
(Devam edecek)