Son yıllarda Kürdistan'ın farklı parçalarında "Ulusal Kongre" ve "Kürdistan Kongresi" gibi girişimlerden söz ediliyor. Fakat bugüne kadar Kürd kamuoyunda bu konuda ciddi bir tartışma yaşanmış değildir.
Bundan dolayı biz Newroz.Com olarak farklı biçimlerde ve farklı alanlarda yıllardan beri Kürd siyasal yaşamının içinde yer alan arkadaşların "Ulusal Kongre"ye ilişkin düşüncelerini almak istiyoruz.
-
Aso Zagrosi: Genel olarak "Ulusal Kongre'den ne anlıyorsunuz. Başka ülkelerde yaşanan "Ulusal Kongre" tecrübeleri hakkında bize söyleyebilirsiniz?
Xecê:Binlerce yıl boyunca, siyaset sahnesinin dışında tutulmuştoplumsal grupların, bu arenanın hakim karanlık renklerini zorlayan birer güce dönüşümü demek olan 1968'lilerin rehberi olan 'gerçekçiyiz, imkansızı istiyoruz' sözlerini, neredeyse 100 öncesinden amaç edinen bir kongreden bahsetmek isterim. 29-31 Ağustos 1897’de Basel’de toplanan Sionist Kongreden. Kongrede kabul edilen ve birkaç mütevazi ama tüm yahudilere kucak açan maddeden oluşan Basel programı kabul edildikten sonra Theodor Herzl; ‘Basel’de Yahudi devletini kurdum. Bu sözleri şimdi yüksek sesle ilan etsem, herkes gülecektir. Belki 5 yıl ama olmazsa 50 yıl sonra mutlaka herkes bu gerçekliği kabul edecektir’ diyecekti.
Bu gün dünya siyasetinde önemli bir yeri olan Yahudi devleti talebinin en hafifinden insanları güldüreceğini Herzl ‘e söyleten neydi? Millet, milli, milliyetçi kavramlarının görece yeni olduğu sol literatürde bile halkların ‘devrimci-tarihi olan’ veya ‘gerici-tarihi olmayan’lar olarak damgalandığı şartlarda en imkansızı isteyecek kadar gerçekçiydi, Herzl.
En azından 2000 yıl boyunca topraksız bırakılmış, dünyanın dörtbir yanına dağılmış, yaşadıkları heryerde istenmedikleri her fırsatta gösterilmiş bir halkın, biraraya gelerek bir devlet çatısı altında toplanabileceklerinden bahsediliyor. Daha sonra sağı ve soluyla resmi ideolojilerin 4’lü maddeleriyle tarif biçmeye çalışacakları millet reçetesine asla uymayan çoğu kez birbirinin konuştuğu dilin ve yaşadığı ülkenin varlığından bihaber topluluk-bireylerin devletinin kurulması talebi söz konusu idi. Somali’de hayatında tuvalet görmemiş bir Yahudi ile Viyana’daki büyük burjuva bir Yahudinin, kendisini Yahudi vecibelerine hapsetmiş bir haham ile bir anarşist Yahudi’nin ortak bir amaç için yanyana gelebileceğini müjdeliyordu.
Hemde hangi koşullarda ve nerede ?
Fransız devriminden itibaren tüm 19.yüzyıl boyunca verilen demokrasi mücadelesi sonucu elde edilen kazanımlar Avrupa’da yaşayan Yahudi topluluklarına ilk kez rahat bir nefes aldırmıştı. En azından artık kiliselerin duvarlarına yahudiler domuz olarak çizilmiyordu. Pozitivist-ekonomist anlayışın yanısıra hissedilen seküler devlet Yahudi entellektüellerine Yahudilere artık birşey olmayacağı rehavetini sunmuştu. Karl marx dahil hayatın her alanında varlık gösteren Yahudi intellentgiası, kendilerini hangi toplum içinde yaşıyorlarsa o toplumun adıyla tarif etmeye hazır görünüyordu. Demoklesin kılıcının kadife kaplı yüzü ‘doğal asimilasyon’ ise zaten tartışılmaz bir ayet konumundaydı. Yahudilik sadece ve sadece gettolara hapsedilmiş fakir fukara ve yaşadığı topluma uyum sağlamayı’ beceremeyenlere’ mahsus görülüyordu.
Budapeşte’de doğmuş, Viyana’ya yerleşmiş zengin ve gazete sahibi-yazar Herzl’de yeni Avrupa’yı cennet gören ve artık sadece Yahudi kökenli olmanın günah keçisi sayılma nedeni olamayacağına inanan aydınlardan biri idi. Taa ki kendi ailesi gibi düşünen ve Fransız devriminin prensiplerine canı gönülden inanan bir aileden gelen Dreyfüs davasına Paris’te bir gazeteci olarak katılana kadar. İnsan hakları Beyannemesinin yüzyıl önce ilan edildiği Paris sokakları ve mahkeme salonu, ‘Yahudilere ölüm’ nidaları ile çınlayana kadar.
Millet kavramının modern içeriğini tartışan ilklerden olan Renan’ın dediği gibi ‘millet felaketler içinde oluşur’ a en güzel örnek Herzl’in Dreyfüs’ün yargılandığı mahkeme çıkışı söylediği sözlerdir. Bu duruşmada Dreyfüs’ün sadece ve sadece Yahudi kimliği nedeniyle yargılandığını farkeden Herzl çıkışta; ’ Yahudi devleti kurulmadan hiçbir Yahudi özgür yaşayamaz ’ demiştir. Daha sonra ‘dünya milletler ailesinin eşit şartlara haiz bir üyesi olunmadan ‘dünyanın neresinde ve hangi sosyo-ekonomik-kültürel ve de siyasi koşullarda olursa olsun hiçbir yahudi sırf bu kimliği nedeniyle güvencede değildir’ denerek formüle edilmiş ve bu güvence bağımsız bir Yahudi devletinin yaratılması olarak amaçlanmıştır. Yahudi Kongresinde bu talep tek amaç olarak ilan edilmiştir.
Tüm Yahudilere hitap eden bu amaca uygun örgütlenme anlayışı bu kongrenin başarılı olmasının gözardı edilemeyecek bir nedenidir. Tekçi-ikameci Jakoben örgütlenmenin sol siyasi arenada bile hakimiyet kurduğu bir süreçte Yahudi Kongresi; 68 sonrası tartışılmaya başlanan otonom-federatif demokratik örgütlenme felsefesini esas almıştır. Hiçbir farklılık dışlanmamış hiçbir mücadele bir diğerine karşılık rededilmemiştir. Anarşistinden Yahudi entegristine ve erken feministlere kadar her Yahudi bu kongrede eşit şartlarda kendi yerini bulabilmiştir. Bu gün hala bölgemizde en demokratik ülke durumunu koruyan İsrail’in iç siyaset anlayışının temelleri de bu Kongrede atılmıştır.
Bir örnek vermek isterim: Bilinenin aksine sağı ve solu ile tüm dünya egemenleri özellikle de Yahudi ‘dostları’ Yahudi devletinin ilan edilmesine karşı çıkmışlardır. Bu şartlarda ve gerçekten de 4 taraftan kuşatılmışken Yahudi devletinin ilanına karar verilir. Devlet ilanı deklarasyon’undaki bir kavram Yahudi dinine bariz çağrışım yaptığı için tepkiye neden olur. Saatlerce tartışmalar devam eder ve nihayet Yahudi dilinde tüm Yahudilerin üzerinde birleştikleri bizim ‘Xweda-Yezdan’ misali bir kavram bulunur ve ancak o zaman Deklarasyon son şeklini alır.
Devlet kurulduktan sonra da kongre; ülke yönetiminin dar real-politikasının içine kendini hapsetmemiş ve özellikle diasporanın güçlü bir demokratik baskı unsuru olarak varlığını devam ettiregelmiştir.
Aso Zagrosi: Tarihsel olarak Kürdlerin "Ulusal Kongre" girişimleri oldumu? Eğer Kürdlerin böyle girişimleri olduysa bugüne kadar neden başarılı olmadı?
Xecê: Eğer ulusal kongre’nin amacını; Kürd halkının ulusal kurtuluş mücadelesinde yer alan dinamiklerin birlikteliği olarak alırsak adı resmi olarak konmasa da bu ilişki sürekli olarak varolmuştur. 20. Yüzyıl ve 1.Paylaşım sonrası kurulan tüm siyasi organizasyonlar, dayatılan resmi sınırları red temeli üzerine kurulmuş ve farklı alandaki örgütlenmeler birbirleriyle temas halinde hareket etmişlerdir. Xoybun ve Jekaf (Jiyanewey Kurd) mücadele alanlarını alenen tüm Kürdistan olarak ilan etmişlerdir. 20 yıl süren katliamlardan sonra 2.paylaşım savaşı sonrasında İran merkezi otoritesinin ilk zaafında, mücadelenin merkezini bu parçaya kaydıran Kürd örgütleri Hiva, Jekaf ve Xoybun birlikte tüm güçlerini Doğu Kürdistan’a aktarmak üzere ünlü Peymana 3 Sınur’da anlaşmışlardır. O zamanki ‘Sovyet dostlarımızın önerisi sonucu legal politika yapmak amacıyla kurulan KDP’lerin ilk şubesi olarak da Güneydeki bu günkü KDP kurulmuştur.
Daha sonra silahlı mücadelenin merkezi ülkemizin Güneyi’ne kaydığında da diğer parçalardaki KDP’ler Güneyin öncülüğünde hareket etmişlerdir. 1975 yenilgisine kadar Mele Mıstefa Barzani öncülüğündeki KDP tüm Kürdistan’ın kayıtsız şartsız tek siyasi iradesini temsil etmiştir. 11 Mart 1970 Kürd otonomisinin 4 yıl boyunca yaşamasının bedelini canlarıyla ödeyen İsmail Şerifzade, Dr Şıwan ve arkadaşları bile hala başka milletlerin kolayca izah edemeyeceği bir biçimde metanetle göğüslenmektedir. Bu süreçte Diaspora ve özellikle Avrupa’da yaşayan Kürdlerin de Kürdistani örgüt AKSA içinde mücadele ettiklerini hatırlatmak isterim. (Bu Kürdistani olma kuralını Diasporada ilk bozan TİP’li Kemal Burkay’ın öncülük ettiği KOMKAR’lardır)
75 yenilgisi sonrası da memleketimizin her tarafında kurulan tüm siyasi yapıların organik ilişkileri sürekli olarak varolagelmiştir. Şah rejimi yıkıldıktan hemen sonra özgürlüğüne kavuşan Kürdistan’da Xumeyni rejimine karşı ilk silahlı direnişi Güneyli özellikle YNK’li peşmergeler vermiştir. (Kuzey’den Ala Rızgari’nin katıldığı bir çatışmada Dr Qassımloo heyecanlanarak ‘Mahabad’dan sonra ilk kez tüm Kürdistan omuz omuza işgalciye karşı savaşıyor’ diyecekti)
Günümüzde de bu ilişkiler devam etmekte hemde siyasi sınıfın taktik sınırlarını zorlayarak halkın dolaysız katılımı ile devam etmektedir. 22 yıldır sömürgeci devletler ve Kürd halkı açısından Kürdistanı parçalayan sınırlar ortadan kaldırılmıştır. Dıhok’un herhangi bir kahvesinde oturduğunuzda tüm Kürdistan’ı görebilir aynı anda Türk ve İran devletlerinin kendi imzalarını da taşıyan uluslarası yasaların Kürdistan da hiçbir kıymeti harbiyesi olmadığını alenen ilan eden uçak katliamlarına tanık olabilirsiniz. Kürdler ise her zamankinden daha fazla 4 devlet ile aynı anda savaşmak zorunda olduklarını daha bir net biçimde bilince çıkarıyorlar. Kürd televizyonlarında halk arasında yapılan tartışmalar bir yana sadece Newroz kutlanırken kullanılan kavramları dinlemek bile Kürd halkının ulusal iradesini göstermekte ne kadar kararlı olduğunu gösteriyor.
Bu kadar bariz olan bir ulusal iradenin uluslarası arenada karşılığı neden yok veya organik ilişki içinde olduğunu iddia ettiğim bu siyasi hareketler neden bu siyasi iradenin günyüzüne çıkmasına engel oluyor hatta iç çatışmalara kadar varabiliyorlar. Hatta farklı zamanlarda sırasıyla farklı sömürgecilerin yanında tavır alabiliyorlar. (Kürdistan’ın Doğu’su ve Bınxet Kürd siyasi Partilerini bu kötü tecrübeden muaf tutuyorum.)
Hain, cahş, bilmem kimin ajanı kavramlarını siyasi literatürümüzden söküp atmak gerektiğine inanan biri olarak; Kongrevari tek bir iradenin yaratılıp yaşatılamamasının nedenlerini dışarıda biryerlerde değil kendi içimizde aramamız gerektiğine inanıyorum.
Otto Bauer millet tanımını bir halkın ‘kollektif hafıza’sına indirger. Ben de bu görüşe katılıyorum. Kollektif hafıza ise yüzlerce hatta binlerce yılın ürünüdür. Ve ha deyince değişime uğramaz. Kürd halkının kollektif hafızasında; dışarıdan gelen saldırılara karşı kendisini korumasında refleks haline gelen 2 metod vardır; Dağlara sığınma ve komşularının kendi aralarında varolan çelişmelerinden yararlanmak.
Sömürgecilerin ilk uçak bombardımanlarından sonra, dağlarımız yüzyıllar boyu temsil ettiği korunaklı özelliğini yitirdi.. Dersimli bir ulusal kurtuluşçunun deyimiyle 20. Yüzyıl ile birlikte ‘dağların anahtarını kaybettik’.
Gevşek merkezi feodal imparatorlukların kendi aralarındaki çelişmelerden yararlanarak siyasi otonomisini devam ettiren Kürd Mirnişin’leri ise komşu devletlerin açık sömürgeci devlet statüsüne geçtiği yüzyıl boyunca büyük katliamlarla ortadan kaldırıldı. Artık herhangi bir köydeki Kürd otonomisi 4 sömürgeci başkentin ortak sorunu haline gelmişti. Kendi aralarında var olan hiçbir çelişki Kürd ulusal kurtuluş mücadelesinden daha tehlikeli-acil görülmüyecekti. Bu gerçeklik daha 19. yüzyılda ölümsüz şairimiz Salim’e ‘cennetin yolu bile Rey ovasından (bu günkü Tahran) geçse o cenneti istemem’ dedirtti. Salim’in sanatçı duyarlığı malesef bu güne kadar hala Kürd siyasi sınıfına nüfuz edemedi. Hatta hepimizin siyasi saatleri ve yolu bir biçimde Tahran, Ankara ve Şam’dan geçen dağlara ayarlı.
Başlarda tehlikeli durumlarda geçici olarak başvurulan bu 2 korunma metodu 20. Yüzyıl boyunca Ağrı direnişi ve 1975 yenilgisinde bariz olmak üzere defalarca acı tecrübeler pahasına iflas etmesine rağmen hiç sorgulanmadan ve hatta kalıcı stratejilere dönüşerek bu güne kadar devam ettirilmektedir. Kürdistan’ın ulusal kurtuluşçu dinamikleri; planetimiz üzerindeki nüfuz siyasetlerinde bizim dışımızda herkesin hatta 4 sömürgeci başkentin bile birbirlerine karşı kullandığı ve işleri bitince fırlatıp bir tarafa bıraktıkları bir ateş topuna döndürüldü. Yüzyılın başına gitmeye gerek yok 1975, 88 ve Abdullah Öcalan’ın Türk devletine teslim edilme biçimi Kürd ulusal kurtuluş hareketinde sualsiz kabul ettiğimiz ‘kurtarılmış bölgeye dayalı silahlı mücadele ve bu mücadele sürecinde arkamızı dayadığımızı sandığımız 4 başkentin bu mücadele önündeki en büyük engeli teşkil ettiğini defalarca kanıtladı. Bu 2 metodu esas alarak kurduğumuz dünyaların 75 Cezayir antlaşması sonrasında olduğu gibi bir gecede yıkıldığını defalarca yaşadık. Her seferinde geride dünya silah endüstrisine bir birinden yağlı müşteriler bahşeden yıkılmış yakılmış ama inatla sesini dünyaya duyurmaya çalışan bir Kürdistan kalıyor-du.
Her acı tecrübe sonrasında; bu yıkımların müsebibini ilgisiz yerlerde aradık. Benim jenerasyonum yıkımın vebalini ‘feodal geleneksel önderlik ve emperyalizm’ e yükleyerek aynı minval üzerinde yola koyuldu. Hala hepimizin gözleri dağlardaydı. (Öcalan sonrası ‘elime silah almadım’ demek moda oldu ama doğruyu söylemiyorlar.) Hepimiz elimize silah aldık ve ilk fırsatta dağların ve en acısı sömürgeci başkentlerden birinin yolunu tuttuk. Tecrübesizlik ve özellikle yakın direniş tarihimize yabancı olmamız; Güney’de trajedi olarak yaşananların Kuzeyde traji-komik sonuçlar yaratmasına neden oldu. Güney otonomiden federasyona yükselirken Kuzey; Kürd olmayı alt kimlik olarak bile tartışma gündemine yerleştiremiyor.
Soru yanlış sorulduğunda doğru cevap bulunamaz. Nasıl ki; Qendili adres gösterirken Talabani ve Barzani Tahran’ı karşılarına alacakları bir milli irade içinde alenen yer alamazlardı ise önderi Şam’da rehin olan Tahran ve Bağdatı’ı objektif olarak stratejik dost hanesine kaydeden bir PKK’de böylesi bir irade yandaşı olabilemezdi. Örgüt ve şahıs adı vermem sadece ve sadece bu gün Kürdistan siyasetinde hala en belirleyici rolü oynamaları hasebi iledir. Benden önce ve benim jenerasyonumdan gelen hiçbir siyasi hareket mücadele yöntemi olarak Talabani, Barzani ve Öcalan’dan farklı düşünmedi. Ve bu mücadele yöntemi ulusal bir iradenin oluşmasında Lozan’dan bile tehlikeli bir engeldir.
Tüm yaşamını Kürd ulusal kurtuluş davasına adamış Cemal Nebez öncülüğünde kurulan ve şimdi hala Cewad melle’in önderliğinde devam eden Kürd Milli kongresinden kaç kişi haberdar. Dağlarda patlayan kleşinkofun sesi hala Avrupa’da bile kulakları sağır etmeye yetiyor.
Aso Zagrosi: Kürdistan gibi parçalanmış bir ülkede "Ulusal Kongre" ne anlama geliyor? Kürd siyasal yapıları tüm dünya halklarının sahip oldukları ulusal hakları talep etmek için bir "Ulusal Kongre" de birleşmeye hazırlarmı?
Xecê:Siyasi terminolojimizde pelesenk haline gelmiş, asla sorgulamadığımız ve bu güne kadar siyasi tezlerimizde hiçbir karşılığı bulunmayan bazı formülasyonları masaya yatırmanın zamanı geldi. Kürdistan’ın ‘parçalanmışlığı’ ayeti de sadece ve sadece itiraf etmekte cesaret edemediğimiz ‘ayıpları’mızı kapatmaya yarıyor. Bu güne kadar hiçbir siyasi organizasyon verili siyasi sınırlar içinde yaşamak zorunda kalan Kürdlerin 90 yıl boyunca maruz bırakıldıkları sosyo-ekonomik, sosyo-politik ve sosyo-kültürel farklılıkları esas alarak mücadeleye başlamamıştır . Herkesin ‘Kurd u Kurdistan’ı esas alan ve günün egemen ideolojilerine göre (anti-emperyalist, sosyalist, sosyal-demokrat, azıcık islami ve son moda olarak da liberal) cilananan bir siyasi programı olmuştur. Ama hepsinin de olmazsa olmazı mutlaka ‘büyük’ Kürdistan’ın kurtuluşu vaadidir. Bu güne kadar hala, 90 yılın neden olması gereken ‘parçalanmışlık’ birlikte örgütlenmeye engel olmamıştır. Aynen JEKAF ve Xoybun gibi Kürdistan, tüm örgütlerin mücadele-örgütlenme alanı olmuştur. (Pro-sovyetik Komünist partileri ve Kuzey’deki Özgürlük yolu hareketi tüm Kürdistan’i olmama iddia ve çabalarına rağmen ilk fırsatta ana kucağına dönmüş ve adlarının yanına ekledikleri T, I, İ ve S harflerini nedenini bile açıklamaya gerek duymadan söküp atmışlardır.) Bu gün Kürdistan siyasi arenasında egemen olan KDP, YNK ve PKK’de tüm Kürdistan’da örgütlüdür. Herbiri tek tek Kürdistan halkının ulusal dinamiklerinin meşru temsilcileridir ve başka milletlerin tek bir çatı altında birleştirdikleri siyasi iradelerden daha az önemli değildirler. Olumlu yanına bakarsak bu durumu Kürd halkının siyasi temsilde, çoğulculuğu esas aldığına da yorabiliriz.
Ulusal kurtuluş dinamiklerimizi tek bir siyasi irade altında tecelli edememesinin önündeki engel ‘parçalanmışlığımız’ değil tam tersine belkide bu gerçekliğin hala farkına varamamızdır. Mücadele anlayışımızda hala 18.yüzyılda direnmemizdir. Bırakalım Kürdistan’ı Madagaskarda yaşayan bir Kürd’ün de uluslararası yasalar nezninde ulusal güvenceden yoksun olması itibariyle kendisi açısından hayati öneme haiz bir Kurd u Kurdistan sorunu vardır. Dolasıyısla bu sorunu gündemine alan her siyasi yoğunluğun tüm Kürdler arasında ete-cana dönüşen bir karşılığı bulunuyor. Ama 21. Yüzyılda hala Baban Mir’inin dış saldırılara karşı kullandığı taktikleri hemde stratejik anlamda kullanıyoruz. Qendil ve Zagros’lara yüzyıllardır aynı rol veriliyor . Taktik ‘dostlar’ Tahran ve İstanbul’a ise Şam ve Bağdat ‘ta eklenmiş durumda. Bu 2 yüzyılda kılıç kalkanların yerine hangi silahlar almış, feodal imparator komşularımız yapısal hangi değişikliklere uğramış asla gözönüne alınmamış.
80’li yıllarda dağlarda bu mücadele biçimini sorgulamaya başladıktan sonra gittiğim Qamışloo’da, memleketimizin bu parçası, dağlardan uzak diye kısa bir süre için de olsa sevinmiştim. Ayrıca bu parçamız nispeten en örgütlü ve siyasi parçamızdı. Sevinmemin üzerinden birkaç ay geçmeden bu parçamızın da en genç dinamikleri Qendil’in yolunu tutmuştu. Hemde tartışılmaz önderi Şam’da rehin tutulan bir örgütün saflarında.
-1897 yılındaki Yahudiler ve Yahudi kongresinden bahsettikten sonra artık Kürdüstan’ın parçalanmışlığını bir şeylerin özürü olarak sunmam mümkün mü? 2003 yılında bir kaç ay içinde Güney’de toplanan ‘bağımsızlık istiyorum’ diyen 2 milyon imzayı gören biri olarak ne dememi bekliyorsun? Dönüp bakalım tüm dünyada kaç devlet kurulurken kendi halkından 100 bin imzayı elinde sallıyordu..
Kek Mesud’un ‘şartlarımızı Kabul etmezseniz halkıma sorarım’ sözleri, Kürd halkının neye hazır olduğunu dünya aleme bir kez daha ilan etmiyor mu?...
Aso Zagrosi: Kürdistan'ı işgal eden ve sömürgeleştiren ülkelerle farklı parçalardaki Kürd partilerin girdikleri ilişkilere bakıldığı zaman dünya Kürdlerinin gerçek talepleri nasıl programlaştırılabilir?
Xecê:Real politikanın sınırları içine kendisini hapsetmek zorunda kalmış siyasi organizasyonları bilmem ama ben bir Kürd olarak ‘dünya milletler ailesinde diğerleri ile eşit koşullarda yerimi Finlandiya veya Kanada’dan daha demokratik bir biçimde almak istiyorum. Ve bu talep doğrultusunda Kürd halkının çoğunluğu saflarında yer aldığımdan da eminim.
Aso Zagrosi: Daha somutlaştırmak gerekirse Türkiye ve İran ile ciddi ekonomik ve siyasal ilişkiler içine giren Kerkük, Xaniqin ve Musul gibi Kürdistan toprakları meselesinde Irak Araplarıyla ciddi problemleri olan Güney Kürdleri Kuzey ve Doğu Kürdistan Kürdlerinin "Ulusal Talepleri" konusunda ne önerebilirler?
Xecê:Kürd nezaketiyle kibarca ‘Siyasi Taleplerde çıtayı daha da yükseltin’ de facto durumumuzun Birleşmiş Milletler nezninde resmileşmesi için biraz da siz sesinizi yükseltin’ diyorlar. Ama ben O’nların yerinde olsaydım ‘biz daha Helebçe ve Enfal yaralarımız sarmadan top yekun imha edilmiş köylerimizi yeniden inşa etmeye başlamadan 3’lü ekonomik ambargo altında çocuklara süt bulamazken sadece sizler ile aynı milletten olmamız nedeniyle İran ve türk uçakları tarafından 20 yıldır bombalanıyoruz. Sizler le aynı milli kimliğe sahip olmamız bağımsız bir devlet olarak kabul görmemizin önündeki tek engel. Tüm Kürdistan’da 3 tarafı açık ve merkezi otoritesinde 60 yıldır demokrasiden bahsedilen tek ve en büyük parçamızsınız. Avrupa insan hakları mahkemesinin kapısı bir tek size açık. Kendi kendimizi yönetme konusunda parlamentomuzda tartışılan en sıradan bir yasa ile ilgili olarak bile Bağdat’tan önce Ankara karşımızda yerini alıyor. Hiç bir şey yapamıyorsanız bu uçakları, özellikle 1 milyonluk bir diasporası olan Kuzey Kürdleri sizler; Avrupa’dan, İstanbul’dan engellemeye çalışın ki bir nebze nefes alalım’ derdim.
Aso Zagrosi: Arap Kürdü, Fars Kürdü ve Türk Kürdü yada bu devletlerin sınırlarını temel alan ve bu sınırlar çerçevesinde "Kürd Sorunu" çözmeye çalışan anlayışların hakim olduğu bir "Ulusal Kongre"ye ihtiyaç varmı? Böyle bir "Kongre" geleceğe ilişkin Kürd kuşaklarını zor durumda bırakmazmı? Onların iradelerini hipotek altına almazmı?
Xecê:Statükocu real-politikanın; kürd okur-yazar ve statükoya teslim olmuş demoralize politikacılara empoze ettiği kavramlardan bahsediyorsun. Diaspora ve Kürdistanın neredeyse her köşesinde yaşıyorum. Şimdiye kadar ‘cahşlar’ dahil bir tek insanın kendisini sözkonusu kavramlardan biriyle tanıttığına rastlamadım.. Dolayısıyla kendisini böyle tanımlayan birileri varolmadığına göre bu olmayan birilerinin ortak kaygıları-talepleri nedeniyle bir araya gelmeleri de fantazi olarak bile mümkün değildir. Bu gün yaşamayanların geleceği ile olarak kaygılanmak ise Jules Verne’in bile fantazi sınırlarını zorlar.
Aso Zagrosi: "Ulusal Kongre"ye ilişkin çıkan çeşitli haberlere bakıldığı zaman daha çok sömürgeci güçlere kullanılacak mücadele biçimleri ön plana çıkıyor. Siyasal hedeflerden ziyade mücadele biçimleri konusunda bazı kararlar alınırsa ve uygulamaya konulsa Kürdler arasında yeni çatışmalara neden olmazmı?
Xecê:Sevgili Aso, kullanılan kavramlar konusunda çok titiz olduğunu biliyorum. Bu nedenle bu sorudan itibaren kullandığın ‘kongre’ kelimesini klavye azizliği-kazasına yoracağım.
Kurmanci Xwaru ile söylemek gerekirse bu soruda ‘mebestit’, Roboski katili Erdoğan’ın şampiyonluğuna soyunduğu ‘Erbil konferansı’dır. (Hewler bile demekten imtina ediyorlar)Bunun dışında son dönemde özellikle türk basınında Kürdler ile ilgili başkaca bir toplantıdan bahsedildiğine rastlamadım.
Malesef bizlerin-kurbanların özen göstermeden gelişigüzel kullandığımız ve her kullanışta boyunduruğumuzu daha bir sıkılaştırdığımız kavramlarda cellatlarımız bir o kadar titiz –özenli davranırlar.
Vasat altı bir zekaya sahip bir türk, arap ve fars siyasetçisi bile; Kürdler söz konusu olduğunda kullanılacak kavramları ’40 biçer, 1 keser’. Hiçbiri yarın başına bela olacak bir kavramı kolay kolay Kürdlerin diline sunmazlar. Bu anlamda; Kongre ve konferans kavramlarının farkını çok iyi bildiklerinden ve yarınlarını düşündüklerinden kendi denetimlerinde bile olsa bu gün için Kürd halkına sadece ve sadece Konferansı layık bulurlar. Suriye’de demokrasi havariliğinin sınırlarını Kürdlerin inkarı üzerine inşa eden Erdoğan’ın sayın Mesud Barzani’ye nasıl bir konferans dayatacağı aleni-aşikar. Bu konuda görüşlerimi yazmadan önce Kürd ‘dostları’ tarafından organize edilen ve benim de katıldığım 2 konferanstan bahsetmek isterim. Bu her 2 konferans da Paris’de büyük ala-valalarla bize bahşedildi!.....
‘Her ikisinden de; Golda Meir’in ‘Xweda beni bir kez daha böylesine utandırma’ diyerek ayrıldım.
Birincisi Paris Kürd enstitüsünün katılımıyla düzenlenen Paris Kürd konferansı. Devletler görünürde yoktu ve görünen aktörler Daniel Mitterand ve Bernard Kouchner vb Kürd ‘dostları idi. Zamanlama Kürdlerin dişlerinin söküldüğüne inanıldığı 1989 Ekimiydi. Fransız devletinin en büyük destekçisi olduğu Enfal jenosid girişimi tamamlanmış ve Güney ulusal kurtuluşçuları 1975 yenilgisi benzeri bir cendereye alınmıştı. Dr Qasımloo sosyalist enternasyonal’in davetlisi olarak geldiği Avrupa’da ‘dostlarının’ iktidarda olduğu Viyana’da katledilmiş ve katilleri diplomatik protokol ile İran’a uğurlanmıştı.
Konferans’da konuşmacı olacağı duyurulan Celal Talabani son anda konuşmacılar listesinden çıkarılmış ve yerine organizatörlerce daha makul görünen biri konmuştu.
14 Ekim günü konferans başladı. Konferans devam ederken aniden programda olmayan birisi,
Irak devletinin temsilcisi olarak Bernard Kouchner tarafından kürsüye davet edildi. Bizlerin tanımadığı bu isim , Güney Kürdlerinin tüm protokol kurallarınıbir tarafa bırakarak ayağa kalkmalarına ve büyük tepki göstermelerine neden oldu. Mam Celal’in Enfal’de katledilen 182.000 can ile ilgili tekstir ile hazırlanmış belgeleri elinde sallayarak ‘bu adamın yeri Nurenberg mahkemesidir’ diyerek kürsüye yürümesi karşısında yumuşak-efendi Bernard Kouchner’in ‘Talabani burası senin dağların değil, beğenmiyorsan çık git’ sözleri tokat gibi yüzümüzde patladı. Neyseki; arrogant ‘dostumuz’ Kouchner Kürdleri ve neredeyse içgüdü haline gelmiş ulusal reflekslerini hesaba katmamıştı. Tüm Kürdler birlikte ayaklanıp salonu terke hazırlandığımızda; Kürdlere yönelik hazırlanan bomba,‘dostlarımızın’ kucağında patladı.
Bu konferansın üzerinden 20 yılı aşkın bir süre geçti. Konferans öncesinde defalarca olduğu gibi daha sonrasında da aynı Bernard Kouchner’in hiçbir şey olmamış gibi yılışık bir biçimde ‘Mam Celal..’ diye başlayarak Talabani’nin ardından koşturmalarına tanık oldum ama hala; ‘ya ‘larla başlayan kabus ve utancım devam ediyor;
-Ya, Güney’deki Berey Kurdistani liderleri, Irak devletinin Kürd halkına uygulamaya karar verdikleri ‘nihai çözüm’ Enfal karşısında 75 benzeri bir tavır koysalardı?
-Ya bir avuç peşmerge su kaynaklarının bile betonla kapatıldığı kimyasal zehirlerin hala etkisini devam ettirdiği km’leri aşarak Enfal jenosid girişimi kurbanlarının peşine düşmeseydi?
-Ve en önemlisi çeşitli bahanelerle Paris’e gelmesi engellenen Talabani Paris’e son anda yetişmeseydi ve de protokol kurallarına harfiyen uyan ‘makul-muteber’ bir siyasetçi olsaydı?
Yukarıda kısaca saydığım bu 3 ya… olumsuz cevaplansaydı, Paris Kürd konferansı tarihimize; Irak devletinin Enfal’ini Kürdlerin meşrulaştırdığı bir toplantı olarak geçecekti.
2. Konferans yine Paris’te ama bu kez Fransız parlamentosunda düzenlendi. Sadece Fransız değil ‘Kürd dostluğuyla’ ünlü ABD’li seçilmişler de vardı. 2003 yılıydı ve Saddam Hüseyin’e son darbe öncesiydi. Kek Mesud ve Mam Celal birlikte davet edilmişlerdi.
Saddam sonrası Irak’ın siyasi dızayn’ında Kürdlere ayar verme konferansı olduğu hemen ilan edildi. Aralarında sözde bile olsa sosyal-demokrat bir siyasi hareketin yer almadığı Arap siyasi alternatifleri bir yana bırakılmış, 11 yıllık kendi kendisini yönetme tecrübesinde İsrail’in yanı sıra Orta-Doğu’da en demokratik siyasi yaşam ve istikrara örnek olan Kürdlere ayar veriliyordu. Hemde kendi uluslarası yasalarına alenen karşı çıkarak. Irak devlet sınırları içine hapsedilen Kürdlere Türk devleti sopası gösteriliyordu.
Bu sopanın gerekçesi de her fırsatta olduğu gibi ‘türk, arap ve de fars’ ‘hassasiyetine dayandırılıyordu. Saddam’ın Kuveyt’e girmesi başını yerken türklerin ‘Irak’a girme ihtimali niye bir halkın imhası pahasına ödüllendiriliyor? Sorusuna ise ‘dostlarımızın’ kulakları ebediyyen tıkalı kalıyordu…
80’li yılların sonlarında Jodie Foster’in ‘İtham edilenler’ adı altında bir filmi vizyona girmişti. Filmin adının hemen altında ‘Kurbanın suçsuzluğunu ispatlamak zorunda olduğu tek suç’ cümlesi okunuyordu. Cinsel tacize uğrayan bir kadın saldırganı ‘provoke’ etmediği anlamında suçsuzluğunu ispatlamak zorundaydı!!!
Sevgili Jodie Kürd halkını ve mücadelesini tanısaydı o cümleye fazladan Kürdleri de eklemek zorunda kalacaktı… Son 2 yüzyıldır sadece ve sadece ulusal kimliğini savunmak zorunda bırakıldığı için silah teknolojisinin deneme sahası haline getirilen, ana rahmindeki çocukları katledilen, kadınlarına tecavüz edilen ve son Enfal Jenosid girişimi sonrası kadınları seks kölesi olarak pazarlanan bir halk her insani tepkisinde cellatlarının hassasiyetine öncelik vermek zorunda bırakılmak isteniyor. Hemde ‘dostları’ tarafından.
Eliotte’un sözleriyle söylemek gerekirse ‘Bu kadar bilgiden sonra ne bağışlaması…’…Kim kimi bağışlayacak, kim kimin hassasiyetini gözönünde tutmak zorunda ? Maruz bırakıldıkları katliam ve tecavüzler hala devam ederken kurbanın değil celladın hassasiyetine öncelik veriliyor. Oysa; Kürdlere değil ama Arap, Türk ve Fars halklarına evet altını çizerek tekrarlıyorum bu 3 halka ‘Kürdlerin hassasiyetine dikkat’ denmesi gerekiyor.
Artık, her Kürd’ün ‘hassasiyet’ kelimesi ile ilişkisini netleştirmesi gerekiyor. Hassasiyet kavramının ardına konan halkın adı, karşıdaki insanın Kürd ulusal kurtuluş mücadelesine tavrının turnusol kağıdı olarak görülmelidir.
Tüm bu söylediklerim ‘milli bir paranoyanın’ sonucu olarak her türden konferans ve diplomatik dialoglara karşı olduğum şeklinde algılanmamalıdır. Orta-Doğu’da ve bu dünyada yaşıyoruz. Hemde sadece güçlü olanların haklı sayıldığı Neo-liberalizmin şahlandığı koşullarda. Diplomatik masalar ve konferanslar ulusal kurtuluş mücadelemizin hayati öneme haiz alanlarıdır. Ve sürekli gündemimizde olacaktır.
Yukarıda verdiğim 2 örnekte sunmaya çalıştığım bu konferansların içeriği-amacı ve katılımcıları konusunda özenli ve oldu-bittilere karşı hazırlıklı olunması ile ilgilidir. Diplomatik masalarda hiçbir kavram gelişigüzel olarak ağızdan kaçmaz ve hiçbir şahıs tesadüfen bulunmaz. Ayrıca bu buluşmalara hazırlanırken kendi taleplerimiz kadar karşı tarafın taleplerini de önceden kestirebilmek ve kendimizi birilerinin insafına terketmemek gerekir. Özcesi sözkonusu buluşmanın içeriğini bilerek katılmak ve gündemin karartılmasına izin vermemek.
Şu anda türk devletinin gündeminde olan konferansa gelince; taraflar belli ve elleri açık. Herşey bir yana türk devletinin ‘Suriye dostları’ şovunda Kürd muhalefetine düşmanlığı Roboski katliamı sonrası muzaffer edaları, Kürd seçilmişleri BDP’ye tavrı ve de Kürd kimliğinin bir parçası olan Zerdüştlüğe saldırıları ve de hepsinden daha vahimi Sayın Mesud Barzani’nin karşılanma biçimi türk devletinin Kürd halkını aşağılama reflekslerini devam ettirdiği alenen görülmektedir.
Kendi halkı içinde hiçbir demokratik meşruiyeti olmayan sıradan bir Arap Emiri, devlet protokolü ile karşılanıp, önünde 50 takla atılırken en az Obama ve Erdoğan kadar meşru olan Kek Mesud Barzani sıradan bir müsteşar tarafından karşılanıyor. Erdoğan’ın Kuzey’deki ‘Kürd kardeşlerini’ ne denli aşağıladığını bundan daha bariz bir biçimde ifade etmesi mümkün mü?
Her adımı ve kavramı hesaplı-kitaplı olan türk devleti yetkilileri tüm çabalarına rağmen dünkü ’aşiret reisi’ ‘şakisi’ ile tokalaşmak zorunda kalmalarının Kürd halkının kazanım hanesine yazıldığını biliyorlar. Orta-Doğu’nun yeni dızaynında Kürdlerin en örgütlü halk olduğunun bilincindeler. Amaçları kısa bir süre için bile olsa Kürd seçilmişlerinin Kürd halkı neznindeki kredibilitesini sarsmak. Kendi deyimleri ile söylemek gerekirse ‘Kürdü Kürde kırdırtmak’ bunu beceremezlerse böyleymiş gibi göstermek.
Gerek Kek Mesud ve gerekse Mam Celal defalarca türk devletinin, gerçek muhataplarının kimler olduğunu yüksek sesle seslendirdiler. 30 yıldır sürdürülen ve ana müssebinin türk devleti olduğu bir savaşın durdurulmasında taraflar bellidir. Türk devleti açısından Parlamentodaki muhatap BDP dağdaki muhatap da Abdullah Öcalan ve Qendil’dir.
Türk devleti; Kürd halkının tek bir millet ve siyasi temsilcilerinin de Lozan sınırlarını aştıklarının itirafı neticesinda Kek Mesud’a bu görüşmelerde aracı olması ricasında bulunmuştur. Bu rica, hepimiz açısından bir kazanım olarak algılanmalıdır. Güneyliler buna ‘şeqi zemen’ derler ve anlaşılır bir konudur. Demokrasi özürlü komşularımızın siyasi sınıfının,kendi halklarında yarattıkları ırkçılık nedeniyle oy kaygıları olabilir. Buraya kadar kabul. Güneyli siyasilerin; bundan daha fazlasına izin vermeyeceğine inanmak istiyorum. Bu konuda daha çok Kuzeyli okur-yazar ve kifayetsiz muhteris siyasi mevtalar cenahından tedirginim. Duydukları her davul sesine ‘düğün’ davetiymiş gibi koşturanlar davul sesinin ‘taziye’ çağrısı da olabileceğini de bilmelidirler.
Bu konferans; türk devleti ve PKK arasında Oslo görüşmelerinin bir devamı olarak algılanmalıdır. Sayın Barzani sadece ev sahipliği yapma ve tarafların güvenliğini sağlama konumundadır.
Bu toplantıya tüm Kürdlerin geleceğinin tartışılabileceği bir konferans adı yakıştırmak abesle iştigal ve siyasette bihaber olmak demektir.
Söz konusu konferansın taraflarından PKK’nin talepleri artık günümüzde herhangi bir mahallenin-köyün gündeme getirebildiği son derece mütevazi taleplerdir. İkinci taraf ise; 80 yıllık kanlı tecrübesinden ders aldığını ‘Kürd halkından özür dilemeye hazır olduğunu’ iddia eden demokrasi ve yeni bir dünyadan bahseden türk devletidir. Bu nedenle bu konferans sürecinde mercek altına alınması gereken taraf, türk devletinin temsilcileri olmalıdır.
Biz PKK dışında duran Kuzeyli ve Diasporadaki Kürdlere gelince; sadece Sayın Barzani’nin karşılanma biçimine tepkimizi bir güç halinde türk devletine gösterebildiğimiz oranda Erdoğan ve türk devletini nihayet Kürd milleti gerçekliği ile ilgili olarak bir masa etrafında oturmaya zorlayabiliriz..
Son 30 yıldır; artık dağlarımıza kendimizi hapsetmeyelim ve PKK dağlardaki son siyasi hareketimiz olsun diyen biri olarak, Qendil’deki ulusal kurtuluşçuların türk cellatlarına teslim veya katlolmalarını bir saniye için bile olsa hayal etmek istemem. Böylesi bir talep sadece Apo’nun değil Kek Mesud dahil tüm Kürdlerin siyasi yaşamında onulmaz yaralara neden olur. Allahtan bu gün söz ve güç sahibi olan Güneyli Kürdler, Qendil’in kendi aileleri dahil her Kürdün yüreğinde nasıl bir yer tuttuğunu kendi tecrübelerinden biliyorlar.
Aso Zagrosi: Türkiye'de bazı çevrelerin "Kürd Ulusal Kongresine" "pozitif" yaklaşması gibi bir izlenim var. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Xecê:Yukarıda bahsettiğim konferanstan bahsediyorsan, Kürd halkının lehine bir tek tavır ve imaya henüz rastlamadım. Roboski katilleri onurlandırılırken sofistike uçak ve silahlarıyla susturamadıkları Qendil’i hemde Kürdistan’daki bir masanın etrafında teslim alacakları imajını yaratmak istiyorlar. Bu konuda özellikle çok duyarlı olmamız gerekiyor.
Tarafların dışında kalanlarımız; hangi gerekçe ile olursa olsun hatta anlaşılabilir neden-zorlamalar sonucu Kek Mesud tarafından bile davet edilsek bu konferansa icabet etmemeliyiz. Böylesi bir icabet ‘kürd dilinin medeniyet dili olup olmamasını ‘ bile Qendil’in teslimiyeti şartına bağlayan Türk devletinin elini Lozan anlaşması sürecinde ‘türklerle birlikte yaşamak istiyoruz’ diyerek imza gönderenlerden daha fazla güçlendirir.
PKK’nin siyasi talep çıtasını daha da aşağıya indirmesi-teslimiyeti herkes ve herşeyden önce Qendil-Zagros ve dağlarımızı öfkelendirir. Bu öfkeden korkmalıyız. Qendil kucağına aldıklarının geldikleri gibi başları dik inmesini dayatır. Qendil ile en azından Güney’li Kürdler kadar başımız dik ‘mal awa’ etmeliyiz . Qendil efsunludur, kendisine layık olmayanları çarpar hemde geleceğimizi de ipotek altına alarak….
Aso Zagrosi: Eğer Güney Kürdistanlılar Kerkük, Musul, Xaniqin ve Mendeli'nin içinde yer aldığı Bağımsız Kürdistan'ı ilan ederse ve Irak Araplarıyla çatışma içine girerse diğer parçaların Kürdleri belli bir dönem "Bağımsız Güney Kürdistan" için Güneylilerin istemleri doğrultusunda hareket edebilirlermi? Buna hazırlarmı?
Xecê:Hemen Saddam sonrası memleketimizin Güney’i kısa bir sürede toplanan 2 milyon imza ile bağımsızlığını ilan etti. Planetimizin patronlarının tümü bu imzaları tek tek saydılar. Ama ,,,,larla şimdilik geçiştirildi… De facto bir Kürd devleti var. Bu devlet; ekonomik-kültürel ve sosyal yaşam itibariyle Irak merkezi otoritesi ile arasındaki mesafeyi sürekli açmaya devam ediyor. Resmi olarak tanınmamasının tek nedeni diğer parçalardaki bizlerle aynı ırkdan olmalarıdır. En büyük engel ise ‘demokrasi’ örneği olarak olarak Batı ve dünya egemenlerinin şımarık çocuğu Türk devletidir.
Bağımsız Kürdistan’ın ilan ve tanınmasıihtimali bizlere özel olarak da Kuzey Kürdlerine bağlı veya Polonya tecrübesinde olduğu gibi bölge çapında radikal bir alt üst oluş esnasına denk gelebilir.
Ama küçük bir köyde dahi bağımsızlık ilan edilse; Kürd halkının bu bağımsızlığı korumak için Yahudilerden hiç de geri kalmayacaklarını gönül rahatlığı ile söyleyebilirim. Daha önceleri bir yana son 40 yılda Kürdler bu gerçekliği defalarca kanıtladılar.
Aso Zagrosi: "Ulusal Kongre" siyasal Kürd partilerinin mi Kongresidir yoksa tüm Kürdlerin mi kongresidir? Böyle bir kongre yapılsa hazırlıkları nasıl yapılabilinir? Diyaspora Kürdleri nasıl bir rol alabilir?
Xecê:Ulusal Kongreden aklımda sadece ve sadece Sionist Kongrenin kaldığını söylemem bu soruna yeterli cevaptır. Ama yine de özetleyeyim; en ufak bir demokratik talebimizin bile neredeyse tüm dünya devletlerinin referandumuna sunulduğu koşullarda Kürd ulusal Kongresi (adı ne olursa olsun) sadece siyasi partilere bırakılamayacak kadar ciddi bir çabanın ürünü olmalıdır. Hali hazırdaki siyasi partilerin elleri-ayakları real-politikanın zincirlerine mahkum. En fazla yapacakları ‘köprüden geçene kadar….’ın siyasi tezahürü demek olan cephe örgütlenmeleridir. (Bu konuda da özellikle Kuzeyli Kürdlerin karnesi zayıflarla dolu. )
Hali hazırdaki tüm siyasi partilerin gündemlerini yabancı başkentler belirliyor. Daha da vahimi sömürgeci başkentlerin de güncel siyasetlerimizde bile ağırlık koyabilmeleridir. Aktüel bir siyasi gelişmeye kısaca göz attığımızda, Kürd ulusal kurtuluş dinamiklerinin kimlerin nüfuz politikalarında ve nasıl kullanıldığını alenen görürüz. Bölgemiz de Sünni-Şia eksenli olarak gündeme oturan ve bölgedeki baş aktörleri türk ve fars devletleri olarak görünen bu kavganın neresinde durduğumuza bakalım. Elinde silahlı güç bulunan siyasi partilerimiz İran ve Türk devleti arasında bölünmüş durumda . Ve aynı anda İran ve türk uçakları memleketimizin Güneyini bombalamaya devam ediyorlar. 8 yıl süren İran-Irak savaşı sonrasında, tüm ‘dostlarımız’ tarafından Saddam Enfali ile başbaşa bırakıldık ve bir kaç ay içinde 182.000 can kaybettik. Günümüzde bir kez daha cellatlarımızın kendi aralarındaki nufüz kavgasında bedeli ödemek tehditi ile karşı karşıyayız.
Amacı; Kürd halkının kendi kaderini kendisinin tayin etmesi hakkının elde etmesi olan bir siyasi irade ancak ve ancak başka türlü siyaset yapmak gerek diyenler tarafından yaratılabilir. Başka türlü bir siyaset yapmak ise hakim siyaset anlayışı ile radikal bir kopuşu gerektirir.
‘Zincirlerinden başka kaybedecek hiçbirşeyi olmayanlar’ radikal dönüşümlerin tetikçisi olabilirler. Tıpkı 60’lı yıllar sonrası kadın hareketinin demokrasi hazinesini birkaç on yılda binlerce yıldan fazla zenginleştirmesi gibi. Dedelerinin mezarı dahil kaybedecek hiçbir zinciri olmayan tek Kürd ulusal dinamiği, diasporadır. Yıllardır ısrarla vurguladığım üzre ‘diaspora Kürd halkının 21.yüzyıldaki dağlarıdır’.
Yahudi kongresinin bile hayranlığını her fırsatta itiraf etmekten çekinmediği Kürd diasporası
Kürd ulusal iradesinin tecellisinde özel bir öneme haizdir. Diaspora kendisini, Kürdistan siyasi arenasında egemen olan siyasi teşkilatların yedek gücü görmekten vazgeçmeli ve nasıl belirleyici olabilecek bir potansiyele sahip olduğunu bilince çıkarmalıdır.
Tüm halkların farklı örgütlenmesinde olduğu gibi Kürdler de kendi seslerini duyuracak kendilerine özgü örgütlerini nihayet siyasi arenaya sürecekler. Silahlı bir gücüm olmayacak’ diyen Kürdistandaki 4. Siyasi güç Gorran hareketinin oluşması ve yaşamasında diasporanın rolü çok büyüktür. Gorran hareketi tüm Kürdler açısından ‘silahlı bir güç sahibi olmadan ülkemin demokrasi mücadelesinde yer alacağım’ demesi anlamında yeni bir sürecin başladığını gösteriyor. Bu anlamda diaspora, Kürdistan’daki demokrasi mücadelesinde de gözardı edilmemesi gereken bir baskı grubu olmalıdır. Elimizdeki yeni kleşinkoflar; telefon tuşlarımız ve klavyelerimiz üzerinden ilişkilenecek yerel insiyatifler ve ad hoc örgütlenmeler de yeni mücadele alanlarımız olacaktır. Herşeye rağmen; Kürd kararlılığına inanıyor ve kendimize uygun bir ulusal irade ifade biçimi yaratacağımızdan eminim.
Aso Zagrosi: Bu kısa söyleşi için teşekkür ediyorum. Ayrıca eğer söylemek istediğiniz ek bir şeyler varsa buyurunuz...
Xecê:Ben teşekkür ederim. Kürd halkı olarak birkez daha ateş hattındayız, hepimize kolay gelsin.