Ana içeriğe atla
Submitted by Rêvebir_D on 17 September 2011

Bildim bileli Türk ordusu Güney Kürdistan’a girip çıkar. Öyle ki Türkler bir ara Güney Kürdistan’ı su yoluna çevirmișlerdi. Gerekçeleriyse hep aynı: “PKK terör örgütünün Güney Kürdistan’daki kamplarını yok etmek.”

Güney Kürdistan’a Türk ordusu her girdiğinde, yönetim çevreleri ve medya bir ağızdan, “Bu defa PKK terör örgütünün Kuzey Irak’taki varlığını yok edeceğiz” diye açıklama yapıyorlardı. Bununla da kalmıyor, operasyonu sivil boyuta da tașıyarak, Kürt pogromuna dönüștürüyorlardı. Kürt pogromu șehit edebiyatı yaparak, PKK karsıtlığı adı altında Kürt düșmanlığı pompalayarak bașlıyordu. Türk toplumu yeterince gerildikten sonra da, gizli servis bağlantılı ırkcı-fașist milisler sokaklara dolușup, sıradan Türkleri kıșkırtarak, Kürtlerin üstüne saldırtıyorlardı.

Garip olan, büyük bir gürültüyle “sınır ötesi” operasyonu bașlatan Türk ordusunun sessizce çekilmesiydi. Kendi deyișleriyle Türk ordusu Güney Kürdistan’a her defasında mehter marșıyla giriyor, İzmir marșıyla çıkıyordu.

PKK’ye gelince: çok büyük iddialarla yapılan askeri operasyonlara rağmen onun durumunda gözle görülür bir değișiklik olmuyordu. Kamplar yerli yerinde: kökünü kazıyacağız dedikleri “PKK terör örgütü”, hiçbir șey olmamıș gibi faaliyelerini kaldığı yerden sürdürüyordu.

Ya atılan o bombalar! Günümüzde uzaktan kumandalı füzeler ve uçakların attığı akıllı bombalar șașmadan hedefini bulurken, her ne hikmetse Türk Ordusunun attıkları, Qendil’deki PKK kamplarından daha çok, onlardan kilometrelerce uzak sivil yerleșim yerlerini vuruyordu. Türk kara birlikleri de öyle: Kürdistan dağlarını așıp bir türlü PKK kamplarına ulașamıyorlardı.

Resmi açıklamalar, Türk ordusu bugüne kadar yirmi beșsınır ötesi operasyon” gerçekleștirdiği doğrultusunda. Bütün bu operasyonlardan akılda kalan tek șey, Türk uçaklarının attığı bombalardan ölen sivil Kürtlerin ve onların bașlarına yıkılan evlerinin görüntüleri.

Türk ordusunun PKK’ye karșı yürüttüğü bu rutinin bir bașka değișmeyeni ise, her defasında bașarısızlıkla sonuçlanmasına rağmen, Türk yönetiminin bir süre sonra yeniden operasyon yapmaktan söz etmeye bașlamasıydı.

Tabii yine aynı teraneler, aynı palavralar, aynı sonuç.

*

Abdullah Öcalan’ın TC’ye getirilmesinden sonra sınır ötesi operasyon gündeme yeniden 2007’de geldi ve 2008 Şubat’ında Türk ordusu Güney Kürdistan’a girdi.

Operasyon yapıldığı sırada ben de Güney Kürdistan’daydım. O yıl Güney‘de kıș, öncekilere nazaran daha șiddetli geçiyordu. Kürtçede “çile” dediğimiz kıșın en zorlu günleriydi. Hewler’de bile kar neredeyse diz boyu yağmıștı ve her taraf buz kesmiști. Varın dağlık bölgelerin durumunu siz tahmin edin. Anlayacağınız, dağlık bir bölgeye askeri hareket yapmak için hiç de uygun bir zaman değildi. Bunu söylemek için savaș uzmanı olmaya gerek yoktu, sıradan bir insan bile bunu kolayca görür ve söylerdi.

İlkbahar, yaz, sonbahar dururken Türk ordusunun askeri harekat yapmak için kıș mevsimini, onun da en “çile”li günlerini seçmesinin akla uygun iki nedeni olabilirdi: teknoloji geliștiği için, mevsim koșullarının artık bir önemi kalmadığından; PKK’ye karșı operasyon gerekçesiyle Türk ordusu, canlı bir kıș tatbikatı yapmak istediğinden. Türkler eskiden kıș tatbikatlarını Erzurum’da yaparlardı. Şimdi hazır bombalayacak Kürt köyleri varken Güney Kürdistan’da canlı olarak yapıyorlardı.

2008’de Türk Ordusu Güney Kürdistan’a, karadan ve havadan girmiști. Her zamanki gibi bununla eș zamanlı olarak Türk medyası da bașlattığı hamaset propagandasıyla yeri göğü inletiyordu. Beyaz kar elbiseli askerlerin karda çekilmiș videoları ve boy boy fotoğrafları ile gaza getirilen Türkler, ordularıyla gurur duymakta ne kadar haklı olduklarını bu vesileyle bir kez daha idrak ediyorlardı.

Her șeyin gönüllerince seyrettiği bir sırada Türk ordusu ani bir kararla operasyonu yarıda keserek, birkaç saat içinde geri çekilecekti. Güney Kürdistan’a karșı yapılan askeri operasyonlar tarihinde ilk defa böyle bir șey oluyordu. Bu da kamuoyunda büyük bir șașkınlığa neden olmuștu. Türk Genelkurmayı’nın operasyonu Amerika’dan izin almadan yaptığı ve Amerikan bu yüzden müdahale edeceği tehdidinde bulunduğu Türklerin harekatı yarıda keserek apar topar çekildikleri iddiası ileri sürüldü, ama bu inandırıcı değildi. Türk ordusu Amerika’dan ve TC’nin kurucusu olan İngiltere’den izin almadan tuvalete bile gitmezdi. Daha önce olduğu gibi, bu defa da Amerika’dan gerekli izin alınmıș, Türk ordusu ondan sonra Güney Kürdistan’a girmiști. Türk ordusu bölgeyi terk ettiğinde kendisine verilen iznin bitmesine daha on gün vardı.

Buna rağmen Türk ordusunun aldığı izin dolmadan kaçarcasına Kürdistan’ı terk etmesinin bașka bir nedeni olmalıydı!

İșin aslını bir süre sonra öğrenecektim. Türkler Amerika tehdit ettiği için değil, büyük bir bozguna uğradıkları için geri çekilmișlerdi. Üstelik kimseyle savașmadan kendiliğinden gerçekleșmiști bu bozgun.

Türk ordusu, NATO standartlarına uygun modern bir donanıma sahipti, ama görüldüğü kadarıyla savaș sanatının incelikleri konusunda yeterli bilgiye sahip değildi. Daha doğrusu Türk ordusu, Genelkurmayı’nın küçük ama hayati bir ayrıntıyı gözden kaçırmasının kurbanı olmuștu: -70C’de hava indirme harekatı yapılamayacağı, aksi taktirde askerlerin havada donarak öleceklerini Türk genelkurmayı hesaplayamamıștı. Bu yüzden Qendil dağına parașütle indirilen askerler yere, kaskatı kesilmiș bir vaziyette ölü olarak düșmüștü. Görenlerin anlattığına göre yüzlerce asker yere, plastik mankenler gibi küt diye düșüyormuș. Donarak ölen askerler arasında iki de tuğgeneral vardı. Bu iki genaralle birlikte ayrıca bir sürü bașka rütbelerden subay.

Bu, Askeri bakımından tam bir hezimetti. Şanlı Türk ordusu ikinci bir “Sarıkamıș faciası” yașamıș, kerlimenin tam anlamıyla bir kez daha kepaze olmuștu.

*

Bu olaydan yaklașık yüz yıl önce, adı “Türk” ama subayların dıșındaki mensupları Kürt olan (Așiret Alayları) ordu, Rusya’nın hakimiyeti altındaki hayali “Turan ülkesini” feth etmek üzere sefere çıkmıștı. Erzurum’dan yola çıkan “Türk ordusu”, bu ilin sınırları içindeki Sarıkamıștaki Allahuekber dağında kara saplanmıș ve donarak tamamen imha olmuștu. Tarihi kaynaklar Sarıkamıșta donarak ölen askerlerin sayısını 112 bin olarak kaydediyor. Bu yüzden de olay tarihe “Sarıkamıș faciası” olarak geçecekti. Hezimet o kadar büyüktü ki, toplayamadıkları için 112 bin askerin cesedi kurda kușa yem olmuștu. Anlayacağınız Türk ordusu düșman Rus ordusuyla karșılașmadan yok olup gitmiști. Büyük ihtimalle tarihte bu bir ilkti.

Türkler, tıpkı Sarıkamıștaki gibi Qendil’de yașadığı hezimette ölen askerlerinin cesetlerini orada bırakmak zorunda kalmıșlardı, ama bu defa Tanrıya șükür orada Türk askerlerinin cesetlerini toplayacak Kürt peșmergeleri vardı.

Peșmergeler Qendîl eteklerinde donarak ölen yüzlerce Türk askerinin cesetlerini birer birer toplamıș, ceset torbalarına koymuș, sonra da İbrahim Xelil sınır kapısında Türk Genelkurmayına teslim etmișlerdi.

*

Kürt yönetimi, bu ceset toplama operasyonunu büyük bir gizlilik içinde yürüttüğü gibi, olayın Kürt medyasına yansımasını da engellemiști. Bunun gibi önemli bir olayın uzun süre gizli kalması mümkün değildi. Olay hakkında bilgi sahibi üst düzey bir yönetici, onu kulağıma fısıldadığında benden, bir yolunu bulup bunu yazmamı istediği mesajını almıștım. Yazma dese de yazardım ya. Böyle bir olay saklanır mıydı hiç!

Olayı öğrendiğimde, Hewlêr’deki son günlerimi geçiriyordum. Buradaki gazeteler cesaret edip yazmaz diyerek bu olayı, Berlin’e dönünce, bir Kürt internet gazetesine yazarım diye düșünüyordum.

Bir akșam dostlar sofrasında söz dönüp dolaștı bu operasyona geldi. Olayın üzerinden epey bir zaman geçmesine rağmen, yine de konu canlılığını koruyordu. Türk birliklerinin neden ani bir kararla geri çekildiğini her kes merak ediyordu. Bunun üzerine ben de duyduğum öyküyü anlattım. Berlki biraz vakitsiz olmuștu, ama kendimi tutamamıstım. Güney Kürdistan’da İngilizce yayınlanan, adını șu anda hatırlayamadığım, bir gazetede çalıșan bir muhabir arkadaș da vardı sofrada. Bir gazeteci için kaçırılacak bir haber değildi bu. Olayın üstüne atlayan gazeteci bu konuda bir röportaj yapmayı bana önerdi, ben de kabul ettim. Gazetenin editörü Kuzey’li bir Kürt’tü. Muhabir arkadaș editorden “olur” aldıktan sonra benimle röportaj yaptı. Editörün olurunu alsa da yönetim mutlaka müdahale eder bu haberi yayınlatmaz diye düșünüyordum. Güney Kürdistan’da Türklerin aleyhinde değil yazı yazmak, resmi ortamlarda söz söylemek bile neredeyse yasaktı.

Dediğim gibi tasımı tarağımı toplayıp, bir daha dönmemek üzere Güney Kürdistan’dan ayrılmak üzere olduğum için çekineceğim bir șey yoktu. Bunları sdöyledim diye beni hapse atacak değillerdi ya. Hem atsalar ne olacak, hapishanede yatmaya alıșkındım ben. Bu yüzden de sadece bildiklerimi değil, olayla ilgili kișisel fikirlerimi de sakınmadan söyledim. Nasıl olsa Türk devleti bana yapacağını yapmıș, Kürt yönetimine baskı yaparak, beni bir kez daha Güney Kürdistan’dan kovdurtmuștu.

Gazeteci arkadașla yaptığım söyleșide bu askeri fiyaskoyu değerlendirirken Türk ordusunun içine düștüğü bu durumu, yaklașık yüz yıl önce hayali “Turan ülkesi”ne sefer düzenlerken yașanan “Sarıkamıș faciası”na benzetmiș, “Bu ikinci Sarıkamıș faciası”dır demiștim. Ruslar gibi PKK de bu sayede, tek kurșun atmadan bedava bir zafere sahip olmuștu.

Türklerin, yenilmezliği ve kahramanlıklarıyla övündükleri ordularının yarattığı sahte imaj bir anda yerle bir edecek bu olayı Türk medyasının duyurması için ne cesareti vardı, ne de her șeyden daha üstün tuttukları “milli duygu”ları buna el verirdi.

Bu yüzden Güney Kürdistan’da yașanan bu facia bugüne kadar, ima yollu olarak dahi Türk medyasında yer almadı. Bundan sonra da yer alacağı yok. Türklükte kuraldır, “kol kırılır yen içinde kalır”. Aradan yüz yıl geçmesine rağmen Sarıkamıșta katledilen 112 bin askerin hesabını sormayan Türk medyası, Güney Kürdistan’da katledilen birkaç yüz askerin hesabını mı soracaktı!

Dikkatlerden kaçsa da bu olayla ilgili yine de, küçük de olsa bir fatura ödenecekti. Türk ordusunun gelmiș geçmiș en parlak generallerinden biri olarak kabul edilen Genelkurmay Bașkanı Yașar Büyükanıt’ın (Muhtemelen bu șöhretini PKK projesinin mimarlarından ve bu örgütün Abdullah Öcalan aracılığıyla yönlendiren Türk Genelkurmayı bünyesindeki birimin lideri olarak gösterdiği bașarıya borçluydu) yıldızı bu olaydan sonra söndü ve bir süre sonra da itibarını yitirmiș olarak emekliye ayrılıp gitti.

17.09.2011

yazinin diger bolumlerini geciyorum kisin tc ordusunun orda hareket edemez hale gelme olasiligi da gercege yakin bir sey iki tug generalin parasutle atlayip donarak olmesi isi  ne doga kurallarina ne de  turk ordusunun eleman kullanma kuralkarina uygun hani hs hikayeye inanmak isteyenlerin  tercihi bu olabillir ama turkler bile iki tug generalinndonarak olmesini uzun sure gizleyemezler. hurafe ile kakip oturmamak lazim doner inanani vurur hurmetler HeK

Yeni Yorum yaz

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.