Ana içeriğe atla
Submitted by Anonymous (doğrulanmadı) on 14 September 2009

< Önceki HaberSonraki Haber >
Yazdır

Arkadaşına Gönder

Yorum Yaz

Arşive Ekle

Haberi Paylaş
Facebook

Mixx

Delicious

Stumble Upon

Kürt sorunu ve demokratik açılım

Bugün gelinen olumlu noktada devlet Kürt sorununu, 1924 anayasasından başlayan hatalar zincirinin sonucu olarak görmezse, bu sürecin de heba edileceği ve bir arpa boyu yol alınamayacağı açıktır.

D. DOĞAN (Arşivi)

Türkiye'de son dönem yaşanan gelişmeler, yeni bir anayasayı her zamankinden daha da öncelikli hale getirmiştir. Toplumsal uzlaşının en önemli kanıtı olması gereken yeni anayasa, devleti merkezden çıkararak vatandaşı merkeze aldığı oranda, yani demokratikleşebildiği oranda anlam ifade edecektir. Yapılacak yeni anayasada “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı “ kavramına yer verilmediği sürece etnik milliyetçiliği derin devlet yapılarının yönlendirilmesi ile ötekiler için tehdit oluşturmaya devam edeceği görülmelidir. Ötekilerin kendi dillerini, inançlarını ve kültürlerini muğlâklığa sebebiyet vermeden kullanmaları için anayasal hak zemini oluşturulmazsa, esen bazı ılık rüzgârlara rağmen Türkiye'nin havasının hep puslu olacağı açıktır. Türkiye belki de tarihinde ilk kez, tekleştirici, komplocu ve derin devleti meşru hale getirmiş olan İttihat ve Terakki zihniyetinin tahakkümünden kurtulabileceği bir yola girmiştir. Bu fırsatı heba etmesinin yaratacağı sorunlar yumağının, Türkiye'nin geleceğini şimdiden ipotek altına alacağı ise açıktır. AKP'nin bu süreci yürütüp yürütemeyeceği ise; kısır Ankara siyasetine sıkışıp sıkışmayacağı, büyük resmi görüp göremeyeceği ile orantılıdır. Bugün gelinen olumlu noktada devlet Kürt sorununu, 1924 anayasasından başlayan hatalar zincirinin sonucu olarak görmezse, bu sürecin de heba edileceği ve bir arpa boyu yol alınamayacağı açıktır.
Türkiye'de bazılarının isyan, bazılarının düşük yoğunluklu çatışma, bazılarının iç savaş, bazılarının Güneydoğu sorunu diye niteledikleri Kürt Sorunu'nun (isterse Türkiye'nin demokratikleşme sorunu denilsin) boyutlanmasında en önemli yanlış, devlet eliyle asimilasyon amaçlı yapılan, dilsel-kültürel yasaklamalardır. Demokratik olmayan devlet rejimleri, yönettikleri halkları asimile edebilmek için en fazla dilsel-kültürel yasaklamalara başvurmuşlardır. Örneğin; Eylül 1925 yılında kabul edilen “Şark Islah Planı“ ile her alanda, Türkçe dışında başka dil kullanılması yasaklanmış ve her Türkçe dışı kelime başına 5 kuruş ceza verilmiştir. Bir koyunun o dönem 25 kuruş ettiği düşünülürse bu planın ne kadar önemsendiği de anlaşılabilir. İsmet İnönü, 27 Nisan 1925 tarihli Vakit Gazetesi'ne verdiği demeçte; “Vazifemiz bu vatan içinde yaşayanları behemehâl Türk yapmaktır“ ,diyebilmiştir. Yine 1934 yılında çıkarılan İskân Kanunu ile halk; “Türk ırkından olanlar ve olmayanlar“ diye ayrıştırılmış, vatandaşların sadece Türkçe soyadları taşımaları şartı getirilmiştir. 1934 yılında dönemin Adalet Bakanı; Mahmut Esat Bozkurt :“Kemalizm rejimi milliyetçidir. Türkler bu memleketin yegâne efendileridir. Türk orijininden gelmeyenlerin bu memlekette sadece bir tek hakları vardır: Asil Türk milletine kusursuz olarak hizmetkârlık ve kölelik etmek“, der. (Milliyet 19 Eylül 1930) Aynı zat ;“Türk devleti işlerini Türklerden başkasına vermeyelim. Türk devlet işlerinin başına öz Türklerden başkası geçmemelidir“, diyerek millet kavramından neyi anladığını açıkça göstermiştir. İsmet İnönü'nün, Başbakanlığı döneminde çıktığı Doğu ve Güneydoğu turu sonucunda hazırlanan 1935 yılına ait raporda; "Türkler ve Kürtleri ayrı ayrı okutmakta yarar yoktur. İlk tahsili birlikte yapmalılar. Bu, Kürtleri Türkleştirmek için etkili olacaktır "diyerek devletin o günkü bakış açısını çok net şekilde ortaya koymuştur. (Saygı Öztürk' ,“İsmet Paşa'nın Kürt Raporu“,Doğan Kitap, İstanbul 2007) Şükrü Saraçoğlu'nun hükümet adına 1942 de yaptığı konuşmada Türklüğü algılayış biçimi sonraki olacakların da habercisi gibidir: “Biz Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türklük bir kan meselesi, bir o kadar da vicdan meselesidir“ ,derken şimdi MHP başta olmak üzere, bazı çevrelerin Türk kavramının etnik temelde kullanılmadığını ileri sürmeleri demagojiden öte bir anlam ifade etmemektedir. Türklük bir etnik vurgu taşımıyorsa, neden Kürtlerin çoğunlukta yaşadıkları yerlerde dağa taşa “Ne mutlu Türk'üm Diyene“ diye yazılmıştır acaba? İstiklal Marşı'ndaki “kahraman ırk“ vurgusu kimi ifade etme amaçlı kullanılmıştır? Ya da her ilkokul sabahı andımızda varlığımızı hangi varlığa armağan ettik acaba? Cumhuriyet'in Onuncu Yıl marşında “bütün başlardan üstün olan başla“ kastedilen kimlerdir acaba? Tarih öğretimi yönetmeliğinde hedeflenen tarih anlayışı ecdadını tanıma ve onun büyük başarılarından feyz almayı amaçlar diye yazılmışsa, buradaki ecdattan kastedilen kimlerdir acaba? Gençliğe hitabedeki ihtiyaç duyulan kudret kimin kanında mevcuttur? Ya da bu ülkede Kürt'e, Alevi'ye ya da gayrimüslime hakaret ederek Türklüğe hakaret suçundan neden kimse hüküm giymemiştir acaba? Türk milliyetçileri, kendini Türk hissetmeyen ya da milliyetçiliğin çarkına girmeyenleri de düşünerek Atatürk Milliyetçiliği kavramını icat etmek zorunda kalmışlardır. Fakat bu bile, söylem ve pratikler değerlendirildiğinde asıl güdülen Türkleştirme amacını örtememiştir. Bu doğrultuda belki en önemli kazanımları milliyetçi solu( sol nasıl milliyetçi oluyorsa) yaratabilmiş olması ve Türkiye'yi gerçek sol siyasetten hep uzak tutabilmiş olmasıdır.
Dilsel-kültürel asimilasyon yakın tarihte özellikle, 12 Eylül darbesinin güçlendirdiği Türk-İslam anlaşı ile ivme kazanmıştır.1982 Anayasasının 42.maddesinin; “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez“ şeklinde düzenlenmesinden de anlıyoruz ki Türkçe, Türk kökenli olmayan vatandaşların asimilasyonu için hâlâ araç olarak görülmektedir. Baskın Oran'ın Radikal 2'de 28 Eylül 2008 tarihli yazısından öğrendiğimize göre; bugün halen 1982 anayasasına dayanılarak anadilin konuşulmasını, öğrenim ve eğitimini yasaklayan 21 yasa maddesi mevcuttur. Yine 1940 yılından günümüze, 28 bin yerleşim yerinin adının kanunla değiştirilmesi (çoğunlukla Doğu ve Güneydoğu Anadolu, Doğu Karadeniz bölgesinde yoğunlaşması) asimilasyonun vardığı noktayı göstermesi bakımından önemlidir. Bu örnekleri çoğalmak mümkündür. Fakat, asıl önemli olan Dilsel-kültürel açılım yönüyle, Cumhuriyet'in demokratikleşme konusunda fazla bir mesafe almadığı, hatta Osmanlı döneminin gerisine gittiğini gerçekliğidir. Bunlara bir de darbe dönemlerinde çıkarılan anayasalar hükmü ile yapılanları eklerseniz başta Kürt Sorunu olmak üzere diğer sorunlarda yaşadığımız açmazları oluşturan sebepleri daha net görebiliriz. En temel insan haklarından biri olan ana dilde eğitim hakkı, çağdaş hiçbir ülkede inkâr edilemez. Dünyanın hiçbir yerinde anadilde eğitim hakkının verilmesi, hakkı alanları devlete düşman yaparak, ayrımcılığı körüklememiştir. Tam tersine bu hakkın verilmemesi ayrışma sonucuna getirmiştir. Dil bir halk için, geçmişini geleceğe taşıyan en önemli araçtır. Bu noktada sadece dil-siyaset ilişkisini öne çıkarmak hastalıklı bir tutumdur. Çünkü bir halkın dilinde öncelikle o halkın kültürü vardır. Dolayısıyla dilin yasaklanması öncelikle o halkın kültürünün yasaklanmasıdır. Dili sadece sözlü kültür seviyesinde tutarak, dilin yazılmasını engellemek de aynı anlamı ifade etmektedir. Bir halkın inkârının en kolay yolu, onun dilini yasaklamak ya da gelişmesini sağlayacak unsurlardan mahrum bırakmaktır. Yahya Kemal Beyatlı; “Dil ağzımda annemin sütüdür“ demiştir ki bunu, “anadil anne sütü kadar helaldir“ diye algılamak da mümkündür. A.Einstein ’ın ifade ettiği gibi, dilin sınırları beynin sınırlarıdır. Bir halkı isteğe bağlı olmaksızın, anadilinden başka bir dil ile düşünmeye ve üretmeye yöneltmek onu sağır-dilsiz bırakmakla eşdeğerdir. Hâl böyle olunca bir kesim halkın üretim alanında payına düşen de metropollerde amelelikten öteye geçememektir. Her SBS ve ÖSS öneminden sonra, sınav sonuçları üzerinden, Doğu ve Güneydoğu bölgesindeki çocuk ve gençler üzerine çuvalla bilimsel! yazı yazılmaktadır. Uzun zaman ayrılarak, yazılması ve tartışılmasına rağmen, her kesin söz birliği ederek bilimsel ve pedagojik ilkeleri görmemesi, kimsenin çıkıp, “zorla öğrenilen ve öğrenmek zorunda bırakılan bir dille ancak bu kadar olur “deme cesaretini göstermemesi ilginçtir. Nitekim sınav sonuçları değerlendirildiğinde bölgede, Fen ve Sayısal alanda Türkiye ortalamasının üstü görülürken, Türkçe derslerinde Türkiye ortalamasının çok altında kalınması dahi tartışılmaya değer görülmemektedir. Yuvarlak cümleler kurularak; bilgisayar sınıflarının eksikliğinden, öğrenci velilerinin duyarsızlılarından, sınıfların fiziksel yetersizliğinden, öğretmen açığından vb. sebeplerden bahsedilerek asıl gerçek görmezden gelinmektedir. Bu sebeplerin etkisi elbette önemlidir, fakat pedagojik açıdan anadil kavramını görmezden gelmek, topu taca atmakla eşdeğerdir. Oysa yapılması gereken insani vicdan çerçevesinde yalnızca biraz empati kurmaktır. Acaba değerli devlet yöneticilerimiz, beyaz Türklerimiz ve milliyetçilerimiz kendi çocuklarının henüz 6 yaşında, anasının konuştuğu dilden başka bir dille eğitim almak zorunda kaldığını varsaysalar ve anadillerinin işe yaramaz bir dil olduğu sanısıyla travma yaşayacaklarını bilseler, ne yaparlardı acaba. Her sabah Türk hissetmese de okuduğu anttaki Türklüğü övücü ifadeler (varlığını Türk varlığına feda edecek kadar ve mutluluğunu Türklüğüne borçlu olacak kadar) nedeniyle kendini, soysuz sopsuz biri olarak algılayabilmesi, büyüdüğünde böyle olmadığını görmesi, nasıl bir sonuca ulaştırırdı acaba?
Sorunun çözümü konusunda en öncelikli olgu karşılıklı güven ortamının yaratılmasıdır. Bunun gerçekleşmesi için gereken temel şart ise, yönetenlerin kendini, ezildiğini düşünen halkların yerine koymasıdır. Demokrasi eğer çoğunluğun tahakkümü olarak değil de çoğulculuk sistemi olarak algılanabilirse, yani Cumhuriyet demokratik hale getirilebilinirse çözüm sağlanabilir demektir. Çünkü çoğulculuk algısında ötekilerin hassasiyeti de dikkate alınır. Örneğin; demokrasi hakkını kullanarak basın açıklaması yapan gruba saldırılmaz ya da saldıranlar tahrik edilmiş vatandaşlar, saldırılanlar provokatör olarak algılanmaz. Hoşumuza gitmeyen durumlarda bir halk “sözde vatandaşlar“ olarak nitelendirilmez. Çünkü çoğulculuk anlayışında çoğunluktan çok, azınlıkların hakları korunmaya muhtaçtır. Bu durumun yansımalarını farklı alanlarda hayatın içinde görmemiz mümkündür. Örneğin; her Ramazanda sanki herkes oruç tutar ya da tutmak zorundaymış gibi bebek, çocuk yaşlı, hasta, Alevi, gayrimüslim ya da inanmayanlar düşünülmeden, ulaşılan teknolojik seviyeye rağmen davul çalınması ve bunun belediyeler marifetiyle yapılması ne kadar demokratik ve insanidir acaba. Arabada yüksek sesle Kürtçe müzik dinleyen gençlere; “Kabahatler Kanunu“ kapsamında ceza kesen anlayış, aynı hassasiyeti gece yarısı davul çalanlara ya da arabada yüksek sesle Türkçe müzik dinleyenlere neden uygulamaz acaba. Çin'in Uygur halkına yaptıklarını meşru görmüyorsak, Bulgaristan'daki Türklerin 1984'te yaşadıklarını meşru görmemişsek(zorla isim ve din değiştirilmesi), Yunanistan'daki Türklerin 1990'lı yılların sonuna kadar yaşadıklarını meşru görmemişsek; o zaman nasıl oluyor da kendimizi zulüm eden anlayışı savunur buluyoruz. Türkçe bilmeyen henüz altı yaşındaki bir Kürt çocuğunun, arada Kürtçe kelimeler konuşuyor diye, konuştuğu her kelimeden sonra öğretmen tarafından çöp kovasının yanında tek ayak üstü, ders sonuna kadar bekletilmiş olması hangi insan vicdanına sığar acaba. Sen kimsin sorusuna, “Kürdüm“ diye cevap verince tokadı yapıştıran, hadi ordan “kuyruklu Kürt, senin soyun sopun belli değil“ dedirten anlayış değil midir bugün yaşadığımız acıları çoğaltan. Ve kendimizi o çocuğun yerine koyduğumuzda büyüyücünce ne yapacağımızı düşündük mü acaba?
Gelinen aşamada, Kürt Sorunun artık uluslar arası bir nitelik kazandığı da gerçekliktir. Sanayi devrimi ile birlikte emperyalizmin, kendisini bu coğrafyada var edebilmek için etnik ayrışma temelli gösterdiği yoğun çaba ve bu çabanın bugün de etkinliğini artırarak sürdürdüğü doğrudur. Fakat bazı siyasilerin her sıkıştıklarında topu yalnızca dış mihraklara atması, bu noktadan sonra inandırıcı olmaktan çıkmıştır. Türkiye de yaşanan sorunların suçunu -bazı solcularında yaptığı gibi -sadece emperyalistlere atmak artık modası geçmiş bir elbiseyi giymekte ısrar etmekten farksızdır. Türkiye'de son yıllarda yaşananlar, bazı halk kesimlerinin yaşadıkları olumsuz deneyimlere karşı bedel ödemeleri ve ödemeye hazır olmalarıyla da doğrudan ilgilidir. Devlet, lütfeden konumundan çıkmalı halkların haklarını vermek zorunda olduğunu artık görmelidir. Bunu yapmadığı sürece içerde yeni problemlerle uğraşmak zorunda kalacağı ve dışarıda olsa olsa üçüncü lig takımı gibi itibar göreceği de açıktır.

ORTAK GELECEK

Bunca yaşanmış olumsuzluklara rağmen, bu coğrafyada yaşayanlar için “ortak gelecek“ hâlâ en akılcı ve gerçekçi olan çözümdür. Herkesin kendi kalabileceği, bireysel ve toplumsal haklarına sahip olabileceği ve kullanabileceği, aç kalmadan ya da sadakaya reva görülmeden onurlu bir yaşam sürebilmesi için gerekli iradenin gösterilebilmesi gerekmektedir. Bunun için öncelikle iktidar partisinin siyasi riski göze alabilmesi gerekir. AKP hükümetinin yedi yıllık icraatları düşünüldüğünde bunu ne kadar göze alabileceği şimdilik ortadadır. İlerleyen aşamada siyasi irade öncülüğünde, devletin geçmişi ile yüzleşmesi, derin ilişki ve hesapları bir kenara bırakması, şeffaf bir mekanizmanın oluşturulması hayati öneme sahiptir. Hükümet sorunun tarafları ile varacağı mutabakatta öncelikle eğitim konusunda işe başlamalıdır. Ders kitapları her türlü kurgudan, halkları aşağılayıcı ithamlardan, düşmanlık yaratacak sözlerden, yok sayan anlayıştan ve aşırı milliyetçi ifadelerden arındırılmalıdır. 1739 sayılı Milli Eğitim Temel kanunu ile belirlenen, “milli eğitimin temel ilkeleri“ yeniden belirlenmeli, Türklüğü merkeze alan yaklaşım terk edilerek evrensel insan değeri ön plana çıkarılmalıdır. Okullarda okutulan Milli Güvenlik dersi kaldırılmalı, zorunlu din dersi eğitimi zorunluluktan çıkarılmalıdır. Hoşgörü eğitimde temel prensip haline gelmeli, eğitim sisteminin gerçek amacı; sağlıklı düşünebilen insanlar yetiştirmek olmalıdır. Türkiye'de 36 farklı dilin konuşulduğu (Konda'nın 2007 araştırmasına göre) gerçeğinden hareketle, bugünkü gibi tek dilde tek tip insan yetiştirme anlayışı terk edilmeli, çağın tutumuna uygun insanların ancak özgür düşünce ortamında gelişebilecekleri unutulmamalıdır. Türkiye'nin geleceği olan gençler, artık geçmişin yanlışlarına, geleceğin kurgulamalarına feda edilmemelidir. Eğitim sisteminin öncelikli amacı, Türk-İslam ideolojisini vermekten çıkarılarak laik, bilimsel ve demokratik ilkeleri kazandırmak olmalıdır. Günümüz dünyasında çok kültürlülüğün zenginlik olduğu önce anlaşılmalı sonra anlatılmalıdır. Biz ve onlar ya da ötekiler anlayışının Türkiye'ye kaybettirdikleri açıklılıkla ifade edilmelidir. Ve hepsinden önemlisi başka bir Türkiye'nin mümkün olduğu artık anlaşılmalıdır. Türkiye halkı, emekli askeri hâkim albay Ümit Kardaş'ın bir yazısında belirttiği üzere ;“Vicdanın hapsedildiği yerde insan yoktur“, sözünden hareketle geçmiş ve gelecekle hesabını onurlu bir duruşa kavuşturmak zorundadır.
Gelinen aşamada Kürt sorununa bakış açısı, bugünün Türkiye'sinde, Türkiye'nin demokratikleşip demokratikleşemeyeceği konusunda turnusol rolü görmektedir. Bu temel sorun karşısında devletin göstereceği tavır kadar, sivilleşemeyen sözde olmayan vatandaşların! gösterecekleri tavır da merak konusudur. Bu temel sorunun çözümü konusunda yapılabilecek demokratik açılımlar, inançları konusunda büyük sıkıntılar çekmiş Alevilerin ve gayrimüslimlerin sorunlarının çözümüne de çok büyük katkı sunacaktır. Sonuç olarak; 28 Ağustos 1963 ’te Martin Luther King'in Amerikalı zencilerin hakları için yaptığı ve “bir düşüm var“ diye başlattığı tarihsel süreçteki gibi, eğer samimi olunursa Cumhuriyet tarihinde ilk kez Türkiye halkları için de “Kürt Açılımı (Demokratik Açılım) bir düşün gerçekleşebileceği ortam umudunu doğurmuştur. Çünkü bir arada onurlu ve demokratik bir yaşam düşü, ilk kez Türkiye halklarına bu kadar ulaşılabilir görünmüştür. Bunun karşısında ise kendini kan siyaseti ve milliyetçilik üzerinden var eden, MHP siyaset çizgisinde durmak vardır. Bu siyaset çizgisi, beyaz Türklerin (zengin CHP'lilerin) çıkarlarıyla örtüştüğü nokta da ise Türkiye'yi bölünmeye götürecek asıl tehdit saklıdır. Bu siyaset, MHP ve CHP koalisyonu gibi bir anlayıştır ki Türkiye'ye kaybettirdikleri ortadadır. Daha şimdiden Kürtler için mübadele, tehcir, ezip geçme gibi tezler tartışılmaya başlanmıştır bile. Gelinen noktada hiç şüphesiz, siyasi cesaret sahibi devlet adamlarına çok büyük görev düşmektedir. Ya bu sorunu çözerek halk kahramanı gibi algılanacaklar ya da tarihin çöplüğünde kendilerine izbe bir yer bulacaklardır. Bu süreçte Anadolu'nun tüm halklarına düşen yegâne sorumluluk ise; süreci sabırla takip etmeleri ve barış arayışlarından hiç vazgeçmemeleridir. Hrant Dink'in ifade ettiği gibi:“Zaman terörün gücünü de gücün terörünü de reddedebilme zamanıdır.“ Anadolu halkları, her türlü ırkçı söylemi reddederek, birlikte yaşama isteğini ortaya koymalı ve ülkenin her yerine “Defne Ağacı“ dikebilmelidir.

Yeni Yorum yaz

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.