Ana içeriğe atla

Geçenlerde Fransa'dan can arkadaşım Xeyri aramıştı. Sağ olsun, ayda bir arar, hal hatır sorar. Her arayışı bir olay olur benim için. Biraz hasret giderir, biraz gelecek hayali yaparız kendisiyle. Selam, kelamdan hemen sonra “21.yy.lı Kürtlere kaybettirme projesine, yani bu “demokratik açılım“ hikâyesine yaklaşımını tam anlayamadım“ demişti. İkimiz de kahkaha atmıştık. “Tam anlayamadım“ kelimesinin sahibi ortak tanıdığımız, Kürd siyasetinde kürek çeken bir isim... “Gözünü seveyim“, diyorum, “ben anlatmıştım, kaçırmışsın“. “Benden kaçmaz, iyi anlatamamışsın“, diye diretiyor. “Tamam, tartışalım, sözlü adama benziyorsun“. Teklif benden geliyor. Arkadaşımız bu sözü bekliyormuş, hemen başlıyor. Akıl edip telefonumun “kayıt“ düğmesini basıyorum: “Ortada şimdilik iki şey var“ diyor. “Biri istem üzerine Kürdistan'daki yer isimlerinin iade edilmesi, ikincisi özel TV ve radyo yayınlarında Kürtçenin kullanımı. Üç, beş ay sonra seçmeli dersler, filan gelir belki, sonra da çocuklarınıza istediğiniz ismi verebilirsiniz diyebilirler. Ve işler burada tıkanır; yıllar boyunca, belki de yeni bir savaşa kadar bu kısır döngüde dönüp dururuz. Bizim tarih bilincinden, özgürlük hayalinden yoksun Idrisi Bitlisi torunu Ankaracılarımız da şapkalarını havada oynatarak “kazandık“ diye bağırırlar. Bizim bu Fransa'da, hatta sizin o Rusya'da bile herhangi bir dilde yayın yapılması ve eğitimde ana dilin “seçmeli“ kullanımı haktan sayılmaz. Böyle bir hak aldım dersen, sana gülerler ve hangi yüzyılda yaşadığını unuttuğunu hatırlatırlar“. “Bağırmayalım mı diyorsun? Ne yapalım, hasret kaldığımız şeylerin elde edilmesi kazanç sayılmaz mı?“ diye soruyorum. “Atı yokuşa sürme“ diyor. “Senin bağıranlardan ve bağıracaklardan olmadığını biliyorum... Sana bir anekdotla yanıt vereceğim: Bir köylü köy ağasının yanına gelip evim çok dardır, diyor. Ağa, ineğini eve al tavsiyesinde bulunur. Bir süre sonra köylü yeniden ağasının yanına gelip evinin genişlemediğini söyler. Ağası atını da eve al, der. Böylece köylü ağanın yanına gelir gider ve köpeğinden kedisine kadar tüm hayvanlarını evin içine alır. En son geldiğinde ağası şimdi eve aldığın tüm hayvanları dışarı çıkar, öğüdünde bulunur. Ertesi gün köylü ağasının yanına gelerek ellerini öpüp kendisine bin kez dua eder: “Allah babana gani gani rahmet etsin, aklına kurban olayım, evim öyle bir genişlemiş ki...“ “Anlatabildim mi?“, diye soruyor Xeyri. Bu sefer de ben topu Xeyri'nin kalesine atmaya çalışıyorum, “tam anlayamadım“ diyorum. Telefonda on, on beş dolarlık gülüyor. Güle güle canından olacağından korkuyorum doğrusu, araya giriyorum: “Biz derdimize güle güle büyüyeceğiz. Gül, gözünü seveyim, Kekom!“, diyorum. “Beni işletiyorsun galiba, olsun“, diyor ve devam ediyor: “Ben senin repliklerine uymam. Zaten aklım kesenden Amed'e Diyarbakır demedim, Semsur Adıyaman olmadı benim için. Hele hele Dersim ayri bir yara, ona Tunceli demek beni cidden yaralar. Yayın siyasetlerini tam benimsemesem de Roj TV'm, Kürdistan TV'm var, gayrilerine fazla ihtiyacım yok. İki çocuğumun ismi zaten has Kürd isimleri. Çoktaaannn Kürd açılımının ötesine açıldım. Benim gibi binler var“. Biraz geriliyor ve ciddileşiyorum sözün doğrusu: “Seni tanımasaydım, bencilsin, diyecektim. Sen kefenini yırtmışsın tamam, fakat bizim bu cemaatin hali ne olacak? Altun'dan, Özlem'den, Memmed'den geçilmiyor Kürdistan'da. Urfa'da bir Hêlîn Kürdistan isimli bebeğimiz vardı, o da mahkemelik oldu. Diyarbakır'ın resmiyette Amed olmasına kaç uzun yıllar var biliyor musun?! Ana dilde eğitimin esemesi bile okunmuyor. TC isimli devletin Anayasasına Kürd kelimesinin kıyamete kadar girmeyeceğini benden iyi bilirsin“. “Ya sen yaman birisin. Lafımı ağzımdan alıp bana satıyorsun. Bırakmadın ki sözümü bitireyim. Kendimden başladım, millete gelecektim“. “Tamam, gel bakalım“ diyorum. “Benim gibi binler var ama binler milyonların içinde bir zerredir. Kendimi ayrıcalıklı gördüğümü düşünme. Bizim gibi aptallar çok mu zannedersin? Halkımızın ağırlıklı bir kesiminin “yurtsever aptalları“ bazen hayretle seyreden, bazen uzaktan sevgiyle destekleyen, bir sözle suya sabuna dokunmadan ah vah eden akıllılardan oluştuğunu bilmiyor musun? Bir de PKK ve DTP'nin solcu, Marksist hallerinden hoşlanmayıp, onlara sırt çeviren, birkaç yüzyıl sonra gökten inecek bir kutsal Hazreti Kürdü beklemekten gözlerinin kökü sararmış muhafazakâr çoğunluğumuz var. Böylesi toplumsal doku ve milli vurdumduymazlık ortamında ülke kurma bir yana dursun, otonominin kıyısından bile geçemeyiz. Türkiye'nin çoktan sallandığı bir gerçektir; bunu sizin camia da sık sık yazıyor. Varsayalım ki, yarın TC çöktü. Böylesi bir gelişmeye hazır mıyız? Allah aşkına, Türkiye'nin çöküş arifesinde, son günlerinde ve çöküş sonrasında şöyle, böyle davranmak gerekir konusunda bir kelime yazan, bir fikir yürüten var mı? Böylesi bir fikir jimnastiği çok mu gereksizdir?“ Laf atıyorum: “Ohoo, sen nerelere kadar gittin? Kürdistan'da hâlâ iki farklı görüş temsilcisinin iki saat bir ortamda kalma “meşakkatine“ katlanmayı öğrenemediği bu devri zamanda sen nelerden bahsediyorsun?“ Hemen yanıtını patlatıyor: “Ya, ikide bir “bağımsızlıktan yakın bir hayalimiz olmamalı!“, “Bağımsız Kürdistan ebedi hakkımızdır!“ yazan sen değil misin? İşte sana bağımsız Kürdistan'a giden yolun şifrelerinden bahsediyorum. Bugün, bugün kazanılamaz. Bugünü yarınlar, yarınların hesapları kazandırır“. Ben: “Çok teorik oldu. Belki de retorik demem gerekirdi. ABD'nin on yıllar öncesinden belli bölgeleri düzenleme planları hazırladığı değerlendirmelerini hatırlatıyor“. “Sohbete başlarken 21.yy.lı Kürtlere kaybettirme projesine yani bu “demokratik açılım“ hikayesine yaklaşımını tam anlayamadım sözlerini boşuna söylemedim. Senin bugüne hep geçmişten baktığını gözlemledim. Bir de gelecekten bakmayı denesene... 20 yıl sonra, 2009'da keşke şöyle yapılsaydı denilmeyeceğinden emin misin? Ben emin değilim. AKP birilerinin, biz de AKP'nin arkasından sürükleniyoruz; bu hayra alamet değil. Bunu görebiliyorum. Çizgilerimiz çok daha net ve keskin olmalı. Nasıl mı? Mesela, birkaç gün önce Türkiye meclisindeki vekilimiz Sevahir Bayındır, Star TV'nin haber programında, İzmir'deki faşist saldırılarla ilgili provokatif sorulara aldırış etmeden ortalama şöyle konuştu: “Bizim kimseden özür dileyecek durumumuz yok. Bizler 28 defa katliamdan geçirilmiş bir topluluğun temsilcileriyiz. Bizden özür dilenmelidir“. Sevahir hanım bir ezber bozdu aslında. Her zaman sistemin pisliklerini sırtlayan Türk medyası misafir ettikleri Kürd önde gelenlerini “kardeşlikten“ dem vurmaya zorlayıp sonra terörün kardeşlikle bir araya sığmayacağı noktasına getirmeye çalışarak bu malum taktikle parmaklarına doluyordu. Bu sefer bizimki onları parmağına doladı. Star TV'deki yüzü makyajdan sürekli parıldayan Dündar denen o adam var ya, onun parıltılı yüzünü bir görecektin! Makyaj altından damarları oynuyordu. Bu bir örnek. Kısacası siyaseti saldırı taktiği üzerine kurmamız gerekir. Sürekli bastırmalı, suçlamalıyız. Her ortamda sahte kardeşliğiniz anamızı ağlattı deyebilmeliyiz, Sevahir hanımın söylediği gibi. Onları çıldırtmalıyız, dengelerini tümden kaybettirene kadar durmadan, ama bir an bile duraksamadan saldırmalıyız. Bu bizim hakkımızdır. Biz Türk devletine karşı ebedi saldırı hakkına sahibiz. Ben bugünün yalnız böyle kazanılacağına inanıyorum. Yarınların hesapları emrediyor bunu. Bugün, 2020'de Ankara'nın kapısında el etek durup ana dilde eğitim görme hakkımızı bekliyor olacağımızın işaretleri ile doludur. Kısa yol varken...“. “Kısa yol savaş mı?“ “Hayır! İnkârdır, rettir, saldırıdır, suçlamadır, denge bozmadır. Oyalamalarla, hasta devlet sistemini taze Kürd kanı ile mayalandırma, restore etme girişimleri ile bu işin olmayacağını kavratabilmedir. Oysa bu açılım denen şeyin dış kaynaklı olduğunu kundaktaki çağalar bile biliyor. Hiç taleplere filan gerek yok, istemiyoruz diye bağırsak dahi, Kürdçe TV hakkı verilecek, polis karakollarında Kürtçe bilen uzmanlar oturtacaklar vs. Kürdçe köy isimleri tabelalarını bile kendi memurlarına diktirirler icabında. Bizim derdimiz bu mudur? Bununla sorunumuz çözülecek mi? Tam tersine hayal yolculuğumuzun önüne dikilen barikatlardır bunlar. Türk meclisinde AKP'li birisi muhalefeti suçlarken “genetiği bozuk milliyetçilik“ demişti. İşte Kürdlerin “hakları verilerek“ halkımızın direniş damarını tümden kesip “genetiği bozuk Kürdlük“ yaratılmak isteniliyor. Sen de eski yazılarının birinde bir İranlı Kürd profesörün “Kürdler genetik hastadır“ sözlerini örnek vermiştin. Kabullenmemiştim, çünkü genetik hasta değiliz. Fakat genetiğimizin bozulması tehlikesi ile karşı karşıya olduğumuz bir gerçektir. Hasta olsak dahi, hastalar tedavi edilebilir ama genetiği bozulan bir daha aslına dönemez. Demokrasi prezervatifi ile halkımızın ana dilde eğitim görme hakkına öyle bir tecavüz yapılıyor ki! Oysa ana dilde eğitim hakkının verilmesi bir oturumluk iştir, AKP isterse bir oturumda böyle bir kararı çıkartır. Kaplumbağa yürüyüşlü bu açılımla 20 yılda ana dilde eğitime ulaşılamaz. On yılda lise bitirilir, on yıl da Kürdçe üniversite hazırlıkları. Al sana 40 yıl. 40-50 yıla belki dünyanın tamamı artık İngilizce konuşur olacak. 40 yıl sonra Kürdçe konuşulan ve nihayet Kürdçe üniversite bulunan bir Türkiye'dense, İngilizce konuşan bir Kürdistan'ı tercih ederim“. “İlginç şeyler söylüyorsun bugün“. “Doğru şeyler diyeceğini bekliyordum“. “Bunlar senin doğruların, üzerine konmak istemem“. “Gerçi biraz seninkilerin satır aralarından iktibas ettim“. “Benim de senin sözlerinin satır aralarını irdelemem gerekecek. Düşünme eziyeti veren şeyler söyledin. Tam anlamadım ama söylediklerini yazacağım. Anlayan anlar“. “Beni işletiyorsun, vallahi“. “Estağfurullah. İlla da her şeyi anlamak gerekmez, Keko. Bazen hissetmek bile yeterli oluyor. Senin beyninde ve yüreğinde kurduğun kendi Kürdistan'ında yaşadığını hissettim. Sağ ol, beni de misafir ettin. ’Kürdçe konuşulan bir Türkiye'dense, İngilizce konuşan bir Kürdistan'ı tercih ederim' sözlerinin altını ise dört elle imzalıyorum. Sanırsam, tüm konuştuklarının özü ve özeti de buydu“. “Bilmiyorum, belki de. Kafam karışıktır, konuşmama da yansıyor galiba. Kaybetmeyle kazanmanın sınırlarının kaybettirildiği bir dönemde yaşadığımızdandır her halde. “Kaybetmeyle kazanmanın bir ortası yok mu, diyorsun? Ara çözüm filan...“ diye soruyorum sonda. “Hayır!“ bu kelimeyi öyle emin bir tonla söylüyor ki, Xeyri. Ve iki cümle daha ekliyor: “Senin sürekli takıldığın tarihte bile şimdi sorduğun sorunun tek bir olumlu yanıtı yoktur. Ulusal sorun çözümünde orta diye bir şey olamaz; ya kazanırsın, ya kaybedersin“. “Kafan hiç de karışık değilmiş, Keko. Keşke herkesin kafası seninki gibi ’karışık' olsaydı“. Hejarê Şamil [email protected]

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.