Eylemlerde Ahlak / Değer İlişkisi / Yusuf Ziya Döğer
Toplumsal yaşam alanı ile üretilen değerler tümel nitelikte olup tikel olamazlar. Çünkü tikel ve tekil değerler insan ve insanlığa ait toplumsal yaşam için tehlike arz eden durumlardır. Çünkü insanı değerler tikel ve tekil olurlarsa insan için sınırlama arz eden veriler üreten yapıların oluşumuna yol açarlar.
İnsan eylemlerinin sınırı ve ölçütü olabilir mi?
Dünya hayatı bir anlamda çelişkilerin iç içe geçmesiyle gerçeklik kazanan ve insan varlığına ait değerleri bu çelişkiler üzerinden anlamlı hale getiren bir sahnedir. Eğer dünya yaşamında çelişki söz konusu olmasaydı insan eylemlerinde ne meşruluk nede gayrı meşruluğun sınırları belirlenemezdi. Dünya yaşamına ait çelişkiler insan hayatı için merkezi niteliğe sahip olan toplumsal değerlerin üretilip belirlenmesinde gereklilik arz etmektedir. Toplumsal yaşam alanında meşruluğu belirleyen temel unsur gayrı meşru olanın sınırlarıyla anlam kazanır. Eğer toplumsal yaşamda bu çelişki söz konusu olmasaydı hem evrende hem de dünyada bir başıboşluğun olması gerekirdi.
Ancak şunu ilave etmekte gerekir. Gayri meşru olan meşru olanın içermediği şeyler olup meşru olandan sapmayı ifade etmektedir. Bu nedenle meşrudan sapma eylemi her durumda gayri meşru olana yol açmaz. Ki gayri meşru olana göre de meşru olan da gayri meşrudur. Bu nedenle değerleri bazen çelişkiler üzerinden de değerlendirmek gerekmektedir.
Eylemde bulunmanın sınırsızlığı ile sorumluluk ilişkisi olabilir mi?
Dünya yaşamında İnsanın özgür iradesiyle gerçekleşen eylemlerinin odak noktasında iradenin belirlemesi ve sorumluluk söz konusudur. Bu durum eylemi gerçekleştirenin eylem sonuçlarını üstlenmeyi zorunluluk haline getirmektedir. Sonuçların üstlenmesi ise toplumsal yaşam alanında eylem sınırlarının nereye kadar olacağını belirleyen temel ölçüttür. Dolayısıyla toplumsal yaşam alanına ait sınırlarda izafilik genel geçer ilke değil, seçimlere bağlı olarak anlam kazanabilen bir durum halini alır.
Bireyin eylemde sonsuz tercih hakkını kullanması nereye kadar?
İnsanın toplumsal yaşamı sadece değişkenlik ve izafilik üzerine kurulu olsaydı toplumsal hayatı düzenleyen değerlerin belirlenmesi mümkün olamayacağı gibi aşkın değerlerin üretilip belirlenmesi de olanaksız olurdu. Dolayısıyla insanlık tarihi boyunca üretilen aşkın değerlerin ve toplumsal kuralların aşağı yukarı her toplumda benzerlikler arz etmesi izafilikle açıklanabilecek bir durum değildir. Bu benzerlik insani bilgi ve değerler için ya ortak bir beslenme kaynağının varlığını ifade etmekte, ya da insan aklının ortak değerler üretebilme yetisine sahip olduğu açıklamaktadır. Bu nedenle toplumsal yaşam alanında izafiliğin ve değişkenliğin temel ölçü olarak alınmayacağı açığa çıkarken akıl ile belirlenime dayanan seçimler önem kazanmaktadır.
Dinlerin içeriği, eylem-değer alanına yönelik bir model teşkil eder mi?
Dünya yaşamına yönelik Peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların indirilmesi belki de tam bu noktada anlam kazanıyor. Yani ortak insan aklının devreye sokulmasına yardımcı olarak hayatın irade aracılığıyla dizayn edilmesi anlamına geliyor. İlk günah eyleminde Âdeme yüklenilip anımsatılan bilgiye rağmen akli melekenin henüz işlevsel hale gelmediği varsayılabilir. Günah eylemiyle birlikte farkındalığın ortaya çıkması akli melekenin deneyim ve vahyiyle desteklenmesine olan ihtiyacı ortaya çıkarmıştır. İradenin belirlenim gücü böylece mümkün hale gelmiştir. Vahiy ile yüklenilen/anımsatılan bilgiye rağmen deneyimin devreye girerek akli melekenin harekete geçmesi sağlanmıştır. Böylece insan sahip olduğu akli meleke ve deneyimler sayesinde meşru ve gayrı meşru sınırları tanınması mümkün olmuştur.
Eylem-değer ilişkisinde seçimlerin özgürlüğü nerede durur?
Kirlilik; sınırların insan tarafından aşılması olduğundan acaba Âdemin ilk günah eyleminde bu sınırların aşılması kaderin (imtihanın) varlığını mı yoksa irade beyanının başlangıcı olarak mı alınmalı?
Bence bu durum, insana ait iradenin gerçekleşme alanını bulmasıydı. İnsana günah işleme hakkının tanınması ve buna bağlı olarak gerçekleşen arınma(tövbe)ya yönelme becerisi onun iradeye sahip olmasını zorunlu kılmaktadır. Âdemin ilk günahtan sonra aciz olduğunun farkına varması bu zorunluluğun tezahürüdür. O halde meşru ve gayrı meşru olana ait sınırları yaşamdan söküp almak imkânsızdır ama bu sınırları gözetme becerisi ve tercihi insan tarafından belirlenmektedir. Dolayısıyla ilk günahı kaderin(imtihanın) varlığına değil iradenin başlangıcına yormak daha doğru gibi.
Bu durumda günah işleme hürriyetinin kendisi bile insanın, insani niteliğinin farkına varmasının bir aracı olduğunu göstermektedir. Çünkü insan günah işleyip onun sonuçlarına bağlı olarak değerleri ve ahlakı geliştirmeye başlamıştır. Bu bağlamda değerlerle günahın göreceliği zaman ve mekân boyutunda değişebilir kanaatindeyim.
500 yıl önce işlenen bir günaha ait oluşturulan değer o günkü günah algısı bugünkü günahlara karşılık gelmediği gibi bu günaha karşılık inşa edilen değer de bugün değer niteliği taşımayabiliyor. Âdemin yediği meyvenin ne olduğunu kimsenin bilmemesinin en önemli hikmeti bence bu noktadadır. Çünkü meyve sadece bir mecaz ama gönderme yaptığı şey arzu, istek ve akıl ve mantığın bu arzu ve isteğe yenilmesidir. Bu bağlamda hiç bir değer insanın günah işleme özgürlüğünün önüne geçemez. Tıpkı Tanrının yarattığı Âdemin bile ona rağmen onu es geçmesi gibi.
İnsana ait beşeri niteliğin taşıdığı arzular dikkate alındığında bunların dayandığı gerçeklik hayatın çizilmiş rotalarla gerçekleştiği izlenimini oluşturmakta. Ancak İnsanın bu arzularına gem vurabilme niteliği rotanın varlığını kısmi de olsa yadsımaya açık hale getirmektedir. Dolayısıyla insan hayatının rastlantılarla gerçekleştiğini iddia edemeyiz. Bu nedenle irade yaşam sınırları için gerekli hale gelmektedir. Ancak insan hayatında rastlantı olsa bile tümüyle belirlenmiş bir hayattan da söz edilemez.
Gerçi insanın beşeri arzuları sanki sürekli onu kirlenmekten yana tavır koyuyormuş gibi görünüyor ama bunların kendi başına ortaya çıktıkları söylenemez. Çünkü zıtlıkların birlikteliği ilkesi gereği karşılarında bir başka durumun olması gerekir. Dolayısıyla bu arzuların ortaya çıkışı daha çok sınırlar üzerinde akli melekenin kullanımını ifade etmektedir.
İnsan eylemlerinin ahlaki değer olarak süreç içinde gelişimi olabilir mi?
Bunun teorik çerçevesi mümkün mü, eğer mümkünse bunun sosyal-düşünsel yapılarla bağı olabilir mi? Bireylerin ahlak değer gelişimine ilişkin farklı teorik argümanları öne süre yaklaşım ve modeller söz konusudur. Bu modellerden biri olan eylem-değer ilişkisini Sosyo-Kültürel, Psikolojik ve Bilişsel yapıları kapsayan bir kuram olarak Lewrenge Kohlberg’in kuramıyla devam edecek