Skip to main content
Submitted by Rêvebir_D on 28 February 2014

Kürdistan ulusal demokratik güçlerinin kararlı mücadelesi karşısında, Türk İran, Irak ve Suriye sömürgecilerinin sömürge politikaları iflas etmiş, Kürdistan güçleri karşısında kurdukları ittifakları dağılmış, bunun sonucu olarak, sömürgeci güçlerin iç ve dış dengeleri değişmiş, kendi içlerinde ve kendi aralarında ırkçı faşizan ve dini gerici savaşlara girişmişlerdir. Orta doğudaki bu savaşlar ve krizler, Kürdistan devletinin ve bölgedeki demokratik güçlerin tarih sahnesine çıkmanın doğum sancılarıdır. Bölgemizdeki eski statüko dağılıyor, yeni saflaşmalar ve ittifaklar oluşuyor.

Allah tarafından dünyanın imtiyazlı efendileri olarak yaratıldıklarına inanan dinci gerici Arap eğemenliği, dünyanın en büyük yıkım gücüne, ordusuna sahip olduklarına inanan ırkçı sömürgeci Türk egemenliği, dünyanın en kültürlü milleti oldukları safsatasına inanan İran egemenliği, Kürdistan’da çıkmaza girmiş, kendi içlerinde ırkçı faşizan ve dini gerici savaşlara girmiş, dünyanın çağdaş değerlerine ve demokrasiye karşı cephe almışlardır. Bu Ortamda, Kürdistan güçleri yakın tarihinde ilk defa sömürgeci güçlere karşı ileri bir mevzide konumlanarak bölgenin değişimi ve yeniden yapılanma ile gerçek barışı ve demokrasiyi inşa misyonunu üstlenme fırsatı yakalamıştır.

Kürdistan güçlerinin misyonu, sünii-şii dini gerici güçler ve Kemalist ve Baas gibi ırkçı faşizan güçlerin kendi aralarında ve kendi içlerinde sürdürdükleri gerici savaşlara taraf olmak değil, aksine bunlara karşı. Demokrasi bayrağı altında bütün dinlerin, dillerin, etnik kimliklerin, kültürlerin karşılıklı kabul ve saygı temelinde bir arada yaşayabilecekleri, demokratik ve laik bir kürdistan ve Ortadoğu icin, akıl, bilim ve aydınlanma temelinde yeniden doğuş, rönesans görevini üstlenmesidir.

Dünya savaşında oluşturulan gerici ortadoğu’daki statüko Kürdistan’da dağıldı. Eskiden beri tekrarladığımız Kürdistan ortadoğu’nun devrim merkezidir, sömürge uluslar kurtulmadan sömürgeci uluslar özgür olamaz gerçeği bugün artık ete kemiğe bürünmüştür. Arap baharı olarak adlandırılan değişim dalgalarını biz haklı olarak Kürdistan baharı olarak adlandırdık. Bu durum Kürdistani güçlere, sadece kendi doğuşunu değil , aynı zamanda bölgedeki demokratik güçlerin doğum ebeliği görevini de yüklemektedir. Yani, bölgenin siyasi ahlaki dini kültürel yeniden şekillenmesine önderlik yapabilecek olan güç Kürdistan güçleridir. Bu , eski gerici statükonun dağılma sürecine paralel olarak gelişen bir süreçtir. Çözüm süreci olarak adlandırılan süreç aslında eski yapıların dağılma sürecidir. Bugün Türkiyedeki kemalistlerle siyasal islam, ya da siyasal islamın kendi arasındaki savaş, Süriye’deki BAAS iktidarı ile dini guruplar arasındaki savaş, Irak’taki din savaşı, Mısır ve Kuzey Afrika’daki savaşlar gericilerin kendi aralarındaki savaşıdır ve Ordadoğu’daki statükoyu sürdürme çabalarıdır. Bu savaşın taraflarından hiç biri çağımızın demokratik değerlerini savunan, çağın paradigmalarına uyum sağlayan güçler değildir. Bunlar çağdaş,laik, demokratik bir orta-doğuda kazanan taraf olamazlar. Bu konuda en avantajlı konumda olan Kürdistan’ın demokratik güçleridir. Çünkü, birinci dünya savaşından sonra kurulan bu gerici yapılara karşı en büyük itiraz ve savaş Kürdistan’dan gelmiştir. Arap, Türk ve Farısîlerin aksine Kürt ulusu kendi içindeki dini, etnik ve kültürel azınlıkları korumuş ve gerici savaşlara taraf olmamıştır. Bu gün de Ortadoğu’da en çok farklılıkları içinde barındıran, Sünni, Şii, Aleve, Kakai, Enel hak, Rêya hak, Êzidî, Katolik, Protestan, Ortodoks, Gregoryan, Süryani, Yahudi gibi dini azınlıkları; Türk,Fars, Azeri, Arap, Ermeni, Asuri gibi etnik ve kültürel azınlıkları her zaman Kürdistan’da barış ve karşılıklı saygı temelinde bir arada yaşamıştır. Dolayısı ile, tarihimizden ve kendi yakın geçmişimizden çıkaracağımız dersler ve tecrübeler, çoğulcu sosyal, kültürel, siyasal ve inanç dünyamızdaki değerleri yeni paradigmalar temelinde yeniden ele alıp değerlendirirsek, çağdaş,laik, demokratik bir devlet için ihtiyaç duyulan yeterli zemine ve bilince ulaşabiliriz.

İşte yeniden doğuşumuz ve bölgeyi yeniden şekillendirme misyonumuz bu tarihi mirasımız ve kültürel birikimimiz üzerinden olacaktır.

Hıristıyanlık ve İslam tarihini karşılaştırmalı olarak ele aldığımızda, ilginç sonuçlarla karşılaşırız. Uzun bir inceleme konusu ancak konumuzla bağlantısı nedeniyle şu kadarını kaydedelim ki, Hıristıyanlık doğuşundan 1500 yıl sonra köklü bir iç hesaplaşma ve sonuçta büyük değişim, rönesans ve reform sürecini yaşayarak bugüne geldi. İslam dini de, 1500 yıl sonra, yani hicretten 1500 yıl sonra aynı tartışmalar, saflaşmalar, çatışmalar sürecini yaşamaktadır. Hıristıyanlık, kendi içinde Keldani, Kıpti, Gregoryan, Ortodoks, Katolik kiliseleri arasındaki çatışmalarda, bilim ve sorgulayıcı bilinç gerilerken, ümmet acı çeken ruhlarının kurtarılması için kutsal tapınaklarda Allahın kurtarıcılığı ve korumasını beklemeye ve günahlarından arındırılması için yeni tapınaklar, yeni saraylar yapmaya mecbur bırakıldılar ve akıllarını Allah’a teslim ettiler.

Ancak akıllarını teslim etmeyen bazı acı çeken ruhlar, dünyevi yaşamı yaşanır kılmak, acıları azaltmak için sistemi sorgulamaya, dinin yasakladığı eski Yunan filozoflarını yeniden tartışmaya başladılar. İtalya’da Rönesans böyle başladı. Bu sorgulayıcı arayış, 15.yy’da, başını Luther ve Calwin’in çektiği dinde reform hareketi ve ardından 30 din savaşları başladı. Yoksul köylüler, Avrupa’yı kasıp kavuran bu din savaşlarının arkasında büyük beylerin ve kiliselerin siyasal ve ekonomik çıkarlarının olduğunu gördü ve”kilisenin babil tutsaklığına” karşı seslerini yükselttiler ve kiliselere desteğini keserek acı çeken köle ruhlarını azad ettiler.

Bundan sonra bilim hızla gelişti. Edebiyat, sanat, mimarlık, fizik, matematik, kimya, coğrafya , felsefe hızla gelişti. Daha sonra Sanayi Devrimi ve Fransiz Devremi, kiliselerin etki alanını iyice geriletti ve Vatikan’a hapsetti. Böylece dünya ahirete, akıl ruha, bilinç bilinçaltına hükmeder hale geldi. Hırisıtıyanlığın 15.yy’da yaşadığı bu süreci İslam yeni yaşıyor. Müslümanlar, Sunii,Şii,Alevi, Şafii,Hambeli,Hanefi, Caferi ,Babai, İsmaili,Nurcu, Nusra, El Kaide, gibi adlarını bilemediğin yüzlerce dini gurup birbirlerine karşı konumlanmiş , yoksul acı çeken ruhlara, şarap ırmaklarının, Hurilerin sefahat ve zinginliğin bol olduğu cennetin anahtarını göstererek kendi saflarında çatışmaya itmektedirler. Avrupa da 15 yy’da bilim, sanayi ve kültür gelişirken, islam buna karşı içine kapanarak, bilim ışığının içeri sızmasını engellediler. Vahabilerde görüldüğü gibi dine daha çok sarıldılar.

Bugün, Ortadoğu’daki bu gerici savaşlar, birinci dünya savaşında oluşan gerici statükonun egemenlerinin savaşıdır. Ancak bir gerçek var ki, Kürdistan’ın itirazı ve bu statükoya karşı savaşı, globalleşen dünyanın gelişen teknolojisi, evrenselleşen değerleri ile bütünleşince kendi gerici kapalı diktatoryal hakimiyetini sürdüremezler, yeniden yapılanmanın önünü daha fazla alamazlar. Hıristıyanlıkta olduğu gibi islam’da da 1500 yıl sonra “reform ve rönesans” dönemi diyebileceğimiz devrim ve aydınlanma dönemi yaşıyoruz. Eski sömürgeci ve gerici güçlere karşı devrim ve demokrasinin en güçlü sesi Kürdistan dinamiğidir. Kürdistan siyasileri, aydınları bilgeleri bu yeniden doğuşun öncülüğünü yapmalıdır.

Akıl ve inanç yolu farklıdır. Aklın yolu tektir, inancın yolu bin bir çeşittir. Akıl birleştirir, inanç böler. Ortadoğu toplumları inanç toplumlarıdır ve kaotik toplumlardır. Batılı ve gelişmiş toplumlarda bilincin bir sonucu olarak hukuk ve kurallar hakimdir ve düzenlenmiş toplumlardır. Ortadoğu toplumlarını ise bilinçaltı güdüleri yönlendirmekte ve herkes kendi inancı, isteği,çıkarı doğrultusunda hareket etmekte ve genel hukuk kurallarına uymayan, disipline edilmemiş toplumlardır. Bilinç sorgulayıcıdır, sebep ve sonuç ilişkilerinden hareket eder ve bilimi temel alır. Bilinçaltı sorgulayıcı değil, empati ve karşılaştırma yapmaz. Bilinçaltı güdülerini şu şekilde kategorize edebiliriz: Önyargı,öfke, kin, korku, sevgi haz, cinsellik, ahlak, inanç, bağımlılık, alışkanlık, sezme-hissetme, niyet,arzu vs. olarak sıralayabiliriz

Bilinç ve inanç ters orantılıdır. Bilinç geliştikçe inanç alanı daralır, tersi de doğrudur, inanç geliştikçe bilinç alanı daralır. Ortadoğu toplumlarında bugüne kadar bilinçaltı güdülerle, ahlak, din, korku yoluyla politikalarnı, hakimiyetlerini sürdürmüştür. Ancak globalleşen dünyada, kültür, bilim, toplumsal değerler evrenselleşmiş, teknoloji ve iletişim ağları gelişmiş,ve Doğu toplumları bu teknolojilerle bilgiye anında ulaşabilirken, Ortadoğu’nun hakimleri gerici politikalarını sürdüremez oldular. Özellikle haberleşme ve iletişim ağlarına getirilen yasaklar ve kısıtlamalar bu yüzdendir. Çözülme sürecini engelleme, bilincin gelişimini önleme ve bilinçaltı yönetimlerini sürdürebilme çabalarıdır.

Genel bir kurala değinmek istiyorum. Hayatın her alanında , işte, siyasette, aile yaşamında geçerli olan genel kurala göre şu üç öğe mutlaka bir arada işlemelidir. Akıl-yürek-emek Üçlüsü bir arada olmalıdır. Bir başka deyimle, bilim, bilinç-artı- bilinçaltı( istek,cesaret samimiyet)-artı- çalışma, işe ehil yeterli emek, kadro. Siyasi tarihimize baktığımız zaman, , akıl, yani bilinç, siyasi önderlik yetersiz ama yürek ve emek yoğunluklu bir mücadele yürüttüğümüz için, hep başkalarına yem olduk, savaştık, ama siyasette kaybettik,

Ortak toplumsal bir bilinç, ortak siyasal önderlik ve ortak hedefler, bütün bunların temelini oluşturacak KURUCU FELSEFEMİZİ oluşturamadık. Mücadelemizde Akıl mefhumu zayıf kaldığı için, savaşımızın semeresini, 1.dünya savaşında olduğu gibi Kemalistler aldılar.

Bugün de Kuzey Kürdistan örneğini alırsak, Dünyanın birçok ulusal kurtuluş hareketine nasip olmayan bir desteği alan PKK, askeri alanda yenilmemesine rağmen, siyasi alanda ciddiye alınmamakta, muhatap olarak kabul görmemekte ve siyasi olarak Kürtleri teslimiyet noktasına sürüklemeye çalışmaktadır. PKK siyasetin önemini , yani aklın önemini kavrayabilseydi, iradesini Türklerin elinde esir olan tek bir kişiye teslim etmezdi. Oysa genel kural odur ki, siyasi önderlik yapanlar, düşmanın etki alanı dışında, tehlikeden uzak, özgür ve bağımsız düşünme şartlarına sahip olmalıdır, bu nedenledir ki, esir liderler derhal görevlerini yetkilerini bırakırlar. Ama Kürtlerin kuralıdır, onlar savaşır, sonra postahanede düşmana dileklerini bildirir. Ya da savaşır ama sonra siyaseten kandırılarak imha edilir. Tarihimizde bunun örnekleri çoktur. Kürtler artık tarihlerinden dersler çıkarmış, başkalarının yedek güçü olmayı değil kendi için mücadele etmeyi temel almıştır. Yani artık yüreğimizi aklımızın emrine vermeyi, yüregimizi, niyetlerimizi inançlarımızı cesaretimizi bilimin ve bilincimizin emrine vermeyi öğrenmeliyiz. Silah siyasetin, binlere hükmeden güçlü bir askeri komutan, topal bir siyasi kadronun emrinde olmasını bilmelidir.

Burada kuruculuk felsefemizi, yani partinin ruhunu oluşturacak siyasi zeminimizi koymak zorundayız. Kurucu felsefemizi parti manifestosu olarak çıkarmalıyız. Kurucu güçler, sadece bir parti değil, aynı zamanda toplumsal normları oluşturan, devleti kuran ve hukukunu oluştan güçlerdir. Bu durumda toplum mühendisliği suçlaması yanlıştır. Aksine toplum mühendisliği kurucu olmanın bir görevidir. Bu sadece devletsiz uluslarda değil, devleti olan ama hukuk ve kuralların hakim olmadığı kaotik toplumlarda siyasi erkin bir görevi de düzeni kurmak, kuralları hakim kılmak, bu anlamıyla toplum mühendisliğini yapmaktır.Bu toplumlarda siyasetçiler koruma ordusu ile dolaşır, toplum düzenini sağlayacak kadar yetki ve güç sahibidirler, asker ve polis gücü ile korku salar,din adamları eliyle teslimiyeti, yani İslam(!) sağlar. Yönetim demokratik değil, batıda olduğu gibi siyasetçiler atanmış değil, atayanlardır.

Kürdistani partiler, Türkiye’deki legal partilerden farklıdır. Biz, kurulu bir sistemin dengeleri içinde yer aramıyoruz, aksine kurulu sistemi değiştirmeye ve yeni dengeler kurarak yerimizi belirliyoruz. Yani kurucu bir partiyiz. Yeni bir siyasi sistemi, hukuku ve yeni devleti hedefliyoruz. Siyasetimiz bu sistemin kanunlarına uymaz, kanun dışı ilan ediliriz, bu bugüne kadar da böyle oldu. Anca meşru bir zemindeyiz, evrensel hukuka ve çağdaş değerlere bağlıyız, uluslararası hukukun bir normu olan ulusların kendi kaderini belirleme hakkı temelinde Kürdistan’ın kendi kimliği ve devleti ile içinde yer alacağı bir sistemi hedefliyoruz.

Burada değişmesi gereken bizim meşru ve haklı olan bizim pozisiyonumz değil, meşruluğunu çoktan yitirmiş Türk devletinin hukuk sistemidir. Türk hukuk sistemi gayrı meşrudur ve adaletsizliğin temelini oluşturur. Yapılması gereken, toplumu demokratik temelde yeniden biçimlendirmek, bilinçlendirmek ve hukuku evrensel adalet ve huk uk normlarına kavuşturmaktır. İki yol var : Ya mevcut devletler değişerek Kürt ulusunun, bağımsızlık dahil devletini kurma hakkını tanıma , halkın özgür iradesine saygı, eşitlik temelinde demokratik bir federasyon olur, ya da Kürdistan kendi hukuku temelinde kendi devletini kurar.

Türkiye’deki hakim eğilim, legal alanda faaliyet gösteren Kürdistan partilerinin yeterince Türkiyelileşemediğidir.Biz de diyoruzki, Kürdistani partilerin Türkiyelileşmesinin aksine, birlik için Türkiye’nin Kürdistanileşmesidir. Kürdistan’ın Türkiyelileşmesi yanlıştır, yüzyıldır katliam ve asimilasyon ile Kürtler Türkleştirildi, Kürdistani değerler imha edildi. Bu gün Kürtler kendi değerlerini yeniden yaratırken, Türkiye’nin gerçek ve eşit birlik için Kürdistanileşmesi gerekir. Denge böyle sağlanır. Aksi halde bağımsız Kürdistan kaçınılmazdır.

PKK ve BDP Türkiye ile ilişkilerinde taleplerini “statü” gibi içi boş, sembolik belirsiz kavramlarla belirtiyorlar. Diğer partiler federasyon taleplerini programına almışlardır. Belirsiz kavramlar ve semboller yerine istemlerimizi somut olgulara dayandırmalıyız.

Çünkü öyle federasyonlar var ki, kimi bağımsız devlet gibidir, kimi federe yapılar da özerkliğin gerisine düşmüşlerdir. Önemli olan bu kavramların içeriğini doğru doldurmaktır. İsmine ne derseniz deyin, Kürdistan halkının çıkarları şu istemleri zorunlu kılmaktadır.

A-Kürt ulusunun bağımsız devlet kurma da dahil, kendi kaderini belirleme hakkı kutsaldır ve inkar edilemez.

B- Kürt veTürk ulusu kendi özgür iradesiyle eşit temelde birlikte yaşama kararı verirse, eşit demokratik federatif bir birlik kurarlar. Federe devletler aşağıdaki konularda tam yetkilidirler;

1-Federe devletin bağımsız maliyesi vardır. Vergi toplama, vergi koyma veya kaldırma, vergi miktarını belirleme yetkisine sahiptirler.

2- Federe devlet, yeraltı ve yerüstü doğal kaynakların sahibidir ve kullanımı konusunda uluslararası hukuka bağlıdır.

3- Federe devlet, kalkınma, sanayileşme, tarım,hayvancılık politikalarını belirleme ve uygulama yetkisine sahiptir.

4- İç işlerinde bağımsız ve iç güvenliğini sağlayacak asayiş gücü oluşturma yetkisine sahiptir.

5-Federe devlet eğitim konusunda tam yetkilidir.

6-Federe devlet, kendi bağımsız yargı sistemini kurmaya yetkilidir. Ancak federe devletin hukuku, Federal mahkeme ve Avrupa insan hakları mahkemesinin içtihatlarına bağlıdır.

7- Federe devlet, ulaştırma, iletişim alanında tam yetkilidir.

8-sağlık alanında tam yetkilidir.

Kürdistan’da kurulu partilerin değerlendirilmesine gelince, şunları söyleyebiliriz. Veya kimlerle nereye kadar hareket edebiliriz.

Kürdistan’daki mevcut partiler, yani BDP, Hak-Par, KDP eski dünyaya ait eski örgütlerini legalleştirerek kuruldular. Kadroları da eski örgütlerinden gelen kadrolardır. BDP bu konuda ayrı bir yere sahip olsa da, ayrı zaaf ve hatalara sahiptir.

Şunu açık ve net ifade edelim. Sosyalist blok ile kapitalist emperyalist blok arasındaki çatışmada, sosyalist blok saflarında yer alarak sosyalist kimlikle kurulan eski örgütler, sosyalist bloğun çökmesiyle, siyasi olarak ömürlerini doldurdular. Bugün, eski örgütlerini yeni dünyaya entegre etmeye çalışıyorlar. Bunların hayalleri de, örgütleri de, kadroları da eskidi, ama eski alışkanlıkları, düşünce kalıpları, düşmanlıkları dostlukları eski dünyaya göre biçimlenmiştir. Herkes hayali kadar büyür. Biz yıkılan eski hayallerin de, eski örgütlerin de peşinde değiliz. Geçmişimize saygılıyız. Hatalarımızı doğru temelde ortaya koyalım, dersler çıkaralım, ama kazanımlarımıza sahip çıkalım. Biz eski örgütlerin mirasçısıyız. Bütün örgüt şehitleri şehitlerimizdir. Ancak kendimizi dar örgüt anlayışına hapsedemeyiz.

Sosyalizm yanlış değildi, Kapitalizmin sömürücü, sömürgeci,istilacı yapısına karşı mağdurların, yoksulların her zaman alternatif bir arayışları olacaktır. Tarih bugüne kadar en büyük alternatifi sosyalist sistem olarak çıkarmıştır. Ekim Devriminden 1990 yılına kadar süren sosyalist sistem kapitalizmi oldukça geriletti, işçi sınıfı , köylüler , ezilen ve sömürge uluslar sosyalist güçlerin desteği ile bir çok kazanımlar elde etti, bugünkü kapitalist ülkelerdeki demokrasi ve sosyal haklar, ezilen ve sömürge ulusların bağımsızlığı sosyalist sistemin desteği ile kazanılmıştır. Kürt ulusu bu konuda kötü bir kaderi yaşadı.

Başlarda sosyalist güçlerin hataları oldu, Kürtler 1970’lerden sonra sosyalist temelde yeniden siyasi mücadeleye katılınca da artık çok geç olmuştu, çünkü sosyalist sistem çöküş sürecine girmişti. Bu uzun bir yazı konusu, ancak konumuzla bağlantılı olarak, şunu belirtmeliyiz ki, 1970’lerde sosyalist kimlik ve programla çıkan Kürt örgütleri, artık günümüz Kürdistanına önderlik yapamazlar. Bu hem program düzeyinde , hem örgüt düzeyinde, hem kadro düzeyinde böyledir. Bu örgütlerin düşünce kalıpları, davranış, eski dönemden kalma ama günümüz için anlamını yitirmiş dostluk ve düşmanlıkları, ittifak anlayışları hala sürmektedir ve bir kast sistemine dönüşmüştür. Her örgütün sahipleri vardır, demokratik normlar temelinde değiştirilemez, oluşan eski örgüt ruhu buna müsaade etmez. BDP’ nin de, Hak-Par’ ın da, KDP’ nin de gerçek sahipleri partilerini kitlelelere yani yeni gelen “yabancılara” teslim etmezler. Onlar kitlelerin kendilerine uymasını isterler. Hepsi birlik ister, ama hepsi, kendi bayrağı altında, kendi Kürdünü, kendi Alevisini, kendi sünnisini, Êzîdîsini Hıristıyanını ister. Onları oldukları gibi kendi örgütleriyle, kendi kimlikleriyle kabul etmez.

Eski kadrolara gelince bunlar ayrı bir Vakıa. Ama öncelikle şunu belirtmemiz gerekiyor ki, 1970’lerde Kürd gençliğinin öne atılması Kürdistan davasını omuzlamaları ve Türk faşist ırkçı sistemine karşı ayaklanmaları, örgütlenmeleri, büyük bir olaydır ve tarih de bunu böyle kaydedecekti. Bu mücadeleye katılan Kürt gençliğinin, yani bugünün eski kadrolarının, samimiyetine, cesaretine, fedakarlıklarına, ideallerine davaya ölümüne bağlılıklarına, saygı duyuyoruz ve onlara saygısızlık edilmesine de müsaade etmeyeceğiz. Ancak 40 yılda çok şey değişti, dönemin özelikleri değişti, oyunun kuralları değişti. Bölgemizdeki ve ülkemizdeki aktörler değişti. Ne var ki bu eski arkadaşlarımız ya bu değişimi göremiyor ya da değişime ayak uyduramıyorlar ve eski sığınaklarına sığınarak öğrendikleri eski nutuklarını tekrarlıyorlar.40 yılda dünya değişti, sosyalist blok çöktü, bölgemizde köklü değişimler getirecek çatışmalar yaşanıyor, Kürdistan federe devleti kuruldu, Kürdistani güçler artık siyasi aktörler olarak uluslararası arenaya cıktı. Yine 40 yılda Kürdistan büyük yıkımlar yaşadı, sosyal ve ekonomik yapısı değişti, milyonlarca Kürdistanlı göçebe hale geldi, onbinlerimiz şehit oldu, yüzbinlerimiz işkenceden, zindanlardan geçti. Yüzbinlercesi sakat kaldı. Bütün bu travmaları yaşayanlar eğer hala “ayak” iseler, davalara olan bağlılığın verdiği güç ve direnç iledir. Artık 60 yaşını geçmiş bu “ihtiyar” kadroların yeni döneme önderlik yapmaları mümkün değil. Engin tecrübelere sahiptirler, ancak risk almazlar, çünkü bunca hatadan sonra hata yapmaktan korkarlar, hata yapsalar düzeltecek kadar zamanları kalmamıştır. Bu nedenle statükocudurlar. 60 yaşından sonra, geleceğe ilişkin tasarıları zayıflar, hep geçmişe dönük yaşarlar, anılar, eski dostluk ve düşmanlıklar güncelleşir. Bu nedenle eski kadrolar kendi eski örgütlerine çok bağlıdırlar. hayatları işkence, zindan, sürgün, eziyet altında geçmiş, bir çok hayal kırıklıkları yaşamış, para, itibar peşinde de koşmamış, elinde hayatını sürdürebilecek kadar, emeklilik,kira getirisi vs. imkanları da yok, ve bundan sonra yaratma şansları da yok. Kürt siyasetinin bu soruna da bir çözüm bulması gerekir. Eski kadroların eski örgütleri bir vakfa mı dönüştürülür, bir derneğe mi, bir eğitim kurumuna mi , araştırma kurumuna mı dönüştürülür. Üzerinde çalışılması ve çözüm bulunması gereken bir konudur.

Son olarak kısaca kadro konumlanışına kısaca değinmek istiyorum. Eski kadro anlayışımız subjektif kriterlere oturtulmuştu. Kadroları, kararlılık,cesurluk,fedekarkarlık temelinde sınıflandırırdık. Kim gözünü budaktan sakınmazsa, kararlı ise fedekar ise örgütün gözdesi ve yöneticisi olurdu. Oysa bu her kadroda olması gereken subjektif vasıflarlardır. Oysa parti içinde görev yeteneklerine göre olmalıdır. İyi bir asker iyi bir siyasetci olmayabililr. İyi bir siyasetçi iyi bir propagandist ya da örgütleyici olmayabilir.

Burada hayatın her alanında geçerli olan genel bir kuralı hatırlatalım.İşe girişmek ve kurmak, işi yönetmek , işi büyüterek sürdürmek. Bunu siyasi çalışma düzleminde şu şekilde ele almalıyız. Partiyi kurmak, partiyi yönetmek, kitle çalışmalarıyla büyütmek. Bu üç alanda çalışacak kadroların yetenek ve sorumlulukları farklıdır.Kurucuların yetileri şunlardır: Fırsat ve tehlike algısı yüksektir. Tarih ve sosyal bilimleri iyi bilmelerinden dolayı siyasi fırsatları ve tehlikeli zamanları çok iyi tespit edip ona göre tavır belirlerler. Olaylara stratejik global bakarlar, bazı yenilgi dönemlerinin geçici olduğunu anlar ve bir sonraki döneme hazırlık yapar. Motivasyonu yüksektir ve dönemsel zafer ya da yenilgiye göre değişmez. Risk almaya hazırdırlar. Sabırlı ve kararlıdırlar. Dengelere göre düşünmez ve gerekirse dengelerin düşüncelerine göre şekillenmesini sağlar. İletişim ve sezme yetisi yüksektir.Statik yönetciler ise dengeleri degiştirmez, kurulu dengeleri korur ve geliştirir. Sorunları çözer, çalışmaları organize eder ve geliştirir. Koordinasyon sağlar. Üye ve kadrolar parti çalışmalarını kitlelerle bütünleştirir. Asıl parti iskeletini bu kadrolar belirler demokratik kurallarla. İyi bir yönetici iyi bir örgütleyici, iyi bir asker ya da iyi bir propagandist olamayabilir. Partide herkes kendi yeteneğine göre iş tutar. Yönetimi kadrolar belirler ama görevlendirme sevk ve idare, politika belirleme yönetimin görevidir.

Kısaca çözüm sürecine değinirsek, bunları belirtebilliriz.

Daha önce de söyledik. Ortada bir çözüm süreci, demokratikleşme yok. Olan PKK’ yi silahsızlaştırma ve eylemsizleştirmedir. Demokratikleşme de yok, aksine devleti yeniden reorganize eden bir AKP diktatoryasının doğuşu sözkonusudur. Bu reorganizasyonu sürecinde Kürtleri eylemsiz tutma, secimlerle diktatörlüğünü meşrulaştırma süreci işletiliyor.Kaldı ki AKP aldığı son darbelerle, uluslararası itibarını kaybetmiş ve uluslararası olan devasa bir Kürdistan sorununu çözme gücünde değildir. Türk iktidarı çözüm güçü olmaktan çıkmıştır. Kürdistan tarafı ise ne barış masasında var ne de çözüm denen oyunda yok. Türk devleti kendi çalar kendi oynar havasındadır. PKK- BDP kendi iradelerini, İmralı’da Türk devletinin hapishanesindeki Öcalan’a devretmiştir. Devlet de öcalan’ı muhatap almıyoruz demekte ve ilişkileri gizli istihbaratla sürdürmektedir.Kürtler adına utanacak bir durumdur.Öcalan’la ilişkiler bile yasal ve siyasi zemine taşırmadan, “bir alet olarak” kullanarak Kürtlere Türk resmi politikası empoze ediliyor. Türk devleti Kürdistan’da düşman konumunda ve Kürtlerin temsilcisi olamaz. Kürtler ve Kürdistani güçler, gerek ulusal gerek uluslararası alanda kendi siyasal özgür ve bağımsız temsilini yaratmalıdır. Beyni esir olanlar özgür olamazlar ve Kürdistan’ı temsil edemezler.

Kürdistan sorunu uluslararası bir sorundur. Uluslararası güçlerin garantörlüğü ve gözetiminde tarafların özgür temsilcilerinin görüşmeleriyle çözüme kavuşturulabilinir.

Diğer bir yanıltıcı nokta, Kürdistan sorunu Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunu değildir .Bunu defalarca etraflı bir şekilde izah ettik. Kaldı ki Kürdistan sorununu, Yüzyıldır kürt ve Kürdistan düşmanlığı ile şekillenmiş Türk toplumunun arzu ve isteklerine tabi kılınamaz. Türk toplumu, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına, yüz yıl daha geçse de hayır diyecektir. Dolayısı ile, TBMM’e çıkan bir parti Kürdistan sorununu çözmeye cesaret edemez. Ancak bütün Türk partileri ve ordunun ortak iradesini temsil edebilecek güçler Kürdistan sorununu çözme gücüne kavuşabilir. Seçimle gelmiş bir parti Türkiye’deki yüzyıldır oluşturulmuş milliyetçiliği, ırkçılığı, azınlık düşmanlığını, Kürt düşmanlığını karşısına alarak Kürdistan meselesini çözemez. Ya da CHP’ nin tek parti diktatörlüğü gibi,AKP tek parti diktatörlüğü kurar, risk alır, Türk ırkçılığını ılımlılaştırarak çozüm için toplumu hazırlar, Kürtlerin siyasi temsilcileri ile masaya oturur. Aksi hal ki Türk demokrasisi, Türk toplumu, Türk partileri bu sorunu çözme yetisi ve cesaretinde değildir.

06.02.2014

Add new comment

Plain text

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.