Kürtler en demokratik temel hakları, insan olmaktan kaynaklı doğal hakları için sürekli bir mücadele içindeler. Bu mücadeleyi sürdürürken de yasal ve legal yolların hepsini denediler. Bir kapı kapandığında, bir başkasını açmak için yoğun bir çaba içinde oldular.
Kürtler, bundan tam bir asır önce, Osmanlı payıtahtı İstanbul’da dergiler, gazeteler çıkardılar, dernek ve cemiyetler açtılar. Kürt sorununu, ayrı bağımsız bir devlet kurma hakkı da dahil legal zeminde tartıştılar.
Ne var ki cumhuriyetle birlikte yasal ve legal zemin Kürtlere kapatıldı. Kürtlere ait ne kadar dernek ve cemiyet, dergi ve gazete, hatta medrese varsa tümü belli bir amaç için yasaklandı, kapatıldı; yöneticileri ya tutuklandı, ya sürgüne yollandı ya da Avrupa ve komşu ülkelere çıkmak zorunda kaldı.
Türk olmayanlara Türk’e biat ve kölelik etme dayatıldı ve bu resmi ideoloji haline getirildi. Böyle davranıldığı, tüm legal yollar tıkandığı için de Kürtler bellerini doğrultukları, güçlerini toparladıkları her an meşru direnme haklarını kullanmak için zaman zaman silaha da başvurmak zorunda kaldılar. Bunu yapar, bu yola çıkarken, bu işin içinde ölümün de olduğunu peşinen kabul ettiler.
Bir çatışma olduğunda, bir savaş yaşandığında, iki silahlı güç karşı karşıya geldiğinde ölümler olur, acılar yaşanır.
Kürtler de 1921’de Koçgıri ile başlayıp 1938’de Dersim’e kadar uzanan çatışmalı ortamda Türk askerlerini esir aldılar. Ama esir aldıklarının kılına dahi dokunmadılar.
Yaralarını ellerindeki olanaklarla pansuman ettiler. Hele hele işkence etmeyi kendileri için zül bildiler. Vurdukları askerlerin cesetlerine ise hayıflanarak yaklaştılar; cesetlere el sürmeyi, tacizde bulunmayı, hakaret etmeyi kendileri için küfür saydılar. Son 29. başkaldırıda ise zaman oldu Türk askerlerini esir aldılar, ama hiçbirinin tırnağını dahi incitmediler ve gerisin geri Türk devletine sapasağlam teslim ettiler. İki yıl önce esir alınan ve devlete teslim edilen 8 asker hizmet ettikleri devlet tarafından kovuşturmaya alındı, „şehit“ olmadıkları için adeta cezalandırıldı.
Ne ki bu itina ve titizliği gösteren Kürtler hep tersi bir uygulama ile karşılaştılar. Görüşeceğiz diye çağırdıklarını darağaçlarına gönderdiler, kullandıkları elçi ve maşaları kendi elleriyle katlettiler. Kadın-çocuk, yaşlı-genç ayrımında bulunmadan önlerine kim çıktıysa köküne kibrit suyu deyip temizlediler. Gebe kadınların karınlarını deştiler, kundaktaki bebeleri süngülere taktılar, köyleri-mağaraları sivil halkla birlikte ateşe verdiler.
Tüm bunları tekrar etmenin ne anlamı, ne de gereği var. Bugün de yapılan 80-90 yıl öncesinden farklı değil. Bugün de açılım sürecinde yalvar yakar çağırdıkları Barış Elçilerini tutuklamaktan geri durmadılar.
1980-1990’lı yıllarda katlettikleri gerillaların kafalarını kasaturalarla bedenlerinden ayırdılar. Kestikleri burun ve kulakların ise hesabını bilen yok.
Yıl 2010 ve ünlü Türk pratiği yine uygulamada. Yine katlettikleri Kürt gençlerinin naaşlarına el sürüyor, göz oyuyor, yaralı yakaladıkları gerillaların kol ve bacaklarını gövdelerinden ayırıyor, lav silahları ve kimyasal maddelerle insan bedenlerini ateşe veriyor ve insanlığın vahşet müzesini yeni uygulamalarla zenginleştiriyorlar.
Kürt gençleri dağa çıktıklarında katledilebileceklerinin hesabını yapıyor, ölümü göze alarak yola çıkıyorlar. Katledilen Özgür Dağhan’ın babası, „tüm aileler dağa çıkan evlatlarının cenazelerinin birgün kapılarını çalacağını ve buna hazır olduklarını“ söylüyor ve annesi ekliyor: „Tamam öldürüyor, katlediyorlar, ama cenazelere neden el sürüyor, hakarette bulunuyorlar.“
Evet, savaştır. Tamam, öldürün. Tamam, katledin, ama katlettiklerinizin bedenlerine el sürmeyin, naaşlarını tahrip etmeyin, kirletmeyin. Kurşun yarası kabülümüz. Ama kafa, kol ve bacakları bedenlerden ayırmak, bedenleri, naaşları lav silahları ve kimyasal maddelerle yakmak da ne?
Önder Aytaç ve Emre Uslu gibilerin tezgahından geçenlerin açılım sürecindeki marifetleridir bunlar. Tüm bunlar dindar ve müslüman geçinen Erdoğan ve Atalay döneminde, 2010 yılının ortalarında yapılıyor.
Açılımınız buysa, çalın başınıza ve düşün yakasından Kürdün!
Erzincan’ın alevi Kürtlerinden kimilerine de bir çift laf etmenin tam zamanıdır. Nerede görülmüş, hangi diyarda yaşanmıştır ölen, öldürülen, katledilen birinin cenazesinin Cemevi’ne alınmayışı, hem de kendi memleketinde? Nerede görülmüş, hangi diyarda yaşanmıştır cenazelerin kayıtlı bulundukları köyden kapı dışarı edildikleri?
Ölen, öldürülen, katledilen bir hırsız, bir dolandırı, bir ırz düşmanı, bir namussuz, bir alçak, bir uğursuz olsaydı cenaze törenine katılır, ardından gözyaşı da dökerdiniz belki. Ama sıra dedelerinin, nenelerinin ahdları yerde kalmasın, vasiyetleri gerçekleşsin diye ölümü göze alarak dağa çıkan kendi evlatlarınıza gelince alçalmakta yarışa girmekten geri kalmazsınız.
Bu olay cansız bedeni kimyasal maddelerle tahrip edilen gerillanın köyünde yaşandı. Benzer bir olay geçen yıl Türk ordusunca katledilen başka bir gerillanın Üzümlü’nün bir köyünde de yaşandı. Köydeki akrabaları cenaze törenine katılmadı. Avrupa’dan giden ailesi kendi akrabaları, köylüleri tarafından adeta afaroz edildi.
Şayet alevilik buysa, şayet insanlık buysa, şayet demokratlık ve solculuk buysa, ben ne alevi, ne insan, ne demokrat, ne de solcuyum. Varsın böylesi bir alevilik ve insanlık Türk-İslam-Sentezi’inden sonra, Türk-Alevi-Sentezi’ni yaratmaya çalışan TC ve AKP’nin olsun! Ve kutlu olsun TC’ye, alçalmakta sınır tanımayanlar!
Memo Şahin