Skip to main content
Submitted by Anonymous (not verified) on 25 April 2010

“LİNÇ“ DEYİNCE...[*]

SİBEL ÖZBUDUN

“İnsana karşı girişilen
en kötü şiddet eylemi,
aklın küçük düşürülmesidir.“[1]

1-) Linç nasıl bir şey? Nasıl tanımlanabilir ve insan toplumlarının tarihi boyunca nasıl bir yere denk düşüyor. Her zaman ırkçılıkla ve ötekileştirmeyle mi ilgili?

Linç korkuları, nefretleri kışkırtılmış bir güruhun (kitle) psikolojisiyle ilintili mutlaka; yine de bence işin üzerinde durulması gereken yönü, “psikoloji“den çok “kışkırt(ıl)ma“ veçhesi. Çünkü kitleler, kişisel olarak tanımadıkları bir kişi ya da gruba kendiliğinden, salt önyargılı ya da öfkeli oldukları, nefret ettikleri vb. için saldırmazlar. İşin içinde mutlaka bir “tahrikçi“ unsur olması gerekir; “linç“ hadisesinin kritik noktası, tam da bu.
Genellikle geri dönüp bakıldığında, linç hadisesinden birilerinin somut çıkarlar devşirdikleri görülür. Gayrımenkullere, imalathanelere, topraklara, diğer servet araçlarına el koyma, iş alanlarının boşaltılması, sendikalaşma, grev vb. sınıf mücadelesi araçlarının etkisizleştirilmesi, grev kırıcılığı, rakip olabileceği düşünülen grubun tasfiyesi, isyan bastırma vb. Bir başka deyişle linç, bir bakıma bir “sınıf mücadelesi“ aracıdır: “çoğunluk değerleri“ni temsil eden (ya da “manipüle eden“ mi demeli?) güruhları yönlendirecek iletişim kanallarını denetleyen, merkezî otorite ile yakından ilişkili egemen güçlerin ezilenlere karşı yürüttüğü bir “sınıf savaşı“...

2-) Kalabalık bir topluluğun tek kişiye ya da nispeten küçük bir gruba öldürmek için saldırması, hatta bazen bunu tören hâline dönüştürmesi, nasıl gerçekleşiyor; normal yaşamlarında tek olan insanlar nasıl bir bütünlük yakalayabiliyorlar?

Bunun için tabii ki ortada saldırıya uğrayan kişi ya da grubun “tehlikeli“ olduğuna, yakın bir “tehdit“ oluşturduğuna ilişkin yaygın ve yerleşik bir kanaatin biçimlendirilmiş olması gerek. Bu nedenledir ki saldırının gerisindekilerin, güruhun iletişim kanallarını denetliyor olması gerekir. Bu ise onların ya yerel kişiler (eşraf, yerel yönetici, partilerin yerel örgütleri, yerel dinsel cemaatler vb.) olmalarını ya da yerelde örgütlenmiş olmalarını gerektirir önce. Yanı sıra, güruh içerisinde inandırıcı bir etkiye sahip olmaları gerek. Bir başka deyişle, “şehir efsaneleri“ni üretip yayabilecek bir konumda olmaları. Bu, yalnızca harekete geçerek linçi gerçekleştiren güruhu değil, olayları suskun bir onayla izleyen yerel halkı ikna etmeleri için gerekli.
Bana çok çarpıcı gelen bir örneği aktarmak isterim: bir söyleşimizde Çorum katliamının ne kadar korkunç olduğundan dem vurduğum, hâli vakti yerinde, yüksek öğrenimli Çorumlu (Sünni olmakla birlikte seküler bir yaşam süren) bir ev kadını bana şöyle demişti: “İyi ama Aleviler de yeni doğmuş Sünni bebekleri yakıyorlardı...“ Bu kadın, aradan geçen onca yıla rağmen, katliamın “haklı“ gerekçeleri olduğuna inanmaktaydı! Hem de Ortaçağ sonu “cadı avları“nı andırır gerekçelerle!

3-) Yalnızca öldürme mi? Ahmet Kaya ve Hırant örnekleri var. Hatta fiziksel hiç zarar vermeyen ama insanı çökerten şeyler var. Örneğin McCarthy atmosferi bir dizi insanın ruhunu çarmıha gerdi, Jean Seberg'in uyuşturucudan ölmesi FBI'ın kampanyasının eseri oldu, vb... Bu konuda ne söylenebilir?

Tabii doğru, ama bu yukarıda tartıştığımızdan daha rafine yöntemleri, daha çok “psikolojik savaş“ ya da “istihbarat oyunları“nı gerektiriyor. “Linç“ başlığı altına yerleştirebileceğimiz hadiselerden kimi bakımlardan farklılaşıyor. Örneğin linçte hedef genellikle etnik, dinsel, siyasal vb. kimlikleri, görüşleri nedeniyle ayırt edilmekle birlikte “kim“ oldukları güruh açısından önemli olmayan, hatta belki de bilinmeyen, sadece belirli bir yaftayla tanımlanan anonim (“Kürtler“, “Aleviler“; “Romanlar“, “Komünistler“...) kişiler iken, sözünü ettiğin ikinci durumda, hedef seçilmiştir, bellidir ve onu yıpratacak, yıldıracak ya da hedef gösterecek bir dizi bilinçli edim uygulanır, “uzman“ kişiler tarafından. Bu uzmanlar istihbarat görevlileri ya da medya güçleri olabilmektedir.

4-) Tarihsel örneklerden hareketle, Linç karşısında nasıl bir tutum alınmalıdır? Sivas'ta Madımak'a kapanmak, Kristal Gece'de evlere çekilip SA'ların öfkesinin geçmesini beklemek, vb. vb... linççileri daha mı çok kışkırtan bir şey oluyor? Ne yapılmalı ki karşı taraf havlamakla yetinsin?

Ben bunun bir “iklim“ sorunu olduğu kanısındayım. Nasıl mı? Örneğin, direnişteki Tekel işçileri, evlerine dönmeye hazırlanıyorlar... İçlerinde direnişten önce kentlerindeki, kasabalarındaki “linç“ olaylarına fiilen katılabilecek kişiler var mıydı, bilemem, ama herhâlde çoğu, böyle bir durumda “neme lazım“cı bir tutum izlerdi. Ama bundan böyle, bulundukları yerde herhangi bir linç girişimi olması durumunda, yaşamlarını ortaya koyarak karşı duracağını düşünüyorum hepsinin. Çünkü giriştikleri eylem, onlara öğretti, onları dönüştürdü.
İnsanların gerçek yaşam koşulları üzerinden (yoksulluk, işsizlik, yoksunluk) kolektif bir “itiraz“, bir “direniş“ ikliminin oluşması, “linç“çi güruhların biçimlenişinin esas panzehiridir tabii.
Ama bir de etkin, dinamik bir “dayanışma“nın hemen örgütlenebilmesi sorunu var. Maraş, Çorum, Sivas katliamlarında, dışarıdan getirilen “bindirilmiş“ kalabalıkların rol aldığı, biliniyor. Ne yazık ki bizler, “linç güçleri“nin (faşistler) onda biri kadar örgütlü, koordine davranamadık bu olaylarda. Madımak katliamının işaretleri belirir belirmez binlerle, onbinlerle Sivas'a akabilseydik örneğin, o kadar canımızı yitirir, miydik? “Kürtçe müzik dinledi“, “Kürtçe konuştu“ diye sokaklarda tekmelenen, dükkânı tahrip edilen Kürtlere binlerce kişi siper olabilseydi... Ya da Selendi'de Romanlara yönelik saldırı, “Hepimiz Romanız“ diye haykıran binleri bulsaydı karşısında, bu kadar cüretli olabilir miydi? Hrant'ın katlinden sonra cenazesine akan onbinler, dengenin bir nebze olsun değişmesini, bu ülkede “soykırım“ın tartışmaya girmesini sağlamadı mı? Vb. vb.
Evet, artık “Hesabı sorulacak!“ tan çok, “Bir daha asla!“ kararlılığına sahip olmalıyız...

N O T L A R
[*] Newroz, Yıl:4, No:128, 15 Nisan 2010...
[1] Elsa Morante.

SİBEL ÖZBUDUN (not verified)

Sun, 2010-04-25 13:38

JEAN FERRAT DA GİTTİ![1] SİBEL ÖZBUDUN “Anılar tarafsız değildir.“[2] Evet, 1975'ti. Birleşmiş Milletler 8 Mart'ı “Dünya Kadınlar Günü“ (tarihin 1910'dan beri üstlenegeldiği “Emekçi“ yüklemi ve “kızıl“ rengi gözlerden gizlemek için küçük bir manevra!); yılı ise “Dünya Kadınlar Yılı“ ilan etmiş ya, öğrenciliğimin 68 mahmuru Paris'inde her balkondan, her açık pencereden, her kafeden o ezgi çağıldıyor: “La Femme est l'avenir de l'homme“ (Kadın erkeğin/ insanın geleceğidir...) Ama en çarpıcısı, Boulevard St. Michel'de önümüzde sarmaş dolaş yürüyen üç çift: Delikanlılar sırım gibi, siyahi; kızlar ise ufak tefek, beyaz ve inadına sarışın... Delikanlılardan biri, sevda sarhoşu, avaz avaz bağırıyor: “Le poète a toujours raison, qui voit plus haut que l'horizon/ Et le futur est son royaume/ Face à notre génération, je déclare avec Aragon/ La femme est l'avenir de l'homme“ [Ufuktan ötesini görebilen ozan her daim haklıdır,/ Ve gelecek onun krallığıdır,/ Kuşağıma karşı haykırıyorum Aragon ile birlikte,/ Kadın erkeğin/ insanın geleceğidir!] Albüm yeni çıkmış. Bütün afişlerde onun mümbit bıyıklı, aydınlık yüzü... Jean Ferrat... ABD'nin Vietnam'da yenilgiyi kabul ettiği, Portekiz'in “Karanfil Devrimi“nin son sömürgelerden çekilme kararını açıkladığı, bağımsız Angola'da üç gerilla grubunun ortak hükümet kurduğu (henüz kanlı iç savaş başlamamıştı...) o mübarek 1975 yılının belki de en güzel hadisesi... Çok sonradan öğrendim; Partili değilmiş... Fransız Komünist Partisi'nin bütün etkinliklerinde görmeye alışkın olduğumdan olacak, ben öyle bellemişim. Ama komünistlere, partizanlara yürekten bağlıydı... Nedenini de sonradan öğreneceğim. Küçük Mnacha (Jean) Tenenbaum 1906'da pogromlar Rusyası'ndan göçen bir Yahudi ailenin dört oğlundan biri olarak gözlerini Fransa'da dünyaya açmıştı. Kuyumcu bir baba, yapma çiçek işçisi bir anne... Babası 1942'de Nazi işgalciler tarafından 208 yoldaşıyla birlikte Auschwitz'e götürüldüğünde, Jean henüz 11 yaşındaydı. 209'lardan hiçbiri geri dönmedi. Çocuk Jean'ı ise bir süre komünist militanlar saklayacaktı... Yıllar sonra besteleyeceği Nuit et Brouillard'da (Gece ve Sis) o çocukluk yarası, apansız ve tüm çıplaklığıyla çıkıverir ortaya: “Ils étaient vingt et cent, ils étaient des milliers,/ Nus et maigres, tremblants, dans ces wagons plombés,/ Qui déchiraient la nuit de leurs ongles battants,/ Ils étaient des milliers, ils étaient vingt et cent. (...) La fuite monotone et sans hâte du temps,/ Survivre encore un jour, une heure, obstinément/ Combien de tours de roues, d'arrêts et de départs/ Qui n'en finissent pas de distiller l'espoir./ Ils s'appelaient Jean-Pierre, Natacha ou Samuel,/ Certains priaient Jésus, Jéhovah ou Vichnou,/ D'autres ne priaient pas, mais qu'importe le ciel,/ Ils voulaient simplement ne plus vivre à genoux. Ils n'arrivaient pas tous à la fin du voyage;/ Ceux qui sont revenus peuvent-ils être heureux?/ Ils essaient d'oublier, étonnés qu'à leur âge/ Les veines de leurs bras soient devenus si bleues./ Les Allemands guettaient du haut des miradors,/ La lune se taisait comme vous vous taisiez,/ En regardant au loin, en regardant dehors,/ Votre chair était tendre à leurs chiens policiers.“ [Yüzyirmiydiler, binlerdiler,/ Çıplak ve çökkün, kurşun vagonlarda titreşen,/ Tırnaklarıyla geceyi yırtan,/ Binlerdiler, yüzyirmiydiler. Zamanın tekdüze ve telaşsız geçişi,/ İnatla, bir gün daha, bir saat daha yaşamak/ Tekerleğin kaç kez dönüşü, kaç durak, kaç kalkış,/ Umut damıtmayı elden bırakmaksızın./ Adları Jean-Pierre, Natacha ya da Samuel'di,/ Kimileri İsa'ya, Yahve'ye ya da Vişnu'ya yakarırken,/ Kimileri duasız, ama kararlıydı,/ Dizleri üstünde yaşamamaya. Tümü varamadı yolun sonuna;/ Dönebilenler, mutlu olabilir mi?/ Unutma çabasındalar ve şaşırıyorlar,/ Kollarındaki damarların neden bu yaşta masmavi kestiğine./ Gözetleme kulelerinde Almanlar,/ Ay suskun, tıpkı sizler gibi,/ Uzaktan, dışarıdan bakarak,/ Etiniz pek tatlı polis köpeklerine...] Nuit et Brouillard devlet radyolarında hemen sansürlenecekti. Ama o fütursuzdu... Şarkılarını ikide bir yasaklayan Fransız televizyonu ve radyosuyla dalgasını geçiyordu kendince: “C'est partout le bruit des bottes, c'est partout l'ordre en kaki/ En Espagne on vous garotte, on vous étripe au Chili/ On a beau me dire qu'en France, on peut dormir à l'abri/ Des Pinochet en puissance travaillent aussi du képi...“ [Her yerde çizme gürültüleri, her yerde haki düzen/ İspanya'da cendereyle kırıyorlar kafanızı, Şili'de bağırsaklarınızı deşiyorlar/ Fransa'da da rahat uyuduğumuz pek söylenemez/ İktidardaki Pinochet'ler kepleriyle iş başındalar...] Ya da: “Quand ils commencèrent/ La chasse aux sorcières, j'étais jeune apparition/ Sans grande expérience/ Leurs cris de démence me glaçaient jusqu'au trognon/ A longueur d'antenne/ J'agitais mes chaînes sans faire la moindre impression/ Maint'nant on m'respecte/ Je suis un vieux spectre bien connu dans la maison Je suis l'âme en peine qui secoue ses chaînes/ Au studio des Buttes-Chaumont L'onde est mon royaume, je suis le fantôme de la télévision (...) Ici y'a des dingues/ Qui prennent leurs flingues pour trouer mon courant d'air/ De sombres figures/ Quand je dis culture, qui sortent leurs révolvers/ Sitôt que je bouge/ Y'en a qui voient rouge, faut qu'ils se fassent une raison ...“ [Cadı avına başladıklarında/ Henüz tecrübesiz, genç bir hayalettim/ Çılgın bağırtıları/ Tüylerimi ürpertirdi/ Anten boyunca/ Zincirlerimi şakırdatsam da/ Kimseyi pek etkileyemezdim/ Artık bana saygı duyuyorlar/ Herkesin iyi tanıdığı yaşlı bir hayaletim şimdi Buttes Chaumont stüdyolarında/ Zincirlerini şakırdatan hortlağım ben/ Dalga boyu krallığımdır benim/ Televizyonun hayaletiyim ben. Hava cereyanımı delmek için tüfeklerine sarılan/ Kaçıklar var burada/ Kültür dediğimde tabancalarına davranan/ Karanlık kişiler/ Kıpırdadığımda/ Kızıl görenler var, bahane gerek onlara...] Evet, kendisini Holocaust'dan kurtaran Fransız komünistlerine sevgisi hiç eksilmedi. FKP'nin hep yol arkadaşı oldu; 1966 yerel seçimlerinde, yeni bir sansürü göze alıp doğup büyüdüğü Ardeche'den adaylığını koyacak kadar. Ama Sovyetik dayatmacılığa boyun eğmedi asla. Camarade'ıyla (Yoldaş) Prag işgalini sert bir dille eleştirirken, 1979'da Bilan'ıyla (Bilanço), FKP'nin 23. Kongresi'nde Sosyalist Blok'a övgüler düzen Genel Sekreter George Marchais'yi uyarıyordu: “Ah ils nous en ont fait applaudir des injures/ Des complots déjoués des dénonciations/ Des traîtres démasqués des procès sans bavures/ Des bagnes mérités des justes pendaisons/ Ah comme on y a cru aux déviationnistes/ Aux savants décadents aux écrivains espions/ Aux sionistes bourgeois aux renégats titistes/ Aux calmniateurs de la révolution(...) C'est un autre avenir qu'il faut qu'on réinvente/ Sans idole ou modèle pas à pas humblement/ Sans vérité tracée sans lendemains qui chantent/ Un bonheur inventé définitivement/ Un avenir naissant d'un peu moins de souffrance/ Avec nos yeux ouverts et grands sur le réel/ Un avenir conduit par notre vigilance/ Envers tous les pouvoirs de la terre et du ciel“ [Ah bize haksızlıkları alkışlattılar/ İhbarlarla önlenen komplolar/ Kusursuz mahkemelerde maskesi düşürülen hainler/ Adil idamların zindanları/ Ah, nasıl inandık sapmalara/ Dekadan bilgelere casus yazarlara/ Burjuva siyonistlere, Titocu döneklere/ Devrimi inkâr edenlere... Yeniden keşfetmemiz gereken, başka bir gelecektir artık/ Putsuz ve modelsiz, adım adım, mütevazıca/ Önceden çizilmiş hakikâtleri, şarkı söyleyen yarınları olmayan/ Kesin olarak keşfedilecek bir mutluluk/ Biraz daha az bir sancıyla doğan bir gelecek/ Gözlerimiz gerçeğe açık/ Yeryüzü ve gökyüzünün bütün iktidarlarına karşı/ Pür dikkat yöneleceğimiz bir gelecek...] Yaşanan sosyalizme yönelik bir düşkırıklığı; evet... Ama sosyalizme inancını yitirmemiş bir eleştirelliğe bürünen. Ve 1980'lerde yükselişe geçen “Yeni Dünya Düzeni“ne boyun eğmeyen; “Elveda Proletarya“ korosuna katılmayan... 1968 ruhuna hep sahip çıkan... Cuba, sì (Küba, evet!) diye haykırmayı elden bırakmayan... 1981 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yine de FKP'yi destekleyen... Ve muhalif duruşunu yaşamının sonuna dek sürdüren (2007'deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde José Bové'ye yöneltecekti desteğini. Kanserle boğuştuğu 2010 yerel seçimlerinde ise, ölüm döşeğinde, bölgesel seçimlerde Ardeche'lileri oylarını Sol Cephe niçin kullanmaya çağırıyordu...) Yani, 1986'da Les Cerisiers'de verdiği sözü hep sadık kalan: “Bien sûr on dira que c'est des sottises/ Que mon utopie n'est plus de saison/ Que d'autr' ont chanté le temps des cerises/ Mais qu'ils ont depuis changé d'opinion Moi si j'ai connu des années funestes/ Et mes cerisiers des printemps pourris/ Je n'ai pas voulu retourner ma veste/ Ni me résigner comme un homme aigri Ah qu'il vienne au moins le temps des cerises/ Avant de claquer sur mon tambourin/ Avant que j'aie dû boucler mes valises/ Et qu'on m'ait poussé dans le dernier train“ [Tabii ki diyecekler, bunlar budalalık/ Ütopyamın vakti çoktan geçti/ Daha önce kiraz vaktini söyleyenler/ Bugün fikir değiştirdiler... Ben de yaşadım felaketli zamanları/ Bahar kirazlarım çürüdü/ Ceketimi tersyüz etmeyi istemedim/ Ne de kekre bir vazgeçişi Ah kiraz vakti gelse en azından/ Davulum çalınmadan/ Bavullarımı toplamak zorunda kalmadan/ Ve beni son trene yetiştirmeden...] Sesinde, ezgilerinde Ardeche'in dağ havası hep yankılandı. Bir de dizelerine en güzel ezgileri bestelediği Aragon... Ve son demine kadar enternasyonalist kaldı. Dünyanın bir köşesinde bir çocuk ağlasa, hiçbirimizin gülemeyeceğinin bilincinde bir enternasyonalizm: “Je vais dire la légende de celui qui s'est enfui/ Et fait les oiseaux des Andes se taire au cÅ“ur de la nuit/ Le ciel était de velours, incompréhensiblement/ Le soir tombe et les beaux jours meurent on ne sait comment Comment croire, comment croire, au pas pesant des soldats/ Quand j'entends la chanson noire de Don Pablo Neruda? Lorsque la musique est belle, tous les hommes sont égaux/ Et l'injustice rebelle, Paris ou Santiago/ Nous parlons même langage et le même chant nous lie/ Une cage est une cage, en France comme au Chili“ [Kaçanın efsanesini anlatacağım/ Ve And kuşlarını gecenin yüreğinde susturanın/ Anlaşılmaz bir kadifeydi gökyüzü/ Akşam iniyor ve güzel günler ölüyor, her nasılsa Nasıl inanmalı, nasıl inanmalı, askerlerin ağır adımlarına/ Pablo Neruda'nın kara ezgisini duyarken? Müzik güzelken tüm insanlar eşittir/ Ve başkaldırır adaletsizlik, Paris ya da Santiago/ Aynı dili konuşuyoruz ve aynı türkü bağlıyor bizleri/ Fransa'da da, Şili'de de kafes, kafestir...] Evet, Jean Ferrat da gitti. Yeni bir “Kiraz Vakti“ni göremeden... Ama ben biliyorum, yaklaşan “Kiraz Vakti“nde sırım gibi bir siyahi delikanlı, ufak tefek, sarışın sevgilisine bir kez daha sarılacak ve avazı çıktığı kadar haykıracak dünya sokaklarında: “Il faudra réapprendre à vivre, ensemble écrire un nouveau livre/ Redécouvrir tous les possibles/ Chaque chose enfin partagée, tout dans le couple va changer/ D'une manière irréversible Le poète a toujours raison, qui voit plus haut que l'horizon/ Et le futur est son royaume/ Face aux autres générations, je déclare avec Aragon/ La femme est l'avenir de l'homme.“ [Yeniden öğrenmek gerek yaşamayı, birlikte yeni bir kitabı yazmak/ Tüm olasıları yeniden keşfetmek/ Sonunda her şey paylaşıldığında, çift içinde her şey değişecek/ Geri dönüşsüz bir biçimde. Ufuktan ötesini görebilen ozan her daim haklıdır,/ Ve gelecek onun krallığıdır,/ Gelecek kuşaklara karşı haykırıyorum Aragon ile birlikte,/ Kadın erkeğin/ insanın geleceğidir!] 19 Mart 2010 18:53:16 N O T L A R [1] Evrensel Kültür, No:220, Nisan 2010... [2] Akif Kurtuluş.

Add new comment

Plain text

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.