Türkiye'de, son günlerde, demokrasi ve mücadelesi, Kürt ulusal sorunu ile ilgili tartışmalarla at-başı giden konumuyla gündemin ön sıralarını işgal ediyor. Ahmet Altan bu nedenle, 3 Mart 2010 Tarihinde Taraf Gazetesindeki makalesinde “Türkiye'de kıran kırana bir demokrasi savaşından“ bahsetmektedir. Demokrasi sorunu ve mücadelesi, doğal olarak, kimlerin ve hangi güçlerin demokrat olduğu, demokrasi mücadelesinin tarafı oldukları; bundan daha önemli olan demokrasi tanımı konusunda tartışmaları gündemde tutmaktadır. Bu konuda gazetelerde yazılan makalelere, yapılan incelemelere, televizyondaki tartışmalara bakıldığı zaman, demokrasinin tanımı konusunda farklı yaklaşımlar ve paradigmalar; demokrasi mücadelesinde de bu demokrasi tanımlarına uygun mücadele biçimleri ve mücadele taraflarının farklılaşması söz konusu.
Ahmet Altan, bu bağlamlarda sık-sık yazı yazan, yazar ve gazetecilerden biri. Belli bir standart çerçevesinde de kendisi ve gazetesinin yaman bir çaba ve mücadele içinde olduğu tartışmasızdır. Ahmet Altan ve gazetesinin bu çabası ve mücadelesi, sevmeyenleri tarafından bile takdirle karşılanıyor. Ben de Ahmet Altan ve gazetesinin mücadelesini ve çabasını takdirle karşılayan, destekleyenlerden biriyim. Ya da başka bir ifadeyle, ben de Ahmet Altan ve Gazetesi'nin demokrasi tanımını aşan daha kapsamlı bir demokrasi tanımı kapsamında bir mücadele içinde olmakla, Ahmet Altan ve gazetesi ile aynı cephedeyiz.
Ahmet Altan'ın demokrasi anlayışını aşan bir anlayışa sahip olduğum, Ahmet Altan'ın, Öcalan'ı Mandela olarak tanımlanmasından sonra daha net boyutlarıyla açığa çıktı.
Ahmet Altan'ın, Öcalan'ı Mandela olarak tanımlamasıyla ilgili, Öcalan'ın niteliği ve yapısal özellikleri, Öcalan'ın demokrasi karşısındaki konumunu çerçeve anlayış olarak ortaya koymakla yetinmedim, aynı zaman o yazımda demokrasi ile ilgili kapsamlı tanımımı da yapmaya çalıştım.
Ahmet Altan'ın, “Kürtler ve Demokrasi“ başlıklı yazısında “Kürtler“ kavramı etrafında, Kürtlerin değil aslında Öcalan'ın, PKK'nın, BDP'nin demokrasi mücadelesindeki gevşekliğini ortaya koyduğunu düşünüyorum. Ama Ahmet Altan'ın neden bu konuyu açık ifade etmediğini de anlamakta zorluk çekiyorum.
Ahmet Altan makalesinde şöyle diyor: “....Sanki demokrasi sadece Türkleri ilgilendiren bir şeymiş gibi Kürtlerin kenara çekilmesi, bu kavgaya karışmaması biraz kalbimizi kırıyordu. Kürt politikacıları, 28 Şubat öncesindeki Erbakancılar gibi garip bir “cemaatçilikle“ sadece kendilerini, kendi ırklarını, kendi bölgelerini ilgilendiren sorunları dile getiriyorlar, hepimizin ortak sorunları karşısında ise sessiz kalıyorlardı. Sanırım bu, “AKP alerjisinin“ sonucu ortaya çıkan bir politikaydı. Ama garip olan bir durum vardı. Bu ülkede halkın hakkını isteyen her kesimin karşısına baskıcı “devlet“ çıkarken, o devletin baskıcılığıyla değil de AKP'yle uğraşmak, rakip olarak hep AKP'yi görmek ne kadar doğruydu? AKP'nin devletle işbirliği yaptığı ve devletle karşı karşıya geldiği durumlarda, hiç ayrım yapmadan hep AKP'ye karşı çıkmak, bir anlamda CHP politikalarını taklit etmek, sonuçta Kürt politikasını da anlaşılmaz şekilde “devletçi“ bir çizgiye oturtuyordu.
“Dersim tarzı“ çözümleri savunan CHP ile aynı çizgide olmak Kürt politikacıları rahatsız etmiyor gibiydi. “
Ahmet Altan'ın soruna toptan bir yaklaşım göstermesi, bütün Kürtleri aynı kefeye koyması doğru değildir. Özellikle de CHP'nin Dersim Katliamı yaklaşımı ile ilgili dile getirdiği görüşleri, gerçeğin tümünü ifade etmekten uzaktır. Biliniyor ki, Kürtler 40 yıldır ulusal demokratik hakları, bağımsızlıkları, özgürlükleri için savaşırken, hem tarih boyunca 1919, 1925, 1932, 1938 tarihlerindeki Kürt katliamlarını ve jenosidi açığa çıkarmaya çalışıyorlar ve hem de aynı zamanda demokrasi için mücadele ediyorlardı. Çünkü Kürtlerin kolektif haklarına kavuşması, Kürtlerin bağımsız ve özgür olması, demokrasinin “olmazsa olmaz koşulu“ olarak tespit edilip, o tespit etrafında mücadele örülmeye çalışılıyordu.
Ne yazık ki, Türk aydınları, demokratları, sosyalistleri, bilumum muhalifleri Kürtleri yalnız bırakıyorlardı. Bugün demokrasi cephesinde olanların çoğu, faşist cephede yer alıyorlardı.
Kürtler, 1974 yılından itibaren, “Kim için demokrasi?“ sorusunu, var olan yaklaşım ve standartlardan farklı olarak tanımlıyordu. Türkiye'de sol ve genel demokrasi cephesi, bu soruya “Emekçiler için demokrasi“ yanıtını verirken, bu yanıtın etnik ve ulusal topluluk olarak “Türklere demokrasi“ anlamına geldiğini kodlarıyla çözümlemişlerdi. Bu nedenle Kürtler, “Demokrasi burjuvazi ve egemen sınıflar kadar emekçiler için olması gerekirken, demokrasi aynı zamanda Kürtler ve diğer etnik topluluklar içindir“ de diyorlardı.
Günümüzde de demokrasinin bu tanımı genel olarak doğrudur ve bu tanımın derinleştirilmesi, daha ileri standartlarda bir tanıma kavuşturulması gerekir. “Demokrasi emekçiler içindir“ diyen kesimler, Türk egemenlerini, burjuvaziyi, sivil faşist hareketi karşı alıyorlardı. Bizler ise, bunu aşan bir tanımla, sömürgeci, otoriter, faşist yapısallığa sahip olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni hedef olarak belirliyor, demokrasi mücadelemizi bu kapsamda ele alıyor ve geliştiriyorduk.
Bu nedenle, demokrasi ve sosyalizm adına darbeci olan ve askeri darbeleri destekleyenlerden farklı bir pozisyon ve konumda olduk. 9 Mart 1971 Askeri Sol Darbe ile ilgili öneriler yapıldığı zaman, kayıtsız-şartsız red ettik, karşı pozisyon aldık. Aynı tutumu, 12 Eylül Askeri Darbesi ve sonrası darbelerde de gösterdik. Bu nedenle, 12 Eylül Darbesinin ve Ergenekon'un yargılanması, darbe girişimlerinin açığa çıkması ve yargılanması gerekir. Çünkü bu demokrasi mücadelesi, Kürtlerin özgürlük ve bağımsızlık mücadelesine tartışmasız yardımcı olacağı gibi, ivme de kazandıracaktır. Ama demokrasi mücadelesini buna indirgemek yanlıştır. Ahmet Altan ve Onun gibi düşünen demokratlar, demokrasi yandaşı çevreler, demokrasi mücadelesini Ergenekon ve darbelere karşı mücadeleye indirgeme yanlışlığı içindedirler. Oysa, Ergenekon'un yargılanması, darbe plânlayıcılarının açığa çıkması ve cezalandırılması, asker ve sivil iktidar elitini budar, ama devleti çözümlemediği ve dönüştürmediği için, evrensel anlamda, bütün sorunların çözümünü sağlayacak olan bir kapsamlı demokrasiye yol açmaz.
Gerçek demokrasi, devletin, Kürtlerin, Türklerin, diğer etnik grupların, tüm dinlerin ve mezheplerin, tüm sınıf ve tabakaların, tüm farklı görüşlerin devleti olduğu zaman Türkiye pratiğinde gerçekleşebilir bir durumdur.
Yine gerçek demokrasi, ulusal ve etnik gruplar, dinler ve mezhepler, ideolojiler, sınıf ve tabakalar üstü bir federal, ulus-üstü, ideolojiler-üstü bir yapı kazandığı zaman, hayat bulur, bir yaşam tarzı haline gelebilir.
Ahmet Altan ve diğer demokratlar, günümüzde bu büyük hedefi görmeden, Türklerin sivilleriyle asker sivil bürokrasi arasındaki mücadelede, haklı olarak siviller yanında yer alırken, başka bir Türk egemenlik sistemine yol açmaktadır.
“Tek söz milletindir“ kavramlaştırmasının, Kürtlerin ve diğer tüm kesimlerin iktidar olması ve iktidarı paylaşması anlamında hayat bulması gerekir.
*****
Ahmet Altan'ın, Kürtlerle ilgili demokrasi mücadelesi konusunda toptancı bir yaklaşım göstermesi, Kürtlerin sosyolojik ve siyasal demografisini yakından tanımamakla bir bağı olmasına rağmen, asıl olarak yukarıda da belirttiğim gibi PKK ve Öcalan'la ilgili yanlış tanımından ileri geliyor. Bu nedenle, Kürtleri en kaba hatlarıyla ayrıştırarak sorunu ele almak daha açımlayıcı olacaktı.
Ayrıca Ahmet Altan 3 Mart 2010 tarihli “Kürtler ve Demokrasi“ makalesinde, Kürtleri demokrasi mücadelesini vermemekle, Türkiye'de verilen demokrasi mücadelesine destek olmamakla eleştiriyor. Bu konuda tümüyle haklı sayılamaz. Çünkü O hala Kuzey Kürtlerinin mücadelesinin salt bir demokrasi mücadelesi olmadığını saptayamıyor, onların demokrasiyle iç-içe ama öncelikle kendi ulusal kimliğini kabul ettirme, bağımsızlık, özgürlük sorununun birincil olduğunu ya bilmiyor ya da bu konu pek onu ilgilendirmiyor.
O zaman Kürtleri ayrıştırarak ele alalım.
PKK ve Öcalan...
Kuzey Kürdistan'ın belirleyici gücü konumunda.
Ahmet Altan'ın, Öcalan'ı bir Mandela olarak nitelendirmesi ne kadar yanlışsa, PKK ve Öcalan'dan demokrasi mücadelesine katılmasını istemek de o kadar yanlış ve abes.
Demokrasi mücadelesi, demokratlar ve demokrasi güçleri tarafından sürdürülen bir mücadeledir. Bu mücadele, son Ergenekon olayından da açığa çıktığı gibi, devletin gerçek sahiplerine ve başka bir ifade ile devlete karşıdır. Oysa PKK devlet eliyle Kürtlere ve Kürt ulusal Hareketine karşı örgütlendirilen, Kürt Ulusal Hareketini içerden kuşatma hareketidir Devlet gücüyle birlikte olduğu bir yığın olayla açığa çıkan PKK ve Öcalan'ın, devlete karşı demokrasi mücadelesi içinde olmasını istemek aynı zamanda bir saf dilliktir.
Ayrıca, Öcalan Türkiye'ye geldiği zaman, “devlete hizmete hazır“ olduğunu açıkça ifade etti. 11 yıldır bu yol haritasını yürütüyor. .
En önemlisi ve ötesi de, Öcalan'ın benimsediği toplum ve devlet tasarımı Kemalist, baasist ve otoriterdir. Tek Şef, tek parti, tek ideolojiye; tek şef ve parti diktatörlüğü paradigmasına bağlı. Gençliğinden beri Atatürk hayranı. İmralı'ya geldikten sonra, Atatürk'ü Kürtlere benimsetmeyi, stratejik görüş olarak benimseyen biri.
Bu durumda da demokrat olmadığı kesinlik kazanıyor. Demokrat olmayan bir kişinin ve gücün, demokrasi mücadelesi vermesi de olanaklı değildir.
İslamcı Kürtler...
Kürtçü İslamcı Kürtler kategorisi, Kürt Ulusal Hareketinde yeni bir gelişme. Hareket içinde daha rüştünü ispat edebilmiş değil. Demokrasi, insan hak ve özgürlükleri mücadelesi geleneğine de sahip değiller. Ama buna rağmen, güncel demokrasi mücadelesinin aktif tarafı durumundadırlar.
Siyasi İslamcı Kürtler ise, büyük bir kesimi ile Hızbullah ve AK Parti etrafında toplanmış durumdadırlar. Hızbullahçlıların, demokrasi mücadelesi diye bir sorunları yok. Devlete karşı, tarihi ve yapısal bir tepkileri var. Bu tepkici bağlamda, güncel demokrasi mücadelesinde dolaylı ve objektif taraf konumundadırlar. AK Parti taraftarı İslamcılar da, demokrat oldukları ve demokrasiyi bir yaşam tarzı olarak benimsemiş oldukları için Ergenekon'a, Darbelere karşı değiller. Devlet karşıtı refleksinin bir sonucu muhalif konumundadırlar.
PKK dışında kalan Kürtler...
Bu güçler, Kuzey Kürdistan'da belirleyici güçler değillerdir. Büyük fiziki bir güç de oluşturmuyorlar. Bunların varlık ve yoklukları tartışılır. HAK-PAR, KADEP isim olarak parti olmalarına rağmen, parti fonksiyonlarına sahip değiller. Toplumda bir karşılığı olmayan, misyonsuz örgüt durumundadırlar. Soğuk savaş döneminin değerlerinden kopmuş değiller. Büyük otoriter ve yarı-demokrat sistemin eklentileri konumundadırlar.
Bu partilerin dışında kalan irili ufaklı dernek, oluşum, siyasi çevre, aydın bireyler var.
Bunlar devlete karşı, demokrasi mücadelesi içinde olmalarına rağmen, belirleyici bir konumda değiller. Fazla etkinlik gösterme durumda da değiller.
Amed, 08. 03. 2010
______________________________________
Not: Bugün, 8 Mart Uluslararası Kadınlar Günü. Tüm dünya ve Kürt kadınlarının bayramını kutluyor, erkeklerle olan eşitlik ve iktidar paylaşımı mücadelelerinde başarılar diliyorum.
TURK "DEMOKRASI" MUCADELESI VE STATIKOCULUK...