"Laik aydın suikastları, vesayetçi devletin kendini koruma refleksiydi"
MUHSİN ÖZTÜRK
Aksiyon Dergisi Sayı: 881 / Tarih : 25-10-2011
Türkiye’de tarih çok hızlı akıyor. Ve bu cümle bugünlerde çok kullanılıyor. Büyük dönüşümler içinde statükoların paslı direnci sorunlar üretse dahi iyi günlere dair değişim kapıda. Eski MİT Müsteşar Yardımcısı’nın şahitliğinde eski defterleri ve yeni dönemi konuştuk.
Türkiye’nin siyasi sorunları üzerine fikirleriyle tanınmaya başlayan bir istihbaratçı o. Konuşurken istihbaratçı kimliğinden ziyade dersini iyi çalışmış ve alanına hâkim bir akademisyen titizliğiyle dikkat çekiyor. Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’le söyleşi, Kürt meselesi ve 90’lı yıllara dayanıyor daha çok. Laik aydınların öldürülmesi ile ilgili söyledikleri yeni bir dönemin habercisi âdeta. Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu… MİT’in önemli birimlerini yöneten birisi belki herkesin aklında bir şekilde yer alan şeyi açıklıyor. ‘Artık bu tartışılıyor zaten’ diyerek belki konuşma vaktinin geldiğine işaret ediyor. Ayrıca PKK ve terör meselesinde bir dönemin bitmekte olduğunu ilan ediyor.
-Hakan Fidan MİT Müsteşarlığına geldiğinde İsrail, Fidan’la ilgili rahatsızlığını ifade etti. Sizce bu normal bir şey miydi?
İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak’ın bu açıklaması uluslararası ilişkilerde görülmemiş bir tavırdır. Ehud Barak, İsrail hükümetini temsil ediyor ve hiçbir zaman hükümetlerin veya temsilcilerinin bir bürokratı muhatap alması doğru değildir. AK Parti iktidarının İsrail Filistin meselesi karşısındaki tavrı, Hakan Fidan üzerinden Türk hükümetine yönelik İsrail hükümetinin tutumuna tepkiydi.
-Türkiye’nin bölgesel güç iddiası olmasaydı bugün daha farklı bir PKK meselesini tartışıyor olur muyduk?
Tabii... Biz PKK’nın silahsızlandırılmasını sağlamadığımız sürece bu mesele farklı konjonktürlerde, farklı dozajlarda Türkiye’nin gelişimini engelleyen bir unsur olarak varlığını sürdürecek. Çünkü mesele PKK’dan kaynaklanmıyor. PKK silahlı hareketiyle ciddi bir tehdit oluşturuyor ama destek aldığı, silahlı hareketine devamlılık kazandıran ciddi ve kitlesel bir yapı var. Bu kitlesel yapı üzerinde legal, yarı legal, illegal devasa bir örgütlenme var, Avrupa ve Ortadoğu’da... PKK, Avrupalı devletler ve Amerika yönetimi için de terör örgütü ama bunun dışında ciddi bir siyasal hareket. Bu siyasal hareketi doğuran şartların bitirilmesi ve Türkiye’nin demokratikleşmesi meselesini tartışıyoruz. Öcalan’ın yurtdışına çıkışından itibaren başlayan dış bağlantılar meselesini ise artık anlatmaya gerek bile yok…
-Demokratikleşme süreçleri işlerken vesayetin yeniden inşa edilmesinde PKK’nın eylemleri önemli rol oynuyor.
Özellikle 70’li ve 80’li yıllardan itibaren demokratikleşme süreçleri ciddi biçimde ön plana çıktığında, silahsızlanma ve barış şartlarını oluşturacak durumlar hep engellenmiştir. 1993’ten başlayan örnekleriyle de, sizin kitabınızda olduğu gibi, vesayetçi sistemle terör örgütü arasındaki bağlantı emareleri karşımıza çıkıyor. O zaman burada doğru tespit yapmamız gerekiyor. Vesayet sistemi demokratikleşmeden rahatsız oluyor. Çünkü her demokratik adım, anayasal sistem olarak demokrasinin kurumsallaşması demek. Denetlenebilir devlet yapısı demek, devletin hukukun üstünlüğünün şekillendirdiği bir zihniyetle yönetilmesi demek… Böylesine bir yapıda vesayetçi sistem ve vesayetin kullanabileceği bir terör örgütü yaşayabilir mi? Yaşayamaz. Onun için alacağımız güvenlik tedbirlerini şüphesiz günümüz şartlarına göre uyarlayacağız, ihtiyaç duyduğumuz en etkin tedbirleri alacağız ama güvenlik konseptleri demokratikleşme sürecinin hedefleri içinde şekillenecektir.
-Peki, vesayet sistemini besleyen, Kürtlerin demokratik taleplerini gerileten ve uluslararası güçlerin amaçlarına hizmet eden örgüt, Kürtleri ne kadar temsil edebilir?
2011’in Türkiye’sinde silahla hak taleplerinin peşinde olan, silah yoluyla siyasal dayatmalar yapan bir hareketi haklı gösterebilecek hiçbir sebep yoktur. Ve Türkiye gibi hızla demokratikleşen ve dönüşen bir ülkede PKK gibi silahla hak talep edenlerin arkasında açıkça durabilecek küresel yapı artık yok. Evrensel değerler ve hukuk içerisinde, Türkiye’nin demokratikleşen ve hızla gelişen yapısı içerisinde PKK’nın silahlı eylemlerine haklılık ve prim verilemez ve verilmemelidir. Hâl böyle iken PKK bir gerçeklik kozu olarak karşımızda. Bu tarihsel süreç içinden geliyor; gerek ulusal, gerek bölgesel, küresel gerçekler içerisinde varlığını sürdüregelmiş ve biz bunu yanlış politikalar yüzünden bugüne kadar çözememişiz… Bunu görerek en kısa zamanda PKK silahlı hareketini çözümleyici şartları oluşturmamız gerekiyor. Demokratikleşmeye paralel silahsızlandırma süreci içerisinde görüşmeler dâhil, sonunda genel affa kadar giden, sonunda Öcalan’ın şartlarının düzeltilmesini de tartıştıran bir durumla karşı karşıyayız. İşte bunu iyi planlama ve iyi yönetme zorunluluğu var. Ayrıca Kürtlerin talepleri var diye değil, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının talepleri var diye konuşmamız lazım. Farklı renklerin, farklı kimliklerin talepleri yeni anayasaya yansımalı ama asla etnik farklılığı ve inanç farklılığını gösteren bir ifade olmamalı.
-90’lı yılları tartışıyoruz. Terörün artması ve hükümetin sert cevap vereceği ihtimali bir alarm doğurdu. 90’larda ne oldu sizce?
Biz 90’lara bakarken ulusal dinamikleri, küresel ve bölgesel gelişmeleri birlikte değerlendirmeliyiz. 89’da Sovyetlerin dağılması, iki kutuplu dünyanın ortadan kalkması, bir süper gücün hâkimiyetinde yeni ve tek kutuplu bir küresel bakışın, hâkimiyetin ve paylaşımın ortaya çıkışını getirdi. Bu; kimliği hatırlama, kimliklerin ortaya çıkardığı hak talepleri üzerinden siyaset oluşturma gibi ulusal bazda yeni yapılanmaları, talepleri ve eylemliliği beraberinde getirdi. Türkiye bu değişime nasıl cevap verebilirdi? Demokrasisini güçlendirerek verebilirdi. Demokrasisini güçlendirmediği gibi otoriter yönetimlerle yani sıkıyönetim, olağanüstü hâl şartlarını artırarak, baskıcı yöntemlerle hak taleplerini susturmaya çalıştı. Böylece vesayetçi anlayışı ve iklimi güçlendirdi.
-89’dan sonra ne oldu?
90’lı yıllarda Birinci Körfez Savaşı’nı dikkate almamız lazım. Savaş, bugünkü Ortadoğu’daki yapının planlanmış sürecinin ilk adımıydı. Irak’a yönelik harekât esasında Afganistan’da başlayan, sonra Irak’a yönelen o çemberde, küresel güç hâkimiyetlerini yeniden şekillendiriyordu. Ve bu yapı sonuçta Irak’ta bölgesel Kürt yönetiminin oluşumunu sağladı. Türkiye PKK ile meşgul edilerek Irak’a müdahale etmesi, Irak’taki şekillenmelere karşı çıkması engellendi. O tarihten itibaren PKK Kuzey Irak’ta varlığını bugüne kadar koruyarak sürdürebildi. Bu kendiliğinden olan şeyler değildi. Türkiye, bu meselelere çok boyutlu bakamadı. Güvenlik eksenli algılamalar içerisinde, otoriter dayatmalarla toplumsal tepkinin oluşması ve PKK gibi silahlı bir hareketin güçlenmesine sebep oldu.
-Bu son cümleyi açar mıyız? PKK’nın güçlenmesine yol açan ne?
Otoriter siyaset üretimi. Vesayetçi sistemle otoriter yönelimler birbirini güçlendiren gelişmelerdir. Nedir bunun panzehiri; demokrasinin her şartta uygulanması, farklılıkları içselleştirerek demokratik kriterler içerisinde toplumu bütünleştiren bir yapının oluşturulması. Türkiye ta 2000’li yıllara kadar bunu yapamadı. Tam tersine, Türkiye’yi istismar edecek hareketlere prim veren uygulamalar vardı. Sıkıyönetimler, olağanüstü hâller, faili meçhuller gibi. Bugün hâlâ çözemediğimiz, kısmen daha berrak görmeye başladığımız bir yapıyla karşı karşıyayız. 1999’da AB adaylık sürecinin başlaması ile AB müktesebatı ve AK Parti’nin 2002 seçimleriyle iktidar oluşu sonrasında sancılara rağmen vesayeti kırma imkânı doğdu. Vesayet ortadan kalktıkça, demokratik değerler hayata geçirildikçe, çözüm şartları ortaya çıkmaya başladı. Bugün her meseleyi çok açık tartışıyoruz. Yeni anayasa inşa süreci o bakımdan tarihî bir fırsatı veriyor.
-90’larda Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu gibi laik kalemlere yönelik suikastları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tabii ki açık delillere sahip olmadan konuşmak doğru değil. Ama vesayetçi sistem ve zihniyetle, otoriter devlet idaresinin; siyasetin etkileyemediği askerî yönetimler gibi, ortaya çıkan durumların mahsulüdür, faili meçhuller. Devleti bütünüyle ifade edemeyiz elbette ama devletin içinde kirlenmiş yapılarla bağlantılı olduğunu bugün görebiliyoruz. Bunun devlet içi organ ve onların örgütsel bağlantıları arasındaki yapılarla ilişkilerini kesin ifadelerle söyleyemiyoruz fakat olduğu konusunda çok ciddi emareler de var. Sanıyorum ki gelişen yargılamalar içerisinde bunun örneklerini de görebiliriz.
-O yıllarda bu olayları bambaşka havada izlemiştik. Laik bir kişi öldürüldüğünde İslamcılar bunu yaptı denirdi.
İslamcı çevreye bunu havale etme, Kürt örgütlerine havale etme veya sağcı bazı örgütlere havale etme gibi bir anlayışla meselelere bakılıyordu tabii. Farklı boyutları olduğu bugün açıkça görülebiliyor.
-Devletin refleksi ve devlet içinde yuvalanan kirli unsurlar bu sonuçları doğurdu diyorsunuz.
Demokrasi, hukuk ve insan hakları değerlerinin devlet zihniyetinde yeterince yerleşmediğini görüyoruz. Bu ne ifade ediyor? Türkiye’de demokrasinin olması gereken bütün kriterleriyle; siyasi boyutuyla, hukuki boyutuyla ve idaredeki uygulama boyutuyla yerleşmediğini gösteriyor.
-Ne amaçlanmış olabilir peki?
90’lar dediğimiz küresel gelişmelerin ve değişimlerin hızlandığı bir dönem. Demokratik değişimlerin ve dönüşümlerin de hızlandığı hem ulusal, hem küresel boyutta şekillendiği bir dönem. Böyle bir hızlanma gelişmelere çeşitli çıkarlar açısından bakan yapıları rahatsız etti. Süreci kesintiye uğratma, mevcut güçlerini koruma, varlıklarını devam ettirebilme adına toplumda farklı bir iklim ve kaos oluşturma gayreti ve arayışı belirdi. O günün şartları içerisinde sivil siyasetin yetersizliğini de görmek gerekiyor. Siyaset, karanlık tabloya müdahale edememiştir. Ülkelerin içinden geçtiği tarihsel anlar içerisinde dış dinamiklerin, çıkarları istikametinde etkileme gayretleri vardır. Amerika, Avrupa ya da güçlü ekonomilere sahip ülkeleri sayabiliriz. Ancak meseleyi sadece dış bağlantılarla görerek içteki zafiyetleri kapatma anlayışından sıyrılmalıyız. Bünyesel sorunlarımızı çözebildiğimiz ve toplumsal bütünlüğümüzü kazandırabildiğimiz noktada bize tarihin, ekonomimizin, gelişen demokratik zeminin ve güçlü potansiyelimizin bahşettiği imkânları kullanarak istikrar sağlayıcı bir bölge gücü olabiliriz.
-93 meselesine gelirsek... Uğur Mumcu, Eşref Bitlis, Özal’ın ölümü, 33 Er, Madımak gibi çok büyük olaylar oldu. Bunu nasıl izah ediyorsunuz?
İşte ifade etmeye çalıştım; vesayetin değişim karşısında varlığını koruyabilme arayışlarına işaret edilebilir. Bugünkü emareler de onu gösteriyor. Ortadoğu’daki küresel gücün yeniden şekillenme arayışlarının vesayetle bağlantısı da bana göre açıklığa kavuşturulması gereken bir tarihsel boyut. Ben bu kadar söyleyebilirim.
-Siyasetin sıfırlandığı yerde pekâlâ bir darbeden söz edebiliriz.
Dikkat ederseniz 28 Şubat postmodern darbesi, Susurluk bunların hepsi bir zincirin halkaları. 28 Şubat postmodern darbesinde de vesayetin değişimler karşısında kendisini koruma içgüdüsünü görebiliyoruz. Susurluk da devlet içindeki kirlenmiş yapının bir kaza ile ortaya çıkan görüntüsü. Polis, siyaset, mafya... Asker boyutu yok. Yine siyaset çok zayıf…
-Hem o kapatıldı hem de yakın bir tarihe kadar asker meselesi hiç gündeme gelmedi...
Asker meselesinde maalesef hukuk sistemini usul hukuku ve insani boyutun yetersizliklerinden arındırarak sadece ve sadece devlet içindeki kirlenmişliği ortadan kaldıran bir sorgulama şekline çeviremedik. Ayrıca meseleyi toplumla paylaşmada ve topluma anlatmada kamu diplomasisi yetersiz kaldı. Bugün hâlâ toplumun önemli bir kısmı, devletin temizlenmesi olarak değil de ideolojik çatışma, laik-anti laik zaviyesinden olaya bakıyor. Kurumsal yapılarımız, öncelikle silahlı kuvvetler, emniyet, istihbarat teşkilatı ve jandarma hukuki süreçlere bağlı olmadan kirlenmişliği ortadan kaldırma konusunda çok ciddi iradeye sahip olmalı. Sadece olayın hukuki boyutuyla temizlenmesi yargıya çok ağır yük yükler ve bu imkânsızdır da. Karşı karşıya olduğumuz mesele bir hukuki mesele olmanın ötesinde siyasi bir meseledir.
-90’lı yıllarda devleti gördüğümüz ve tanıdığımız kişiler değil, o devlet gücünü eline geçirmiş kişiler yönetiyordu...
Kendini devlet sanan yapılar... Bunu da çıkarları için kullanan yapılar.
-70’li yıllarda sol sağ çatışmasını doğuran iklimi, konuştuğumuz çerçevede nereye oturtabiliriz?
Gene vesayetçi zihniyet ve sistem var, varlığını koruyor, onun karşısında toplumsal, özellikle gençlerin öncülüğünden kaynaklanan talepler var. Kabul edildiğinde Türkiye’yi değiştirecek ve vesayeti kıracak demokratik talepler. Demek ki bu sistemin devamlılığını sürdürebilmek için gençleri kullanan yapılar olacak. Bugün daha net bunu görebiliyoruz. Sivil siyaset demek ki bu gelişmeleri görememiş ve etkili olamamış. Daha projelendirilmiş, toplumun taleplerine cevap verebilen nitelikli adımlarla meseleyi aşabiliriz. Erdoğan’ın, CHP’nin ve BDP’nin karşı karşıya olduğu sorun yeni anayasanın evrensel değerlerin içerisinde olabilmesidir. Türkiye durdurulamaz bir şekilde değişiyor, siyasetler bu değişime ayak uydurmak zorunda.
-Sizde bu düşünceyi oluşturan süreç ve olaylar nedir?
Anadolu’nun dinamikleri... Tabii ki tarihsel boyutuyla ekonomik, kültürel değişim ve bunun dayatıcı yürüyüşü… Yani toplumsal iradenin ortaya çıkışı. Özellikle bunu 1990’lara bile götürebiliriz; muhafazakâr Anadolu kitlesinin taleplerinin değişimi, demokrasi kriterlerinin bu muhafazakâr değerlerle bütünleşmeye başlaması. Ve içinde bulunduğumuz şartlarda demokratik değişim konusunda bu iradenin oluşumu. Cemal Uşşak’ın Müslüman kitlenin Kürt meselesine yaklaşımdaki tarihte kalan zafiyetlerini ifade etmesi önemli... Erdoğan’ın gücü de buradan geliyor. Muhafazakâr kesimin değişim dinamiği çok güçlü, demokrasi kriterlerine bakış standartları çok güçlü gelişiyor ve buna cevap veremezse AK Parti’nin iktidarını yakın dönemde sürdürmesi bana göre zor. Ve Türkiye kendi demokrasi değerlerini, derinlik kazandıracak alternatifini çıkartır. Ve bunun içerisine muhafazakârlarla birlikte Kürt dinamiği de giriyor, demokratlar da..
-Hrant Dink, Santaro, Zirve cinayetleri... O dönemi nasıl yorumlamak gerekiyor?
Tabii ki Hrant Dink’in öldürülme ve sanıkların bugüne kadar devam eden yargılama süreci bize Türkiye’nin genel serüvenini ve meseleyle yüzleşmekteki zorluğumuzu ortaya koyuyor.
-Biraz açabilir misiniz bunu?
Bir misyonerlik görüntüsü ve Türkiye’de üretilen bulanıklık üzerinden böyle bir iklimde ortaya çıkan sorunlar, eylemler, cinayetler... Bu iklimin, bu zihniyetin, bu sistemin yarattığı olaylar ki bugün gerçekten bununla yüzleşmemiz gerekiyor. Türkiye’nin demokratik gelişimini engelleyici olayların aydınlatılması, vesayet sisteminin bağlantılarının genişliğini göstermesi bakımından... Siyasetle kurumsal seviyedeki bağlantıları ve bu bağlantıların yarattığı iklimin ortaya koyduğu tehlikeli sonuçlar bakımından... Kurumsal yapılar içindeki kirliliğin kurumların kendileri tarafından temizlenme ihtiyacı bakımından... Ve siyasetin bu konuda kararlı olması bakımından çok önemli.
-Kürt meselesine empatiyle yaklaşıyorsunuz. Hatta bu konuda sizi eleştiren de var, böyle bir zamanda bunlar söylenir mi diye?
Ben olaya Kürt, Laz, Çerkez, Müslüman, Hıristiyan olarak bakmıyorum. ‘Ben nasıl bir Türkiye’de yaşamak istiyorum?’un cevabını vermek istiyorum. Özgür, demokratik Türkiye’de, bölgesinde barış ve istikrar üreten bir ülkede, insanlarımın mutlu ve birbiriyle barışık olduğu bir ülkede yaşamak istiyorum. ‘PKK meselesi niçin ortaya çıktı?’ sorusuna ‘Kürt meselesi çözülemediği için’ cevabını veriyorum. Kürt meselesi niçin çözülemiyor, Türkiye demokratikleşme konusunda yeterli potansiyeli ortaya çıkaramamış, yeterli çalışmayı yapamamış. O zaman bilmeden çeşitli yönlendirmelerle yanlış yollara giren insanlarımızı kazanmak için empatiyle bakıyorum. Diyalog kurulmasını istiyorum. Bir yurtseverin yapması gerekenleri yapıyorum.
-Darbeleri MİT haber vermedi, vermediği için hükümetler hazırlıksız yakalandı deniyor...
Bir vesayet sistemi var dediğimiz zaman eğer bunu kabulleniyorsak MİT’in darbeyi haber verip vermemesinden bahsedemeyiz. MİT’in başındaki şahıs, vesayet sisteminin getirdiği şahıstır zaten. Bu soru komik. Ayrıca Türkiye’de darbeler hiçbir zaman gizli yapılmamıştır.
-Toplumsal olaylar bunun bir parçası mıdır? Darbe önceleri yaşanan suikastlarda mesela...
Toptancı olmamak lazım. Bugün çıkan gerçekler karşısında olanı da var olmayanı da var diyebiliriz. Toplumun kendi dinamiklerinden kaynaklanan olaylar da var... Esas olan onlardır ama bunları yönlendirme mekanizmalarından söz edebiliriz. Bugün Arap Baharı’nda olduğu gibi; toplumun kendi dinamiğinden doğan olaylar da var, bu hareketleri yönlendirmek isteyen güçler ve mekanizmalar var. Türkiye’de olan biten öyle, yarın da böyle olacak...
KANDİL’İN ÖMRÜ AYLARLA SINIRLI
-PKK’nın ortaya koyduğu demokratik özerklik Kürtler için bir tehdit oluşturmuyor mu?
Kısaca ifade edelim ki, PKK, demokratik özerkliği, Kürt etnik yapısı üzerinde ve PKK’nın siyasallaşan yapısı üzerinde kontrolü sağlayarak şekillendireceği bir statüde meseleyi götürmek istiyor. Evrensel değerler ve insan hakları bize böyle bir sonuç vermiyor. PKK’nın ısrarcı olduğu bu zihniyet, esasında 19. asrın ulus devlet yapılaşması içerisinde ulusların kendi kaderini tayin hakkı gibi çok dar bir değerlendirmedir ki Türkiye o süreci çoktan aştı. Türkiye demokratikleşen bir ülke. Demokratikleşme yapısı içerisinde kendisini vesayetçi sistemden kurtarırken, ulus devlet kavramının ve Kemalist ideolojinin dar kalıplarından kurtulmak istiyor. Bu sorunlardan Türkiye toplum olarak kurtulmak isterken, Kürt kesiminde yeni bir ulus devlete ve PKK vesayetine imkân vermez, bu konuyu tartışmaz bile.
-Demokratikleşme ile anılan kavramının yeni bir dikta oluşturacağı Kürtler tarafından da görülmüyor mu?
PKK’nın ortaya koyduğu özerklik tartışılması dahi Türkiye’ye zarar verici ve gerçekleştirilmesi durumunda sürekli Türkiye’yi risk altına sokucu bir olaydır. Böylesine etnik yapıya dayanan bir özerklik, Ortadoğu’nun bilinen sıcak yapısı ve çıkar çatışmaları içerisinde sürekli manipüle edilecek bir yapıyı ortaya çıkartır. Gerçek boyutlarıyla anlatıldığı takdirde bugün PKK’nın etkilediği kitleler dahi PKK’nın o özerklik yapısı içerisinde yaşamak istemez. Karşı çıkarlar. Yüzde 6 oy alsın, kaç oy alırsa alsın demokratik dinamiği çok güçlü ve çoğulcu bir kitle böylesine otoriter yapıyı reddeder. Bugün Kürt kimlikli vatandaşlarımız ve sivil toplum arasında böylesi otoriter yapıya karşı çıkmalar gelişmektedir. Kürtler statü talep ederken kimliklerinin özümsenmesini istiyorlar ve katılımcı bir demokrasi arzularını ortaya çıkarıyorlar. Yani yerel yönetimlerin etkinleştirilmesi, bölgesel açıdan değil, bütün Türkiye’nin talep ettiği katılımcılığı genişleten bir potansiyel.
-PKK ile demokratik talepleri olan Kürtler arasında giderek açılan makası ve büyüyen çelişkiyi nasıl izah etmeli?
PKK silahlı mücadele şartlarının ortadan kalktığını ve bunu önümüzdeki süreçte devam ettiremeyeceğini biliyor. Ortadoğu’daki boşluklar, bugünkü çatışmalar hangi ortamı üretirse üretsin; PKK, Kandil’deki konuşlanması gibi bir imkânı bulamaz. Suriye ve İran’da kurma şansı ortadan kalkmıştır. Çünkü büyüyen, siyasi, ekonomik ve askerî bakımdan güçlü Türkiye’nin bugünkü yapısı karşısında Ortadoğu’da herhangi bir ülkenin Türkiye ile ihtilafı ne olursa olsun PKK’yı barındırma şansı yok. Ankara’da yapılan görüşmeler (Kuzey Irak’tan gelen heyeti kastediyor) de gösteriyor ki PKK’nın Kandil’deki varlığının devamı günlerle veya aylarla diyelim, sayılıdır. Ve burada Kandil’deki yapının ortadan kaldırılışı hem ABD’nin, hem Irak merkezî yönetiminin, hem de Irak Kürt bölgesel yapısının desteğiyle olacaktır. İran’ın desteğinin alınacağını da söyleyebiliriz. Bütün mesele böylesine bir sıkışıklık durumunda PKK’nın demokratik siyasete entegre olma kriterlerindeki yetersizliğidir. Kürt siyasetinin yönetimine şimdiden talip olmakta ve bu siyaseti kendi kontrolü altında tutmak gibi demokrasilerde olmayacak bir arayışın içerisinde. Ama çoğulcu bir demokrasi ve toplumun verdiği yetkiler oranında siyasette hak talep edilebilir.
-Kandil’in boşaltılmasına günler, aylar kaldı dediniz. Bunu açabilir misiniz?
PKK’nın, eylemlerini artırmasına, Türkiye’deki rahatsızlığa rağmen en zayıf günlerini yaşadığını düşünüyorum. PKK’nın silahlı mücadeleye devam etme şartları ortadan kalkmıştır. Kuzey Irak’taki, Kandil’deki varlığını koruma şansı yoktur.
-PKK’nın savaştığı bir devlet vardı. Şimdi o devlet yok ve PKK yeni duruma ayak uyduramıyor…
Toplumun zihniyeti demokratik bir gelişme istikametinde değişiyor ve bu devleti de değiştiriyor. Türkiye bir vesayetten kurtulurken çok güçlü demokratik dinamikleri olan Kürt siyaseti üzerinde ayrı bir vesayet kurulması mümkün değil. PKK’nın kendi kuralları içinde yaptığı dayatmalar bu süreci engelleyemez, bu sadece çözümü geciktirir.
25.10.2011
MUHSİN ÖZTÜRK
Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’le söyleşi