“Çok hassas bir dönemden geçiyoruz, konușmanın zamanı değil!”
Zorba yönetimlerin halkı, esas olarak da aydınları susturmak için baș vurdukları gerekçelerden biridir bu.
Ortada “vatan-millet” edebiyatına müsait bir de fiili durum varsa; değme gitsin… konușan diller kesiliyor. Zaten onlar kesmezse birileri çıkıp o dili kesiyor icabında.
Kendimi bildim bileli, TC’de muhalifler ve rejim mağdurları ne zaman konușmak istese, bu gerekçeyi ileri sürerek onları susturuyorlar mutlaka:
“Çok hassas bir dönemden geçiyoruz, konușmanın zamanı değil!”
Peki ne zaman bitecek bu “hassas dönem”?
İnsanlar ne zaman ülkenin ve kendilerinin can alıcı sorunlarını tartıșacak ve bu temelde onlara çözümler bulma imkânına sahip olacaklar?
Neden hep, kimin ne zaman ve nasıl konușması gerektiğine yönetenler karar veriyor?
Ve neden yönetilenlerin, kendi geleceklerini ilgilendiren konularda söz söyleme hakları yok?
Yönetenlerin ileri sürdüğü bu gerekçelenin, ne ülkeye ne de millete bugüne kadar bir faydası olmadı.
Zorbaların ileri sürdükleri bu gerekçenin gözle görülen tek pratik sonucu, onların, ülkelerine karșı ișledikleri suçların hesabının kendilerinden sorulmasını engelleyen bir zırh görevi görmesi oldu.
Yer yüzünün en zorba, en ırkçı ve en hak tanımaz devletlerinden biri olan TC bu gerekçenin arkasına sığınarak on yıllar boyunca Kürtlere ve Türklere, Kürdistan’ın ve Türkiye’nin can alıcı meselelerini tartıșmayı yasakladı.
Kürdistan’daki sömürgeci sisteminin Kürtler üzerinde kurduğu bu baskı mekanizmasına șimdi bir de onların türettiği Kürt vassâllar eklendi.
Kürdistan’daki sömürgeci sistemi tasfiye edecekleri vaatlerine kapılarak Kürtlerin kanlarıyla canlarıyla destekledikleri yerli kurtarıcılar sonunda sözde savaștıkları bu sistemin hizmetine girerek, onun Kürdistan’daki vassâları oldular ve onların üzerinde yeni bir baskı mekanizması kurdular.
Kürdistan’da kurulan bu yeni sömürgeci ilișkiye itiraz eden Kürt aydınların karșısına da artık, Türk sömürgecilerden önce, ona bağlı olarak Güney ve Kuzey Kürdistan’da olușturulan Kürt vassâllar çıkıyor.
Kürt vassâllar, bir ellerinde Türk milliyetçiliğinin bayrağı, diğer ellerinde Kürt milliyetçiliğinin bayrağı. Türk efendileriyle muhatap olduklarında hemen Türk milliyetçiliğinin bayrağını kaldırıyorlar; Kürtlerle muhatap olduklarında ise, Kürt milliyetçiliğinin bayrağını kaldırıyorlar.
Kürt aydınları onların bu yaptıklarına karșı çıktığında, hemen Kürt milliyetçiliğine sarılan Kürt vassâllar; “Kâkâ wexti niye!” ya da “Heval, ne wexta viya ye!” diyerek onları önce uygun bir dille uyarıyorlar. Buna rağmen Kürt aydınları itirazlarında ısrar ederlerse, o zaman da, Türklerin yaptığı gibi, ellerindeki Kürt milliyetçiliği mührünü kullanarak Kürt aydınlarını, bir kez de onlar “iç düșman” ilan ederek, “vatan hainliği” ile suçluyorlar.
Yazarken insanlar genellikle asıl söylemek istediği șeyi yazının sonuna saklarlar: ben de öyle yaptım.
Sağlığım elvermediği için uzun bir süre uzak kaldığım yazı hayatına dönmeye karar verdim. Bu da benim, merhaba kabilinden ilk yazım.
Yıllardan sonra yeniden bașladığım yazı hayatında nasıl bir perspektif izliyeceğim konusunda sanırım yukarıdaki satırlar yeterince açıklayıcı.
Anlayacağınız, “Vatan hainliği”ne devam! ediyorum hâlâ.